- Yeni Düzen

Adsense kodları


Yeni Düzen

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Tue 28 August 2012, 05:03 pm GMT +0200
YENİ DÜZEN


Hz. Peygamber'in gelişiyle meydana çıkan daimî inkılâbın başka bir yönü de mevcut olan bozulma ve durgunluğun yerini alacak "yeni nizam"ın ortaya çıkışıydı. Yeni nizam'ın temeli insana şah damarından daha yakın olan Allah'a iman şuurudr.

Müminin hayatına manen tanıtılan hayat an­layışı sayesinde müminin her hareketi Al­lah'tan haberdar oluşunun göstergesi olmuş­tur. Bu haberdar oluş sıradan insanların gün­lük tabiî olarak yaptığı işlerde ve kadın erkek herkesin hayatında görülebilirdi. Tüccarın ti­caretinde, çiftçinn haşatında, meyve yetiştir!-cisnin işinde, doktorun tedavisinde, akade­misyenin konferansında, kadının çocuk bakı­mında ve ev işlerinde, kocaların aileleri için iffetli bir hayat ve iş arayışlarında; kısaca herkes kendi davranışlarıyla Hakikatin tatbikî tezahürleri olmuşlardır. Bu Hz. Pey­gamber'in getirdiği yeni nizamın bir mucizesiydi. Maneviyat anlaşılmaz, soyut efsane ve fikrî bir tatmin işi olmaktan çıkmış, sıra­dan kadın ve erkeklerin günlük hayatlarında görülebilen bir hayat tarzı hâline gelmiştir. İnsanlığın hizmetinde muhtelif şekillerde harcanmış olan iffetli ve muttaki hayatlar on­ların manevî ulviyetlerinin ve müukemmeliyetlerinin tezahürü olmuştur. Onlar gece ve gündüz, işte ve dinlenmede iken hep Rabblerini hatırlamışlardır: "Onlar, ayakta iken, otu­rurken, yanlan üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın! Seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!" (3:191).

Ve onlar tevazu içinde şöyle seslenirler: "Ey Rabbimiz! Doğrusu sen, kimi cehenneme ko­yarsan, artık onu rüsvay etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur. Ey Rab­bimiz! Doğrusu biz, 'Rabbimize inanın!' di­ye imana çağıran bir dâvetçiyi işittik de iman ettik. Artık bizim günahlaramızı bağışla, kö­tülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al ey Rabbimiz! Rabbimiz! Bize, peygamber­lerin vasıtasıyla vâdettiklerini de ikram et ve kıyamet gününde bizi rezil-rüsvay etme; şüp­hesiz sen vadinden caymazsın!" (3:192-194).

Onların Allah'a yakınlıktaki dereceleri ve yerleri hakkında ne söyleyebiliriz. Allah ile insan arasındaki bu doğrudan irtibat, ibadet ve namaz sayesinde onların duaları, Allah ta­rafından kabul edilir ve şu ayetlerle cevap­landırılır: "Birbirinizden meydana gelen siz­lerden erkek olsun, kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam." (3:195).

Bu Müslümanların Allah ile olan manevî iş­lerinin mükemmelliğine bir delildir. Sıradan insanlarla Rabbleri arasında kurulmuş olan bu halka, Hz. Muhammed'in sâde bir dille onlara vaaz ettiği yüce hayat felsefesinin bir sonucudur. Aydınlık nuruna erişmek için münzevî kimselerin ve keşişlerin yaptığı gi­bi, çileli ve zor bir hayat yaşamaya, aç ve suzuz kalmaya gerek yoktur. Hz. Peygamber kalblerini Rablerine açıp onunla verimli bir diyalog içine girebilmeyi herkes için kolay­laştırmıştır. Bir güçlük ve aracı olmaksızın insanların Rablerine yakın olmaları, O'na yalvarmaları, O'ndan yardım dilemeleri mümkündür. Rasûlullah, Allah'ın, kulları­na çok yakın olduğunu insanların bilmelerini istemiştir. Bu Allah inancına tamamen yeni bir yaklaşımdı. Artık Allah sadece korku ve huşu ilham eden, insanların kendine ulaşa­mayacağı onlardan çok uzak olduğu şeklinde düşünülmüyordu.

Bu şekilde insan ve Allah arasındaki ilişkiye şahsî bir temas getirildi. İnsanlar maziye göre kendilerini Allah'a daha yakın hissettiler, kendilerini ona daha fazla bağlı ve resmiyetsiz buldular.

Böylece, kadın, erkek herkes Rabbleriyle şahsî bağlarını kurabilecek ve kabiliyetleri nisbetinde bunu geliştirebileceklerdi. Bu yol­da tek sınırlandırma ancak kendi kabiliyet ve çabaları olacaktır. Çünkü Allah tarafından konulmuş bir engelleme yoktur.

Hz. Peygamber, insan ile Allah arasındaki bağlantıya engel olan bütün dış engelleri ve aracıları ortadan kaldırmıştır. Hz. Peygamber insanın her ne zaman isterse ve ihtiyaç du­yarsa Rabbine dua etmekte serbest olduğunu belirtmiştir.

Bu etkenler insan tutum ve davranışlarında büyük değişiklikler yapmıştır. Allah'tan de­vamlı haberdar ve ona yakın olmak insanı daha önce sosyal ilişkilerini bozan hata ve zaaflardan temizlemiştir. Başka bir deyişle uygulamada bu yeni manevî hayat anlayışı toplumdaki sosyal hareketlerin genel düzeyi­ni yükseltmiş, genel olarak insan ilişkilerine yeni boyutlar getirmiştir.

Allah ile kurulmuş olan bu şahsî yakınlık iki seviye üzerine bina edilmiş ve daha önce Ya­ratıcıya ve kâinatın Hükümdarına karşı az görülen İki gelişmeyi yansıtmasıdır. Bunlar bu ilişkinin geniş bir alana yayılması ve Ya­ratıcıya yoğun bir duygu ve his bağı ile bağlanılmasıdır. Bir yanda Yüce, Ebedî ve her şeye Kadir olan Allah, Öte yanda fâni ve âciz olan insan ne kadar zıtlık ve nasıl bir ilişki! Bununla birlikte gerçek şudur ki, insanın hil­kati her ne kadar mütevazi ve alçak olsa da bu hiçbir şekilde onun Rabbine yükselişini yavaşlatmaz. Aksine, Allah, insanın iyiliği­nin veya kötülüğünün ancak kendi ameline dayandığını açıkça Kur'ân'da buyurmuştur (49:13). Asil bir ailede doğan kimse, kötü amelleriyle kendini alçaltabilir. Bunun yanın­da, sosyal konumu düşük bir ailede doğan kimse de iyi amelleriyle yüksek bir derece el­de edebilir. Üstelik Allah'a itaat edenlere yüksek makamlar ve değer verilmesi ancak Allah'ın lûtfu ve keremidir. Şerre düşüp ken­dilerine yazık edenler ise ancak kendi kötü hayat tarzlarıyla buna lâyık olmuşlardır.

İnsan tevazu gösterdiğinde ve mağfiret için yalvardığında yüksek derecelere getirilmiştir. Şeytan da aksine kibir yüzünden kovulmuştur (2:34). Kâinatta melekler ve diğer güçle­rin tümü insana, bu zayıf yaratığa, itaat et­mekle emrolunmuşlardır. Böylece bu zayıf ve mütevazi yaratık Allah tarafından şeref­lendirilmiş ve ona her türlü yardım vaad edil­miştir. Hiçbir görev, durum ve asalet ona en­gel olmamıştır. İnsana Rabbi tarafından veri­len herşeyin kendi gayret ve çalışmalarına dayandığı bildirilmiştir.

Eğer insan bir şeye gayret gösterirse ona kimse engel olamaz. Başka bir deyişle kâinat madden ve manen Rabbi tarafından insanın hizmetine sunulmuştur. Şimdi mümkün oldu­ğu kadar çok kazanmak insanın elindedir." Ve bu manevî faziletleri yüksek dereceleri ve Allah nazarında yüce makamları elde etmeyi de kapsar.

Bir açıdan, Allah'ın Rasûlüne, insanlara şu tebliğini iletmesini bildirirken resmiyetsiz ol­masına rağmen, Allah ile olan ilişki resmî görünür: "(Ey Muhammed!) Kullarım (ibadi) sana beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua ede­nin dileğine karşılık veririm. O halde (kulla­rım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar." (2: 186).

Bu, kâinatın Hâkimi ve Mâliki Yüce Allah'ın kullarına bildirişidir. Allah zâtının, halkın ih­tiyaçlarından habersiz ve tabasının kendine ulaşamadığı câhil hükümdarlar gibi düşünülmemesini bildirmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Siz beni görüp hissedemeseniz de sizden çok uzak olduğumu zannet­meyin. Hayır, bilâkis, Ben her kuluma o den­li yakınım ki, nerede olursa olsun bana dua edebilir ve isteklerini bana iletebilir. Hatta Ben insanların kalplerinin derinliklerinde gizledikleri ve açıklamadıkları dilekleri de duyar, cevap veririm. İşte Ben, sınırsız kâinatın Mâliki ve Hâkimi, bütün güç ve oto­ritelerin sahibi, burdayım; size o kadar yakı­nım ki, nerede ve ne zaman isterseniz, gizli ve açık bütün isteklerinizi duyarım, bana ya­pacağınız herhngi bir dua için hiçbir aracıya ve tavsiyeye gerek yoktur. Bu yüzden kapı kapı sahte ilâhlar peşinde koşmaktan vazge­çin ve Benim davetime uyun. Bana dönün, Bana güvenin, itaatkâr kullarım olun." (Ebu'l-A'la Mevdûdî, The Meaning of the Qur'an, c. I, s. 141).

Metindeki innî karîb "Ben çok yakınım" ifa­desi bir gerçeği açıklamaktadır. Çünkü bu in­sanın Allah'a olan yakınlık ve uzaklığının kendi kalbine, durumuna dayanmasındandır. Eğer bir kimse Allah'a karşı kayıtsız ve ihmalkâr ise ona Allah'tan daha uzak birşey yoktur. Diğer yanda bir başkası da Allah'a karşı çok dikkatli ve kalbini devamlı O'nun zikriyle meşgul tutuyor,Allah'm kendisine olan sonsuz ihsan ve nimetlerine şükrediyor­sa, ona Allah'tan daha yakın başka bir şey yoktur.

Kul Allah'ın yakınlığını kazanır ve O'na dua ederse Allah kulun dileklerini kabul eder ve dualarına cevap verir. Tek şart kulun Rabbi-ne tam bir samimiyet ve tevazu ile dua etme­sidir. İnsan her ne zaman böyle bir zihin ve gönül hâlinde iken dua etse, kendisine her ne isterse verilir. Bu noktada kul, Rabbinin na­zarında manevî mükemmelliğin en yüksek noktasındadır. Bu kadar iyilikler karşısında insanın inanmaması ve Rabbinin hükümran­lığına ve gücüne tamamen teslim olmaması hamakatin ta kendisidir. İnsanın İslâm daire­sine girdiği, bütün ruhu ve bedeniyle Allah'a güvenip buna muhafaza etmek için herşeyini verdiği an, bütün mutluluklar ve zevkler müslümamndır.

Bu şekilde, kâinatın Hükümdarı Yüce Allah kendisine samimi olarak kul olmaktan ibaret olan açık davetini genişletmektedir. Kendisi­ne samimi kul olunduktan sonra kul hiçbir şey hakkında üzülmesi gerekmeyecektir. Çünkü Allah bu kulunun ihtiyaçlarını ve menfaatlerini gözetecektir. Kul sadece Allah ile olan daoğrudan irtibatı (namaz ve ibadet) esnasında isteğini Allah'a arz edecek ve iste­ği Allah tarafından yerine getirilecektir. Bu manevî kemalât ve Allah'a yakınlık derecesi İslâm Peygamberi'nin bize verdiği Allah inancına göre her erkek ve kadın için elde edilmesi mümkün olan bîr derecedir.

İnsanın Allah ile olan ilişkisinin diğer bir veçhesi de daha resmiyetsiz ve şahsî oluşu­dur. Bu durum Mü'min sûresinde şöyle zik­redilmiştir: "Rabbiniz: 'Bana dua edin ki size karşılığını vereyim' buyurmuştur..." (40: 60). Bu Allah'tan çok şahsî ve üstü kapalı, in­san için sevgi dolu, şahsî bir duygudur. Sanki bu çağrı bir mânada sevenin, sevdiğine özel daveti gibidir. Sanki Allah sevgili kullarına kendisinden her ne isterlerse vereyim diye, gizli bir sevgi ve şefkat sözü göndermiştir. Bu söz, hilkati zayıf ve sefil bjr durumda olan sevgiliye derin bir sevgi ve ilgi ifadesi­dir. İnsanın bu durumuna üzülmemesi için Rabbi tarafından sevildiğinin ifadesi ve ona teşviktir. Bütün makam ve rütbeler onun elindedir. Allah dilediğinin şeref ve asaletini yükseltir, dilediğini de alçaltır (3:26). Aynı konu kudsî bir hadiste de şöyle dile getiril­miştir: "Ben gizli bir hazineydim; bilinmekli-ğimi diledim." Göründüğü kadarıyla, Allah Teâlâ sanki bir muhabbet rolünü üzerine al­mış, muhabbetin ateşiyle davetini sevgiliye (insana) uzatmıştır. İnsanın kendine doğru ilerlemesini ve kendine dua etmesini istemiş­tir. Oradaki herşeyin olması için insanın sa­dece dua etmesi yeterli olacaktır. Bu hadis-i kudsinin ima ettiği diğer nokta da insan ile Allah arasındaki sevgi ilişkisi fıtrîdir. Bunun­la birlikte bir âşık edasında başlangıç Al­lah'tan gelmiştir. Çünkü diğer türlü insan böyle bir muhabbet hissi için ne Allah'ın yü­celiğini ve uluhİyyetini anlayabilir ne de O'nun ile böyle şahsî bir ilişkiye girmeye ce­saret edebilirdi. Nasıl olur da âciz yaratılışlı zayıf insan kendisi ile kainatın Hükümdarı arasında böyle bir aşk duygusunu düşünebi­lirdi? Dünyevî bir karşılaştırma ile bunu açıklayacak olursak, durum âdi bir kölenin, üzerinde yaşadığı toprağın kralının kızı için aşktan yanıp kavrulması gibiydi.

Öte yanda, gerçek şöyle görünüyor ki, Allah insan kalbinde ilk olarak kendi muhabbetini yaratmış, sonra da insanı bu duygusunu ge­liştirmeye teşvik etmiştir. Tarih boyunca in­san birçok vesilelerle, Allah'ın rızasını ve ya­kınlığını kazanmak için servetini, makamını, şerefini akraba ve ailesini kısaca herşeyini feda etmiştir.

İnsan, gerçekten Allah'ı seviyorsa Peygam­ber'e tâbi olmakla emrolunmuştur (3:3). Allah iyilik yapanları sevdiği için insana iyi­lik yapması öğütlenmiştir (2: 195). Allah müttakİleri sevdiği için insana takvayı elde etmesi istenmiştir (3: 76). Allah yolunda ci-hadda insanın sebatkâr ve metin olması isten­miştir, çünkü Allah'ın sabit ve sebatkâr in­sanları sevdiği belirtilmiştir.

Allah adaleti sevdiği için insana âdil olması emredilmiştir (5:45). Allah nefsini tezkiye edenleri sevdiği için insana kendini tezkiye etmesi emredilmiştir (9:108). Bunlar ve bu­nun gibi birçok ayetler çeşitli zorluklar, de­nemeler ve imtihanlardan geçerek Allah'ı gerçekten sevdiğini ispat etmesi için insana açık bir davet ve meydan okumadır. Eğer in­san bu imtihanlarda Allah'ı sevdiğini ispat ederse, Allah da muhakkak o kulunu seve­cektir.

Bu ilişkinin derinliği günlük ibadetlerin çe­şitli bölümlerinde açıkça görülmektedir. Fa­tiha sûresinin "Ancak Sana kulluk eder ve Senden yardım dileriz" (1:5) mealindeki âyeti insan ile Rabbi arasındaki çok yakın ve samimi münasebetin bir göstergesi durumun­dadır. Bu sözler kul (abd) ile Efendisi (Rabb) arasında yaratıcı bir diyalogun baş­langıcı gibi görünmektedir. Bu kullar Allah ile olan yakın muhabbetin incelikleri ve ne­zaketinin farkındadırlar; Allah'ın rahmetinde, O'nun ilminde ne kadar ileri gidebileceklerini iyi bilirler. Bu sonsuz bir yolculuktur.

İnsanın Allah ile olan yakın ilişkisindeki manevî dünyasına, sadece bir vecd ve mutlu­luk ânını yakalayabileceği çok dar bir pence­re açılır. Bu teşehhüdün başlangıçtaki sözle­riyle şöyle açıklanmıştır: "Söz ve amellerimle yaptığım bütün ibadetlerim ve hayatımın bütün iyi şeyleri yalnız Allah içindir." Allah ile olan bu uzun diyalogtan ayrılırken, insan, Allah'a olan muhabbetinin büyüklüğünü yu­karıdaki teşehhüd duasıyla göstermiş olur. Teşehhüd aynı zamanda insanın Allah ile olan yakın ilişkisine ipucu taşır.

Müslümanlar ibadetlerinde fert ve toplum olarak bu mükemmelliğe ulaştıklarında Kur'ân'da bahsedilen "en hayırlı ümmet" vasfına haiz olurlar: "Siz, insanlar için çıka­rılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..." (3:110). Bu sorumlulukla müslümanlar, "bel­li ve adalet sınırlarını aşmayan, fakat vasat bir yol takip eden bir ümmet olacaklar ve di­ğer insanlara âdil davranacaklar, ilişkilerini hak ve adalete dayandıran asil bir toplum olacaklardır. Bu ümmet dünya milletleri önünde adaletin, takvanın yaşayan örnekleri olacak, sözleri ve işleri dünya milletlerine dindarlığın, hakikatin ve adaletin gerçek ma­nasını gösterecektir" (The Meaning of the Quf an, c. I, ss. 120-121).

İnsanların Allah ile olan manevî ilişkilerinin etkisi hayatlarının bütün alanlarında görüle­bilir. İtaat sadece Allah'adır. Allah'ın huzu­runda bütün beşerî imtiyazlar, soyluluklar yok olur ve bütün insanlar eşit duruma gelir. Hiçbir kimse muaf tutulmaksızın herkes iba­detiyle Allah'a karşı sorumludur ve O'nun huzuruna bütün müslümanlar eşit olarak omuz omuza aynı safta namaza durur. Al­lah'ın mülkünde dua bütün müslümanlar için eşitliktir.

Bütün müminler Allah'ın emirlerine itaat ederler. Allah'ın haram kıldığını haram, helâl kıldığını helâl olarak kabul ederler.

Müslümanlar birbirlerini hep aynı şekilde es-Selâmu Aleyküm" diyerek selâmlarlar. Alim-câhil, zengin-fakir, şeyh veya mürid, hiçbir fark gözetilmeksizin selamlaşırlar. Da­ha muttakî olmak hâriç, başka bir üstünlük derecesi yoktur.

Aynı eşitlîlik diğer beşeri münasebetlerde de geçerlidir. Evlenme, boşanma, medenî ve ce­za hukukunda erkek ile erkek veya erkek ile kadın arasında en küçük bir ayırım yoktur, herkes eşit olarak görülür. Yalnız miras ko­nusunda her türlü şartlarda ailenin geçimin­den sorumlu tutulan erkek, kadından fazla pay almaktadır. Ekonomik sorumluluklar eşit olduğunda kadın ve erkek eşit miras alır. Me­sela ölenin halef ve selefleri yoksa veya ço­cukları halef bırakmayan anne ile baba eşit olarak miras alırlar (4:12, 19). Sosyal, dinî ve siyasî konularda eşitlik, ekonomik konularda adalet İslâm'ın hükmü ve kanun şeklidir. Ekonomik konularda erkeğin aleyhine oldu­ğu için eşitliğin karşısındadır. Fakat ekono­mik sınıflaşmanın mâkul sınırların ötesine geçmemesi için gerekli tedbirleri alır (59:7).

Biraraya gelişlerde İslâm beylere, ağalara ve zenginlere özel bir yer tanımaz, onlar da di­ğerleriyle kardeş olarak oturur, yemek yerler. İslâm'da avam sınıfı ve soylular sınıfı diye sınıflar yoktur. Müslümanlar bütün mesele­lerde eşit tutulur. Evlilikte de küfüv (denklik) hâriç, erkek ile kız arasında bir ayrıcalık yok­tur. Kadın ve erkek birbirlerine daha kolay uyum sağlayabilmeleri, birbirlerinin alışkan­lıklarını, hayat şekillerini kabullenebilmeleri için sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan eşit olmalıdırlar. Karı ile koca arasındaki herhan­gi bir kültürel veya ekonomik farklılık arada­ki uyuşmayı güçleştireceğinden veya bazen imkânsız kılacağından, evlenecekler arasında eşitlik arzu edilir, fakat mecburi değildir. An­cak, bütün insanların eşit olmasından dolayı renk, ırk, ulus gibi bir ayırım yoktur.

Aynı şekilde müslümanların tümü doğumla­rında olduğu kadar ölümlerinde de eşit mua­mele görür. Kız veya erkek bir çocuk doğdu­ğunda kulağına ilk olarak, Rabbinin ismini işitmesiiçin ezan okunur. Aynı şekilde, ölen kadın veya erkeğin .ardından, Allah'tan rah­met dilemek üzere cenaze namazı kılınır. Zengin veya fakir ayırdedilmeksizin cenaze­ler sâde bir şekilde defnedilir.

Müslümanlar birbirleriyle karşılaştıklarında ilk yaptıkları selamlaşmadır, sonra hâl hatır sorarlar. Her müslümanın cevabı Allah'a şü­kür sadedinde "elhamdülillah"du. Ve Müs­lümanlar harikulade, acayip birşey gördükle­rinde dudaklarından ilk dökülen sübhanallah sözüdür. Güzel bir işi başaran kimse maşaallah ifadesiyle övülür. Bir mümin kusurunu hatırladığında veya birinden bir şey için özür diliyorsa Lâ havle ve la kuvvete İlle billa­hi'l-aliyy i'l-azîm der. Bir Müslüman büyükçe birşey gördüğünde kendine veya başkalarına telkin için Allahuekber der. Bir Müslüman ölünce de tam bir teslimiyet ve itaat içinde, Inna lillâhi ve innâ ileyhi râciûn (Biz Allah içiniz ve O'na döneceğiz) denilir (2:156). Bu, Müslümanın günlük hayatının ve olaylara tepkisinin tabiî şeklidir. Bu teslimiyet ruhu bütün diğer alanlarda da görülür.

İslâm'ın servete çok dengeli bir yaklaşımı vardır. İslâm hiç bir şekilde Hıristiyanlıkta papazlar gibi, Budizm ve Hinduizmde fakir­ler gibi parayı hakir görmez; fakat bazı Hin­du gruplarının yaptığı gibi de paraya tanrıça olarak tapmaz veya kapitalist ve sekülaristle-rinki gibi herşeyî paradan ibaret düşünmez. İslâm bunlar arasında altını vasıta olarak kul­lanmayı tercih eder; müminlere de ne paranın arkasından koşmalarını ne de ondan nefret etmelerini tavsiye eder. Müslümanların para­yı Önemli bir değişim aracı ve geçimi destek­leyen önemli bir vasıta olarak algılamalarını ister (4: 5). Bu yüzden para ne israf edilmeli ne de toplum kullanışından geri çekilmelidir (3: 180,47:38).

Bu konuda en münasip izlenmesi gereken yolu Kur'ân şöyle belirtmiştir: "Elini boynu­na bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur açıkta ka­lırsın." (17: 29). Furkan sûresinde: "Onlar, sarfettikleri zaman ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi arasında orta bir yol tutarlar." (25: 67) buyurulmaktadır.

Hayata sağlıklı bir yaklaşımı sağlamak için servet ile alâkalı olarak İslâm insanlara bu modeli vermiştir.

İslâm sosyal nizamım kötülüklerden ve laik sistemlerin hastalıklarından korumak için toplumdaki kuvvetli unsurların zararlı faali­yetlerini önlemek için her türlü kötüye kul­lanmayı ve sömürüyü yasaklamıştır. Mesela faiz, kumar, stokçuluk (ihtimâr) ve karaborsa gibi. Bunlar başkaları pahasına toplumun bir kısmını zenginleştiren, toplumdaki birlik ve beraberliği tehlikeye sokan kötü işlerdir.

İslâm takva ve dürüstlük taraftarı olup, muzı-ra, aşırılığa, ahlâksızlığa giden bütün kapılar İslâm toplumunda kapatılmıştır. Ahlâksız bir hayat yaşamayı destekleyen herşey mesela, uyuşturucu kullanma ve zina haram kılınmış, bu fiilleri işleyenler ağır cezalara çarptırıl­mıştır. Aynı şekilde toplumda huzur ve güve­ni sağlamak için İslâm soygun, hırsızlık ve cinayet gibi suçlara ağır cezalar getirmiş, bu yolları kendilerine meslek edinenlere asla merhamet göstermemiştir.

Siyasî sahada Hz. Peygamber  tarafından getirilen ve uygulanan istişare kurumu ile devletin şeklinde inkılâbı bir eşitlik anlayışı getirilmiştir. Hz. Peygamber 'den bu tür bir devletin temellerini atması bizzat istenmiştir (3: 159). Gerçekten Allah'ın itaatkâr kulları­nın özelliklerinden biri de işlerini karşılıklı istişare ile yapmalarıdır (42: 38). Bu şekilde­ki bir yönetim biçimi toplum üyelerinin her birinde bir sorumluluk hissi, karşılıklı güven, yardımlaşma ve saygının gelişmesine zemin hazırlar. Böylece fertlerine, bütün devlet işle­rine karşılıklı danışma yoluyla ilgilenen ve bunları kontrol eden, dolayısıyla sorumsuz ve keyfî uygulamalar içindeki yapıyı dışla­yan bir toplum tesis eder.