- Ümmmetin Çoğunluğu Ve Adalet

Adsense kodları


Ümmmetin Çoğunluğu Ve Adalet

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Wed 8 August 2012, 03:10 pm GMT +0200
ÜMMETİN ÇOĞUNLUĞU VE ADALET

Her ne kadar İslâm tarihi'nin en başında li­derlik ikiye bölünüp siyasî liderlik Hulefa-i Raşidîn'in yolundan uzağa meyletmişse de, bütün İslâm memleketlerinde, müslümanlar büyük çoğunlukla râşid halifeler zamanından beri devam edegelmiş bulunan usûllere sâdık kalmış, sahabilerin önde gelenleri, tabiînin ve ileri gelen zevatın İslâmın başlangıcındaki görüşlerine uymuş ve bu yolu takip etmiştir. Bugün de, dünyanın muhtelif bölgelerine da­ğılmış bulunan müslümanlar arasında, genel nüfusa oranla ancak yüzde onluk bir nisbet belirten, bu değişikliklerden müteessir olmuş insanlara rastlamak mümkündür. Geride ka­lanlar 'cumhur-i müslimîn'in inancındadır. Değişiklikler daha çok üst fikir plamndaydı ve birkaç âlimi tehdit ediyordu. Avam ise Hz. Peygamber 'in sahabileri devrinden beri iz­lenen çoğunluğun fikrine sahipti.

Yeni yeni çıkan problemler etkili ve tatmin edici olarak dinî liderlerce çözüme bağlanı­yordu. Ümmet, Kur'ân ve sünnet ışığında ay­dınlanan adalet ve fazilet yolunda kalmaya devam etti. Adalet sistemini kurup doğru yol üzerinde kalabilmek için dinî liderliğin görü­şü, sadece mahkemelerin baskı ve müdahale­den uzak olması değil, aynı zamanda halife­nin insanların haklarına müdahale etmesi hâlinde, Kadı'nın ona dahi müeyyide uygula­yabilecek durumda olması gerektiğidir. İmam Ebu Hanife'ye göre, "eğer halifelerden biri, insan haklarını ihlâl eder mahiyette bir suç İş­lerse, her ne olursa olsun, en büyük kadıya (Kadıü'l-kudat) dahi şikâyet edilirse, o da ha­life aleyhine hüküm İcra eder." (el-Muvaffak İbni Ahmed el-Mekkî, Menakıb-ı İmam-ı Âzam Ebu Hanife, c. II).

Aynı şekilde, fikir ve ifade hürriyeti bağımsız adalet sistemi ile beraber İslâmî devlette ve İslâm toplumunda çok önemli kabul edilir. Dinî liderlik bunu tam anlamiyle kavramış ve üzerinde ısrarla durmuştur. Kur'ân ve Sün­nette emr-i bi'l-marûfve nehyi a' nil-münker (iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek) terimleri kullanılır. Yönetimin olduğu kadar, fertlerin de muhtelif yönleri olabilir, hoşa git­meyen tarafları bulunabilir. İnsanlar yöneti­me muhalefet edebilir, fitne ve fesat aşılamak imkânına sahip olabilir. Hatta ahlâk, din ve insanlık aleyhine bazı görüşler beyan edebi­lir. Fakat bütün bu kötülükler "olabilir" diye, sadece ihtimalleri gözönünde tutarak ve bu "olabilir"lere dayanarak iyilikleri men etmek şeriata uymaz. Ancak iyilikleri bildirmek ve kötülüklerden men etmek suretiyle fikir be­yanı sahihtir ve İslâmî bir terim olarak sözkonusu hüküm herşeyi kapsar. Bu husus İslâmî açıdan sadece halkın hakkı değil, aynı za­manda vazifesi olarak kabul edilmektedir. İmam Ebu Hanife bunun önemini bilerek bu vecibe üzerinde durmuştur. Nitekim, o devir­de mevcut bulunan siyasî sistem bu hakkı müslumanlara yasaklamıştı. İmam Ebu Hani­fe hem söz ve hem de hareketleriyle bu hak­kın sınırlarını tayin edip açık bir şekilde müs-lüman topluma tekrar yerleştirebilmek için elinden geleni yaptı. Horasan'ın meşhur fâkihlerinden el-Cessâs'ın beyanına göre, İb­rahim es-Sâ'iğ'in bir sorusu üzerine Ebu Ha­nife emr-i bi' l-marûf ve nehyi a'nil-münker 'i yerine getirmenin farz olduğunu söyledi. Kaynak olarak da tkrime'nin İbni Abbas'dan olan rivayetini gösterdi. Bu rivayette Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Şehitlerin en faziletlilerinden birisi Hamza b. Abdül-rnuttalip'tir. Diğeri İse, zâlim imam(devlet reisi)ın karşısına dikilerek hak sözler söyle­yen ve onu kötülüklerden men eden ve bu zâlim hükümdarın kabahatlerini yüzüne vu­ran kimsedir." İbrahim, İmam'ın beyanından o kadar etkilendi kî, Horasan'a döndükten sonra, Abbasî saltanatının kurucusu Ebû Müslim Horasanî'yi haksızlık ve zulmüne, zorbalıklarına ve haksız yere adam öldürme­sine karşı geldi, ona mani olmaya çalıştı. İş o dereceye vardı ki, nihayet Ebû Müslim fâkihi katlettirdi (Ahkâmu'l-Kur'ân, c. I).

Hicretin 148. (miladî 765) yılında Musul hal­kı Mansur'a karşı isyan etmişti. İlk ayaklan­mayı bastırdıktan sonra, Mansur, bu işe bir daha teşebbüs edeceklerin şehirlerinin tama-nien dağıtılacağını, halkın kan ve mallarının helâl sayılacağını ilan etti. Buna rağmen Mu­sul halkı tekrar ayaklandı. Bu defa Mansur, Ebu Hanife dahil meşhur fakihleri toplayarak verdiği söz gereğince, isyan eden Musul hal­kının mal ve canlarının helâl olup olamayaca­ğına dair kendilerinden fetva istedi. Bütün di­ğer âlimler tasvip eder mahiyette beyanda bu­lunup "onları bağışlarsanız elbette daha iyi olur ve sizin sânınıza yakışan da budur. Ce­zalandırmaya gelince, bu da halifenin bilece­ği iştir" dediler. Ebu Hanife müzakere bo­yunca sadece dinlemekle yetinmiş, birşey söylememişti. Bir ara Mansur kendisine dön­dü ve "Ya Şeyh, siz ne dersiniz?" diye sordu. İmam: "Siz, Musul halkının kendilerine bile helâl olmayan bir hususta (kanları), onlarla sözleşmiş ve şart koşmuşsunuz. Halbuki böy­le birşey üzerine şart koymak için Şeriate gö­re hakkınız yoktur. Farzedelim ki, herhangi bir kadın, kendi kendisini herhangi bir erkeğe nikahlamış olsun. Şimdi, adamın rızası ol­maksızın sözkonusu nikâh caiz midir? O ka­dın o kişiye helal olmuş olur mu? Bunun gi­bi, meselâ herhangi bir insan, birisine 'gel beni öldür' dese ve diğeri de onu katletse, acaba bu helâl ve caiz olur mu?" Mansur "Olmaz" dedi. İmam "O halde sen de Musul halkını bırak, kendilerine birşey yapmaya kalkma. Çünkü İnsanların kanını dökmek sa­na helâl olmaz" dedi. Mansur bu cevaba çok içerledi ve toplantıyı dağıttı. Daha sonra Ebu Hanİfe'yi yanma çağırdı ve "Söylediklerin doğrudur. Fakat rica ederim, böyle bir hükmü sakın yayma. Yoksa isyancılar cesaretlenir ve daha ileri gider." dedi. (İbn'ül-Esir, c. V; Serahsî, Kitâbû'l-Mebsut, c. X).

İmam Ebu Hanife, adlî mercilere karşı da ifa­de hürriyetini tatbik etti. Adalet mekanizmasında veya kanunlann tatbikinde görülen her­hangi bir hatalı hareketin mutlaka söylenme­sini ve ilgili makamlara bildirilmesini İmam Ebu Hanife açıkça beyan etmiştir. O, adlî ku­ruluşlara gösterilecek hürmet ve itibarın, uy­gulamadaki yanlışlıklan ve hatalı hareketleri tasvip etmek anlamına gelemeyeceğini belirt­miştir. Nitekim, İmam, adalet sisteminde mü­şahede ettiği bir hata sebebiyle uzun müddet fetva vermemiştir (İbni Abdulbirr, el-İntika; el-Hatip, c. VIII, el-Kerderî, c. I).

O fikir ve ifade hürriyetinde o kadar ileri gi­diyordu ki, meşru bir devlet başkanının ba­şında bulunduğu âdil bir yönetime karşı, sıra­dan birinin tenkit hakkını tereddütsüz kabul ediyor; hatta böyle bir kimsenin devlet reisi­ne hakaretini veya onu öldürmekten bahset­mesini, silâhlı ayaklanmaya teşebbüs etme­dikçe ve bizzat harekete geçmedikçe cezayı gerektiren fiillerden saymıyor ve hapsedilme­lerine cevaz vermiyordu. Bu husustaki hük­münü Hz. Ali'nin hilafeti devrinde Kûfe'de maydana gelen bir hâdiseden çıkarmaktaydı.

Üstte, Rasûlullah'in milâdî 7. yüzyıl başlarında el-Hısa'nın reisine göndermiş olduğu mektuptaki yazı. Altta, Muavİye'nin (661-80) yaptırdığı bir su bendinin vakfiyesinde bulunan 677 tarihli bir kita­be.

Hâdise şudur: Kûfe'de bulunduğu sırada beş kişi yakalanarak Emîrülmü'minîn Hz. Ali'nin huzuruna getirilir. Suçlan, zamanın devlet re­isi olan Hz. Ali'ye Küfe çarşısında alenen sövmektir. Hatta içlerinden birisinin "Ali'yi öldüreceğim" dediği iddia edilmektedir. Hali­fe bunların salıverilmelerini emreder. "Sizi öldürmeye niyetli olanı da mı?" dendiğinde Hz. Ali: "Böyle söylediği için bu adamı öldü­reyim mî?" der. "Bunlar size hakaret etmiş­tir" denilince de "İsterseniz siz de onlara ha­karet ediniz" şeklinde karşılık verir.

Aynı şekilde yönetimine muhalif olan Havaric için Hz. Ali şöyle buyurmuştur: "Silaha sarılıp da, alenen ayaklanmadıkça ve muhale­fete geçmedikçe sizin mescide gelmenize mâni olamayız ve fethedilen topraklar üzerin­deki hakkınızdan sizi mahrum bırakamayız." (Serahsî, Kiîabu'l-Mebsut, c. X; Mevdûdî, Hilafet ve Saltanat).

İmam Ebu Yusuf'un da adalet ve ferdî hürri­yet konusunda benzer görüşleri vardır: Adlî mercilerin vazifesi, tam bir tarafsızlık ve adaletle hüküm vermektir. Masum ve suçsuz bir insanın cezalandırılması nasıl adaletsizlik ise, suçluların cezasız kalması da aynı şekilde adaletsizliktir. Bu fiillerin her ikisi de haram­dır. Şüphe üzerine ceza verilemez. Cezalan­dırılması gereken bir kimseyi affetmek sure­tiyle cezasız bırakmak, şüphe yok ki, sebep­siz yere cezalandırmaktan çok daha ehvendir. Adalet ile ilgili meselelerde ve bütün adlî muamelelerde her türlü müdahale ve aracılık kapıları kapatılmalıdır. Bu gibi hususlarda hiç kimsenin makamına, haysiyet ve şerefine, şahsî statüsüne bakilmamahdır (Kitâbû'l-Ha-rac).

Ebu Yusuf, mücerret itham ile hiç kimsenin tutuklanamayacağmı belirtmiştir. Bir iddia ile İlgili davada, deliller ve şehadetler tesbit edi­lir. Suç, bu şekilde ispat edildikten sonradır ki, suçlu cezalandırılır. Yoksa serbest bırakı­lır. İmam Ebu Yusuf bu hususta halifeye tav­siyelerde bulunur ve hapishanelerde tutuklu bulunan insanlara ait davaların yeniden görülmesinin zaruretinden bahseder. Delil ol­madan, şahitsiz ve ispatsız mücerret itham ile tutuklananların derhal serbest bırakılmalarını bildirir. Kadılara, valilere ve diğer idarecilere genelge göndermesini, bundan böyle, hakkın­da suç isnat edilerek itham olunan kimselerin tutuksuz olarak muhakeme edİlmelirini, an­cak suç sabit görüldüğünde tevkifleri yoluna gidilebileceğinin kendilerine tebliğini ister. Sadece itham İle hiç kimsenin tevkif edilme­mesini tavsiye eder {Kitâbû' l-Harac).

Yukarıda anlatılanlardan da anlaşıldığı gibi İslâm adalet sistemi hiçbir şüpheye yer bırak­maksızın, Rasûl Muhammed'in bıraktığı ve O'nun halifelerinin uyguladığı gibi, sonra­ki nesillere aktarıldı. Sultanların ve yönetici­lerin İslâm Şeriatı'ndan sapmaları, hevâ ve heveslerine göre hükümet sürmelerine rağ­men adalet anlayışı safiyetini kaybetmedi. Umumiyetle insanlar, siyasî liderlikteki deği­şiklikten etkilenmeksizİn ümmetin salihleri-nin idaresinde şeriatın özünü takip etmişlerdi. İslâm akidesi, müslüman kitlelerde o kadar derinlere kök salmıştı ki, herhangi bir yöneti­ci şeriatın esasına karşı veya müslüman top­lumun yerleşmiş fiillerini kıran herhangi bir hareketi açıktan açığa yapmaya cesaret ede­memiştir. Bazı fâkihlerin yorumlarına veya hareketlerini meşru gösteren bazı belamlann fetvalarına sığınma ihtiyacı hissetmişlerdir. Hatta modern zamanlarda bile sultanlar ve yöneticiler statülerini müslüman âlim ve ka­dıların desteği ile kuvvetlendirdiler. Demok­rasi ile yönetilen halkı müslüman ülkelerde siyasî liderler de kitlelerin Önüne İslâm adıyla veya en azından bazı İslâmî sembolleri kulla­narak çıkmaktadırlar. İslâm hâla bütün dün­yada milyonların hayatına hükmeden bir güç­tür ve hiçbir yönetim bunu görmemezlikten gelemez. Bununla beraber, Müslüman top­lumlar muhtelif iç ve dış tesirler neticesinde şeriatın sadece ibadetle ilgili kısmı ile sınırlı kaldılar ve şeriatın daha geniş mânadaki uy­gulamalarını, amaçlarını ve bundaki hikmeti anlayıp hayata geçiremediler. İslâm toplum­larının, dinî ibadetlere iştiyakla riayet etmelerine rağmen, fizikî çevreden uygun ve etkin bir biçimde faydalanmada, Batılı toplumlann gerisinde kalmasının sebebi budur.