- Ütopik ve yapmacık bir iyimserlik

Adsense kodları


Ütopik ve yapmacık bir iyimserlik

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 19 July 2012, 11:48 am GMT +0200
Ütopik ve yapmacık bir iyimserlik
Elif TUNCA • 75. Sayı / SİNEMA


İlk kan, ilk insanın ailesinde döküldü. Çünkü milyarlarca evlatlarında tezahür edecek her şeyin nüvesi, o ilk örneklerde mündemiçti. Öfke ve haset de bundan arî değildi elbette. Ancak bunların insana verilişi, elbette Kabil’in yaptığı gibi kan dökmek için değil insanın terakkisine matuftu.

Belki sayfalarca anlatılsa az gelecek olan bu “insan ruhunun karanlık koridorları”nın ve oradan varılabilecek yerlerin en güzel özeti, Bediüzzaman’da ifadesini buluyor. Öfke duygusunu, şehvet ve mantıkî zaaflarla birlikte, şeytanın, insana saldırdığı üç temel nokta olarak tarif eden Bediüzzaman, bu duyguların Allah tarafından sınırlandırılmadığına dikkat çekiyor. Zira amaç, insanın kendi iradesiyle bunları vesile kılıp ilerlemesi, kendini olgunlaştırması. Burada önemli olansa ifrat, tefrit ve vasatın mertebelerini gözden kaçırmamak.

Orijinal adı “İntikam” olan Daha İyi Bir Dünyada (In a Better World) aslında daha çok şey vaat ediyor içeriğiyle ilgili. Açılışta, Afrika’nın fakir ve perişan yerlerinden birine gelen Batılı bir doktor görüyoruz. Muhteşem doğa manzaraları arasına sıkışmış sefalet görüntüleri içinde doktorun arabasının ardından koşan Afrikalı çocuklara bir top atıyor arabadan doktorumuz. Ardından sahra hastanesine girip rutin muayeneye başlıyor ve ansızın yaralı bir kadın getiriliyor. Apar topar ameliyata alınan kadın, bölgedeki pek çok kadınla aynı kaderi paylaşmış; “büyük adam” olarak bilinen mafya lideri, hamile kadının bebeği üzerine adamlarıyla bahse girip ardından da kadının karnını yarmış.

Böylece ilk karşıtlığı koyuyor önümüze film; sorunun, şiddetin ve vahşetin kaynağı olan “yerli” ve onun mağdurlarına el uzatan, şifa timsali “Batılı”. Bir adım daha ileri gidip “yerli” Büyük Adam’ın hâkimiyetini kurmasını sağlayan adaletsizlik ve fakirliğin başlıca dayanağı olan Batılı adamın sömürgeleştirmesinden bahsedilmiyor.

Filmin ikinci ayağı ise Danimarka’da geçiyor. Annesi ölen küçük Christian, babasına büyüttüğü tüm öfkesini, yeni okulundaki çetenin lideri Sofus’a yansıtıyor. Sıra arkadaşı Elias’a sürekli zarar veren Sofus’a sonunda saldıran ve bıçakla tehdit eden Christian’ın, kendisini disiplin kurulundan alan babasıyla arasında geçen diyalog ilginç. Babası, yaptığının kötü olduğunu Christian’a anlatmaya çalışırken “Sen vurursan o da vurur. Bütün savaşlar böyle başlar” deyince Christian “En başta yeterince sert vurursan öyle olmaz” diye cevap veriyor. Elias’ın babası ise parkta salıncak kavgasına tutuşan küçük oğluyla çocuğu ayırmaya çalışırken diğer çocuğun babasından yumruk yiyip sesini çıkarmıyor. Çocuklara da bu şiddete karşılık vermenin, çözüm olmayacağını telkin ediyor ısrarla. Babalar teorik bir tavırla şiddetin bir şeyi çözmeyeceğini söylüyor, ama çocuklar gerçek hayatta görüyor ki şiddet, çoğu zaman sorunları hallediveriyor! Sorunları çözmekle görevli öğretmenler, rehberler, uzmanlar, polisler aciz kaldığında “kendi adaleti”ni sağlamak, daha emin bir yol olarak görünüyor çocuklara.

Yetişkinler ısrarla diyalogun, büyüklük göstermenin erdeminden söz ederken tefrite kaçıyorlar. Bunda “Bir yanağına vurana öbür yanağını dön” diyen Hıristiyan kültür etkili elbette. Oysa –filmdeki gibi– alenen bir haksızlık şiddetle bastırılmaya çalışıldığında ya da insanın izzet-i nefsine saldırıldığında sus pus olmanın, erdem ya da faziletle bağdaştırılacak bir yanı yok.

Fakat yetişkinlerin tefriti kadar çocukların ifratı da mânâsız. Hatta sadece mânâsız değil tehlikeli. Christian’ın dinmeyen öfkesi, nihayet Elias’ın babasına sataşan adama yöneliyor. Elias’ı gönülsüzce de olsa peşinden sürükleye sürükleye nihayet adamın arabasını, evdeki havai fişeklerden yaptığı bombayla patlatmaya karar veriyor. Annesinin ölümünü kabullenemeyen, bundan babasını sorumlu tutan Christian, ancak kendi etrafını ölüm çemberiyle sarmaktan zevk alıyor adeta. Sık sık gittiği binanın en tepesinden, en kenarda oturup kendini ölüme yaklaştırması da bundan.

Öte yanda, Afrika’da, yaralanan Büyük Adam, bir araba dolusu silahlı adamıyla sahra hastanesine gelip yardım istiyor. Elias’ın babası, bir doktor olarak elbette ona bakmak zorunda. Fakat bu defa da halk galeyana geliyor.
Filmin finalini anlatmayalım ama şiddetin farklı tezahürlerini mikroskop altına alma çabasını, bu çabaya yakışmayacak bir kolaycılıkla bitirdiğini söyleyelim. Zira her ne kadar Afrika’daki bölümde derinleşmeye hiç gönül indirmese de Afrika’nın sefaleti içinde de Danimarka’nın azameti içinde de şiddetin, her insanın içinde doğabileceğini gösteriyor en başta. O koca koca evlerde, huzur veren deniz kenarında, bütün imkânlar elinin altındayken, seni seven insanlarla bir aradayken de huzursuz olabiliyor, sevgisiz hissedebiliyor ve öfke kuşanabiliyorsun işte; yaşın kaç olursa olsun... Ya da yine oralarda fakat alt sınıftan bir mesleğe sahipsen öfkeni, yabancı gördüğün herkese şiddet olarak yansıtman mümkün.

Senarist ve yönetmen, bütün bu ihtimalleri çizmiş ama eskiz düzeyinde, ütopik bir iyimserlikle bırakmış. Hâlbuki bu yolun işe yaramadığını yine bizzat kendi kahramanları gösteriyor. Dolayısıyla biz klasik “Batılı hümanizma ütopyası”na değil de “Biz sizi ümmet-i vasat kıldık” diyen ilahi hükme kulak verelim derim.


Daha İyi Bir Dünyada
Yönetmen: Susanne Bier
Oyuncular: Mikael Persbrandt, Trine Dyrholm, Ulrich Thomsen, Markus Rygaard