saniyenur
Thu 23 August 2012, 12:54 pm GMT +0200
VAHİY HÂDİSESİ
Allah'ın rasûlü Hz. Muhammed, vahiy adına insanlara hitabeden ve İlâhî kelâmı onlara aktaran peygamberler halkasının sonuncusudur. Nuh peygamberden beri, Allah'ın sözlerini insanlara aktaran ve kendi nevalarından konuşmayan seçilmiş kimseler zaman zaman geldi. Allah'ın onunla kendilerini desteklediği vahy, kendisiyle Muhammed'i desteklediği vahiyden farklı değildi. Aksine vahiy vakıası hepsinde aynı idi. Çünkü kaynağı birdi; hedefi birdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlar(m)a, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zeburu vermiştik. Daha önce sana anlattığımız ve anlatmadığımız elçilere de (vahyetmiştik). Ve Allah Musa ile de konuşmuştu." (4: 163-164).
Âyette isimlerinden açıkça bahsedilen peygamberlerin özellikle zikredilmeleri, İsrailoğullarının en meşhur peygamberleri olmalarındandır. Onlar hakkında söylenen haberler, Hicaz ve çevresinde Rasûlullah'a komşu bulunan Kitab Ehli arasında yaygındı (el-Vahyu'l-Muhammedî, sh. 31).
Onun İçin Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed'in kalbine indirilene vahiy demeye özen göstermiştir. Burada, bütün peygamberlerle ona gelen vahyin hem mâna ve hem de lâfız olarak birbirine benzediğine dikkat çekilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyuruimaktadır:
"İnmekte olan yıldıza andolsun ki, arkadaşınız sapmadı, azmadı. O heyâsından konuşmaz. O(na inen Kur'ân veya onun söylediği sözler), kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir." (53: 1-4)
"...De ki: 'Onu kendiliğimden değiştirmek benim için imkânsızdır. Ben sadece bana vah-yolunana uyarım..." (10: 15).
"Onlara bir âyet getirmediğin zaman: '(öteki âyetleri surdan burdan topladığın gibi) bunu da toplasaydın ya!1 derler. De ki: 'Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum..." (7: 203).
Ayrıca akıl sahibi kimselerin vahyi tuhaf karşılamalarım onlara yakıştırmaz ve şöyle buyurur:
"İçlerinden bir adama: 'İnsanları uyar ve iman edenlere, Rableri katında kendileri için (yüksek) bir doğruluk makamı olduğunu müjdele' diye vahyetmemiz, insanlara tuhaf mı geldi? Kâfirler: 'Bu, bir büyücüdür.' dediler." (10: 2). İnsanların beşeriyette müşterek olmaları, Allah'ın aralarından birini dilediği ilim, hikmet ve imana aday seçmesine engel olduğuna mantık hüküm verebilir mi? Mantık bu seçimi bir tuhaflık saymaya yetkili midir ki, insanlar meseleyi alaya alsın ve küfür ehli bu vahyi sİhire benzetsin?
Tuhaf karşılanmayan vahiy, anlaşılması kolay ve kapalılıktan uzak bulunanı olmalıdır. O halde dinin nazarında bu vahyin hakikati nedir? Hz. Muhammed'e gelen vahiy ile diğer Peygamberlere gelen arasında ne gibi bir farklılık vardır?
Din, bu şekildeki süratli gizli haber vermeyi "vahiy" olarak isimlendirirken, vahiy kelimesinin lügat manasından uzaklaşmış değildir. Vahiy şu manalarda kullanılır:
a- İnsan İçin söz konusu olan fıtrî vahiy. Yüce Allah'ın: "Musa'nın anasına onu emzir diye ilham ettik." (28: 7) ve "Havarilere: 'Bana ve elçime İnanın!' diye ilham etmiştim..." (5: 111) âyetlerinde olduğu gibi.
b- Hayvan için söz konusu olan içgüdü. Yüce Allah'ın şu sözünde olduğu gibi:
"Rabbin bal arısına (şöyle ) vahyetti: 'Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler edin!" (16: 68).
c- Rumuzla ve îma yollu süratli işaret. Hz. Zekeriyya'dan bahisle şu ayette geçtiği gibi: "Mâbedden kavminin karşısına çıkıp onlara: 'Sabah akşam (Rabbinizi) teşbih edin!' diye işaret etti." (19': 11) Bu âyetin tefsirinde bilinen, Hz. Zekeriyya'nın onlara bir işarette bulunduğu ve konuşmadığıdır. Şairin şu sözlerinde de aynı manada kullanılmıştır: "Ona öyle bir bakış baktım ki, vasıflarının hârikulâde-liğinde düşüncemin incelikleri şaştı/ Göz kırpması ona, sevgimi iletti. Ve o iletiş, yanaklarında etki yaptı."
d- Vücut organlarıyla ima. Şairin şu sözünde olduğu gibi: "Ona bir bakış baktım, vasıflarının fevkaladeliğine düşüncenin incelikleri şaştı./ Göz kirpisi ona, onu sevdiğimi ima etti. İma, yanaklarında etki yaptı." (İsfahanî, Müfredat).
Kur'ân-ı Kerîm ayrıca şeytanın vesvesesi ile kötülükleri insana hoş göstermesini de vahiy ile ifade ederek şöyle buyuruyor: "...(İnsan ve cin şeytanları), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar..." (6: 112) Yine şöyle buyuruyor: "... Şeytanlar, dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için fısıldar (telkinde bulunur)lar..." (6: 121).
Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın acilen emirlerini yerine getirmeleri için meleklerine ilka ettiği şeyleri de vahiy olarak isimlendirir: "Rabbin, meleklere vahyedİyordu ki: 'Ben sizinle beraberim, siz iman edenleri pekiştirin; ben inkâr edenlerin yüreklerine korku salacağım..." (8: 12).
Allah'ın, Peygambere ulaştırmak üzere meleği görevlendirdiği inzal olan kitapların ayetlerini vahiy olarak İfade etmesi ile Peygamberin kendisine vahiy ifadesi arasında sıkı bir ilişki vardır. İki ifade arasındaki mana farklılığı, vahiy meleğinin, vazifesini tam bir sadakada yerine getirmesi ile peygamberin onu lavıp hıfzetmesi, onu tebliğ etmesinden başka bir şey değildir. Nitekim Yüce Allah öyle buyıırmaktadır: "(Allah'ın) kuluna, vahyettiğini vahyetti." (53: 10). Çünkü burada kastedilen, Allah'ın, güvenilir olan vahiy meleği Cebrail'e Cebrail'in peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e vahyedeceğini vahyettiğidir. O halde bu âyetteki vahyin delâlet ettiği mana Şuarâ sûresinde geçen tenzil kelimesinin delâlet ettiği manadır: "Muhakkak ki o (Kur'ân), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu, inzâr edicilerden olasın diye, Rûhu'l-Emin (güvenilir ruh, yani Cebrail) senin kalbine indirdi." (26: 192-195).
Ancak Kur'ân-ı Kerim, süratli bir şekilde ve gizli haber vermeyi vahiy olarak isimlendirirken vahiy kelimesinin lügat manasını gözetmekle birlikte Allah ile kendilerine indirdiği kitaplara namzet olarak seçtiği peygamberlerle gaybî ve gizli teması sadece vahiy meleğiyle olmamıştır. Aksine, bir âyette vahyin üç şekline işaret edilmiştir:
1- Manânın peygamberin kalbine ilhamı.
2- Allah'ın perde arkasından peygamberle konuşması. Nitekim Yüce Allah ağacın arkasından Hz. Musaya nida etmiş ve Hz. Musa da bunu duymuştu.
3- Vahiy denirken dindar bir kimsenin normal olarak anladığı şekildir ki, bu da melek vasıtasıyla olan vahiydir. Vahiy mele-S1» ya bir insan suretinde veya kendi aslî suretinde olduğu halde Allah'ın ulaştırmasını istediği talimatı getirip peygambere bildirir.
Bu konusu ettiğimiz bu üç şekil şu ayette ifade edilmektedir: "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşma/- Ancak vahiyle (kulunun kalbine düşünceyi doğurarak), yahut perde ve süratli haber vermenin kendine has özel şekilleri vardır. Ayrıca bu şekiller, Kur'ân'ın nazarında gizlilik ve sürat bakımından vahye benzeyen eski ve yeni haber verme şekillerinden farklıdır. Onun için Kur'ân-ı Kerim bütün peygamberlerde vahiy mefhumunun aynı olduğunu açıklamasına rağmen Kitabı Mukaddes Sözlüğü'nda vahyin "Allah'ın ruhunun, ruhî hakikatlerle gaybî haberlere muttali olmaları için, şahsiyetlerinden hiç bir şey kaybetmeksizin mülhem kâtiplerin kalblerine hululüdür. Bu kendilerine ilham vâki olan kâtiplerin herbirinin kendilerine has telif şekilleri ve ifade üslupları vardır." şeklinde tarif edilmesi esef vericidir. Bu sözlüğün tarifine göre, vahiy, Allah'a bağlı ve O'ndan kaynaklanan mahiyetinden ziyâde; ilham sahibi şairlerle, mutasavvıflarda saf ve temizine, kâhin ve sihirbazlarda bozuk ve bulanık çeşitlerine kadar insanlığın şahit olduğu keşf mânasına çok daha yakındır. (S. Salih, Kur'ân İlimleri).
Kelimeleri yerli yerinde kullanmamaktan dolayı vahiy vakıası ile keşf ve benzeri ilham, sezgi, bilinçaltı ve biliçsizlik gibi kelimeler arasında kalın bir çizgi çizilmelidir. Ne yazık ki günümüzün aydınları, yabancılara benzemek sevdasıyla bu gibi kelimeleri ağızlarına sakız yapıyor ve diğer peygamberlerle peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed @'e gelen vahyi büyük bir saflıkla bu gibi kelimelerle izah etmeye kalkışıyorlar.
İddia eden herkese keşfi ispatlamak pek kolaydır ama vahiy iddiasında bulunan bir kimse bu iddiasında ısrar etse de onu reddedebiliriz.
Keşf, açık ve sınırları belli bir anlamdan uzaktır. Çünkü çoğu zaman o, çatışma ve gayretin yahut ruhî egzersizlerin ya da uzun düşünmenin bir neticesidir. Kalbde ne tam bir yakîn ve ne de tam bir şüphe doğurur. O, daima şahsî bir vakıa olarak kalır. Hakikati, daha üstün ve yüce bir kaynaktan almaz.
Ariflerin keşfi ve erenlerin ilhamı, kalbin yakîne ulaşmaksızın bildiği bir hazdır. Kalb ona sürüklenirken, hakiki kaynağını bilmeden ona yönelmiştir. Haz ve zevk ehlinin her haz ve zevki ona dahildir. Hatta Yunanlılardaki şiir tanrıları efsanesi ile câhiliyye devri Arap-larmdaki şiir şeytanları da onun kapsamı içerisindedir.
Hiç şüphesiz keşif de, İlham gibi psikolojinin ilgilendiği konulardan biridir ve onu iddia edenlerce bile hâlâ kapalı hususları ihtiva etmektedir. Çünkü bu gibi şeyler "bilinçdışı" alanının içine girmektedir. Bu alan, isminden de anlaşıldığı gibi, şuur hallerinden çok uzaklardadır: Şayet bir kimse için; "keşf ve ilham sahibidir" denilirse o, bununla peygamberlik ve vahiy derecesine yükselmez. Çünkü her vahiyde tam bir şuur ve kavrayış vardır (Zahiratü'l-Kur'âniyye, sh. 161). Her Peygamberlikte, peygamberliğin anlamı ve hedefi açık ve nettir.
Vahiy hâdisesinde dinî hakikatler ve gaybî haberler tabiatları itibarıyla meçhul perdesini aralamayı ferasete ve sezgiye bırakan şuur dışı yollardan uzaktır. Ayrıca mantıkî deliller ve zamanla olgunlaşan düşüncelerle meçhulün bilinmeyen yönlerini ortaya çıkararak zahirî duygu ölçülerine de uymak mecburiyetinde değildir (Nebeu'l-Azîm, sh. 34). O, ancak iki kişi arasında geçen ulvî görüşme, karşılıklı konuşma düşüncesine tâbidir: Konuşan, emreden ve veren zat, bir de muhatap olan, emirleri yerine getiren ve alan zat.
Rasûlullah, kendisinden rivayet edilen ha-dîste vahyin kalbine inişini bu şekil üzere tarif ediyor ve şöyle buyuruyor: "Bazen bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. En şiddetli olanı budur. Söylediğini belledikten sonra, o benden ayrılır. Bazen de melek bana bir adam suretinde gelir ve benimle konuşur. Ben de, ne söylediğini iyice bellerim." (Buharı).
Rasûlullah burada vahyin iki şeklini açıkça beyan etmektedir: Bunlardan biri, ağır sözün kalbine vahyedilmesi yoludur. Bu sırada Rasûlullah çıngırak sesine benzer ard arda devam eden bir ses duyuyor. İkinci şekil ise, Cebrail'in insan suretinde gelmesidir. Cebrail'in, suretinde geldiği kişi şekli, Rasûlullah'in kendisine güven duyup korkmayacağı bir şekildir. Birinci şekilde gelen vahyin daha zor ve getirdiği sözlerin, dayanılması daha güç olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Yüce Allah: "Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedi-yoruz." (73: 5) buyuruyor. Öyle ki, vahiy geldiğinde Rasûlullah'ın alnı terlerdi. Mü'minlerin Anası Hz. Aişe'den şöyle dediği nakledilir: "Rasûlullah'ı, soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy gelişine şahit olmuşumdur. Vahiy gittiğinde şakaklarından şıpır şıpır ter dökülürdü." (Buharı). Bu şekilde gelen vahyin ağırlığı bazen öyle bir dereceye ulaşırdı ki, Rasûlullah devesinin üzerinde ise, manevî ağırlığa tahammül edemeyen deve çökerdi. Bir defasında Rasûlııllah'in dizi, Zeyd b. Sabit'in dizi ile temas hâlinde iken vahiy gelmiş, Zeyd o kadar ağırlık hissetmişti kİ, bu ağırlık altında ayağı kırılacak gibi olmuştu (Ebû Davud, Müsned-i Ahmed).
İkinci şekil ise daha hafif ve geüşi daha lâtiftir; ne çıngırak sesleri vardır ve ne de terleyen alın. Sadece vahyi getiren ve vahyi alan bakımından bir benzerlik mevcuttur. Her ikisi için taşınması da, alınması da kolay olan bir vahiydir. Ancak her iki durumda da, Rasûlullah kendisine gelen vahyi iyice anlamak için son derece dikkatlidir. Nitekim birinci şekil için: "Vahiy ayrıldığında ne dediğini iyi bellemiş olduğum halde ayrılır" İkinci şekil için de: "Benimle konuşur ve ben de ne dediğini iyice bellerim" buyurmaktadır. Böylece inen Kur'ân'ın inişi ânında gelen vahiy kendisi için ağır veya hafif olsun, vahiy gelmeden Önce de, gittikten sonra da ve vahyi aldığı esnada da şuuru tam yerinde olduğu halde tebliğ edileni tam olarak anladığını ifade etmektedir.
Ayrıca şuuru tam yerinde olduğu için, Kur'ân'ın inişi boyunca, emir alan beşerî şahsiyeti ile yüce ve emredici Vahiy şahsiyetini biribirİne karıştırmamıştır. O, daima Allah'ın huzurunda zayıf bir insan olduğunun şuurunda olmuş, kalbi ile Allah arasında bir engelin girmesinden korkmuştur. Bize kadar intikal eden duasında Rabbine şöyle yalvarmıştır: "Allah'ım! Ey kalpleri yönlendiren, kalbimi sana İtaata yönelt! Allah'ım! Ey kalpleri tersyüz eden, kalbimi dinin üzere sabit kıl!" Hatta vahyin ilk geldiği sıralarda, bazı ayetleri unutma endişesiyle, gelen vahiy son bulmadan alelacele kendisine vahyedileni tekrar etmeye koyuluyordu. Cebrail'in kendisine tebliğinden hemen sonra, harf harf tekrar etmeye büyük çaba harcıyordu (Buharî). Nihayet Yüce Allah Kur'ân'ı parça parça indirmekle ezberlemesini kendisine kolaylaştırmış ve va'dine tam olarak İnanmasını emrederek şöyle buyurmuştur: "(Ey Rasûlüm!), onu tekrarlamak için (henüz Cebrail, sana vahyi bitirmeden) dilini depretme. Onu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer. Sana Kur'ân'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak bize düşer." (75: 16-19). Ve gereği olmayan bu acelecilikten de onu sakındırarak şöyle buyurmaktadır: "... Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur'ân'ı acele okumağa kalkma; 'Rabbim, ilmimi artır!' de." (20: 114).
Rasulullah'ı Allah'ın huzurunda, O'ndan yardım dileyen, hidayete kavuşturmasını ve affedilmesini talebeden, emrolunduğuna dört elle sarılan ve bazen şiddetli kınamalara muhatap güçsüz bir kul olarak tasvir eden Kur'ân âyetlerini okuyan kişi kalbinin derinliklerinde hissedeceği vicdanî duygu, Yaratan ile yaratılanın sıfat, zât ve üslûpları arasındaki nihayetsiz farkı kendisine gösterecektir.
Hz. Muhammed'in Kur'ân'da anlatılan tavrı; Rabbinin emirlerine muhalefet söz konusu olduğu zaman O'nun azabından korkan ve bunun için de emirlerine bağlanan, rahmetini dileyen ve Allah'ın Kitabından tek bir harfi bile değiştirmekten âciz olduğunu itiraf eden mûtî kulun tavrıdır. "Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman, bize kavuşmayı ummayanlar: 'Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendi tarafından değiştirmek benim için imkânsızdır. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım. Şayet ben, Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım.' De ki: 'Eğer Allah dîleseydi onu size okumazdım, Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu İçinizde durmuştum. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?" (10: 15-16).
Yaratıcının niteliği ile yaratılmışın niteliği arasındaki farkı söz konusu eden bu âyetler gibi Kur'ân'da daha nice âyetler vardır. Bu ayetlerde Hz. Peygamber'in diğer insanlar gibi bir insan olduğu, sadece tebliğ etmekle mükellef bulunduğu, Allah'ın hazinelerine sahip olmayıp gaybı bilmediği açıkça belirtilmektedir. O, hiçbir zaman insan olmanın ve yaratılmışlığm sınırlarını aşan bir hâkimiyet sıfatının bulunduğunu iddia etmemiştir. "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım; Tanrınızın bir tek Tanrı olduğu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih bir amel işlesin ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin." (18: 110). "De ki: 'Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim ve bana kötülük dokunmazdı..." (7: 188). "Deki: 'Ben size, Allah'ın hazineleri yammdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Size, ben meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum'..." (6: 50).
Yukardaki ayetlerin başındaki "De ki" ibaresinde Arap selikasına sahip kişilerin kavrayabilecekleri lâtif bir hedef vardır ki, o da hitabın Rasulullah'e yönelik olması ve ona ne söyleyeceğini öğretmesidir. Rasulullah kendi indinden konuşmaz, aksine kendisine vahyedilene tâbi olur. Bu yüzden "De ki" ifadesi Kur'ân-ı Kerîm'de 300'den fazla yerde tekrar edilmiştir. Tâ kİ okuyucu Hz. Muhammed'in vahiy konusunda hiçbir dahlinin bulunmadığını daima hatırlasın. Onun, ne cümle ve ne de kelime üzerinde bir tasarrufu vardır. O, hitabı alır. Kendisi muhataptır, konuşan ve düşündüğünü söyleyen değildir.
Konuşan ve vahyi İndiren Allah'ın sıfatı ile, muhatap durumda olan ve vahiy alan peygamberinin sıfatı arasındaki fark, Allah'ın Peygamberlerini hafif veya şiddetli bir şekilde kınadığı, daha önce işlediği veya daha sonra işleyeceği günahları affettiğini bildiren âyetlerde daha da açıklık kazanmaktadır. Allah'ın Rasûlüne affedildiğini bildiren hafif kınaması, Tebük Gazvesinde Rasulullah @'in, savaşa katılmalarına izin verdiği kimseleri söz konusu eden hitaptır: "Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan söyleyenleri bilmezden Önce niçin onlara izin verdin?" (9: 43). Affetmenin ancak bir günah için ve bağışlamanın da ancak bir günahın yapılmasindan sonra söz konusu olacağı malumdur. Fetih süresindeki şu âyet-i kerime bunu açıkça anlatmaktadır: "Biz sana apaçık bir fetih verdik. Öyle ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın (bütün tasalarını gidersin) ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin." (48: 1-2).
Kur'ân-ı Kerîm'in bu açık beyanından sonra, Râzî gibi bazı müfessİrler affetme sözünün, günahın varlığına işaret olmadığını isbatlama çabasına girmektedirler. Onlara göre Allah'ın Peygamberini kınaması, Peygamberin evlâ olanın hilâfına davranmış olmasındandır. Re-şid Rıza'nm dediği gibi "Bu (günahın) manası konusunda sonradan ortaya çıkan ıstılahlarla özel örf -ki buna göre zenb'in manası masi-yettir- üzerinde donuklaşmaktadır. Allah'ın Kitabına ve dil kaidelerine ters düşen ıstılahlarına ve Örflerine tutunarak Allah'ın Kitabında anlattığını olduğu gibi kabul etmekten kaçınmaları gerekmezdi." (Tefsiru'l-Menâr).
Şiddetli kınamaya gelince Enfal süresindeki fidâ' âyetleri bu hususu dile getirmiş ve Hz, Peygamberi sert bir şekilde tenkid ederek inzar etmiştir. Çünkü Peygamber ve ashabının büyük çoğunluğu, Bedir esirlerinden fidye alınmasını tercih ederek henüz yer yüzünde güçlü bir duruma geçmeden ve insanlar arasında hâkim bir mevkie ulaşmadan İslâm'ın daha ilk savaşı olan bu savaşta dünyanın geçici metaını,, dinin galibiyetine tercih etmişlerdi. Onun için kınama ifadesi, Peygamber ve Rasûllerin sıfatlarıyla ilgili bir prensibi takrir eden genel bir ifade olup hitab, doğrudan Rasûlullah'e yapılmamıştır. Ayet-i kerîme menfî bir ifadeyle başlamakta ve hemen ardından Peygamberlerden bir Peygamberin şu şekilde fidye karşılığında esirleri serbest bırakmasını büyük gören ifadelerle devam etmektedir: "Yeryüzünde ağır bas(ıp küfrün belini iyice kır)ıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise (sizin için) âhireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'tan, (yanılma ile verilen hükümlerden ötürü azâbet-memek hakkında) bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azâb dokunurdu." (8: 67-68).
Şiddetli kınamayı ihtiva eden yerlerden bir diğeri, Abese süresindeki şu âyetlerdir: "(Peygamber) surat astı ve döndü. Kendisine o âmâ geldi diye... Ne bilirsin belki o arınacak? Yahut öğüt dinleyecek de, o öğüt kendisine fayda verecek. -Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince; sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, (Allah'ta)n korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır, (olmaz böyle şey); o (öğüt, inen Kur'ân âyetleri), bir hatırlatmadır." (80: 1-11).
Bütün bunlardan daha şiddetlisi ve Rasûlullah'e yöneltilen şu inzar ve tehdittir: "Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça meyledecektin. O takdirde de sana hayatın da, ölümün de kat kat (azâb)mı taddırır-dık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın." (17: 74-75).
Ve Allah'ın şu sözünde kınama ve inzar zirveye ulaşıyor: "Eğer o (Peygamber), bazı sözler uydurup bize isnad etmeye kalkışsaydı, elbette ondan sağ elini (gücünü, kuvvetini) alırdık, sonra onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdı." (69: 44-47).
Zemahşerî, bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: "Bunun manası şudur: Şayet söylemediğimiz bir şeyi söylediğimizi iddia etse, kralların, kendilerine karşı yalan söyleyeni, azâb çektirmek ve ondan İntikam almak gayesiyle eziyet ede ede öldürdükleri gibi, biz de onu öylece öldürürüz." (Keşşaf, c. 4, sh. 137).
Bu tehditkâr, korkutucu ve kınayıcı âyetlerde Rasûlullah @'in Kadir, Kahhâr ve en büyük güç sahibi, her dilediğini yapabilen Rabbinin huzurunda zayıf bir yaratık olduğunu müşa-hade ediyoruz. Yine Rasûlullah'm memur kişiliği ile âmir durumda olan Allah'ın zâtı arasındaki farkı açıkça anlıyoruz.
Rasûlullah kendisine inen vahiy ile Allah'dan aldığı ilham sonucu olan sözlerinin arasını tam bir şuurluluk ve açıklıkla ayırıyordu: Kendi vardığı kanaat ve düşünceler tamamen beşerî vasfının bir eseriydi. Bunların Rabbani sözle karışması asla mümkün değildi. Onun için vahyin inmeye başladığı ilk sıralarda Rasûlullah Kur'ân'dan başkasının yazılmasını yasakladı. Müslim'in Sahİh'inde Ebu Said el-Hudrî'nin şöyle dediği rivayet edilir: Rasûlullah buyurdu ki "Söylediklerimi yazmayın. Söylediklerim arasında Kur'ân'dan başkasını yazan varsa, onu silsin. Ama sözlü oarak anlatmanızda bir sakınca yoktur. Ancak bileşeniz ki, kim kasden benim nâmıma yalan söylerse, Cehennemdeki yerini şimdiden hazırlasın." Ta ki Kur'ân-ı Kerîm Rabbani sıfatını muhafaza etsin ve bu niteliği taşımayan şeylerle karışmasın. Her bir veya birkaç âyet indiğinde Rasûlullah hemen vahiy kâtiplerinden birini çağırır ve inen vahyi yazdırırdı. Böylece Kur'ân-ı Kerîm indikçe tedvin ediliyordu {eî-Burhan, c. 1, sh. 232).
Belki de bütün bunların bazı araştırmacılar nezdinde hiç bir değeri yoktur. Peygamberin, vahyi unutmamak endişesiyle hafızasını yormaktan sakındırılması bile onlar için bir önem taşımaz. Oysa bütün bu hakikatler karşısında vahiy hâdisesinin, Hz. Peygamberin zâtından tamamen müstakil olduğunu söylemekten başka bir alternatifimiz yoktur. Vahiy, Peygamberin ruhî ve psikolojik durumlarından tamamen bağımsızdır. Öyle ki, o, Kur'ân'ı ezberlemek için hafızasını kullanma hakkına bile sahip değildir. Aksine Kur'ân'ın kendisine ezberletilmesin! Allah tekeffül etmiştir {ez-Zâhiratu'î-Kur'âniyye, s. 276). Bütün bunlardan sonra Peygamber'in görevli olan zâtı ile âmir durumunda olan Allah'ın zâtı arasındaki fark gayet açık olarak anlaşılmıştır.
Hz. Peygamber, hadislerinden bir kısmı "tevkîfî" olup mânasını vahiyden aldığı ve bu hadisleri âyetlerin tefsiri ile sıkı sıkıya bağlı bulunduğu halde, vahiy kâtiplerini bu hadisleri yazmaktan sakındırmışsın Çünkü bu hadisler mâna yönüyle vahiyden alınmakla birlikte ifadeler Hz. Peygamber'e aittir. Onları kendi üslubuyla ifade etmiştir. Oysa ne kendisinin ve ne de başkasının üslûbunun Kur'ân'a karışma hak ve salahiyeti vardır.
Hatta âlimlerin, manaların Allah'tan olduğunu itiraf ettikleri veya birçoğunun Allah tarafından indirildiğini söyledikleri kudsî hadisler bile Kur'ân'dan uzak tutulmuş ve ayrı kabul edilmiştir. Hz. Peygamber bunların Kur'ân'a karışmaması için büyük hassasiyet göstermiş ve baş taraflarında dinleyicinin, lâfızlarının Peygamber'e ait olduğunu bilmesini sağlayan ifadeler kullanmıştır.
Hz. Muhammed, her ne kadar insanların en fasihi ise de onun Üslûbu ile Kur'ân'ı indiren ve güç ve kudreti elinde tutanın üslûbu arasında ne kadar fark vardır!
Alimler bu hususa çok dikkat ve titizlik göstermiş, kudsî hadisten delil getirenlerin, hadislerin başında "Rasûlullah, Rabbinden rivayet ettiği hadiste" veya "Rasûlünün rivayetine göre Yüce Allah şöyle buyurmaktadır", yahut "Allah Tealâ kudsî bir hadiste şöyle buyurur" gibi ifadeleri kullanmalarını zaruri görmüşlerdir.
Kur'ân'ın icazı bahsi ayrı bir bölüm konusu olduğundan, burada Hz. Peygamber'in kendi sözü İle Allah kelâmı arasındaki sonsuz farkın şuurunda olduğunu belirtmekle yetiniyoruz. Bu ayırım, tevkifi ve kudsî hadislerde apaçık olduğuna göre, Rasûlullah'in dünya işleriyle ilgili görüşleri için sözkonusu olması çok uygun ve buradaki fark daha da açıktır.
Karşılaştırmada fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. "Hurma ağaçlarının aşılanması" meselesi meşhurdur: Rasûlullah, hurma ağaçlarının tepesine çıkmış ve aşılamakla meşgul kimselerin yanından geçerken: "Bunun bir faydasının olacağını sanmıyorum" buyurmuştur. Kendilerine Rasûlullah'ın bu sözü ulaştırıldığında aşılama işinden vazgeçmişlerdir.
Daha sonra Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Şayet onlara bunun bir faydası varsa, onu yapsınlar. Ben ancak bir tahminde bulundum. Tahminden dolayı beni kınamasınlar. Lâkin size Allah'dan bir şeyi haber verirsem, onu mutlaka alın. Çünkü ben Allah'a asla yalan İs-nad etmem." Nevevî'nin Sahih-İ Müslim Şerhinde bu hadisi "Rasûlullah'ın din olarak söylediklerine uymanın gerekliliği ve bunun dışında dünyevî maişetle ilgili olarak içtihadıyla söylediklerine uymanın gerekli olmadığı" başlığı altında alması son derece dikkat çekicidir.
Müslim'in diğer bir rivayeti ise şu sözlerle bitmektedir: "Dünya işlerinizi siz daha İyİ bilirsiniz." (Sahih-İ Müslim, c. 13, sh. 118). Hz. Peygamber, beşerî bir ihtimal olarak ileri sürdüğü zanna dayalı dünyevî tecrübeleriyle, kesin olan Nebevi dinî tecrübesinin arasını kesin olarak ayırmıştır. Ayrıca dünyevî tecrübelerinden dolayı sahabesinin kendisini muahaze etmemelerini dilerken dinî tecrübelerini almalarını ve Allah adına her ne söylerse onu yerine getirmelerini emretmiştir. O böyle bir sözü asla iftira olarak Allah'a yükle-mez. Bu konuda ne söylerse mutlaka kendiliğinden söylememiştir. Çünkü hiçbir zaman Allah'a yalan isnad etmez. Müteaddid söz ve davranışlarda bu hakikati dile getirmiştir.
Bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Ben de sizin gibi bir beşerim. Zan, hata da eder, isabet de eder. Lâkin size 'Allah buyurdu' dedim mi, asla Allah'a yalan isnad etmem." (İbni Mâce). Diğer bir hadisinde de, birbirlerini muhakemeye davet edenlerin kalplerinden geçenleri bilmediğini, muhakeme olmak için kendisine gelenler kendi çağdaşı ve kendi beldesinden, hatta insanlar arasında kendisine en yakın olanlar bile olsa içlerinden neleri düşündüklerine muttali olmadığını kesinlikle belirterek şöyle buyurur: "Ben ancak bir beşerim. Sizler de muhakeme olmak için yanıma geliyorsunuz. Olabilir ki sizden biriniz, diğerine nazaran delillerini daha güzel anlatır. Ben de duyduğuma göre hüküm veririm. Her kime, kardeşinin hakkından birşey verirsem onu almasın. Çünkü o hakla, ona ateşten bir parça veriyorum." (Sahih-i Müslim, c. 12, sh. 4). Bilindiği gibi Ubeyrik oğulları, Rasûlullah zamanında bir hırsızlık olayında hakikati gizleyip Rasûlullah'ı aldatmak istemiş ve asıl hırsızı savunarak Rasûlullah'ı, onun hırsız olmadığına dair ikna etmişlerdi. Bunun üzerine, dâvâcı Katade b. en-Numan'ı kınayarak ona şöyle demiştir: "Ey Katade, kendileri muttakî ve sâlih bilinen bir aile mensuplarını bir delile dayanmaksızın hırsızlıkla itham etmeye kalkıştın!" Ama bu meseleden hemen sonra şu âyetler inmiştir: "...Hainlerin savunucusu olma! Allah'a istiğfar et. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (4: 105-106). O zaman Rasûlullah Ubeyrik oğullarının kendisini aldattıklarını anlamış ve Katade'ye yönelttiği kınama ve azarlamadan dolayı Allah'dan kendisini bağışlamasını dilemiştir (Tirmizî).
Yukarıda anlatılanların ışığında, kendisine gelen vahiy vakıasına Rasûlullah'ı biricik şâhid ve kendisini vahiyden ayrı kabul etme hususunda şahsî kanaatini biricik vasıta kabul edersek, Kur'ân'dan inen karşısında kendisinin şahsî iradesinin yok mesabesinde olduğunu kendisi kabul ediyor. Vahyin gelmesi yahut kesilmesi, isteğine bağlı olan bir şey değildir. Bazan vahiy o kadar ard arda gelir ki ona tahammülü güçleşirken bazan da, en çok ona muhtaç olduğu bir zamanda gelmeyiveriyor.
Vahiy her an için gelebilir: Hz. Peygamber yatağına uzanıyor ve uykuya dalar dalmaz birden gülümseyerek başını kaldırıyor. Kendisine Kevser suresi inmiştir (Müslim). Yine gecenin ancak üçte birinin kaldığı bir sırada savaştan geri kalan üç kişinin affedildiğini bildiren âyet inmiştir: "Ve (savaştan) geri bırakılan o üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Bütün genişliğİyle beraber arz başlarına dar gelmiş ve canları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah'tan, yine Allah'a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Allah onlann tevbesini kabul buyurdu ki, tevbe etsinler. Şüphesiz ki Allah, tevbeyi çok kabul eden, hakkıyla esirgeyendir." (9: 118).
Vahiy, gecenin karanlığında, gündüzün aydınlığında, dondurucu soğukta veya en sıcak günde, sakin geçen bir zamanda yahut savaşın kızıştığı bir sırada, hatta Mescid-i Aksa'ya yapılan isrâ (gece yürüyüşün)de ve miracda Peygamber'in kalbine inebiliyordu. (Burhan, c. I,sh.l98).
Bir de bakıyorsunuz Hz. Peygamber'in vahye en çok muhtaç olduğu ve onu şiddetle arzuladığı, gelmesini talep ettiği bir sırada vahiy gelmiyor. Cebrail, Alâk suresinin ilk ayetlerini getirdikten sonra vahiy üç yıl kesilmişti. Hz. Aişe'nin de belirttiği gibi, Peygamber buna çok üzüldü. Öyle ki intihar etmek için defalarca yüksek tepelere tırmandı. Ama tepenin zirvesine her çıkışında Cebrail ona görünüyor ve: "Ey Muhammedi Sen gerçekten Allah'ın Rasulüsün!" diyordu. O zaman Rasûlullah'ın kalbi sükûn buluyor ve nefsi karar kılıyordu (Buharı). Birgün yürüyorken yukarıdan bir ses duydu. Yukarı baktı, bir de ne görsün! Hira Mağarasında kendisine gelen melek! Korktu ve vefalı eşi Hz. Hatice'ye döndü: "Beni örtün" dedi. Allah Tealâ bu sırada "Ey örtülerine bürünen, kalk ve uyar. Rabbini tekbîr et(O'nun büyüklüğünü an), elbiseni temizle, pislikten (Allah'a eş tutmaktan, puta tapmak ve çirkin şeylerden) kaçın." (74: 1-5) fermanını indirdi. Bundan sonra vahiy ard arda gelmeye başladı (Buharı, c. 6, sh. 162. Bazıları vahyin kesilişinden sonra indirilenin Duhâ Sûresi olduğunu sanır. Bu, apaçık bir hatadır. Duha suresinin nüzul sebebine, Buharı ve Müslim'de rivayet edildiği gibi, Peygamber rahatsızlandı ve iki-üç gece, gece namazına kalkmadı. Bunun üzerine Ebu Cehl'in eşi Ummu Cemil: "Umarım, şeytanın seni terketmiştir. İki-üç gecedir sana uğramadığını görüyorum." dedi. O zaman bu sure inmiştir. Bkz. Süyûtî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 140). Peygamber mutluluk duydu. Hüzünlü bekleyiş büyük bir sevince dönüşmüştü. O zaman kesinlikle inandı kî, kendisinin isteğine rağmen kesilip gelmeyen bu vahiy, kendi zâtının dışındadır ve müstakildir. Düşüncesinin haricindedir. Onun kaynağı gayb-lere vâkıf olan Allah'tır.
"Ifk hadisesi" nden sonra da tam bir ay müddetle vahiy kesilmişti {Buharı). Bir ay boyunca münafıklar Sıddîk'ın kızına iftira ede-durdular. Hakkında utanç verici sözler sarfet-tiler. Nihayet Rasûlullah'in kalbine bile şüphe düşmüştü ve mü'minlerin anası eşine: "Ey Aişe! Biliyorsun senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Şayet sen bunlardan berî isen Allah senin temiz olduğunu bildirecektir. Ama bir günah işlemişsen Allah'tan af dile" demişti. Olayın üzerinden geçen ve vahyin gelmediği bu bir ayın Rasûlullah için uzun yıllardan daha ağır geldiğini kim idrak etmez ki? Münafıklar bu müddet boyunca olmadık sözler söylüyorlardı. Şüphe ve huzursuzluğa yem olan bu Peygamber'e ne oluyordu da tam bir ay boyunca susup bekledi. Rab-binden vahiy gelinceye kadar bütün bunlara katlandı. Ve nihayet, Mü'minlerin Anasının temiz olduğunu bildiren ayetler geldi. Neden acele edip göğün işine müdahale etmedi? Rahiplerin örtüsüne bürünüp secileri harekete geçirmedi. Buharları salıp iftiracıların iftiralarından sevgili eşini temize çıkarmadı?!
Hz. Peygamber namazlarda Kabe'ye yöne-lİnmesini büyük bir iştiyakla arzu ediyordu. Belki vahiy gelip kıblenin Kabe'ye doğru değiştirildiğini bildirir diye, onaltı veya onyedi ay bu isteğinin gerçekleşmesini isteyip durdu (Buharı). Lâkin yüce Rasulün isteğine rağmen bu konudaki Kur'ân, ancak birbuçuk yıla yakın zaman sonra geldi (Buharı). O zaman Bakara sûresİ'mn 144. âyeti inmişti: "(Ey Muhammed), biz yüzünü çok defa göğe doğru evirip çevirdiğini muhakkak (gökten haber beklediğini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoşlanacağın bir kıbleye döndüreceğiz, (bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir..." (Suyûtî,Eshâbu'n-Nüzûl, s. 12-13). Hz. Peygamber arzusunu gerçekleştirecek bir vahyi acaba neden bu kadar bekledi: vahiy geldi deseydi ve bu arzusuna bir an önce kavuşsaydı ya!
Ama vahyin gelişi onun elinde değildi. Ancak Rabbi dilediği zaman gelirdi. Dilediği zaman da kesilirdi. Nazarlıkların ve seçili sözlerin bir faydası yoktu. Hz. Muhammed'in duyguları, göğün işini ne öne alıyor ve ne de geciktiriyordu!
Araplar öteden beri vahyi vahyeden zât ile onu alan zât arasında İlgiye şaşmış ve yalancı şahitlerin saçmalan gibi saçmalamış, kulaklarını sağa sola dikmiş ve farklı görüşler ileri sürmüş, ama bir türlü hasta akıllarını bile doyuracak bir yoruma ulaşamamışlardır. Yüce Allah onların şaşkınlıklarını şu komik ve alaycı tablo ile tasvir etmektedir: "Dediler: 'Hayır, (bunlar) saçma sapan rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o, bir şairdir..." (21: 5). Kur'ân'ın kaynağını, uyuyanın rüyasına veya delinin saçmalıklarına, palavracının iftiralarına ya da yalancının yalanlarına, şairin hayaline veyahut edibin sezgilerine bağladılar.
Uyuyanın rüyasına gelince, Peygamberin uyanık ve hassas duyguları, dinlenme ve sükûn anlarında bile canlı ve dinamik şahsiyeti bunu reddetmektedir. Rasûlullah'in bu dinamizm ve kavrayışı henüz ilk başlangıçtan, Allah'ın "oku!" sözüyle kendisine hitabından beri Kur'ân'ın son ayetinin inişine ve vefatına kadar devam etmiştir. Bazı müfessirlerin ve çağımız yazarlarından bazı hüsn-i niyet sahiplerinin içine düştükleri büyük bir hataya burada işaret etmeliyiz: Bunlar, geniş hayallerinin bir neticesi olarak vahyin ilk gelişinde Hz. Peygamber'i Hira mağarasında uyuyor tasavvur ederler. Oysa Sahihaymn rivayeti, vahiy geldiği an Peygamber'in uyanık bulunduğunu ve hakikati araştırıp Allah'ı düşündüğünü kesinlikle ifade etmektedir. Onun ıÇİn de korkmuş ve kalbi küt küt vurduğu halde Hz. Hatice'ye gelmiştir. Şayet vahyin geli-Şi uykuda olduğu bir sırada olsaydı uyandıktan sonra korkusu geçmiş olurdu. Söz, Kur'ân'ın buyurduğudur: "Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onun gördüğü üzerinde onunla tartışıyor musunuz?" (53; 11-12).
Hz. Aişe, vahyin başlangıcını bu kavrayıcı ve dinamik hassasiyetle tasvir ederek der ki: "Rasûlullah'e vahyin ilk başlangıcı, uykuda sâlih rüya şeklindeydi. Hiç bir rüya görmüyordu ki, sabah aydınlığı kadar apaçık gerçekleşmemiş olsun. Daha sonra tenha yerler kendisine sevdirildi. O da insanlardan uzaklaşarak ibadetle meşgul olmak üzere Hira mağarasına gidiyor ve belli birkaç gün üstüste bu mağarada ibadet ediyordu. Sonra Hatice'ye geliyor ve hazırlığını yapıp tekrar dönüyordu. Nihayet hak (vahiy) kendisine geldi. (Bir rivayette, aniden hakla karşılaştı denilmektedir). O sıra Hira mağarasında bulunuyordu. Melek gelerek: 'Oku!' dedi. Rasûlullah: 'Okumasını bilmem' karşılığını verdi. Rasûlullah buyuruyor ki: Beni alıp üç defa sıktı ve serbest bıraktı ve şöyle dedi: 'Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı alâkdan yarattı. Oku. Rabbin en büyük kerem sahibidir. O (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.' Rasûlullah kalbi titrer olduğu halde eve döndü. Eşi Huveylid'in kızı Hatice'ye gelerek: 'Beni örtün! Beni örtün!' buyurdu. Onu örttüler, bir müddet sonra korkusu geçti. O zaman durumu Hz. Hatice'ye bildirerek: 'Kendi canım hususunda korkuya kapıldım' dedi. Hz. Hatice: 'Hayır, Allah'a yemin ederim ki O, seni asla mahcup etmiyecektir. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin' diyerek onu teselli etti." (Buharı).
Burada şunu belirtmeliyiz ki, aleyhissalatü vesselamın yüreğinin titremesi, maruz kaldığı korkuya işaret etmektedir. Çünkü bir anda vahiyle karşılaşmıştı. Önceden böyle bir şey beklemiyordu. Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor: "(Ey Rasûlüm), Kur'ân'ın sana vahy olunacağını ummuyordun; ancak Rabbinden bir rahmet (olarak sana indirildi). O halde sakın kâfirlere yardımcı olma." (28: 86). "(Ey Rasûlüm). İşte sana böyle emrimizden bir ruh
(Kur'ân) vahyettik. (Halbuki daha önce) sen kitap nedir, iman nedir bitmiyordun. Fakat biz o kitabı bir nur yaptık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet vereceğiz; ve muhakkak ki sen doğru bir yola (İslâm'a) çağırıyorsun." (42: 52). Yüreğinin titremesinde, el ve ayaklarının soğumasına ve normal olarak bunun bir sonucu olan yüzünün sararmasına, dişlerinin titremesi gibi durumlara İşaret yoktur. Aksine vücudunun harareti artıyor, yüzü kızarıyor ve kendisine bir ağırlık çöküyordu. Öyle ki bundan alnı tane tane ter döküyor ve bedeni ağırlaşıyordu. Yukarıda gördüğümüz gibi, bacağı neredeyse yamndakinin bacağını eziyordu. Hz. Hatice'den bir örtü isteyerek 'beni Örtün' demesi, yatağa girip gördüğü o korkunç gaybî manzaranın ve karşılaştığı o ağır sözün etkisini atlatıp örtünün altında dinlenmekten başka bir şey değildi. Onun için Allah Tealâ vahyin kesilişinden sonra dine davet için silkinip kalkmasını emrederek şöyle buyuruyor: "Ey örtülere bürünen! Kalk ve uyar!" Daha sonra da şöyle buyuruyor: "Ey örtüsüne bürünen. Geceleyin kalk (namaz kıl); yalnız gecenin birazında (uyu)." Onun ilk defa vahyi alması, bundan sonra her vahiy alışı gibidir. Her defasında tam bir uyanıklık ve tam bir aksiyon içerisindedir. Sinirler her defasında tam yerindedir. Vahyin gelişi için ne zihnî bir hazırlık yapıyor, ne de sinir nöbetleri geçiriyordu. Hastalık nâmına hiç bir işaret yoktu {Nebeu'l-Azim, s. 71-72).
Belki de, Arapların "yalancı düşlerden" kasıtları delilik saçmalıklarıdır. Onun için Peygamber'e: "...Bu öğretilmiştir, cinlenmiştir" (44: 14) demişlerdir. Allah Teâl'â, Peygamberini teselli ederek iftiralarına şöyle cevap verir: "Nun. Kaleme ve (kalemle) yazdıklarına andolsun; sen Rabbinin nîmetiyle cinlenmiş (deli) değilsin." (68: 1-2).
Uydurulan iftiralara yahut hayalî yalanlara gelince, Arapların kendilerinin Hz. Muhammed'in doğruluğu ve emanete riayeti hakkında şahadetleri bunu reddetmektedir. Müfterinin yalanı er-geç ortaya çıkar. Peygamber hangi konuda yalan söylemiştir? Gayb haberleri hususunda mı? Geçmişle ilgili haberlerde mi? Yoksa henüz kapalı bulunan gelecekle ilgili meselelerde mi? Acaba Arapların sınırlı kültürleri bu alanda yalancılarla doğrulan birbirinden ayıracak güçte miydi?
Kur'ân, ilk yaratılışın ortaya çıkışını ve kesin neticeyi tavsif ederek âhiret hayatının nimetleriyle acıklı azabını, cehennem kapılarının sayısını ve her kapıyla yükümlü olan meleklerin adedini açıklamış ve bütün bunları kendilerine kitap verilen, bu konularda malumatı bulunan Kitap Ehlinin gözleri önünde Araplara anlatarak şöyle buyurmuştur: "Biz o ateşin bekçiliklerine meleklerden başkasını memur etmedik. Sayılarını da küfredenler için -başka değil- ancak bîr fitne yaptık ki kendilerine kitap verilenler sağlam bilgi edinsinler, iman edenlerin de imanları artsın." (74: 31) Okuma bilmeyen putperest bir kavim arasında yetişen Muhammed gaybî konularda bu ayrıntılı malûmatı nereden alabilirdi? Gökteki bir gezegenden, yoksa Sirius yıldızı veya Merihten mİ?
Kendisine peygamberlik gelmeden önce aralarında yaşamadı mı? Yoksa şimdi mi sapıtıp azıttı? Onu Sâdık ve Emîn olarak isimlendirmemişler miydi?: "Yoksa, Peygamberlerini tanımadıkları (onun doğrululuğunu, dürüstlüğünü bilmedikleri) İçin mi onu inkâr ediyorlar?" (23: 69). Bununla birlikte hâla inanmıyorlarsa Allah Teâlâ'nm şu sözlerle onları azarlamasında şaşılacak bir durum var mı?: "De ki: 'Eğer Allah dileseydİ, onu (Kur'ân'ı) size okumazdım ve onu hiç size bildirmezdi. Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmışlım (böyle bir şey yapamamıştım), düşünmüyor musunuz." (10: 16).
Geçmiş milletlerle ilgili nice olay vardır ki, Kur'ân onu en güzel şekilde dile getirmiş, Peygamberlerin ismeûyle, ilgili Önceki kitapların hatalarını düzeltmiş ve bazı tarihî mugalataları reddederek onları çürütmüş, Hz. Mu-hammed'i o çağda ve olaylar içinde yaşamışcasına onlara şahit ve gözlemci tutmuştur, peygamberine Hz. Nuh'un kıssasını anlatarak şöyle buyurmaktadır: "(Ey Rasûlüm), bunlar sana vah yettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunları bilmiyordunuz. O halde sabret. Şüphe yok ki, kurtuluş, takva sahiplerinindir." (11: 49). Hz. Musa'nın Medyen'deki haberlerinden bir çoğunu izah ederken: "(Ey Rasulüm), biz Musa'ya (Firavuna gitmesine dair) o emri vahyet-tiğimiz zaman sen Tur dağının yakasında değildin (orada bulunmuyordun.) Şahitlerden de değildin. Fakat biz, Musa'dan sonra birçok ümmetler yarattık da onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen Medyen halkı arasında oturup da âyetlerimizi onlardan oku(yarak Öğren)miyordun. Fakat (onları sana) gönderen biziz." (28: 44-45) buyurmaktadır. Hz. Meryem'in oğlu İsa'yı doğurmasını ve Hz. Zekeriyya'nm kendisine kefil oluşunu tavsif ederek şöyle buyurur: "(Ey Muhammed) bunlar sana vahyettiğimiz, gayb âleminin haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye (Tevrat yazdıkları) kalemlerini (kur'a) atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin." (3: 44). Hz. Yusuf ile kardeşlerinin kıssasını uzunca anlattıktan sonra da şöyle buyuruyor: "(Ey Muhammed), bu (anlatılanlar) sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onlar kararlarını verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin." (12: 102).
Zatü'r-Rıka'da Peygamber @ bir ağacın altında uzanıp kılıcını ağaca asıyor. O sırada bir müşrik gelerek kılıcını sıyırıyor ve Peygambere şöyle sesleniyor: "Benden korkuyor musun?" Peygamber @: "Hayır" diyor. Adam soruyor: "Şimdi seni benden kim koruyacak?" Peygamber: "Allah! Kılıcını at!" karşılığında bulunuyor. Adam çaresiz kılıcım yere atıyor (Müslim). Bazı rivayetlerde, adamın hemen İslâmı kabul ettiği de nakledilmektedir.
O gayb haberlerini ya kafasından uyduruyordu veya tam inanç sahibiydi. Oysa insanlar Rasûlullah @'de ne kafadan uyduranların hayallerine ve ne de müfterilerin alâmetlerine şahid olmuşlardır. O halde o, İnanan samimi biriydi.
Ancak Araplardan bir grup, bir insanın Peygambere Kur'ân'ı öğretmiş olabileceği varsayımını ileri sürdü. Vahyin kaynağını Hz. Mu-hammed'in zatının dışında aradılar. Onlar okuma yazma bilmezlerdi. Onun için Pey-gamber'in Kur'ân'ı kendilerinden birinden Öğrenmiş olacağım ileri sürmeye cüret edemediler. Cahilin kimseye birşey öğretemeyeceğini biliyorlardı. O halde Muhammed'in öğretmenini bulmalıydılar. O büyük öğretmen ve bu ilmin o önemli kaynağı kimdi? Olsa olsa, demircilikle uğraşan ve kılıç yapma işinde çalışan Hıristiyan Rum bir genç ona bu Kur'ân'ı öğretmişti (?!) Bu genç okuma-yazma bilmese de okuma-yazma hakkında bir takım malumata sahipti. Olabilir ki Peygamber bazen gidip bu Rum gencin işini seyrediyordu. O ümmi Araplar için fırsat doğmuştu: öğreticisi bu gençti. Allah Teâlâ onların bu tutarsız iddialarına karşı şöyle buyurmaktadır: "Biz onların, 'Ona bir insan Öğretiyor!' dediklerini buluyoruz. Hak'tan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili yabancıdır; bu (Kur'ân) ise apaçık Arapçadır." (16: 103).
İddialarının altında kaldılar. Hz. Muhammed'e tayin ettikleri öğretmenin kabul görmediğini anladılar. Bu defa da iddialarını meçhule yöneltmeyi tercih ettiler: "Dediler: 'Evvelkilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor." (25: 5). Böylece okuma yazma bilmeyen o cahil Araplar kendilerinden sonra gelecek mülhid kültürlülere yolu açmış oldular. Onlar da, o Arapların yolundan giderek Hz. Muhammed'e dinin gerçeklerini ve tarih felsefesini öğreteni tesbit etmeye koyuldular: Bunlardan kimine göre bu zat, Tevhid konusunda Aryos'un tabi-lerinden olan Bahira ismindeki rahiptir. Muhammed'e Kur'ân'ı o imlâ ettirmiştir. Muhammed küçüklüğünde amcası Ebu Talib'le birlikte gittiği Şam bölgesinde Basra çarşısınla kendisiyle karşılaşmıştı. Kimine göre de bu zat, Hıristiyan bilginlerden ve Hatice'nin akrabalarından olan Varaka b. Nevfel'dir. İlk defa kendisine vahiy geldiğinde Mekke'de onunla karşılaşmıştı.
Rasûlullah'in, bunlardan ilki olan Bahira'yla karşılaşması dokuz veya oniki yaşındayken ve bir defa vuku bulmuştur. Amcası Ebu Talib de bu karşılaşmada kendisiyle birlikte idi. Bu rahip amcasına: "Yeğeninin gelecekte önemli bir durumu olacaktır." demişti. Mesele tamamen bundan İbarettir. Rasûlullah'ın Varaka ile karşılaşması ise, Hira mağarasında olup biteni Hatice'ye anlatmasından sonra olmuştur. O zaman Hz. Hadice onu alıp yaşlı ve âmâ olan Varaka'ya götürmüştü. Hz. Hatice Varaka'ya: "Amca oğlu, yeğeninin başından geçenleri dinle!" demişti. Varaka da "Yeğen, ne gördün, anlat" diye Rasûlullah'a ne gördüğünü sormuş ve Rasûlullah da olup biteni kendisine anlatmıştı. O zaman Varaka: "Bu, Allah'ın Musa'ya gönderdiği vahiydir" karşılığını vermişti. Varaka bu olaydan kısa bir zaman sonra da vefat etmiştir (Buharı).
Bu iki iddiayı da çürütmek için Rasûlullah'ın bu iki zatla gizli olarak görüşmediğini belirtmemiz yeterlidir. Her iki defasında da yalnız "değildi. Bahira ile karşılaşmasında amcası Ebu Talib, Varaka ile karşılaşmasında da Hz. Hatice beraberindeydi. Kaldı ki bu iki karşılaşmada da, Peygamber, gaybî ve tarihî olaylardan ne kadarını öğrenebilirdi ki?
Bazı müsteşriklerin, Mekke'de birçok Yahudi ve Hıristiyanın bulunduğu hususundaki mübalağalarını reddetmek için kendimizi yormamıza gerek yoktur. Aralarında insaf sahibi bazı zevat onlara bu hususta yeterli cevabı vermiş; Rasûlullah'in, Yahudi bilginlerle ve Hıristiyan rahiplerle ilgisi sabit olmadıkça böyle şeyler ileri sürmenin hamakat ve caha-letin ta kendisi olduğunu ifade etmişlerdir.
Bu iddialar içerisinde en basiti ise, yaz ve kış aylarında Mekke'ye gelen tüccarların, geçmiş milletlerle ilgili kıssaları Hz. Peygamber'e öğretmiş olacakları iddiasıdır. Arap tacirlerin Yahudi veya Hıristiyanlarla oturup kalktıkları ve onların meclislerinde bulunduklarına dair elimizde hiç bir belge yoktur (el-Vahyu'l-Muhammedi, c. I, sh. 7).
Hz. Muhammed'in kendisi de sadece iki defa Şam'a gitmiştir ki, bunlardan birincisinde yukarıda da belirtildiği gibi çocukluğunda amcasıyla birlikte olmuş, ikincisinde ise gençliğinde Hz. Hatice'nin ticaret kervanını götürmüştü ve beraberinde Hz. Hatice'nin kölesi Meysere bulunuyordu. Peygamber'in kısa süren bu iki yolculuğunda Basra'dan öteye gitmediği sabit iken bu iftiraların nedeni bilinmemektedir.
Kur'ân-ı Kerîm, bu isabetsiz hayallerle alay ederek kesin bir dille onları çürütmektedir: "Bu Kur'ân, Allah'tan başkasına nisbet edilemez. (Bu), ancak kendinden önceki (İlâhî kitapların) tasdİkcisi ve o (ezelî) Kitabın açıklamasıdır.Onda asla şüphe yoktur. Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir." (10: 37}.
Şairin hayalleri yahut edibin ilhamları meselesine gelince, bazı Araplar, Kur'ân'ın hayallerini gözeten canlı tablolar ortaya koymasına, üstün örnekler vermesine, lafızlarının çok şey anlatmasına ve kalbe su serper fasılalany-la tatlı ahengine bakarak bu iddiada bulunmuşlar ve şöyle demişler: "O bir şairdir, biz onun, zamanın getireceği musibetlere uğramasını gözetliyoruz." Hiç şüphesiz aralarında fesahat sahibi olan kimseler, Kur'ân'da şiir diye bir şeyin bulunmadığını, üslûbun daima en üstün olduğunu, beşer sözü olmadığını biliyorlardı. Öyle ki, aralarından biri şöyle demişti: "Onun bir tatlılığı ve hoşluğu vardır. Üstü bereketli ve altı bol meyvelidir. O, bir beşer sözü değildir." Ancak Kur'ân-ı Kerim daima onlara meydan okumuştur. Kendisine benzer getirmeleri için ısrarda bulunmuştur. Nihayet bu meydan okumasının karşısında hezimete uğradılar. Kavrulan ciğerlerine su serpmek için "O şairdir, o, apaçık bir sihirdir" demekten başka bir yol bulamadılar.
Kur'ân, önce benzerini getirmeleri için onlara meydan okudu. O, bütünüyle Allah kelâmıdır. Allah'dan daha doğru sözlü kim vardır? Tür sûresinde onlara şöyle denilmektedir: "Yoksa 'onu uydurdu' mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar. Doğru iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler."(52: 33-34).
Sonra, hiç bir hususta gerçeğe ters düşmeyen Kur'ân'ın tamamına benzer getirmeleri şeklindeki meydan okumanın miktarı azaltıldı. Benzer on sûre getirmeleri istendi. İftira mahsulü ve asılsız şeyler olsalar bile... Hûd sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Yoksa 'onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru iseniz, Allah'dan başka çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapm)!' Eğer size cevap veremedilerse bilin ki (o), Allah'ın bilgisi ile indirilmiştir. Ve ondan başka ilâh yoktur. Nasıl, artık müslüman oldunuz mu." (11:13-14.)
İftira mahsulü on sure getirmekte bile âciz kaldıklarında miktar daha da azaltılarak benzer (bir) sûre getirmeleri istendi. Bakara sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka bütün şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın). Yok eğer yapamadınızsa, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkarcılar için hazırlanmış ateşten sakının.'1 (2: 23-24). Nihayet Kur'ân sûrelerinden birine benzer getirmekten de âciz kaldılar. Oysa onlar fesahat ve belagat sahibi bir topluluk idiler. O zaman Kur'ân sesini ufuklarda çınlatarak tam bir güven ve inanç içinde dünya milletlerinin tamamına seslenerek meydan okudu: "De ki: 'Andolsun, eğer insanlar ve cinler Şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka ol(up yardım et)seler de (bunu yapamazlar)." (17: 88).
O halde Kur'ân-ı Kerîm daha Mekke döneminde hukukla ilgili âyetlerle gaybî haberler ve kâinat, hayat ve insanla ilgili küUî bakışını ihtiva eden sözler gelmezden önce mûciz ve büyüleyici üslubuyla Arapların kalblerini etkilemiştir. Şayet Kur'ânî vahyin çağdaşları bizden bazılarının imkânları dahilinde olan Kur'ân'm ilmî ve felsefî yönüne de muttali olma imkânları olsaydı ve tarihî hakikatlar hakkında bir hükme varacak İmkânı sağlayan kültüre sahib bulunsaydılar, bütün insaf sahipleri gibi zamanın, Kur'ân'dan birşey eksiltmekten âciz kaldığını idrak eder ve müsbet ilimlerin, Allah'ın âyetlerinin inkişafı hizmetinde olduklarını görürlerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İleride biz o Mekke halkına, hem yeryüzü etrafında, hem bizzat nefislerinde âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) öyle göstereceğiz ki, nihayet Peygamberin söylediği şeyin hak olduğu kendilerine zahir olacaktır. Rabbinİn herşeye şâhid olması yetmez mi?" (41: 5).
Şimdi, mûciz vahiy vakıasını, Kur'ân'ın inandırıcı üslubuna benzer bir üslûb ile izah etmeyi tercih ettik; meseleye psikolojik açıdan girip bu zaviyeden Yaratıcının zâtı ile yaratılanın şahsiyeti ve Yaratıcının sanatı ile yaratılmışın işi arasındaki büyük farkı inceledik. Kapalı İfadelerden ve sonuçsuz münakaşalardan sakındık. Yüce gaybî hakikatlerle, insanların şahit olduğu hipnotizma, bandlara sesi kaydetme, telefon yahut teleks yoluyla onları nakletme veya yayma gibi hususlarla uzaktan yakından bir ilişkisinin bulunmadığım izah etmeye çalıştık. Öyle sanıyoruz ki, bu tür şeylerle vahyi izah etmenin bir faydası olmadığı gibi, bu, İman yolu da değildir. Böylece arzu ettiğimiz neticeye vardığımıza kaniiz. Zannediyoruz okuyucu da bizimle birlikte Rasûlullah'in vahyi bütün duygularıyla ve tam bir uyanıklıkla Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu kavradığını idrak etmiştir (Subhi es-Sâlih, Kur'ân İlimleri).