- Yegâne sığınak olarak namaz

Adsense kodları


Yegâne sığınak olarak namaz

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Sevdacık
Sat 11 September 2010, 09:36 pm GMT +0200
Yegâne Sığınak Olarak Namaz
İbâdetlerin en müstesnâsı olan namaz, Allâh’a ilticânın da en müstesnâsıdır. Bu itibarla herhangi bir güçlük, sıkıntı, musîbet, felâket, çile veya azap ve gazap tecellîleriyle karşılaşıldığında hemen namaza sarılmalıdır. Bu, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in hayatlarında sıkça tatbik eylediği bir sünnet-i seniyyesidir.

Huzeyfe -radıyallâhü anh- buyurur:

“Hazret-i Peygamber zor bir işle karşılaşınca derhal kendisini namaza verirdi.” (Ahmed, Ebû Dâvûd)

Ebû Derdâ -radıyallâhü anh- buyurur:

“Fırtına çıktığında Hazret-i Peygamber derhal mescide girer, fırtına kesilinceye kadar dışarı çıkmazdı. Aynı şekilde ay veya güneş tutulunca da Rasûlullâh hemen namaza başlardı.”

Burada ay ve güneş tutulmalarını doğru değerlendirmek lâzımdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in oğlu Hazret-i İbrâhim vefât ettiği gün güneş tutulmasının gerçekleştiği bir gündü. Ashâbın bazıları:

“–Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in oğlu Hazret-i İbrâhim vefât ettiği için güneş tutuldu.” dediler.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, ashâbın bu tesbîtlerini tasvîb etmeyerek:

“Güneş de, ay da, bir kimsenin ölümü veya doğumu ile tutulmaz!” (Müslim, Küsûf, 29) buyurdular.

Diğer taraftan Ebûbekir -radıyallâhü anh-’ın kızı Hazret-i Esmâ, bir güneş tutulmasında Hazret-i Âişe’ye:

“Bu bir azâb ya da kıyâmet alâmeti midir?” diye sordu.

Hazret-i Âişe:

“–Evet.” cevabını verdi.

Amr bin Âs -radıyallâhü anh- da şöyle bir rivâyette bulunur:

“Güneş tutulmuştu. Allâh’ın Nebîsi -sallâllâhü aleyhi ve sellem- ayağa kalkıp kıyâma durdu. O kadar uzun durdu ki, neredeyse rukû etmeyecek sandık. Sonra rukûa varıp o kadar uzun durdu ki, bir daha başını kaldırmayacak sandık. Sonra secdeye varıp o derece uzattı ki, bir daha secdeden başını kaldırmayacak sandık. Sonra secdeden başını kaldırıp o kadar uzun durdu ki, bir daha secde yapmayacak sandık. Sonra secde yaptı, o kadar uzun durdu ki, (yine) bir daha başını kaldırmayacak sandık. Derken başını kaldırdı. Sonra diğer rek’atta da aynı şekilde yaptı. Secdede ağlıyordu.

Sonra şöyle (ilticâ) buyurdu:

«–Ey Rabbim! Ben aralarında olduğum müddetçe azâblandırmayacağını bana va’detmedin mi? Onlar istiğfâra devâm ettikçe azâb etmeyeceğini va’detmedin mi?..»

Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, namazdan fâriğ olunca, güneş tekrar açılmış ve her tarafa ışıklarını dağıtmaya başlamıştı.” (Nesâî, Ebû Dâvûd)

Bu nebevî beyânlar gösteriyor ki güneş tutulması, sıradan bir tabîat hâdisesi değildir. Bu hâdise, ilâhî azamet ve dehşeti hatırlatmaktadır. Aynı zamanda bir îkâz-ı ilâhî ve kıyâmet alâmetidir. Zîrâ havanın gündüz vakti bir anda kararması, ayın da güneşin de ilâhî emir ve kudret çerçevesinde âlemlerin Rabbi olan Allâh’a nasıl boyun eğdiğini göstermekte ve kıyâmette gerçekleşecek ahvâle bir nebze ayna tutmaktadır. Tâ ki insanlar, bundan ibret alsın ve dâimâ müteyakkız (uyanık) olsunlar; fânî dünyâya aldanmayıp her şeyin gelip geçici olduğunu bilsinler ve ebedî âleme hazırlıklarını tedârik üzre olsunlar. Zîrâ tutulan güneş, bir daha açılmayabilir.

Cenâb-ı Hakk’ın bu tür îkâz tecellîlerini başka sahâlarda da görmek mümkündür. Meselâ fay hatları da bu kabîldendir. Allâh Teâlâ kitleleri, fay hattını harekete geçirmeden de alabilir. Ancak daha evvel bu fay hatlarını takdîr edip onları devamlı olarak kullarının gözleri önünde bulundurmakla mutlak gerçekleşecek olan hakîkati her ân îkâz ile insanoğlunun âhıret yurduna hazırlıkta gaflete düşmeyip intibâh hâlinde olması için bir nevî lutufta bulunuyor. Elbette bu îkâz-ı ilâhîler bunlardan ibaret değildir. Sel, fırtına, tedâvîsi mümkün olmayan hastalıklar v.s. hep bu kabîldendir. Şâirin dediği gibi:

Ecel gelmiş cihâne

Baş ağrısı bahâne!..

Ancak tekrar ifâde etmelidir ki, bu bahâne ve sebepler olmasaydı, insanoğlu hiçbir îkâz ve uyandırma olmadan ansızın ve gâfilâne bir şekilde ölümün pençesine düşer ve helâke dûçâr olurdu. Bu itibarla merhamet sahibi olan Allâh Teâlâ, kullarını mutlak gelecek olan hakîkatlere yönlendirmek ve ba’de harâbi’l-Basra (iş işten geçtikten sonra) olmadan müteyakkız kılmak sadedinde nice muhtelif tecellîleri bir murâd-ı ilâhî olarak tahakkuk ettirmektedir. Hazret-i Nadr anlatıyor:

Bir gündüz vakti dehşetli bir karanlık çökmüştü. Koşarak Hazret-i Enes’in yanına gittim ve kendisine sordum:

“Rasûlullâh zamanında da böyle bir hâdise oldu mu?”

Dedi ki:

“Allâh korusun! Rasûlullâh zamanında rüzgâr biraz hızlı esseydi, kıyâmet kopacak diye mescidlere koşardık.”

Zîrâ namaz, dünyâda birçok musîbet ve felâketlere karşı, âhırette de cehennem ateşine karşı bir kalkandır. Allâh Teâlâ buyurur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَعِينُواْ بِالصَّبْرِ وَالصَّلاَة

“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin!..” (el-Bakara, 153)

Mısır idâresini elinde bulunduran Firavun âilesi meşhurdur. Bunlar daha ziyâde zulüm ve kibirleriyle târihe geçmiş kimselerdir. Hazret-i İbrâhîm devrinde de aynı âile Mısır’a hükmediyordu. Başlarında bulunan Firavun, kendi hududundan yabancı ve güzel bir kadın şehre girdiği zaman hemen onu yakalatıyor, evli ise kocasını öldürüyordu. Eğer erkek kardeşi var ise, kadını ondan istetiyordu.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, Nemrûd’un helâkinden sonra Urfa’dan ayrılarak yanında Sâre vâlidemiz olduğu hâlde Mısır hudûdundan geçtiğinde Firavun’un bundan da haberi oldu. Firavun’un adamları, İbrâhîm -aleyhisselâm-’a yanındaki kadının kim olduğunu sordular. Halîlullâh ise, hîle-i şer’iyye kabîlinden “dîn kardeşi” mânâsına «kardeşimdir» dedi. Bu cevap üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm-’a dokunmayıp Hazret-i Sâre’yi aldılar ve saraya götürdüler. Buhârî’de bildirildiğine göre:

“Sâre saraya girince, hemen abdest alıp iki rekat namaz kıldı. Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti. Hakk Teâlâ da, onu muhâfaza buyurdu.”

Neticede Hazret-i Sâre’nin yanına yaklaşmaya kalkışan Firavun’un nefesi bir anda kesildi. Felç oldu. Zîrâ Allâh Teâlâ, Hazret-i Sâre’yi onun şerrinden korumaktaydı..

Gelişen hâdise üzerine Firavun, müthiş bir panik ve korku ile Hazret-i Sâre’yi serbest bıraktı. Üstelik câriyesi Hacer’i de ona hediye olarak takdîm etti. Hayret nazarlarıyla kendisine bakan saray erkânına:

«–Bu kadın bir cinnîdir. Benimle biraz daha kalsa, neredeyse helâk olacaktım. Zararından korunmak için ona Hacer’i verdim!» dedi.

İşte Allâh için samîmî kılınan iki rek’at namazın bu dünyâdaki mânevî tezâhürü!

Bu itibarla Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bir darlık ve zorlukla karşılaştığı zaman hemen ev halkına namaz kılmalarını emreder ve şu âyet-i kerîmeyi okurdu:

وَأْمُرْ أَهْلَكَ بِالصَّلَاةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا لَا نَسْأَلُكَ رِزْقًا نَّحْنُ نَرْزُقُكَ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوَى

“Ey Rasûlüm! Âilene ve ümmetine namazı emret ve kendin de devam et! Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız. Güzel âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (Tâhâ, 132)

Böylece korku, musîbet ve çile zamanlarında âilesine ve ümmetine namazı emreden Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, diğer peygamberlerin de herhangi bir zorlukla karşılaştıklarında namaza sarıldıklarını ifâde sadedinde:

“Önceki peygamberler de felâket ve musîbet anında namaza yönelirlerdi.” (Fezâil-i A’mâl, 249) buyururlardı.

Bazen de şu hadîs-i şerîfi telaffuz ederlerdi:

“Allâh, bu ümmete, zayıfların duâsı, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım eder.” (Nesâî, Cihâd, 43)

Allâme Şârânî diyor ki:

“Şunu iyi bilmelidir ki, namaz kılmayanların memleketlerine belâlar, musîbetler nasıl inerse, namaz kılanların memleketlerinden de belâlar ve musîbetler öyle uzak tutulur. Hiç kimse «Ben namazımı kılıyorum, başkasından bana ne?» demesin1. Çünkü belâ ve felâket gelince herkese gelir. Bu hususta Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e:

«–Aramızda sâlih kimseler olduğu hâlde helâk olur muyuz?» denildiğinde Âlemlerin Efendisi şöyle buyurdular:

«–Evet, kötülükler çoğalıp üstün gelince…» (Müslim, Fiten, 1)

Bu itibarla her mü’minin gücü nisbetinde emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunma mes’ûliyeti vardır.”

Diğer taraftan herhangi bir îkâz-ı ilâhî veya musîbeti mûcib gâfilâne amellere sürüklenerek omuzlara yüklenilen ağırlıkları hafifletmenin ve böylece ilâhî sıyânete nâil olabilmenin yegâne yolu da namaza sarılmaktır. Yâni günâhlardan temizlik, tevbe ile birlikte namazla mümkündür. Son derece nedâmet ve tevbe içerisinde Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in meclisine gelip O’nunla namaz kılan günâhkâr bir kimseye Âlemlerin Efendisi:

“–Allâh senin günâhlarını bağışladı.” buyurmuştur. (Müslim, Ebû Dâvud, Buhârî)