hafiza aise
Wed 15 June 2011, 02:38 pm GMT +0200
3— Taunun Tedavisi:
Allah Rasûlü'nün (s.a.) taun (veba) hastalığı hakkındaki tutumu, visi ve ondan kaçınması şu şekildedir:
Sahihayn'da Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkas—babası senediyle şu hadis vardır: Âmir, babasının Üsâme b. Zeyd'e (ria.) veba hastalığı hakkında Allah Rasûlü'nden (s.a.) ne işittiğini sorduğunda, Üsâme, Allah Rasûlü'nün (s.a.) bu hususta şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Taun (veba); İsrailoğullarından bir guruba ve sizden evvel yaşamış olanlara gönderilmiş bir azaptır. Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz takdirde o yere gitmeyiniz. Şayet veba sizin de içinde bulunduğunuz bir yerde zuhur etmişse, vebadan kurtulalım diye oradan başka bir yere gitmeyiniz."[407]
Yine Sahihayn'da rivayet edildiğine göre, Hafsa bt. Şîrîn, Enes b. Mâ-lik'in (r.a.) Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu naklettiğini söylemiştir: "Taun (vebadan ölmek) her bir müslüman için şehid olmak (demek)tir."[408]
Lugatçı Cevheri, Sihâh'ınâa, taunun, veba hastalığının bir türü olduğunu söylemiştir.'[409]
Tıbba göre ise taunun tarifi şöyledir: Öldürücü bir verem olup beraberinde şiddetli bir ateşlenme meydana gelir. İnsanın dayanma derecesini aşacak şekilde ciddi olarak eziyet verici bir ateş yapar . Hastalığın meydana geldiği uzvun etrafı çoğunlukla siyah, yeşil ve soluk olur ve süratle ufak kabarcık ve sivilceler çıkmağa başlar. Çoğunlukla da üç uzuvda; koltuk altı, kulak arkası, burun ucu gibi yumuşak ve gevşek etlerde meydana gelir.
Hz. Âişe'den (r. anha) rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü'ne (s.a.): "Ya Rasûlullah ; yaralanmayı (ta'n) biliyoruz, bu taun da nedir?" diye sorunca, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Deve vebası gibi (vücutta çıkan bir kese, gudde)dir ki burun, karın gibi yumuşak yerlerde ve koltuk altında çıkar. "[410]
Hekimler derler ki: Yumuşak ve gevşek etlerde, koltuk altı ve uyluklarda, kulak arkasında ve burun uçlarında bozucu cinsten çıkan sivilceye taun denir. Bunun sebebi ise; kokmağa ve çürümeğe meyilli, kendisine uygun bir cevhere dönüşmesi imkânsız olan fazla kandır. Uzvu ve meydana geldiği unsurları bozar. Çoğunlukla da kan ve irin sızdırır. Kalbde Öldürücü bir keyfiyet oluşturur. Bu durum insanda kusuntu, uyku ve baygınlık meydana getirir. Bu taun ismi veremi de içine alacak şekilde umumi de olsa, kalbte, kişiyi öldürene kadar, öldürücü bir keyfiyet oluşturur. Deve vebası salgınına uğramış ette meydana gelen hastalığa taun denmesinin sebebi; öldürücü etkisinden dolayı yapısı itibariyla ancak en zayıf olan uzuvda ve uzuvlara yakınlığından kulak arkası ve koltuk altında başı iyice büyümüş olan şişiklerde beVebanın çok olduğu bölgelerde taun ismi veba olarak kullanıldığından, daima veba dendiğinde taun hastalığı kastedilmiştir. Nitekim lügatçı İmam Halil: Veba taundur, demiştir. Yine denilmiştir ki: Veba, her türlü hastalığı kapsamı içine alan bir hastalıktır. Doğrusu, veba ile taun arasında umum-husus ilişkisi mevcuttur. Şöyle ki, her tauna veba denilebilir, fakat her türlü vebaya taun denilmez. Nitekim taunu da içine alan umumî hastalıklar hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Çünkü taun da bir hastalıktır. Taun hastalığının çeşitlerine gelince, daha önce zikri geçen yerlerde; sivilce ve çıbanlar, yara ve uyuzlar, öldürücü şişikler şeklinde meydana gelir.
Ben derim ki: Bu yara ve uyuzlar, şişikler, sivilce ve çıbanlar taunun etkileridir, bizatihi kendisi değildir. Fakat tabibler, bu şekilde ortaya çıkan emarelerinde hastalığı keşfettiklerinden, bunları taunun kendisi olarak nitelendirmişlerdir.
Vücutta meydana gelen üç alâmete taun denilir:
Birincisi: Daha Önce geçen yerlerdeki açık belirtiler ki, tabiplerir diği budur.
İkincisi: Bundan dolayı meydana gelen ölüm ki; "Taun her bir müslüman için şehitlik demektir." sahih hadisinde belirtilen husus budur.
Üçüncüsü: Bu hastalığın meydana gelmesine vesile olan etkili sebep. Bu hususta rivayet edilen sahih hadisler şöyledir: "Taun, İsrailoğullarma gönderilen azabın bir kalıntısidır."[411] "Taun, cinlerin azabıdır."'[412] Yine rivayet edildiğine göre: "Taun, bir peygamberin bedduasıdir."
Bu hadislerde bildirilen illet ve sebepleri anlayacak ve onları tenkid edip çürütecek ilim, tabiplerde yoktur. Halbuki peygamberler gaib olan işleri haber verebilirler. Tabiplerin insan vücudunda gözlemledikleri bu emarelerin, ruhların aracılığıyla meydana gelebilmesi ihtimalini reddedecek bir delilleri de yoktur. Çünkü ruhların bedende, hastalıklarında ve bedenin helak ve yok olmasındaki etkisini ancak, insanların içinde ruhları ve tesirlerini, cisimlere etkisini, tabiatlara etkisini bilmeyen cahiller inkâr ederler. Halbuki Allah Teâlâ bu ruhlara insanoğlunun cisimlerinde veba meydana geldiğinde ve hava bozulduğunda tasarruf müsaadesi vermiştir. Nitekim bazı öldürücü maddeler (hümörler) bedenlerde öldürücü bir vaziyet aldığında Cenâb-ı Hak onlara tasarruf gücü verir. Özellikle kanın çoğalmasında, mirretüssevda!da[413]ve meninin çoğalmasında ruhların tasarrufu söz konusudur. Zira şeytanî ruhların bu tür arızaları olan insana bilfiil etki etmesi mümkündür. Dolayısıyla da bu sebeplerin içerisinde zikir, dua, yalvarıp yakarma, tazarru', sadaka ve Kur'-an okumaktan daha kuvvetli bir müdafaa aracı yoktur. Çünkü bu tür yönelişlerle, habis ruhları kahredecek, kötülük ve tesirlerini def edecek melekî ruhların inmesi sağlanmış olur. Biz, sayısını Allah'tan başka kimsenin bilemiye-ceği kadar bu tür tedaviyi kendimizde ve başkalarında tecrübe ettiğimizde, bu temiz ruhların indirilmesini, yakına ceibettiğinde tabiatı takviyede öldürücü maddelerin (hümörler) def edilmesinde büyük etkilerini gördük. Sırf (ruhanî olarak yapılan duamn etkisi ile) bu öldürücü maddelerin def edilmesi, bedene yerleşip karar kılmadan ve neredeyse yenilemeyecek raddeye gelmezden öncedir. Cenâb-ı Hakk'ın kendisini bunu tesbite muvaffak kıldığı kişi, şer sebeplerin anlaşıldığı esnada hemen onları yok edecek manevî sebeplere sarılmalıdır. Zira başlangıç safhasında en faydalı ilaç budur. Şayet Cenâb-ı Hak, kaza ve kaderini infaz etmek dilerse, kulun kalbini, onun bilgisinden, tasavvurundan ve idaresinden gafil kılar, şuurunu zayıflatarak onu taleb ettirmez. Buna en büyük delil, Allah'ın (c.c.) meydana gelmesi kesin olan bir emrinin (işinin takdir ve kazasının) tahakkuk ve vuku bulmasıdır.
İnşaattan ileride rukye, (dua) Peygamberi rukyeler, zikirler, dualar, amel-i salihlerle tedavi bölümüne geldiğimizde bu hususta daha fazla izahlar verecek ve doktorların tıbbı ile tibbu'n-nebî arasındaki farkın, müneccimlerle kocakarı tıbbının doktorlarmkine olan nisbeti gibi olduğunu belirteceğiz. Nitekim bu gerçeği doktorların ehil ve otorite olanları da itiraf etmiştir. Yine insan tabiatının etkilendiği en şiddetli gücün ruhî güçler olduğunu, rukye ve dualardaki güçlerin ilaçların gücünden daha etkili, hatta öldürücü zehirlerin gücünü iptal edici olduğunu belirteceğiz.
Netice olarak; taun için etkili illet ve yeterli sebeplerden bir bölümü (insanda hümör-ahlat olarak mevcut olan) hava unsurunun bozulması sebebiyle meydana gelir. Zira hava unsurununun vebayı meydana getirecek veya or-tadan kaldıracak şekilde bozulması, senenin içinde hangi mevsimde olursa olsun, çürüme, kokuşma ve zehirleyicilik gibi öldürücü keyfiyetlerden birinin galebe çalmasıyla hava cevheri (unsuru) öldürücü bir hale intikal eder. Bu durum daha çok yaz aylarının sonlarında oluşsa da, hastalık çoğunlukla sonbaharda meydana gelir. Çünkü yaz mevsiminde keskin bozulmuş safra ve sevda fazlalıkları {fadalat el-mirâriyye) ve diğerleri çoğalarak vücutta birikir ve yaz sonunda da bu maddelerde çözülme meydana gelmez. Sonbaharda meydana gelmesi ise havanın soğuk olması, buharların ve yazın çözülen fazlalıkların kokuşması sebebiyle daralır, ısınır, kokuşur ve böylece çürüme hastalıkları (emraz-ı afine) meydana gelir. Özellikle bu tür hastalıklar bedende, uygun, karşıt, gevşek, az hareketli ve hümörleri çok olduğunda belirir. Bu durum sebebiyle insanı kırgınlık ve bozukluğundan dolayı öldürebilir.
Bedene en yararlı mevsim ilkbahar mevsimidir. Hipokrat[414] der ki: Hastalıkların en şiddetlisi ve öldürücüsü sonbaharda meydana gelenleridir. İlkbahar ise vakitlerin en sağlıklısı ve ölümlerin en az olduğu zamandır. Eczacıların ve ölüleri teçhiz edenlerin âdetleri, ilkbahar ve yazın borç alıp sonbaharda ödemektir. Çünkü sonbahar onlar için ilkbahar gibidir. Onlara göre sonbahar; gelmesini en çok istedikleri ve memnun oldukları mevsimdir. Hadis-i şerifte varid olduğuna göre: "Necm doğduğunda her beldeden salgın hastalıklar kalkar."[415] denilmiştir. "Necm doğması'* kelimesi; bir Süreyya yıldızımn doğması, bir de ilkbaharda bitkilerin yeşermesi ile tefsir edilmiştir. Bu ikinci tefsiri, "Sapsız bitkiler (otlar) ve ağaçlar da hep secde ederler."[416] âyetinde de görüyoruz. Zira ağaçların ve otların tam mânası ile yeşermeleri ilkbahar mevsiminde olur ki bu mevsim aynı zamanda her türlü afatın ortadan kalktığı bir mevsimdir.
Süreyya yıldızı olarak tefsir edilmesine gelince: Hastalıklar Süreyya yıldızının sabah vaktinde doğduğu ve battığı zamanlarda etkisini çoğaltır.
Temîmî,[417] Mâddetü'l-Bekâ adlı eserinde der ki: Senenin, vücutlara fe-sad ve hastalık bakımından en büyük ve şiddetli iki vakti vardır. Biri, fecrin tulûunda Süreyya yıldızının güneşin battığı yerde batması; diğeri ise, ayın doğma menzillerinden bir yerde, güneş daha doğmadan önce doğu tarafından doğma vaktidir. Bu vakit de ilkbaharın bittiği vakittir. Yalnız, Süreyya yıldızının doğuşu esnasında beden sıhhatında görülen bozukluklar, batışında mevcut olan bozukluklardan daha az zarar meydana gttirir.
Ebu Muhammed b. Kuteybe[418] şöyle anlatır: Denilir ki: Süreyya yıldızı ancak insanlara ve develere bir hastalık, salgınla doğar. Fakat Süreyya yıldızının batışı ise doğuşundan daha şiddetli hastalıkların meydana gelme zamanıdır.
Hadis-i şerifin izahında üçüncü bir görüş daha ileri sürülmüştür ki, en uygun olan izah belki de budur: Necin kelimesinden kastedilen Süreyya yıldızı, salgın ve hastalık (el-âhet)dan da kastedilen, ekinlere ve mahsulata kışın ve ilkbahar mevsiminin başlangıcında ânz olan âfetlerdir. Zikredilen vakitte Süreyya yıldızının doğmasıyla da bir emniyet meydana gelir. Bu sebepten dolayı Allah Rasûlü (s.a.) olgunlaşmamış mahsulün satılmasını yasaklamıştır.
Konumuz, taun salgınının meydana gelmesi halinde Rasûlullah'ın (s.a.) tutumu idi.
Rasûluüah (s.a.), taun salgınına tutulmuş bir beldeye girmeyi, içinde iken saigın başlamış bulunan bir beldeden çıkmayı tüm ümmetine yasaklamakla, bu hastalıktan tüm yönleriyle korunmayı gözetmiştir. Çünkü taun salgınının mevcut olduğu bir yere girmek; belânın içine atlamak, etki alanında o mikrobu kapmağa hazır olmak ve kendi nefsinin aleyhinde olmak demektir. Bu hem akla, hem de şeriata muhalif bir davranıştır. Belki de taun salgınına uğramış bir yere girmekten kaçınmak, Cenâb-ı Hakk'ın tavsiye buyurmuş olduğu korunma (himye) konusuna riâyet demektir. Bu tür korunma, fazla yemek ve içmekten perhiz değil de, yerlerden, zararlı havalardan perhiz etmek demektir.
Taun salgını olan bir beldeden çıkmanın yasaklanmasında iki mânaya işaret vardır:
1) Ruhlan ve nefisleri Allah'a bağlanmaya, O'na tevekküle, O'nun kümlerine sabır ve rıza ile karşılık vermeye ikaz ve teşvik vardır.
2) Tıb otoritelerinin tavsiyeleri şöyledir: Vebadan kaçınacak olan her insanın, vücudundan fazlalık sıvıları çıkarması, az gıda alması, her yönden yumuşak-kuru (müceffef) tedbirlere meyletmesi, spor ve ısmma hareketlerinden kaçınması gerekir. Spor ve ısınma hareketlerinden kaçınmak gerekir, çünkü beden, çoğunlukla yerleşmiş olan öldürücü fazlalık maddeler ihtiva eder. Bunlar spor ve ısınma hareketleriyle faaliyete geçer ve yeni keymus'a[419] karışır. Bu durumda daha büyük bir hastalık meydana gelir. Halbuki, taun meydana geldiğinde istirahat ve sükûnet gereklidir. Ahlatın (hümörlerin) artışının teskin edilmesi gerekir. Veba salgını olan bir yerden başka bir yere sefer etmek şiddetli hareketleri gerektirdiğinden ciddi bir şekilde zararlıdır. Bu ifadeler daha sonra gelen tabiplerin en efdâlinin (İbn Sina) sözüdür. Böylece hadis-i
şerifteki tıbbî mâna ve aynı tavsiyede mevcut olan kalp, beden tedavisi ve sıhhatinin korunması ortaya çıkmış oldu.
Şöyle bir, itiraz yapılabilir: Hadis-i şerifin diğer rivayetlermdeki; "Taundan kaçmak için o beldeden çıkmayınız." cümlesi, sizin zikretmiş olduğunuz
sebeple çıkmağa ve yo-
mânayı kasdettiğini ortaya koymadığı gibi, geçici bil la çıkacak bir yolcunun yolculuğuna mani değildir.
Buna şu cevap verilir: Hiç kimse, ne bir tabip ve ne de başkası, taun salgınları meydana geldiğinde insanlar hareket etmesinler ve cansızlar gibi olsunlar dememiştir. Yalnız, salgın esnasında mümkün olduğu kadar az hareket etmelidir. Taundan kaçmak, hareketi icab ettirdiğinden değil, mücerred hastalıktan kaçmaktır. Halbuki istirahat ve sükûnet hastanın kalbine ve bedenine faydalı, Allah'a tevekküle ve O'nun kaza ve kaderine teslim olmaya daha yakındır. Fakat hareketi gerektirecek işleri olan sanatkârlar, işçiler, yolcular, postacılar ve diğerlerine tüm hareketlerinizi bırakın denilmez. Yalnız lüzumsuz hareketlerden men edilebilirler. Meselâ, yolculuk yapan biri sırf taundan kaçmak için yola çıkarsa buna mâni olunur. En doğrusunu Allah bilir.
Taun salgınının yayılmış olduğu bir beldeye girmekten men edilmesinde çeşitli hikmetler vardır:
1— Eziyet verici sebeplerden kaçınmak ve onlardan uzaklaşmak.
2— Kokmuş ve bozulmuş olduğundan teneffüs edenlerin hasta olduğu havayı teneffüs etmemek.
3— Dünya ve ahiretin esası olan afiyetin elde edilmesi.
4— Tauna tutulmuş hastalara komşu olmamak dolayısıyla da birlikte olmaktan aynı hastalığa tutulmamak.
Ebu Davud'un Sünen'inde merfü olarak şu hadis rivayet ediImâKtedir: "Heİâk olmak (kara/) hastalara yakın olmakladır. "[420]
tbn Kuteybe diyor ki: Karaf, vebaya ve hastalara yaklaşmak demektir.
5— Nefisleri, hastalığın bulaşması ve uğursuzluk inancından korumaktır. Çünkü ruhlar bu iki şeyden/etkilenirler. Bir şeyi uğursuz saymak, o şeyin sanıldığı şekilde, istenilmeyeil bir biçimde meydana gelmesini sağlar.
Özetle, taun salgınının meydana geldiği bir beldeye girmenin yasaklanmasında, koruma ve perhiz, telef olmayı hazırlayan sebeplerden uzak olmak vardır. Tâunlu beldeden kaçmamakta da tevekkül, teslim ve işin neticesini Allah'a (c.c.) bırakmak vardır.
Sahihayn''da[421] şunlar rivayet edilmektedir: Hz. Ömer Şam'a doğru yola çıktı. Serg denilen köye vardığı zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve Şam'da veba salgını olduğunu haber verdiler. Bu* nun üzerine Şam'a girip girmeme hususunda ihtilâfa düştüler. Hz. Ömer tbn Abbas'a; "Bana ilk muhacirleri çağır." dedi. İbn Abbas der ki: Onları çağırdım. Hz. Ömer, onlara Şam'da veb,a salgını olduğunu haber vererek istişare etti. Bir kısmı: "Yola bir iş için çıkmışsın, geri dönmeni doğru bulmuyoruz." dediler. Diğerleri ise: "Rasûlullah'ın ashabı ve diğer insanlardan kalanlar seninle birliktedirler. Onları bu veba salgınıyla karşı karşıya bırakmanı uygun görmüyoruz*' dediler. Hz. Ömer onlara: "Artık yanımdan çekilebilirsiniz." dedikten sonra: "Bana Ensar'ı çağır." dedi, ben de çağırdım, onlar ile de istişare etti. Bunlar da Muhacirlerin ihtilâfı gibi bir yol takip edince onlara da: "Siz de yanımdan çekilebilirsiniz." dedi. Sonra: "Bana şu Mekke fethiy-le birlikte hicret eden yaşlı Kureyşlileri çağır." dedi. Ben de onları çağırdım. Onlar, içlerinden iki kişi dahi ihtilâf etmeksizin dediler ki: "İnsanları geriye döndürmeni ve onları şu veba illetiyle boğuşmaya bırakmamam doğru buluyoruz." Bunun üzerine Hz. Ömer insanlara şunun bildirilmesini emretti: "Ben sabahleyin bineğimin üstünde geri döneceğim. Böylece siz de sabaha göre hazırlıklarınızı yapın!" O zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah: "Ey mü'minlerin emîri! Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" deyince Hz. Ömer şöyle cevapladı: "Keşke bu lafı senden başkası söyleseydi Ey Ebu Ubeyde! Evet, Allah Teâlâ'nın kaderinden, yine Allah Teâlâ'nın kaderine kaçıyoruz! Şöyle bir düşünsene. Senin birçok deven olsa-da, biri münbit diğeri çorak iki yamacı olan bir vadiye onları indirsen. Sen onları münbit yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle, çorak yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle gütmüş olmaz mısın?" İbn Abbas der 1 ki: Tam bu sırada, birtakım işleri dolayısıyla ortalıkta görünmeyen Abdur-rahman b. Avf çıkageldi ve dedi ki: Bu konuda bende bir bilgi vardır. Ben Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Siz bir beldede bulunu-yorken bu hastalık yayılmışsa sakın ondan kaçmak için o yerden çıkmayınız. Eğer bu hastalığın bir yerde çıktığını duyarsanız oraya gitmeyiniz/"[422]
[407] Buharı, 60/50; Müslim, 2218. Vebadan korunma konusunda şu âna kadar uyulan kural budur. Bir bölgede veba görüldüğünde, çevresi karantinaya alınır, doktor ve yardımcıları dışında kimsenin giriş-çıkışına izin verilmez. Böylelikle, hastalığın başka yerlerde yayılması engellenmiş olur.
[408] Buharı, 76/30; Müslim, 1961.
[409] Taun ve vebanın en önemli özelliği, bulaşıcı bir hastalık olmasıdır. Bu sebeple bulaşıcı özelliği olan her hastalığa veba denmiş, çoğunlukla da taun ile aynı mânada kullanılmıştır. Bk. Mucemu'l-Vasit, 558, 1QO7; Tehanevî, Keşşaf, 2/1440.
[410] Ahmed b. Hanbel, 6/145, 255. Hadisin senedi hasendir. Yalnız "Yumuşak yerlerde ve koltuk altında çıkar." ilâvesi Müsned'ûz yoktur. Elimizdeki Tıbbu'n-Nebî tahkiklerinin hiçbirinde buna işaret edilmemiştir. Hadisin tamamı şöyledir: Hz. Âişe'den (r. anha) rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Ümmetimin yok oluşu ancak savaş ve taunladır." Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü; savaşla helak olmayı anlıyoruz ama bu taun da nedir?" Allah Rasûlü (s.a.): "Deve vebası salgını gibi bir salgındır ki (taunun zuhur ettiği yerden aynlmaytp da ölen kişi) şehid gibi sevab alır. O yerden kaçanın cezası İse savaştan kaçan kişininki gibidir." diye cevap verdi.
lirir. Kırmızı ve sarı olanı tehlikeden en salim olanıdır. Siyah renge kaçan şi-şikten ise kimse ölmemiştir.
[411] Buharı, 60/54; Müslim, 2218. Üsâme b. Zeyd'den rivayet edilmiştir.
[412] Ahmed b. Hanbel, 4/395, 413, 417; Taberanî, Mucemu's-Sağîr, s. 71. Senedi sahî Hâkim hadise sahihtir demiş (1/50), Zehebî de ona katılmıştır.
[413] Mirretüssevdâ: Mirre, lügatta kuvvet ve şiddet mânasına gelen bir kelimedir. Tıpta ;se, kuvvetli olmasından safraya, şiddetli olmasından da sevdaya isim olmuştur ki her iki durumda da safra ve sevda gayn tabii durumda olup, mirretüssafrâ denildiğinde ince balgam karışmış olan safra, mirretüssevdâ denildiğinde de yanık sevda anlaşılır. Özet olarak bedende mevcut olan ahlattan (hümörlerden) bir hiltın ismidir. Bk. Mücemu'I-Vasît, 862; Tehanevî, Keşşaf, 2/1328.
[414] Hipokrat (Bokrat veya Abokrat) Öl. m.ö: 357. Halep'te doğdu. Tıp sahasında konuşmuş, risale ve kitaplar yazmıştır. Kitabu't-Fusûl, Kitabu Takdimeti'l- Ma'rife, Kitabu Tabiaii'l-tnsan, Kitabu Emradi'l-Hidde, Kitâbü'l-Ahlat... vs. onun Arapçaya terceme edilmiş Önemli kitapları arasındadır. Çok faziletli, ibadet ehli ve Allah rızası için hastalıkları tedavi eden biriydi. Çok yerleri gezmiş ve birçok talebe yetiştirmiştir. Onun eserlerinin çoğunu Cali-nos şerhetmiştir. Calinos, yazmış olduğu bir eserinde Hipokrat hakkında şunları söylemiştir: "Hipokrat'm ilmini öğrenmek isteyen kişi fazilete rağbet etmede ve kötülükten kaçınmada onun yolunu takib etsin." Bk. İbn Cülcül, Tabakat, İ6-20.
[415] Muhammed b. Hasan, el-Âsâr, s. 151; Taberanî, Mucemu's-Sağîr, s. 20; Ebu Nuaym, Tarih-i Isbahan, 1/121. Ebu Hanife—Atâ—Ebu Hureyre senediyle merfû olarak: "Necm doğduğunda her beldeden hastalık kalkar." şeklinde rivayet edilmiştir. Senedi sahihtir.Necm, Süreyya yıldızı demektir. Câmiu'l-Mesântd'de (2/14) aynı senedle: "Mahsuller Süreyya yıldızı doğana kadar (daha ağaç üzerinde tomurcuklanmadan) satılmaz." metniyle . rivayet edilmiştir. Şafiî (et-Umm, 2/167) ve Ahmed b. Hanbel (5012, 5135)'de ise Abdul-..■ lah b. Ömer'den: "Rasûlullah (s.a.) hastalık kalkana kadar mahsul ağaçta iken satışından nehyetmiştir." şeklinde rivayet edilmiştir ki, hadisin râvisi Osman b. Abdillah b. Sürâka, ? tbn Ömer'e bunun zamanını sorduğunda, İbn ömer: "Süreyya yıldızının doğduğu zaman-•5 dır." demiştir. Buharî'de ise (34/85) Ebu'z-Zinâd'ın rivayetine göre Süreyya yıldızı doğa-* na kadar ve sarılan kırmızılarından ayırd edilene kadar arazisininin mahsullerini satmadı-, ğı Hârice b. Zeyd tarafından nakledilmiştir. Aynı hadis Muvatta'da (2/619): "Süreyya yıldızı doğana kadar mahsûlünü satmazdı." lafzıyla nakledilmiştir ki, bu deliller hadis-i şerifin, metinde biraz sonra gelecek olan üçüncü şekildeki yorumunu teyid etmektedir.
[416] Rahman, 54/6.
[417] Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed «Jemjmî (v. 360/970), Filistinli olup Mısır'da Fatımî veziri İbn Killîs'ın özel doktorudur. Mineraller, taşlar ve madenler hakkında kendinden sonra gelenlerin başvuru kitabı olarak kullandıkları Kitabu'l-Mürşid'i yazmıştır. Kitabu 'l-îtimâd'fi'l-Edviye adlı kitabı latinceye terceme edilmiştir. Bk. Brockelmann, GAL, 1/272-273. Seyyid Hüseyin Nasr, islâm ve İlim, s. 53, 179, 187.
[418] îbn Kuteybe ed-Dineverî, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe (214-276). Bağ-dat'da doğdu. Nahiv ve lügat bilginidir. Hadis, tefsir ve tarihçiliği yanısıra astroloji sahasında da meşhur olmuştur. Yukarıda isimlerini saydığımız ilimlerle ilgili bir çok eser yazmıştır. Kitabu'l-Maârif, Müşkilu'l-Kur'an ve'l-Hadis, Kitabu'l-Hayl, Kitabu'l-Envâr, Uyûnu'I-Ahbâr ve Kitabu'l-Enva' bunların en meşhurlarıdır. Altmış yaşında
Bağdat'ta ölmüştür. Bk. İbn Kesîr, Bidâye, 11/48; Zehebî, eİ-İber, 1/397, Doç. Dr. Mehmet Bayraktar, İslâm'da Bilim ve Teknoloji Tarihi, s. 202; İslâm Ansiklopedisi, 5/762.
[419] Keymus: Aslı yunanca olan bu kelime, tıpta hazmın dört safhasının ikinci kısmı olan ciğerlerde meydana gelen şekline verilen addır. Hazm ise, alman gıdanın, vücuttaki tabiî sıcaklık vasıtasıyla pişerek, tavırdan tavıra geçip bilfiil bedenin bir uzvu olmasıdır. Hazm, dört safhada meydana gelir. İlk defa ağıza alınan gıda çiğnenmiş lokma haline gelir ve mideye ulaştığında orada asıl hazım başlar ve Keylus safhası meydana gelmiş olur. Bu keylus karaciğere geçer orada ikinci hazım başlar. Burada keylusun bir kısmı kan, bir kısmı safra, bir kısmı balgam ve bir kısmı da koyu sıvı olur. Arta kalan lüzumsuz maddelerin bir kısmı böbreklere geçerek idrar olur. Diğer bir kısmı bağırsaklara geçerek safra ile çıkar. İşte bu .ciğerlerdeki safhada gıda, keymus adını alır. Üçüncü hazım ise ince kan damarlarında meydana gelir. Dördüncü hazım da uzuvlarda mevcud maddelerin içinde o maddelere tamamıyla benzemek için olur. Bu ince hazımların fazlaları gizli bir çözülme geçirirler. Artıklar, buhar olup menfezlerden, terle kirlenerek burun ve kulaktan, cerahatle. Saç ve kıllara geçerek, onlarla birlikte düşerek, çıkarlar. Daha geniş bilgi için bak: îbn Haldun, Mukaddime, 415; Tehânevî, Keşşaf, 1/1098, 1537; Dr. Âkil Muhtar Özden, İbn Sina Tıbbına Bir Bakış, s. S; Mucemu'l-Vasît, 808.
[420] Ebu Davud, 3923; Ahmed b. Hanbel, 3/451. Senedinde meçhul bir râvi vardır.
[421] Buharı, 76/30; Müslim, 2219.
[422] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/277-285.
Allah Rasûlü'nün (s.a.) taun (veba) hastalığı hakkındaki tutumu, visi ve ondan kaçınması şu şekildedir:
Sahihayn'da Âmir b. Sa'd b. Ebî Vakkas—babası senediyle şu hadis vardır: Âmir, babasının Üsâme b. Zeyd'e (ria.) veba hastalığı hakkında Allah Rasûlü'nden (s.a.) ne işittiğini sorduğunda, Üsâme, Allah Rasûlü'nün (s.a.) bu hususta şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Taun (veba); İsrailoğullarından bir guruba ve sizden evvel yaşamış olanlara gönderilmiş bir azaptır. Bir yerde veba olduğunu işittiğiniz takdirde o yere gitmeyiniz. Şayet veba sizin de içinde bulunduğunuz bir yerde zuhur etmişse, vebadan kurtulalım diye oradan başka bir yere gitmeyiniz."[407]
Yine Sahihayn'da rivayet edildiğine göre, Hafsa bt. Şîrîn, Enes b. Mâ-lik'in (r.a.) Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu naklettiğini söylemiştir: "Taun (vebadan ölmek) her bir müslüman için şehid olmak (demek)tir."[408]
Lugatçı Cevheri, Sihâh'ınâa, taunun, veba hastalığının bir türü olduğunu söylemiştir.'[409]
Tıbba göre ise taunun tarifi şöyledir: Öldürücü bir verem olup beraberinde şiddetli bir ateşlenme meydana gelir. İnsanın dayanma derecesini aşacak şekilde ciddi olarak eziyet verici bir ateş yapar . Hastalığın meydana geldiği uzvun etrafı çoğunlukla siyah, yeşil ve soluk olur ve süratle ufak kabarcık ve sivilceler çıkmağa başlar. Çoğunlukla da üç uzuvda; koltuk altı, kulak arkası, burun ucu gibi yumuşak ve gevşek etlerde meydana gelir.
Hz. Âişe'den (r. anha) rivayet edilen bir hadiste Allah Rasûlü'ne (s.a.): "Ya Rasûlullah ; yaralanmayı (ta'n) biliyoruz, bu taun da nedir?" diye sorunca, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Deve vebası gibi (vücutta çıkan bir kese, gudde)dir ki burun, karın gibi yumuşak yerlerde ve koltuk altında çıkar. "[410]
Hekimler derler ki: Yumuşak ve gevşek etlerde, koltuk altı ve uyluklarda, kulak arkasında ve burun uçlarında bozucu cinsten çıkan sivilceye taun denir. Bunun sebebi ise; kokmağa ve çürümeğe meyilli, kendisine uygun bir cevhere dönüşmesi imkânsız olan fazla kandır. Uzvu ve meydana geldiği unsurları bozar. Çoğunlukla da kan ve irin sızdırır. Kalbde Öldürücü bir keyfiyet oluşturur. Bu durum insanda kusuntu, uyku ve baygınlık meydana getirir. Bu taun ismi veremi de içine alacak şekilde umumi de olsa, kalbte, kişiyi öldürene kadar, öldürücü bir keyfiyet oluşturur. Deve vebası salgınına uğramış ette meydana gelen hastalığa taun denmesinin sebebi; öldürücü etkisinden dolayı yapısı itibariyla ancak en zayıf olan uzuvda ve uzuvlara yakınlığından kulak arkası ve koltuk altında başı iyice büyümüş olan şişiklerde beVebanın çok olduğu bölgelerde taun ismi veba olarak kullanıldığından, daima veba dendiğinde taun hastalığı kastedilmiştir. Nitekim lügatçı İmam Halil: Veba taundur, demiştir. Yine denilmiştir ki: Veba, her türlü hastalığı kapsamı içine alan bir hastalıktır. Doğrusu, veba ile taun arasında umum-husus ilişkisi mevcuttur. Şöyle ki, her tauna veba denilebilir, fakat her türlü vebaya taun denilmez. Nitekim taunu da içine alan umumî hastalıklar hakkında da aynı şeyler söylenebilir. Çünkü taun da bir hastalıktır. Taun hastalığının çeşitlerine gelince, daha önce zikri geçen yerlerde; sivilce ve çıbanlar, yara ve uyuzlar, öldürücü şişikler şeklinde meydana gelir.
Ben derim ki: Bu yara ve uyuzlar, şişikler, sivilce ve çıbanlar taunun etkileridir, bizatihi kendisi değildir. Fakat tabibler, bu şekilde ortaya çıkan emarelerinde hastalığı keşfettiklerinden, bunları taunun kendisi olarak nitelendirmişlerdir.
Vücutta meydana gelen üç alâmete taun denilir:
Birincisi: Daha Önce geçen yerlerdeki açık belirtiler ki, tabiplerir diği budur.
İkincisi: Bundan dolayı meydana gelen ölüm ki; "Taun her bir müslüman için şehitlik demektir." sahih hadisinde belirtilen husus budur.
Üçüncüsü: Bu hastalığın meydana gelmesine vesile olan etkili sebep. Bu hususta rivayet edilen sahih hadisler şöyledir: "Taun, İsrailoğullarma gönderilen azabın bir kalıntısidır."[411] "Taun, cinlerin azabıdır."'[412] Yine rivayet edildiğine göre: "Taun, bir peygamberin bedduasıdir."
Bu hadislerde bildirilen illet ve sebepleri anlayacak ve onları tenkid edip çürütecek ilim, tabiplerde yoktur. Halbuki peygamberler gaib olan işleri haber verebilirler. Tabiplerin insan vücudunda gözlemledikleri bu emarelerin, ruhların aracılığıyla meydana gelebilmesi ihtimalini reddedecek bir delilleri de yoktur. Çünkü ruhların bedende, hastalıklarında ve bedenin helak ve yok olmasındaki etkisini ancak, insanların içinde ruhları ve tesirlerini, cisimlere etkisini, tabiatlara etkisini bilmeyen cahiller inkâr ederler. Halbuki Allah Teâlâ bu ruhlara insanoğlunun cisimlerinde veba meydana geldiğinde ve hava bozulduğunda tasarruf müsaadesi vermiştir. Nitekim bazı öldürücü maddeler (hümörler) bedenlerde öldürücü bir vaziyet aldığında Cenâb-ı Hak onlara tasarruf gücü verir. Özellikle kanın çoğalmasında, mirretüssevda!da[413]ve meninin çoğalmasında ruhların tasarrufu söz konusudur. Zira şeytanî ruhların bu tür arızaları olan insana bilfiil etki etmesi mümkündür. Dolayısıyla da bu sebeplerin içerisinde zikir, dua, yalvarıp yakarma, tazarru', sadaka ve Kur'-an okumaktan daha kuvvetli bir müdafaa aracı yoktur. Çünkü bu tür yönelişlerle, habis ruhları kahredecek, kötülük ve tesirlerini def edecek melekî ruhların inmesi sağlanmış olur. Biz, sayısını Allah'tan başka kimsenin bilemiye-ceği kadar bu tür tedaviyi kendimizde ve başkalarında tecrübe ettiğimizde, bu temiz ruhların indirilmesini, yakına ceibettiğinde tabiatı takviyede öldürücü maddelerin (hümörler) def edilmesinde büyük etkilerini gördük. Sırf (ruhanî olarak yapılan duamn etkisi ile) bu öldürücü maddelerin def edilmesi, bedene yerleşip karar kılmadan ve neredeyse yenilemeyecek raddeye gelmezden öncedir. Cenâb-ı Hakk'ın kendisini bunu tesbite muvaffak kıldığı kişi, şer sebeplerin anlaşıldığı esnada hemen onları yok edecek manevî sebeplere sarılmalıdır. Zira başlangıç safhasında en faydalı ilaç budur. Şayet Cenâb-ı Hak, kaza ve kaderini infaz etmek dilerse, kulun kalbini, onun bilgisinden, tasavvurundan ve idaresinden gafil kılar, şuurunu zayıflatarak onu taleb ettirmez. Buna en büyük delil, Allah'ın (c.c.) meydana gelmesi kesin olan bir emrinin (işinin takdir ve kazasının) tahakkuk ve vuku bulmasıdır.
İnşaattan ileride rukye, (dua) Peygamberi rukyeler, zikirler, dualar, amel-i salihlerle tedavi bölümüne geldiğimizde bu hususta daha fazla izahlar verecek ve doktorların tıbbı ile tibbu'n-nebî arasındaki farkın, müneccimlerle kocakarı tıbbının doktorlarmkine olan nisbeti gibi olduğunu belirteceğiz. Nitekim bu gerçeği doktorların ehil ve otorite olanları da itiraf etmiştir. Yine insan tabiatının etkilendiği en şiddetli gücün ruhî güçler olduğunu, rukye ve dualardaki güçlerin ilaçların gücünden daha etkili, hatta öldürücü zehirlerin gücünü iptal edici olduğunu belirteceğiz.
Netice olarak; taun için etkili illet ve yeterli sebeplerden bir bölümü (insanda hümör-ahlat olarak mevcut olan) hava unsurunun bozulması sebebiyle meydana gelir. Zira hava unsurununun vebayı meydana getirecek veya or-tadan kaldıracak şekilde bozulması, senenin içinde hangi mevsimde olursa olsun, çürüme, kokuşma ve zehirleyicilik gibi öldürücü keyfiyetlerden birinin galebe çalmasıyla hava cevheri (unsuru) öldürücü bir hale intikal eder. Bu durum daha çok yaz aylarının sonlarında oluşsa da, hastalık çoğunlukla sonbaharda meydana gelir. Çünkü yaz mevsiminde keskin bozulmuş safra ve sevda fazlalıkları {fadalat el-mirâriyye) ve diğerleri çoğalarak vücutta birikir ve yaz sonunda da bu maddelerde çözülme meydana gelmez. Sonbaharda meydana gelmesi ise havanın soğuk olması, buharların ve yazın çözülen fazlalıkların kokuşması sebebiyle daralır, ısınır, kokuşur ve böylece çürüme hastalıkları (emraz-ı afine) meydana gelir. Özellikle bu tür hastalıklar bedende, uygun, karşıt, gevşek, az hareketli ve hümörleri çok olduğunda belirir. Bu durum sebebiyle insanı kırgınlık ve bozukluğundan dolayı öldürebilir.
Bedene en yararlı mevsim ilkbahar mevsimidir. Hipokrat[414] der ki: Hastalıkların en şiddetlisi ve öldürücüsü sonbaharda meydana gelenleridir. İlkbahar ise vakitlerin en sağlıklısı ve ölümlerin en az olduğu zamandır. Eczacıların ve ölüleri teçhiz edenlerin âdetleri, ilkbahar ve yazın borç alıp sonbaharda ödemektir. Çünkü sonbahar onlar için ilkbahar gibidir. Onlara göre sonbahar; gelmesini en çok istedikleri ve memnun oldukları mevsimdir. Hadis-i şerifte varid olduğuna göre: "Necm doğduğunda her beldeden salgın hastalıklar kalkar."[415] denilmiştir. "Necm doğması'* kelimesi; bir Süreyya yıldızımn doğması, bir de ilkbaharda bitkilerin yeşermesi ile tefsir edilmiştir. Bu ikinci tefsiri, "Sapsız bitkiler (otlar) ve ağaçlar da hep secde ederler."[416] âyetinde de görüyoruz. Zira ağaçların ve otların tam mânası ile yeşermeleri ilkbahar mevsiminde olur ki bu mevsim aynı zamanda her türlü afatın ortadan kalktığı bir mevsimdir.
Süreyya yıldızı olarak tefsir edilmesine gelince: Hastalıklar Süreyya yıldızının sabah vaktinde doğduğu ve battığı zamanlarda etkisini çoğaltır.
Temîmî,[417] Mâddetü'l-Bekâ adlı eserinde der ki: Senenin, vücutlara fe-sad ve hastalık bakımından en büyük ve şiddetli iki vakti vardır. Biri, fecrin tulûunda Süreyya yıldızının güneşin battığı yerde batması; diğeri ise, ayın doğma menzillerinden bir yerde, güneş daha doğmadan önce doğu tarafından doğma vaktidir. Bu vakit de ilkbaharın bittiği vakittir. Yalnız, Süreyya yıldızının doğuşu esnasında beden sıhhatında görülen bozukluklar, batışında mevcut olan bozukluklardan daha az zarar meydana gttirir.
Ebu Muhammed b. Kuteybe[418] şöyle anlatır: Denilir ki: Süreyya yıldızı ancak insanlara ve develere bir hastalık, salgınla doğar. Fakat Süreyya yıldızının batışı ise doğuşundan daha şiddetli hastalıkların meydana gelme zamanıdır.
Hadis-i şerifin izahında üçüncü bir görüş daha ileri sürülmüştür ki, en uygun olan izah belki de budur: Necin kelimesinden kastedilen Süreyya yıldızı, salgın ve hastalık (el-âhet)dan da kastedilen, ekinlere ve mahsulata kışın ve ilkbahar mevsiminin başlangıcında ânz olan âfetlerdir. Zikredilen vakitte Süreyya yıldızının doğmasıyla da bir emniyet meydana gelir. Bu sebepten dolayı Allah Rasûlü (s.a.) olgunlaşmamış mahsulün satılmasını yasaklamıştır.
Konumuz, taun salgınının meydana gelmesi halinde Rasûlullah'ın (s.a.) tutumu idi.
Rasûluüah (s.a.), taun salgınına tutulmuş bir beldeye girmeyi, içinde iken saigın başlamış bulunan bir beldeden çıkmayı tüm ümmetine yasaklamakla, bu hastalıktan tüm yönleriyle korunmayı gözetmiştir. Çünkü taun salgınının mevcut olduğu bir yere girmek; belânın içine atlamak, etki alanında o mikrobu kapmağa hazır olmak ve kendi nefsinin aleyhinde olmak demektir. Bu hem akla, hem de şeriata muhalif bir davranıştır. Belki de taun salgınına uğramış bir yere girmekten kaçınmak, Cenâb-ı Hakk'ın tavsiye buyurmuş olduğu korunma (himye) konusuna riâyet demektir. Bu tür korunma, fazla yemek ve içmekten perhiz değil de, yerlerden, zararlı havalardan perhiz etmek demektir.
Taun salgını olan bir beldeden çıkmanın yasaklanmasında iki mânaya işaret vardır:
1) Ruhlan ve nefisleri Allah'a bağlanmaya, O'na tevekküle, O'nun kümlerine sabır ve rıza ile karşılık vermeye ikaz ve teşvik vardır.
2) Tıb otoritelerinin tavsiyeleri şöyledir: Vebadan kaçınacak olan her insanın, vücudundan fazlalık sıvıları çıkarması, az gıda alması, her yönden yumuşak-kuru (müceffef) tedbirlere meyletmesi, spor ve ısmma hareketlerinden kaçınması gerekir. Spor ve ısınma hareketlerinden kaçınmak gerekir, çünkü beden, çoğunlukla yerleşmiş olan öldürücü fazlalık maddeler ihtiva eder. Bunlar spor ve ısınma hareketleriyle faaliyete geçer ve yeni keymus'a[419] karışır. Bu durumda daha büyük bir hastalık meydana gelir. Halbuki, taun meydana geldiğinde istirahat ve sükûnet gereklidir. Ahlatın (hümörlerin) artışının teskin edilmesi gerekir. Veba salgını olan bir yerden başka bir yere sefer etmek şiddetli hareketleri gerektirdiğinden ciddi bir şekilde zararlıdır. Bu ifadeler daha sonra gelen tabiplerin en efdâlinin (İbn Sina) sözüdür. Böylece hadis-i
şerifteki tıbbî mâna ve aynı tavsiyede mevcut olan kalp, beden tedavisi ve sıhhatinin korunması ortaya çıkmış oldu.
Şöyle bir, itiraz yapılabilir: Hadis-i şerifin diğer rivayetlermdeki; "Taundan kaçmak için o beldeden çıkmayınız." cümlesi, sizin zikretmiş olduğunuz
sebeple çıkmağa ve yo-
mânayı kasdettiğini ortaya koymadığı gibi, geçici bil la çıkacak bir yolcunun yolculuğuna mani değildir.
Buna şu cevap verilir: Hiç kimse, ne bir tabip ve ne de başkası, taun salgınları meydana geldiğinde insanlar hareket etmesinler ve cansızlar gibi olsunlar dememiştir. Yalnız, salgın esnasında mümkün olduğu kadar az hareket etmelidir. Taundan kaçmak, hareketi icab ettirdiğinden değil, mücerred hastalıktan kaçmaktır. Halbuki istirahat ve sükûnet hastanın kalbine ve bedenine faydalı, Allah'a tevekküle ve O'nun kaza ve kaderine teslim olmaya daha yakındır. Fakat hareketi gerektirecek işleri olan sanatkârlar, işçiler, yolcular, postacılar ve diğerlerine tüm hareketlerinizi bırakın denilmez. Yalnız lüzumsuz hareketlerden men edilebilirler. Meselâ, yolculuk yapan biri sırf taundan kaçmak için yola çıkarsa buna mâni olunur. En doğrusunu Allah bilir.
Taun salgınının yayılmış olduğu bir beldeye girmekten men edilmesinde çeşitli hikmetler vardır:
1— Eziyet verici sebeplerden kaçınmak ve onlardan uzaklaşmak.
2— Kokmuş ve bozulmuş olduğundan teneffüs edenlerin hasta olduğu havayı teneffüs etmemek.
3— Dünya ve ahiretin esası olan afiyetin elde edilmesi.
4— Tauna tutulmuş hastalara komşu olmamak dolayısıyla da birlikte olmaktan aynı hastalığa tutulmamak.
Ebu Davud'un Sünen'inde merfü olarak şu hadis rivayet ediImâKtedir: "Heİâk olmak (kara/) hastalara yakın olmakladır. "[420]
tbn Kuteybe diyor ki: Karaf, vebaya ve hastalara yaklaşmak demektir.
5— Nefisleri, hastalığın bulaşması ve uğursuzluk inancından korumaktır. Çünkü ruhlar bu iki şeyden/etkilenirler. Bir şeyi uğursuz saymak, o şeyin sanıldığı şekilde, istenilmeyeil bir biçimde meydana gelmesini sağlar.
Özetle, taun salgınının meydana geldiği bir beldeye girmenin yasaklanmasında, koruma ve perhiz, telef olmayı hazırlayan sebeplerden uzak olmak vardır. Tâunlu beldeden kaçmamakta da tevekkül, teslim ve işin neticesini Allah'a (c.c.) bırakmak vardır.
Sahihayn''da[421] şunlar rivayet edilmektedir: Hz. Ömer Şam'a doğru yola çıktı. Serg denilen köye vardığı zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah ve arkadaşları kendisini karşıladılar ve Şam'da veba salgını olduğunu haber verdiler. Bu* nun üzerine Şam'a girip girmeme hususunda ihtilâfa düştüler. Hz. Ömer tbn Abbas'a; "Bana ilk muhacirleri çağır." dedi. İbn Abbas der ki: Onları çağırdım. Hz. Ömer, onlara Şam'da veb,a salgını olduğunu haber vererek istişare etti. Bir kısmı: "Yola bir iş için çıkmışsın, geri dönmeni doğru bulmuyoruz." dediler. Diğerleri ise: "Rasûlullah'ın ashabı ve diğer insanlardan kalanlar seninle birliktedirler. Onları bu veba salgınıyla karşı karşıya bırakmanı uygun görmüyoruz*' dediler. Hz. Ömer onlara: "Artık yanımdan çekilebilirsiniz." dedikten sonra: "Bana Ensar'ı çağır." dedi, ben de çağırdım, onlar ile de istişare etti. Bunlar da Muhacirlerin ihtilâfı gibi bir yol takip edince onlara da: "Siz de yanımdan çekilebilirsiniz." dedi. Sonra: "Bana şu Mekke fethiy-le birlikte hicret eden yaşlı Kureyşlileri çağır." dedi. Ben de onları çağırdım. Onlar, içlerinden iki kişi dahi ihtilâf etmeksizin dediler ki: "İnsanları geriye döndürmeni ve onları şu veba illetiyle boğuşmaya bırakmamam doğru buluyoruz." Bunun üzerine Hz. Ömer insanlara şunun bildirilmesini emretti: "Ben sabahleyin bineğimin üstünde geri döneceğim. Böylece siz de sabaha göre hazırlıklarınızı yapın!" O zaman Ebu Ubeyde b. Cerrah: "Ey mü'minlerin emîri! Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" deyince Hz. Ömer şöyle cevapladı: "Keşke bu lafı senden başkası söyleseydi Ey Ebu Ubeyde! Evet, Allah Teâlâ'nın kaderinden, yine Allah Teâlâ'nın kaderine kaçıyoruz! Şöyle bir düşünsene. Senin birçok deven olsa-da, biri münbit diğeri çorak iki yamacı olan bir vadiye onları indirsen. Sen onları münbit yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle, çorak yerde gütsen de Allah'ın kaderiyle gütmüş olmaz mısın?" İbn Abbas der 1 ki: Tam bu sırada, birtakım işleri dolayısıyla ortalıkta görünmeyen Abdur-rahman b. Avf çıkageldi ve dedi ki: Bu konuda bende bir bilgi vardır. Ben Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğunu işittim: "Siz bir beldede bulunu-yorken bu hastalık yayılmışsa sakın ondan kaçmak için o yerden çıkmayınız. Eğer bu hastalığın bir yerde çıktığını duyarsanız oraya gitmeyiniz/"[422]
[407] Buharı, 60/50; Müslim, 2218. Vebadan korunma konusunda şu âna kadar uyulan kural budur. Bir bölgede veba görüldüğünde, çevresi karantinaya alınır, doktor ve yardımcıları dışında kimsenin giriş-çıkışına izin verilmez. Böylelikle, hastalığın başka yerlerde yayılması engellenmiş olur.
[408] Buharı, 76/30; Müslim, 1961.
[409] Taun ve vebanın en önemli özelliği, bulaşıcı bir hastalık olmasıdır. Bu sebeple bulaşıcı özelliği olan her hastalığa veba denmiş, çoğunlukla da taun ile aynı mânada kullanılmıştır. Bk. Mucemu'l-Vasit, 558, 1QO7; Tehanevî, Keşşaf, 2/1440.
[410] Ahmed b. Hanbel, 6/145, 255. Hadisin senedi hasendir. Yalnız "Yumuşak yerlerde ve koltuk altında çıkar." ilâvesi Müsned'ûz yoktur. Elimizdeki Tıbbu'n-Nebî tahkiklerinin hiçbirinde buna işaret edilmemiştir. Hadisin tamamı şöyledir: Hz. Âişe'den (r. anha) rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Ümmetimin yok oluşu ancak savaş ve taunladır." Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü; savaşla helak olmayı anlıyoruz ama bu taun da nedir?" Allah Rasûlü (s.a.): "Deve vebası salgını gibi bir salgındır ki (taunun zuhur ettiği yerden aynlmaytp da ölen kişi) şehid gibi sevab alır. O yerden kaçanın cezası İse savaştan kaçan kişininki gibidir." diye cevap verdi.
lirir. Kırmızı ve sarı olanı tehlikeden en salim olanıdır. Siyah renge kaçan şi-şikten ise kimse ölmemiştir.
[411] Buharı, 60/54; Müslim, 2218. Üsâme b. Zeyd'den rivayet edilmiştir.
[412] Ahmed b. Hanbel, 4/395, 413, 417; Taberanî, Mucemu's-Sağîr, s. 71. Senedi sahî Hâkim hadise sahihtir demiş (1/50), Zehebî de ona katılmıştır.
[413] Mirretüssevdâ: Mirre, lügatta kuvvet ve şiddet mânasına gelen bir kelimedir. Tıpta ;se, kuvvetli olmasından safraya, şiddetli olmasından da sevdaya isim olmuştur ki her iki durumda da safra ve sevda gayn tabii durumda olup, mirretüssafrâ denildiğinde ince balgam karışmış olan safra, mirretüssevdâ denildiğinde de yanık sevda anlaşılır. Özet olarak bedende mevcut olan ahlattan (hümörlerden) bir hiltın ismidir. Bk. Mücemu'I-Vasît, 862; Tehanevî, Keşşaf, 2/1328.
[414] Hipokrat (Bokrat veya Abokrat) Öl. m.ö: 357. Halep'te doğdu. Tıp sahasında konuşmuş, risale ve kitaplar yazmıştır. Kitabu't-Fusûl, Kitabu Takdimeti'l- Ma'rife, Kitabu Tabiaii'l-tnsan, Kitabu Emradi'l-Hidde, Kitâbü'l-Ahlat... vs. onun Arapçaya terceme edilmiş Önemli kitapları arasındadır. Çok faziletli, ibadet ehli ve Allah rızası için hastalıkları tedavi eden biriydi. Çok yerleri gezmiş ve birçok talebe yetiştirmiştir. Onun eserlerinin çoğunu Cali-nos şerhetmiştir. Calinos, yazmış olduğu bir eserinde Hipokrat hakkında şunları söylemiştir: "Hipokrat'm ilmini öğrenmek isteyen kişi fazilete rağbet etmede ve kötülükten kaçınmada onun yolunu takib etsin." Bk. İbn Cülcül, Tabakat, İ6-20.
[415] Muhammed b. Hasan, el-Âsâr, s. 151; Taberanî, Mucemu's-Sağîr, s. 20; Ebu Nuaym, Tarih-i Isbahan, 1/121. Ebu Hanife—Atâ—Ebu Hureyre senediyle merfû olarak: "Necm doğduğunda her beldeden hastalık kalkar." şeklinde rivayet edilmiştir. Senedi sahihtir.Necm, Süreyya yıldızı demektir. Câmiu'l-Mesântd'de (2/14) aynı senedle: "Mahsuller Süreyya yıldızı doğana kadar (daha ağaç üzerinde tomurcuklanmadan) satılmaz." metniyle . rivayet edilmiştir. Şafiî (et-Umm, 2/167) ve Ahmed b. Hanbel (5012, 5135)'de ise Abdul-..■ lah b. Ömer'den: "Rasûlullah (s.a.) hastalık kalkana kadar mahsul ağaçta iken satışından nehyetmiştir." şeklinde rivayet edilmiştir ki, hadisin râvisi Osman b. Abdillah b. Sürâka, ? tbn Ömer'e bunun zamanını sorduğunda, İbn ömer: "Süreyya yıldızının doğduğu zaman-•5 dır." demiştir. Buharî'de ise (34/85) Ebu'z-Zinâd'ın rivayetine göre Süreyya yıldızı doğa-* na kadar ve sarılan kırmızılarından ayırd edilene kadar arazisininin mahsullerini satmadı-, ğı Hârice b. Zeyd tarafından nakledilmiştir. Aynı hadis Muvatta'da (2/619): "Süreyya yıldızı doğana kadar mahsûlünü satmazdı." lafzıyla nakledilmiştir ki, bu deliller hadis-i şerifin, metinde biraz sonra gelecek olan üçüncü şekildeki yorumunu teyid etmektedir.
[416] Rahman, 54/6.
[417] Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed «Jemjmî (v. 360/970), Filistinli olup Mısır'da Fatımî veziri İbn Killîs'ın özel doktorudur. Mineraller, taşlar ve madenler hakkında kendinden sonra gelenlerin başvuru kitabı olarak kullandıkları Kitabu'l-Mürşid'i yazmıştır. Kitabu 'l-îtimâd'fi'l-Edviye adlı kitabı latinceye terceme edilmiştir. Bk. Brockelmann, GAL, 1/272-273. Seyyid Hüseyin Nasr, islâm ve İlim, s. 53, 179, 187.
[418] îbn Kuteybe ed-Dineverî, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim b. Kuteybe (214-276). Bağ-dat'da doğdu. Nahiv ve lügat bilginidir. Hadis, tefsir ve tarihçiliği yanısıra astroloji sahasında da meşhur olmuştur. Yukarıda isimlerini saydığımız ilimlerle ilgili bir çok eser yazmıştır. Kitabu'l-Maârif, Müşkilu'l-Kur'an ve'l-Hadis, Kitabu'l-Hayl, Kitabu'l-Envâr, Uyûnu'I-Ahbâr ve Kitabu'l-Enva' bunların en meşhurlarıdır. Altmış yaşında
Bağdat'ta ölmüştür. Bk. İbn Kesîr, Bidâye, 11/48; Zehebî, eİ-İber, 1/397, Doç. Dr. Mehmet Bayraktar, İslâm'da Bilim ve Teknoloji Tarihi, s. 202; İslâm Ansiklopedisi, 5/762.
[419] Keymus: Aslı yunanca olan bu kelime, tıpta hazmın dört safhasının ikinci kısmı olan ciğerlerde meydana gelen şekline verilen addır. Hazm ise, alman gıdanın, vücuttaki tabiî sıcaklık vasıtasıyla pişerek, tavırdan tavıra geçip bilfiil bedenin bir uzvu olmasıdır. Hazm, dört safhada meydana gelir. İlk defa ağıza alınan gıda çiğnenmiş lokma haline gelir ve mideye ulaştığında orada asıl hazım başlar ve Keylus safhası meydana gelmiş olur. Bu keylus karaciğere geçer orada ikinci hazım başlar. Burada keylusun bir kısmı kan, bir kısmı safra, bir kısmı balgam ve bir kısmı da koyu sıvı olur. Arta kalan lüzumsuz maddelerin bir kısmı böbreklere geçerek idrar olur. Diğer bir kısmı bağırsaklara geçerek safra ile çıkar. İşte bu .ciğerlerdeki safhada gıda, keymus adını alır. Üçüncü hazım ise ince kan damarlarında meydana gelir. Dördüncü hazım da uzuvlarda mevcud maddelerin içinde o maddelere tamamıyla benzemek için olur. Bu ince hazımların fazlaları gizli bir çözülme geçirirler. Artıklar, buhar olup menfezlerden, terle kirlenerek burun ve kulaktan, cerahatle. Saç ve kıllara geçerek, onlarla birlikte düşerek, çıkarlar. Daha geniş bilgi için bak: îbn Haldun, Mukaddime, 415; Tehânevî, Keşşaf, 1/1098, 1537; Dr. Âkil Muhtar Özden, İbn Sina Tıbbına Bir Bakış, s. S; Mucemu'l-Vasît, 808.
[420] Ebu Davud, 3923; Ahmed b. Hanbel, 3/451. Senedinde meçhul bir râvi vardır.
[421] Buharı, 76/30; Müslim, 2219.
[422] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/277-285.