- Yeni Osmanlıcılık

Adsense kodları


Yeni Osmanlıcılık

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 4 July 2012, 03:51 pm GMT +0200
Dış politikada “yeni Osmanlıcılık” kime yarar?
Cüneyt YENİGÜN • 60. Sayı / DÜNYA


Son aylarda bazı çevreler tarafından dış politikada “yeni Osmanlıcılık” çizgisinin takip edildiği iddia edilmeye başlandı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, birkaç kere bu iddiayı ısrarla reddetti ve sonunda bunun “maksatlı” olduğunu söyledi. Peki, bu iddiayı ileri sürenlerin ve bunu reddeden hükümetin amaçları ve arkasındaki sebepler ne?

İlk bakışta “yeni” de olsa “Osmanlı” ibaresinin kullanılmasının geçmişine gururla bakan kesimlerde genel bir sempati doğurduğu söylenebilir. Fakat Türkiye’nin derin taraflarında ve özellikle bölgesindeki diğer devletlerde nasıl bir etki yaptığının iyi analiz edilmesi ve sonuçlarının iyi değerlendirilmesi gerekiyor. “Yeni Osmanlıcı” bir dış politika, çevre devletlerde genel olarak negatif bir etki yaptığı ve yapacağı en önemli veya birinci sonuç olarak görülmeli. Çünkü 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin hükümranlığının uzandığı gerek Balkan, gerekse Ortadoğu’daki tüm devletler kurulurken, temellerine atılmış olan milliyetçilik genellikle “Osmanlı düşmanlığı” ile yoğrulmuştu. Bu devletlerde özellikle milliyetçi olan ve devleti elinde tutan kesimler, (her ne kadar tam tersi doğruysa da) “Osmanlı’nın kendilerini ekonomi ve modernite açısından geri bıraktığı ve aşırı hegemonik ilişkiler kurduğu” üzerine bir inanca sahiptirler; en azından bugünkü sistemin meşruiyeti için bu fikri yaymaya çalışıyorlar. Türk dış politikasında “yeni Osmanlıcılığın” doğması, bu devletlerde Türkiye’nin yeniden hegemonik (hükmedici) ilişkilere gireceği korkusunu uyandırıyor. Dış politikada “yeni Osmanlıcılık” fikri esasında Özal dönemi ile zikredilmeye başlanmakla beraber, o zamanlarda bugünkünden daha farklı bir manada kullanılıyordu. Nitekim Davutoğlu da Stratejik Derinlik kitabında Özal döneminde “yeni Osmanlıcılık”, Doğruyol ve Refah dönemlerinde “İslamcılık”, 28 Şubat döneminde “Batıcılık” ve 28 Şubat sonrası dönemde de “Türkçülük” fikirlerinin öne çıktığını belirtiyor. Fakat Özal dönemindeki “yeni Osmanlıcılık” biraz anakronist olarak (ideal olanla gerçeği karıştırarak) gücünün üstünde hedefler belirlemeye yönelmişti. Nitekim “Adriyatik’ten Çin Seddine Türk Dünyası” söylemleri bunun en belirgin örneğini oluşturmaktaydı.

Yeni Osmanlıcılık iddiaları
2003 sonrasında “yeni Osmanlı” iddiaları, zaman zaman gündeme gelse de, özellikle 2009’da zirve noktasını bulmuştu. Bu fikrin Türkiye’de üretilmediği, tam tersine dışarıda üretildikten sonra, Türkiye ve bölge ülkelerine servis edildiği ve Türkiye’de bazı kesimlerce sahiplenildiğini de unutmamak gerekiyor. Bu fikir, CIA’nın gölge kuruluşu Starfor’un Başkanı George Friedman tarafından Mart 2009’da yayınlanan raporda öne çıktı. Rapor, Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefinden vazgeçerek, 2012’den itibaren her manada çok güçleneceğini, 2023’te bölgenin tek gücü olacağını, 2040’ta eski Osmanlı topraklarında söz sahibi olacağını ve bölge devletlerine valiler atayacağını, sonunda da hilafeti gündeme getirerek tüm İslam dünyasının lideri olacağını iddia ediyor. Böyle bir söylemin bölge ülkeleri üzerinde oluşturcağı negatif etkiyi görmemek imkânsız. Hatta bunu sahiplenerek, Türkiye’de bir dergide dosya konusu yapılan “United States of Osmanlı” düşüncesinin Türk dış politikasına ve Türkiye’ye neler getireceğini iyi hesaplamak gerekiyor. Nitekim bu haberler, gerek Balkanlar’da “Yeni Osmanlılar geliyor”, gerek Ortadoğu’da “yeni Osmanlılar ve Ortadoğu” başlıklı yazılara ve hatta El Cezire’de yapılan haberlere sebep olmuştu. Esasında buna oldukça pozitif yaklaşan yazarlar da oldu. Mesela Ürdün’deki El Ahad Gazetesi’nde Muhammed Ebu Rumman “Türkiye’nin bölgede İsrail’e karşı dengeleyici ve yönetici rolü İsrail’in yönlendirmesinden çok daha iyidir” diye yorum yapıyordu. Türkiye’nin proaktif dış politikasının gerek Balkanlar, gerekse Ortadoğu halklarını memnun ettiği malum, ama özellikle “yeni Osmanlı” iddiasının Ortadoğu’da halklarından kopuk yönetimlerini “Türk hegemonyası” korkusuyla karşı karşıya bıraktığı da bir gerçek. İşte bu yüzden Davutoğlu ısrarla Türkiye dış politikasının “eşitler arası, içişlerine müdahale etmeden barış arama” üzerine kurulu olduğunu söylüyor. Yine kendisi daha danışman olmadan evvel 2002’de Aksiyon’daki bir yazısında “Türkiye’nin Doğulu ve Batılı gibi tekil kimliklerden kurtulup tarihî kimliğiyle yüzleşmesi ve Osmanlı taklitçiliğini aşan bir formül üretmesi gerektiğini, Batı’dan insan hakları, demokrasi ve ekonomik standartların alınması gerektiğini, Doğu’ya da dinî ve milli kimliğini kullanarak tarihiyle barışmarak yaklaşması gerektiğini” söylüyordu. Bugün de aynısını söylüyor. Bugün yeni Osmanlıcı fikrini ileri sürenlerin bilerek veya bilmeyerek, komşu ülkeler üzerinde hegemonyacı ve hatta “fetihçi” bir korkuyu yaydıklarını belirtmek lazım.

Yeni Osmanlıcı fikrini ileri sürenlerin ikinci grubu, Türkiye’yi “taşeron” olmakla suçluyor. Bu gruba göre biraz da anakronist bir hayalcilikle, “Türkiye ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin bölgedeki piyonu ve işbirlikçisi rölünü oynuyor. ABD Ortadoğu’yu bir bölgesel güçle yönetmek istiyor ve bölgesel güç Türkiye bu iş için en ideal aktör.” Esasında bunu iddia edenler, eleştiri yaparken, belki de farketmeden Türkiye’nin bölgesel güç olduğunu kabul ediyorlar. Türkiye, Cumhuriyet tarihinde ilk defa bölgesel bir güç oldu; öncelikle bunun Türkiye’nin büyük başarısı olduğunu da kabul etmek gerekiyor. İkincisi, 50 yıldır Ortadoğu devletleriyle çok yakın ilişkileri bulunan ABD’nin böyle bir piyona ihtiyacı yok. Tam tersine hiyerarşik sistemin tepesindeki ABD’nin temel dış politika anlayışı, yükselen güçlerle mümkünse iyi geçinmek üzerine kurulu, Türkiye ile yakın ilişkiler kurma ihtiyacı, Türkiye’nin bölgesinde artık söz sahibi olduğundan ileri geliyor.

“Yeni Osmanlıcılık”ı kullanan eleştirel üçüncü grup, Türkiye’yi “teslimiyetçi” bir dış politika izlemekle suçluyorlar. Yine bu grupların iddiası “ABD ve AB’nin Balkanlar ve Ortadoğu’da Türkiye’yi kullandığı ve Türkiye’nin kendisine biçilen görevleri yerine getirdiği”. Bu iddia da gerçeklerden oldukça uzak görünüyor. Eğer bu iddia doğruysa, ABD’nin tüm baskılarına rağmen 1 Mart Tezkeresi’nin parlamentoda reddedilmesi, Türkiye’nin Afganistan’a muharip göndermemesi, İran ile yapılan birçok anlaşma, Fransa ve AB’ye rağmen Türkiye’nin Afrika ve Balkanlar’da artan diplomasisini nereye oturmak gerekiyor?

Yine “yeni Osmanlıcılık”ın başladığını iddia eden dördüncü grup ise, bunu daha çok iç politika malzemesi olarak kullanıyor. Bu grubun üzerinde durduğu noktalar, “ikinci cumhuriyetçi, Prens Sabahattin ve El-Ahrar Fırkaları”. Hatırlanacağı gibi Abdülmecid’in torunu olan Prens Sabahattin, 1899’da Abdülhamit’i eleştirdikten sonra Fransa’ya kaçmış, 1902 ve 1907’de Jön Türk Kongreleri’ni düzenlemiş ve II. Meşrutiyet’ten sonra İstanbul’a dönerek 1908’de Osmanlı Ahrar Fırkasını kurmuştu. Bireysel girişimcilik ve adem-i mekeziyetçilik (yerelleşme) üzerine politikaları savunan Sabahattin, Cumhuriyet’ten sonra da ülkeden kovulmuş ve 1948’de Neuchatel’de ölmüştü. Bugünkü yönetimi “Sabahattinci” bir değişimle suçlayan bu grubun belki de göremediği en büyük resim, insanoğluna bağlı olan tüm sistemlerin, hatta tüm dünyanın daima bir değişim içinde olması. İnsanlarla beraber sistemler ve devletler de değişim ve dönüşüm geçiriyorlar. Bu değişime ayak uyduramayan bireyler, aktörler, gruplar, partiler ve hatta ideolojiler silinip giderler. Bugün iç ve dış politikadaki değişim, olması gereken ve demokrasi yolundaki değişim ve dönüşümün doğal adımları. Türkiye özellikle dış politikada statikliği, durağanlığı, yalnızlığı uzun yıllar denedi ve bundan bir fayda sağlayamadı. Aynı şey, iç politika için de geçerli. Bugüne dek halka rağmen yönetim, azınlığın çoğunluğa “daha öngörülü ve akıllı” oldukları savıyla ne demokrasi ne de insan haklarıyla uyumluydu. İşte bugün olan, hem iç, hem de dış politikada katılımlı demokrasi amacı, Türk halkının özlediği bir değişimdi ve bu gerçekleşiyor.

Bugünkü politikalar yeni Osmanlıcılık mı?
Bugün Türk dış politikasında önemli ve pozitif değişimler yaşanıyor. “Komşularıyla sıfır problem” politikası Türkiye’yi, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı bir barış ortamına taşıdı. Birçok yabancı dergi ve gazete de yazdığı (yani dünyanın da farkettiği gibi) bugün Türkiye komşularının ardındaki alanlarda işbirliği ve arabulucuğu arayan bir aktör haline geldi. Türk dış politikasının mantalitesi “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” gibi bir kısırlıktan, çevresindeki olaylara müdahil olmak isteyen, sorunlu devletler arasında arabulucu olabilen, proaktif bir dış politika arayışına kaydı. Türk dış politikası belki de ilk defa, hem Türkiye, hem de diğer devletlerdeki sivil toplum kuruluşları ve düşünce kuruluşlarıyla fikir alışverişine girdi. Yine bir zamanlar, Birleşmiş Milletler’de Cezayir’e karşı Fransa’yı destekleyen Türkiye yerine, Ortadoğu ve Balkan halklarını, yürüttüğü dış politikasıyla kazanan bir hale dönüştü. Yine Türk dış politikası ilk defa askerî araç ve söylemleri kullanmak yerine, sivil ve diplomatik araçlarla hareket eden “yumuşak güç” (soft-power) olarak nitelendiriliyor. Yine ilk defa Türkiye’de dış politika iç politikayı çeken bir hale dönüşmüştür. Hepsinden de önemlisi, Türkiye’nin dış politikası hem ABD, AB, Rusya ve Çin gibi global aktörlerden, hem de bölgesel komşu ve diğer devletlerden kabul görüyor, takdir topluyor, kısacası prestij kazanıyor. Doğal olarak bu aktörler tarafından daha çok önem veriliyor ve dolayısıyla Türkiye’nin çevresindeki bölgelerde politika yürütmek isteyen devletler, hemen hemen tüm dünya medya organları tarafından “bölgesel güç” olarak adlandırılan Türkiye ile danışma ihtiyacını hissediyorlar.

Türk dış politikası böyle bir büyük bir yükselme içindeyken “yeni Osmanlı” gibi bölge devletleri üzerinde korku uyandıracak bir iddiayı kim ortaya atmış olabilir? Kim Türkiye’nin özellikle Ortadoğu’da Türkiye’nin daha büyük söz sahibi olmasından rahatsız olabilir? İçerdekiler anlaşılabilir: Sadece “muhalefet için muhalefet” yapan tüm gruplar. Tabii bu gruplara şunu hatırlatmak lazım: Dış politika iç politikaya benzemez. Bugün bir hükümet bir anlaşma yapar, ama o hükümet gitse de Türkiye o anlaşmaya bağlı kalır. Nitekim 1980-83 arasında yapılan Rogers Planı, KKTC gibi hataları bugün Türkiye hâlâ ödemeye devam ediyor. Yine “Mavi Akım Projesi’ndeki” anormal maddeler, bugün hâlâ Türkiye’nin ekonomisine zarar vermeye devam ediyor. Yani dış politikada birlik gerekiyor, çünkü dış politika devleti bağlıyor. Dışarıdakilerin ise, herhalde Türkiye’nin Ortadoğu’da “bölgesel güç-yumuşak güç” pozisyonundan en çok rahatsız olan, bölgede daha önce en güçlü pozisyonda olan “kaba güç”ün olması muhtemel. Bu öyle bir güç ki, hem böl-yönet taktikleriyle tüm Ortadoğu halklarını biribirine düşüren ve bu sayede düşmanlar denizinde kimsenin dokunamadığı, Türkiye’nin kendisine “dur” dediği, hem de Türkiye’de ve dünyadaki medya kuruluşlarına bir komutla istediğini yazdırabilen ve bölgede korku politikası oluşturarak, Türkiye’nin bölgede daha fazla yükselmesini istemeyen bir güç. Cevabı herhalde oldukça basit.