- Vazife Anlayışımız

Adsense kodları


Vazife Anlayışımız

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Mon 18 October 2010, 06:31 am GMT +0200
Vazife Anlayışımız

İdris Arpat


Alemde gâyesiz ve maksatsızca yaratılmış bir varlık mevcut mudur? Bir varlık düşününüz ki, onu vâreden “mutlak kudret” yaratırken bir maksat gözetmemiş, bir rol biçmemiş olsun. Bu anlayış Cenâb-ı Hak’kın “hakîm” ismine zıttır. Ne ki vardır, bir varoluş gayesi mevcuttur. İşte her bir varlık, bu varoluş gâyesi istikâmetinde harıl harıl çalışır.

Bu tesbit doğruysa, buradan bir neticeye daha varırız: Her varlığın bir yaradılış gâyesi olur da, kâinât ağacının meyvesi, şâheser varlık insanın olmaz mı? Elbette insanın da bir yaratılış gâyesi vardır. O gâye Allah’ı (c.c.) tanımak ve O’na tapmaktır. Yâni Allah’ı (c.c.) bilmek, tanımak, teslim olmak. İşte bu yaratılışı gâyesini gerçekleştirmek insanın ana vazîfesidir.

Bu ana vazifenin neleri kapsadığı, hayâtın hangi alanında nasıl tecellî edeceği önemlidir.

Bu noktada şu soruyu da kendimize sormamız gerekir: Bizi vazîfemizi îfâya götüren muharrik güç nedir? Yâni, şu işi insanlık hayrına yapacaksam, hangi duygu beni bu zorluklara seve seve katlanmaya götürecektir?

İşte bu noktada Allah ve O’nun rızâsı, âhiret düşüncesi, kısaca imânımız devreye giriyor. Yine biz biliyoruz ki, iman vicdan doğuruyor. Vicdan insanın iç âlemindeki temyiz mekanizmasıdır, derûnumuzdan yükselen ilâhî sestir. Vicdan olmasaydı, insanlar bir yalandan başka bir yalana savrulup duracaklar, haklıyı haksızı ayıramayacaklardı.

İmanla uzaktan yakından alâkası olmayanlarda vicdan var mıdır? Varsa hangi kuvvettedir? Öte yandan iman kuvvetlendikçe vicdan da kuvvetlenir, zayıfladıkça zayıflar mı?

Bu soruların cevâbı başka bir yazının konusudur.

Kanâatimizce, iman ve vicdan bizi vazîfe insanı hâline getiren ana dinamiktir. İmânı ve vicdânı olmayan kimse bir takım fedâkarlıklar yapıyorsa bu, en nihâyet desinlere, görsünlere veya menfeâte varıp dayanacaktır. Hasbîlik vasfına eremiyecek, hesâbilikte kalacaktır.

Bu duruma göre vazîfe aklımızın, imânımızın, vicdânımızın bizden beklediği her şeydir ki, hayâtımızın tüm zamanlarını ve mekânlarını kapsar. Dolaysıyla Allah’a, insanlara, kendimize ve diğer varlıklara karşı vâzifelerimizi icrâ ederken “Allah (c.c.) ne der, vicdânım ne diyor?” soruları hep ön plâna çıkacaktır.

Derse giren öğretmen, yazısını yazmaya başlayan yazar, sürüsünü otlatan çoban, tarlasındaki çiftçi, tezgâhının başındaki esnâf kendini Allah’a (c.c.) beğendirmek istiyorsa elbette iç dünyasına kulak verecekitr.

Şu anda yazıyorsam, bu yazı elimden gelenin en iyisi olmalıdır. Biraz sonra arkadaşımla çay içerken kalıcı, gönül alıcı bir şeyler söyleyebilirim. Dinlendimse tekrar bir işe koyulmalıyım veya işi değiştirerek dinlenmeliyim.

Vicdanıyla yaşayan insanlar her yaptığı işte bir mükemmellik vasfı arayacağına göre gerçekleştirilen netice onu tatmin etmeyecektir. Gerçi vazîfe yapılmıştır ama, daha güzeli başarılabilirdi. “En güzel şiir daha yazılmamış, en güzel türkü henüz söylenmemiş olandır.”

Bu anlayıştaki bir insan artık, her zaman ve mekânda, ihsan sırrına ermiş bir vazîfe insanıdır. Halin muktezâsını, ânın vâcibini ifâya hazırdır. Bitmez tükenmez bir vazîfeler zinciriyle karşı karşıyadır. Ona göre vazîfeyi belli zaman ve mekânlarla sınırlandırmak insânî ve islâmî bütünlüğü görememektir.

Söz gelimi, yolda yürüyorsanız, bir hayırlı işi, zihninizde enine boyuna geliştirebilirsiniz. Şiirinize münâsib bir mısrâ arıyor olabilirsiniz. Karşılaştığınız bir müslümana güler yüzle selâm verebilirsiniz. Bir taşı ayağınızla kenara itebilirsiniz. Evde iseniz münâsib bir şeyler okuyup öğrenebilirsiniz. Teybinize güzel bir kaset sürebilirsiniz. Ara ara bir mübârek cümleyi tekrarlayabilirsiniz.

Bir de imanın söndüğünü, vicdânın sustuğunu düşünelim. Bu bir fâciâdır. Vazife anlayışından mahrûm, haram-helâl duygusundan yoksun insanlar rahat bir hayâtın ötesinde bir şey düşünmeyecektir. Onlar için “kolayından bol kazanç” duygusundan başka önemli bir şey yoktur. Ne üretip meydana getirme sevdâsı, ne veren el olma duygusu. Zevâhiri kurtarmak için bir şeyler yapıyormuş gibi görünmek... Bütün mesele bundan ibârettir.
Şimdi şu yaralı vicdânın sesine kulak verelim. Türkiye’de vazîfeye karşı umûmî bir lâkaydi var. Herkes çıkarını, rahâtını, kolayını düşünüyor. Bu, insanların hareketlerini tanzîm eden bir ideâl olmamasından ileri geliyor. Türkiye’de îmânını kaybetmiş münevverler, samîmî olarak kendi çıkarlarından başka bir şeye inanmıyorlar. İdeoloji sâdece bir vâsıta vazîfesi görüyor.”

Bu tesbitler rahmetli Mehmet Kaplan’a âit. (Ali’ye Mektuplar, s. 215, 1. Baskı, Ağustos-1992)

İş bu noktaya tereddî ettiyse (gerilediyse) artık ne yapsanız dikiş tutturamazsınız. Meğer ki, işe imandan, vicdandan başlayasınız.

“Vel hâsıl, elinden geleni yapmak vazîfedir, yapmamak suç. Elinden daha fazla şey gelmesi için çalışmaksa fazîlettir.”

İnsanlık âilesi fazîletli evlâtlarına müteşekkirdir efendim