Eslemnur
Mon 20 September 2010, 10:22 pm GMT +0200
VATANDAŞLIK VE YABANCILIK DURUMU
A. "Elbette ki, iman edenler, hicret edenler, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanlar ile bunları barındıran ve yardım edenler... Bunlar birbirlerinin koruyucusu ve yardımcılarıdır. İman edip de hicret etmeyenlerin ise, hicret edinceye kadar koruma mesuliyeti size ait değildir. Bu müminler, din yolunda sizden yardım dilerlerse, sizinle arasında ahit bulunan bir kavme karşı, olmamak şartiyle yardım etmek sizin vazifenizdir. Elbette ki, Allah sizin ne ettiğinizi görendir."
(Enfâl: 72).
Bu âyet-i kerime İslâmî Anayasanın mühim bir maddesidir. Burada şu usul gözönünde bulundurulmuştur ki, "velayet": (koruyuculuk, yardımlaşma ve bağlılık) yalnız müslümanların arasında olacaktır. Yani Darül - İslâm dahilinde bulunanlar İslâm Devletinin himayesi altındadır. Eğer bu müslümanlar, Darül - İslâmın dışında iseler, o zaman hicret edip Darül - İslama geleceklerdir. Bunun dışında İslâmî ülkelerin haricinde bulunan müslümanlara karşı yine kardeşlik vardır. Fakat onlara karşı "velayet": (koruma) yoktur. Yine bu şekilde hicret edipde gelmeyen müslümanlar hakkında yine "velayet: koruma" yoktur. Onların da darül - küfr vatandaşlığını terk edip, hicret edip, Darül - İslama gelmeleri lâzımdır. "Velayet" kelimesinin Arapçadan tercümesi himaye etmek, yardım etmek, korumak, desteklemek, dostluk etmek, yakınlık göstermek, himayesindekinin işi ile alâkadar olmak ve bunun gibi mefhumlardır. Bu âyet-i kerime üzerinde toplu olarak durulacak olursa, şu mâna çıkar ki, bir hükümet kendi vatandaşlarına, vatandaşlarda hükümete ve diğer vatandaşlara karşı koruyucu durumdadırlar. Bu itibarla bu âyet-i kerime, "düsturî ve siyasî velayet": Anayasa hükmüne göre siyasî koruma işini hükümet kendi ülkesinin hudutları içine almış bulunuyor. Bu hududun dışındaki müslümanların korunması, yahut da himayeleri bu hükümetin vazifesinin dışında bırakılıyor. Velayetin mevcut olmamasının da bir hayli kanunî sebepleri vardır ki, biz şimdi bunların hepsinden bahsetmeyi lüzumlu görmüyoruz. Misâl olarak şu noktaya işaret edelim ki, "Adem-i Velayet" e istinaden darül - küfr ile darül - İslâm müslümanları birbirlerine vâris değillerdir. Birisi de diğerinin kanunî velisi (Guar-dian): "koruyucusu" da değillerdir. İslâmî hükümet böyle bir müslümana darül - küfür hemşehriliğinden ayrılıncaya kadar, vazife ve memuriyet de veremez. Buna göre İslâmî devletin mesuliyeti, bu devletin içinde yaşayan müslümanlar içindir. Dış ülkelerde yaşayan müslümanlar bu mesuliyetin altına girmemişlerdir. İşte bu durumu aydınlatmak için Zat-ı Risaletpenahileri şöyle buyurmuşlardır:
"Den müşrikler arasında oturan müslümanları korumakla mükellef değilim."
Bu şekildeki İslâmî müeyyide, uzun çekişmelere, kavga ve savaşlara neden olan ve milletlerarası meseleleri karıştıracak olan bir meseleyi kökünden halletmiş oluyor. Nitekim, bu gün bazı hükümetler de, kendi hudutları dışında bulunan azınlıkların mesuliyetini üstüne almakla, ardı arkası kesilmeyen muharebelere meydan vermişlerdir.
Yukarıdaki fıkra ile darül - İslâm dışında oturan müslümanlar "Siyasî Velayet" alâkasının dışında bırakılmışlardır. Fakat bundan sonra gelen fıkra bu vaziyeti izah ederek, dış ülkelerdeki bulunan müslümanlar bu alâkanın dışında olmalarına rağmen, onlarla tamamen alâka kesilmez, denmiştir. Onlarla "dinî kardeşlik" mefhumu devam edecektir. Eğer onlara herhangi bir şekilde zulm edilmiş ise, onlar da İslâmî kardeşliğe istinaden, darül - İslâm hükümetinden veya darül - İslâm ülkesi sakinlerinden yardım isterlerse mazlum kardeşlere yardım etmek farzdır. Fakat bu husus biraz daha açıklanmalıdır ki, bu din kardeşlerine yapılacak olan yardım, körü körüne yapılmış olmasın. Böyle bir yardım, milletlerarası mesuliyetleri, ahlâkî hudut ve ölçüler gözönünde tutularak yapılacaktır. Zulmeden kavmin, darül - İslâm hükümeti veya kavmi ile bir anlaşması varsa, o zaman, bu anlaşmayı bozacak şekilde bir yardım yapılamaz.
Âyet-i kerimede anlaşma yerine "misak" kelimesi kullanılmıştır. Arapça olan bu kelimenin kökü "vusûk" dan gelir. "Vusûk" demek, Urdu dilinde de kullanılan vusûk manasından başka bir şey değildir. Yani güvenmek, itimat etmek manasınadır. Misâk kelimesi de bir devletin diğer bir devlete karşı güvenlik içinde bulunmasıdır. Meselâ aramızda muharebe yoktur denir. İster açık bir şekilde saldırmazlık paktı yapılsın, isterse açık olarak saldırmamazlıktan bahsedilmesin. Güvenilir bir hâl bulunursa buna "misâk" vardır, denir.
Sonra âyeti kerimenin metninde "sizinle onların ara-sında bir misak" dan bahs ediliyor. Bundan da gayet açık bir şekilde anlaşılıyor ki, darül - İslâm hükümetinin herhangi bir gayrı İslâmî hükümet ile sadece yazılı veya sözlü paktı değil, bu hükümetin kavmi milleti ile diğer bir millet efradı arasında bulunan kabul edilmiş anlaşmalar da bunun dairesi içindedirler. İslâmî şeriat katiyen şu meseleye cevaz vermez ki, Müslüman Hükümet başka bir hükümetle veya müslüman hükümetin fertleri başka bir hükümetin fertleri ile anlaşma yapmış olsunlar ve bu anlaşmanın mesuliyetini de yüklenmiş bulunsunlar. Bu defa ya müslüman hükümet yahut da bu hükümetin fertleri silkinip bu mesuliyeti omuzlarından atıversinler. Elbette ki, darül - İslâm hükümetinin anlaşmalara bağlı bulunması sadece bu hükümetin ülkesi hudutları dahilinde bulunan müslümanlara ait olur. Diğer ülkede bulunan müslümanlara ait değildir. Bu şekilde "Hudeybiye sulhu sırasında, Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mekke kâfirlerine bu şekilde muamele etmişti. O zamanki anlaşmanın mesuliyeti Hazret-i Ebu Busayr ve Ebû Cendel'in ve diğer darül - İslâm dışında yaşayan müslümanların üzerine yüklenememişti.[292]
B. "Bir kavmin hıyanetinden korkarsan (ahitlerini) açıkça onların karşısına çıkar."
(Enfal: 58)
Bu âyet'-i kerimeden anlaşıldığına göre, herhangi bir şahıs yahut da bir zümre ile anlaşmamış olduğu takdirde, onların bu anlaşmamış sadık kalmadıklarından şikâyet etmek, yahut da bize karşı bir hiyanet yolunu mu tutmuşlar diye endişeye düşmek, bizim için caiz olmaz. Aramızdaki anlaşmanın hükmü kalmamış veya ortada bir anlaşma yokmuş gibi hareket etmek de doğru değildir. Ancak karşı tarafın anlaşmayı bozmak yolunda olduklarını tavır ve hareketlerinden sezdiğimizi daha önce onlara bildirdikten sonra, artık aramızdaki anlaşmanın yürürlükte olmadığını ve kendi tutumları yüzünden muahede şartarının ortadan kalktığı ifade edilecektir.
Bu emri İlâhiye istinaden Zatı Risaletpenahileri, İslâmın milletlerarası siyaset usulünde şu esasa ait kararı bildirmişlerdir:
Bir kavim ile arada anlaşma bulunursa, bu anlaşmanın müddeti bitmiş olmadan daha önce, anlaşma bozulmayacaktır. Muahede hükümlerinin devam edeceği veya fesh edileceği karşı tarafa bildirilecektir.
Zatı Saadetleri şu mühim kaideyi de gözönünde bulundurmuşlardır:
Sana hıyanet edene hıyanet etmeyeceksin.
Bu usul sadece bir öğüt olarak ve kitapları süsle
mek için konmamış, bu usul yaşayışta amelen bağlı bulunulacak bir usuldür.
Nitekim bir ara emîr Muaviye Rum'a saldırmak maksadiyle, Rum hududuna ordunun toplanması için emir vermişti. Anlaşma bitmesine de daha bir müddet zaman vardı. Nitekim bu durumu gören ve sahabi olan Hazret-i Amr ibn-i Anbese Radıyallahu anh, itirazda bulunarak, Resulü Ekremin hadisi şerifim ortaya köydü ve bu hususta ısrarla durdu. Nihayet Muaviye Hazret-i Amr'ın sözlerine boyun eğmek zorunda kaldı ve ordunun toplanmasından vaz geçildi.
Tek taraflı anlaşmayı feshederek, harp ilân etmeksizin karşı tarafa saldırmak eski câhiliye devrinin usulüdür ki, zamanımızda modern câhiliye mensupları arasında da bu usul pek rağbettedir. Nitekim bunun en yeni misallerinden birini ikinci dünya savaşında gördük. Almanların Rusyaya, İngilizlerle Rusların İrana saldırışları konumuzun canlı örneklerindendir. Umumiyetle bu münasebetsiz tutuma, saldırıdan önce karşı tarafı haberdar edersek, o zaman karşı tarafı uyarmış oluruz, onlar da karşı koyabilir, düşüncesi bahane edilmektedir. Fakat bu gibi bahaneler ahlâkî mesuliyeti ortadan kaldırmaz. O idarecileri de günahtan kurtaramaz.
Her hırsız, her yol kesen, her zina eden ve her katil ve her düzenbaz, yaptığı cürümlere bu gibi bahaneler uydurur. Şimdi işin tuhafı şudur ki, Milletler camiasına mensup milletler kendi aralarında bu gibi ahlaksızlıkları caiz sayarken, fert olarak bu ülkelerde yaşayan vatandaşları böyle bir ahlaksızlık yaparsa onları, mücrim adediyorlar.
Burada şu noktayı da bilmek zarureti vardır ki, İslâmî kanunda sadece bir hususta haber vermeksizin saldırıya müsaade edilmiştir. Karşı taraf, anlaşmayı bozduğunu bildirmeksizin bize karşı düşmanca hareketlere girişir ve saldırmaya hazırlanırsa, o zaman biz de artık yukarıdaki âyet-i kerimenin medlulünün haricine çıkmış oluruz. Başka bir hükme girer ve düşmana haber vermeden saldırabiliriz.
İslâm Fakihleri bu istisnaî hükmü, Nebî Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şu hareketinden istidlal ediyorlar. Kureyş Beni Huzâa vakasında açıktan açığa Hudeybiye sulhu anlaşmasını bozdular. O zaman Zat-ı Saadetleri de anlaşmayı hükümsüz kıldıklarına dair karşı tarafa haber vermeden, Mekke üzerine hücuma geçilmesi için emir buyurdular. Fakat biz bu istisnaî kaideden faydalanmak istersek, o zaman bütün ahvalde Zat-ı Saadetlerinin bütün tavır ve hareketlerini gözönünde bulundurmamız icap eder. Hadis ve Siyer kitaplarında bu meseleler etraflıca anlatılmıştır.
1. Kureyşin muahedeyi bozduğu o kadar açık bir gerçekti ki, itiraza mahal hiç bir husus yoktu. Bunu Kureyş de itiraf ediyordu. Kendileri anlaşmayı yenilemek için Ebu Süfyanı Medineye göndermişlerdi. Bu da ortada bir anlaşma hükmü kalmadığına dair açık bir delildir. Anlaşmayı bozmuş olan karşı tarafa da acaba biz de bu anlaşmayı bozalım diye sormaya lüzum kalmaz. Aslında anlaşma kendiliğinden bozulmuş bulunuyordu.
2. Onlar tarafından anlaşma bozulduktan sonra, yine Zat-ı Saadetleri, tarafından bu kavim yine muahid kavim olarak düşünülmüştü. Fakat Ebu Süfyan, Medineye gelip de Zatı Râsaletpenahilerinden, anlaşmayı yenilemek talebinde bulununcaya kadar da Zatı Saadetleri anlaşmayı resmen bozulmuş saymamışlardı. Fakat Ebu Süfyanın bu teklifi anlaşmanın bozulmuş olduğunu meydana koydu ve Zatı Saadetleri de yenilemeyi kabul buyurmadılar.
3. Kureyş aleyhine muharebeye girişmek açık olarak belli idi. Zatı saadetleri, hiçbir zaman aldatıcı işlere tevessül edecek bir zat değillerdi. Sallallahü Aleyhi ve Sellem, zahirde dost görünüp sulh iddiasında bulunupda gizliden gizliye harp yolunu tutan bir idareci değildi.
Bu mesele Nebî Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in isveyi hasenesi (en güzel örnek) dir. Bu hadisede yukarıdaki ayetin umumî hükmünü bozmamıştır
Milletlerarası ihtilaflarda bir çok konuşma, görüşme ve hatta üçüncü bir devletin aracılığına rağmen, yinede kuvvetli tarafın haklı çıktığını görüyoruz. Bu bakımdan bizim de kuvvet kullanmamız caizdir. Fakat yukarıdaki âyetin medlulüne gelince, ahlakî bir ilândan sonra, kuvvet kullanmamız icap eder. Gizli ve saklı olarak muharebeye girişmek ve barışta imiş gibi görünüp savaş yolunu tutmak ahlaksızlığını İslâmî tâlim bize öğretmemiştir.[293]
C. "Bundan böyle onları savaşta ele geçirirsen kendilerini korkut. olur ki, arkalarından gelenleri düşündürürler."
(Enfal: 57).
Bu âyet-i kerimeden anlaşılan mesele şudur: Anlaşma yaptığımız bir kavim, muahede kaidelerine uymaz da tesbit edilen şartları ihlâl ederek bize karşı savaş açarsa, o zaman bizim de anlaşma şartlarını bir tarafa atarak, savaşa girmek hakkımız olur. Aynı şekilde aramızda muahede bulunan başka bir kavim, bizim düşmanımız olan kavimle bir anlaşma yoluna gidip de, bizim aleyhimize onlara yardım ederse, o zaman, bu kavimle de daha evvel yaptığımız anlaşmanın hükmü kalkmış olur. Nitekim bu kavmin fertleri de fert olarak, kendi kavimlerinin bağlı bulunduğu anlaşmalara aykırı hareket ederlerse ve bizimle savaşan kavme yardımda bulunmak ve onlarla birlikte bizim aleyhimize çalışmak yolunu tutarlarsa, o zaman yine, bunlarla yaptığımız anlaşmada yazılı bulunan can ve mal muhafazasından mesul olamayız.[294]
D. "Eğer onlar sulha temayül gösterirlerse, sen de sulha yanaş. Allah'a da tevekkül et. Elbette ki, O bilen ve duyandır. Yoksa sana hile yapmak isterlerse, elbette ki, Allah sana yeter..."
(Enfal: 61 - 62).
Yani, milletlerarası meselelerde korkakça bir usul takip etmeyeceksiniz. Allah'a güvenecek ve cesaretle ortaya atılacaksınız. Düşman ne zaman sulh kapısı açmak isterse, siz de bu teklife yanaşacaksınız. Fakat bu sulh teklifi iyi niyete dayanmayıp da bir hileye başvurarak yapılmak isteniyorsa, o zaman yine siz Allah'a güvenip, cesaretle karşı koyacaksınız. Öyle bir harekette bulunacaksınız ki, hile yoluna giden hilekâr düşman, bu hile ile sizi kandırıp yumuşatarak aldatmasın.[295]
Yukarıdaki sahifelerde, Kur'an-ı Kerimin siyasî mefhumları ve İslâmi hükümetin milletlerarası mevzulardaki usullerinin esasları anlatıldı. Kur'an-ı Kerim yaşayışın her dalına ait açık hidayetler getirmiştir. Müslümanlara da ferdî ve içtimaî muamelelerde ve meselelerde bu hidayetleri gözönünde bulundurmak farz olmuştur. Bu hidayetlerin aydınlığı altında muamelelerini yürütmelidirler. Böyle yapmakla ancak, onlar kendi din ve imanlarının gereklerini yerine getirmiş olurlar.