- Ümmetçe Dirilmek İçin

Adsense kodları


Ümmetçe Dirilmek İçin

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Wed 10 November 2010, 04:00 pm GMT +0200
Ümmetçe Dirilmek İçin

Ahmet Taşgetiren


1988'den 1992'ye Hac duyguları...

İmanın his çağlayanı halinde yaşandığı anlar hac günleri...Yurdunda çocuklarına veda ederken gözleri nemlenenler, dudakları kıpır kıpır duaya ve ağlamaya ramak kalanlar, pırıl pırıl gözlerdeki yaşlarda his...Tavafta babasının omuzlarında Kâ'be etrafında dönen, belki birkaç aylık bebeğin gözlerindeki pırıltı...his ve iman...

Otobüste, ilâhilerle başlayıp Lafza-i Celâl ile taçlanan bir zikirde yüreklerin kabarıp boşalması... Gözyaşlarının hıçkırıklara karışması...His..Hac...İman..

Hac bir iman galeyanı belki de...Ümmetin ma'şerî heyecanı... Bir ibadet şevkinin bütün bir ümmetle birlikte yaşanması...

ÜMMET

Hac ve ümmet...Haccın verdiği ilk duygu, insanın kendisini büyük bir ümmetin parçası olarak hissetmesidir. Yalnız değilsin kardeşim. İşte yanıbaşında Malezyalı...Kenyalı...Tunuslu... Cezayirli...Nijeryalı...Pakistanlı, Türkistanlı...Aynı saftasın. Gözlerinizin birleştiği noktayı hep birlikte görüyorsun. Burada herbirinizin kulağına başka türlü hasetlikler fısıldayan şeytanlar yok. Aynı saftasın. Duaların beraber "Ya Aziz ! Ya Gaffâr! Ya Rabbe'1-âlemîn! " İşte Kâ'be'nin çevresinde pervaneleriz. İşte sevgilerimizin odağı. İnançlarımızın, ortak inançlarımızın sembolü etrafında kol kola, adım adıma, yürek yüreğe, göz göze, nefes nefese dönüyoruz. Yeryüzünden, 5 milyarın içinden süzülüp gelmişiz. Aynı peteğe dolan, çiçek usarelerinden süzülüp aynı peteğe ulaşan çiçek tozları gibi...İşte ümmet bu...İslâm'ın gücü bu. Bu gücü dokuyan bir ilmek de sensin. Herbiri Bilâl-i Habeşî'den bir onur, bir haysiyet, bir mazlûmiyet taşır gibi hissettiğim ka-raderilisi... çekik gözlüsü...genci, yaşlısı, anası bacısı, yerde sürüneni, ayakta dikileni... İşte Kâ'be'nin siyah örtüsü etrafında papatya gibi örülen ümmet sensin... "İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz! " Eğer bu ümmetin gücünü taşırsak yurtlarımıza...Yurtlarımızdaki mü'minlere... Haccı bir ümmet aşısı gibi, bir güç iksiri gibi taşırsak...Bu gücü, yurtlarımızdaki kardeşlerimizin yüreklerinde parlatabilirsek...Kendi yüreklerimizdeki arınmayı, pekleşmeyi bir ömür boyu bulanmaması gereken bir emanet gibi saklarsak...Yüreklerimiz, bu arınmışlık duygusu etrafında dönüp durursa... Kâ'be'yi, Arafat'ı içimizde saklarsak...İşte büyük ümmetin yolu böyle açılır. İşte üstün ümmet odur.

DUA

Dağa taşa bir yürek konduran, arzı bir yürek vuruşu halinde bezeyen bu ümmetin bir parçasıyım. Harem-i Şeriften sokaklara taşan bu milyonlarca yürekten birisi benim. Şu milyonlarca mü'min soluğunu ben de içime çekiyorum. Allahım, şu, ellerini gökleri kucaklarca-sına açmış, gözlerini senin Cemâlini görüyormuşçasına Mekke'nin yıldızsız semasına dikmiş... şu yüreği kopuverecekmiş gibi, kopup da Senin izzetine, rahmetine sığınacakmış gibi yakaran Bilâl-i Habeşî'nin torununun duasında ben de varım. Buna eminim. O gönlü geniş adam, benim için de, bütün ümmet için de dua ediyor, eminim. Benim dualarımda da o var. Onun hürriyeti, izzeti, şerefi var. Onun duası geri çevrilmez bir dua eminim. Afrika topraklarını eline dolayıp Senin Kâ'be'ne ulaşan o genç adamın duası geri çevrilmez... "Duanız olmasa neye yarardınız?" demektesin... İşte şurada, milyonlarca insan bir tek duadan ibaret: Allahım bu ümmete yeniden izzetli günler yaşat!

ÇOCUKLAR

Kâ'be ve çocuklar... Kaç kere bu duyguyu yaşadım bilmiyorum. Ali Rıza Demircan Hoca'nın "Çocuklarımızı da hacca götürelim" yazısını kaç kere pişmanlıkla hatırladım. İhramını giymiş minnacık yavruların yüzlerinde kaç kere kendi çocuklarımın yüzünü aradım. Gözlerinde çocuklarımın gözlerini, dualarında onların dualarını aradım. Şu boncuk boncuk gözler, şu günahsız bakışlar ne güzel yakışıyor şu masum evceğizin etrafında dönmeye... Emzikli bebeğini tavaf mahallinin kıyısına bırakıp tavafa katılan anne, Allah'ın " Ve men dehalehû kâne âminen" âyetine ne kadar yürekten inanmış olmalıdır. Şu kara üzüm gibi zenci çocuklarını gördükçe, "Allahım, sanki bir tarafımıza onlardan iz kondursaydın, bu kara masumiyet, bu kara güzellik Senin eserin, Sana inanmanın yansıması" diyeceğim geliyor. Dün, dedesinin yanında, bir sütunun dibine oturmuş oynayan bir çocuğun yüzlerini avuçlarımın içine aldım. Aslında içimden '"Hadi beraber dua edelim" demek geçiyordu. Ama diyemedim. Yüzünü avuçlarımın içine aldım. Pütür pütür derisini bir sevgi cisimleşmesi şeklinde taa yüreğimin başında hissettim. Acaba o da bu sevgiyi anladı mı? Anlamıştır eminim. Gözleri öylesine pırıltılı idi ki...

Şu minik minik, başörtülü kız çocukları... Hepsi bu emin yurda bir güvercin sıcaklığı, masumiyeti taşıyor. Bu günahsızlığa özeniyorum, imreniyorum, gıbta ediyorum.

ANLAŞAMAMAK

Bugün Cuma. Yanıbaşımda Tunuslu bir genç. Yüzünde tebessüm. Tanışıyoruz. Adı Cemal. Mühendis olduğunu söylüyor, "İslâm dünyası ve sömürgeleşme"den bahsediyor. " Hilâfet-i İslâmiyyeyi yıktılar. Osmanlı'yı parçaladılar" diyor. "Şimdi de İslâm ülkelerini bölük pörçük ediyorlar." diyor. Türkiye'den soruyor. Çocukların Kur'an öğrenip öğrenmediklerini, gençliğin İslâm'la ilgisini merak ediyor. Güzel haberler veriyorum. Seviniyor. Ümmetin başsızlığı ortak şikayetimiz. Harem'de toplanan milyonlara bakıp "İslâm ümmeti yeni bir diriliş halinde " diye ümitle noktalıyoruz bir cuma öncesi sohbeti.

Ümmetin ortak derdi anlaşamamak. Yani dil problemi. Harem-i Şerife doluşan mü'minler duada, ibadette anlaşıyorlar. Aynı duaları paylaşıyorlar. Ama aynı dertleri paylaşabildikleri şüpheli. Herkes birbirini incitmemeye, gözleriyle birbirine şefkat sunmaya, sevgisini hissettirmeye gayret ediyor. Ama ondan ilerisi yok. Daha tanışma faslında yalpalıyoruz. Birbirimizi sadece memleket olarak, belki biraz da ismen tanıyoruz. Dertleşemiyoruz. Türkiye'nin sıkıntısını ben anlatamıyorum. Tunuslu Tunus'u anlatamıyor bana. Oysa ne kadar istiyor bunu. Herkes bir kuş dili oluşturuyor arasında. Ne olacak halimiz? Bu ümmeti birbiriyle anlaşabilir hale getirmek lâzım. Mekke'li, Türkçe rakamları öğrenmiş. Çünkü ticaret yapıyor. Ya İslâm'ın ortak meseleleri nasıl konuşulacak? Bir ortak dil. Bu, sanıyorum şu "Duyûfu'r-Rahmân"ın ortak talebi olmalıdır. Bir ortak dil. Şüphesiz öncelikle Kur'an dili. Çocuklarımız bunu mutlaka öğrenmeli. Bizim bu büyük dünyadan kopukluğumuzu onlar yaşamamalı. Ümmet de ancak bu ortak dille bir güç haline gelebilir. Çağımız haberleşme çağı. Ama biz İslâm dünyasının meselelerine ulaşamıyoruz. Allah Teâlâ, "Tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık" buyuruyor. Ama tanışamıyoruz. Çünkü ortak dilimiz yok. Fransızca, İngilizce ile anlaşmaya çalışıyoruz. Kur'an dili Kur'an'da hapsedilmiş. Olmaz böyle. Nijerya'da olan biten Türkiye'de bilinmeli. En azından şu mukaddes beldede bu ortak meseleler, dertler ümmete aktarılmalı. Sevgi alışverişi, bir dert alışverişi de olmalı. İslâm'ın ortak efkâr-ı umumiyesi oluşmalı. Herkes ülkesine İslâm dünyasının ortak meselelerini bilerek ve millî seviyede buna nasıl katkıda bulunabileceği kaygısıyla dönmeli.

Hac, geniş kitleler için nasıl bir haberleşme kopukluğu içinde geçiyorsa, ümmetin seçkinleri için de verimli bir iletişim ortamına dönüştürülemiyor. Minik teşebbüslerle oluşturulan sohbet ortamları da olmasa, her millet adeta kendi toprağında haccetmiş gibi kendi kabuğu içinde kalmış olacak. Arafat'a bakınız bir. 15 asır evvele gidip münadiler tarafından dalga dalga yayılan ve tüm çağları etkileyen Veda Hutbesini duyar gibi oluyorsunuz. Çağınıza döndüğünüzde ise çadırlarınızda tıkanıp kaldığınızı müşahede ediyorsunuz. Hutbelerimiz Arafat sınırlarını aşmıyor. Dualarımız çadırlarımızı aşmıyor. Sevgilerimiz çadırlarımızı aşmıyor. Arafat'ta bir kere olsun ümmetçe kucaklaşsak çağın rengi değişir oysa...

Evet, Hac günlerinde, hareketli bir iletişim ağı ve organizasyon ile çok daha verimli neticelere ulaşılabilir. İslâm'ın ve İslâm dünyasının ilmî, politik, askerî meseleleri komisyonlar halinde ele alınıp, incelenebilir. Yıl boyu tebliğler hazırlanıp İslâm dünyasını kavrayan beynelminel kongreler teşkil edilebilir.

BİLGİ

Ümmetin temel zaaflarından birisi, bilgisizlik, görgüsüzlük. İslâm'ı bilmiyoruz. İbadeti de yeterince bilmiyoruz, ahlâkı da, görgüyü de. İslâm'ın hukuka ve sisteme dönük yanından ise bütünüyle habersiziz. Bildiklerimiz genellikle miras malı bilgiler. Onların da şuurunda değiliz. Geniş bir bilgilenme hamlesine ihtiyaç var. Ümmetin sevgi ile eğitilmesi lâzım. Afrika kökenli Müslümanların her birinin elinde bir tesbih var. Sürekli tesbih ile tehlil ile meşguller. Ama ümmetin diğer unsurları ile ilişkilerde nezaket aksıyor. Bütün davranışlarda kendiliğindenliğin serbestliği, biraz başıboşluğu var. Anlaşılıyor ki onların diline tesbih ve tehlili ulaştıran bir bilgilenme gerçekleşmiş. Anlaşılıyor ki bir muallim -Allah onlardan razı olsun- onların elini tesbihe, dilini zikre alıştırmış. Şimdi yeni muallimler gerekli ki, onların davranışlarını İslâm'ın güzelliği, zerafeti, inceliği ile nakış nakış işlesin.

Bu yalnız Afrikalı Müslüman için böyle değil. Her milletin, hepimizin şu veya bu yönümüzle eğitime, İslâm'ın süzgecinden geçmemize ihtiyacımız var. Dönerken Habur'da, köfte-ekmek kuyruğunda birbirinin sırasını kapmaya çalışan insan, Hac'la birlikte yoğun bir İslâmî terbiye verilmesi gerektiğinin de örneği gibi ele alınmalı değil mi?

Akşam -Medine'de- Kirazoğlu Hoca'yı-şimdi onu rahmetlerle yadediyoruz-dinlerken, kendimdeki eksiklikleri bir kere daha gördüm ve tavafta, cemrelerde, Ravza'daki ziyaretlerde izdiham olduğu zamanlar sağımdan solumdan sıkıştıranlara karşı içimden öfkeler geçtiği için utandım. Bir başka Müslümanı incitmemek mutlaka önemli bir terbiye. Ama, sana dirseği dokunan ve ondan eziyet duyduğun Müslüman'a "Belki dirseğiniz incinmiştir " diyebilmek daha da güzel olanı. İşte Ömer Bey Hocam bunu anlattı bize...Bu olgunluğa ne zaman geleceğiz Rabbim? İslâm içinde eğitilmenin sonu yok...Nefsi arındırmanın sonu yok.

GENÇ GELMELİ

Evet, bütün ümmet bu eğitime muhtaç. Ümmet de aslında bunun farkında. Kaç yaşlı Türk hacısından duydum. Hepsi bir büyük zamanı kaybetmiş olmanın ezikliğini yaşayarak " Buralara genç gelmeli." diyordu. 50 yaşlarında birisi "10 yıl geç kalmışım." derken, 40 yaşlarında olanı" Asıl 10 yıl ben geç kalmışım " diye ekliyordu. Ümmet, İslâm'ın o gürül gürül akan güzelliğini geç tatmış olmaktan mahzun. Bu güzellik yalnız hacda değil. İslâm bütünüyle güzel ve bu güzelliği nakış nakış insanımızın gönlüne işlemek lâzım. Ümmet namazın güzelliğini, orucun güzelliğini, Müslümanca yaşamanın güzelliğini bütünüyle hissedebilmeli. Bu da İslâm'ı bütün bir iman ve heyecan halinde yaşamaya bağlı.

TEVBE

Medine-i Münevvere'ye indikten sonra Mescid-i Nebevi yolunda ilerliyoruz. Bu arada kitaptan Hz. Lübâbe ile ilgili bölümü okuyoruz. Yaptığı bir hatadan dolayı kendisini affettirebilmek için Mescidin sütununa bağlanan ve Rasûlullah affedinceye kadar bu sütunda bağlı kalacağına dair söz veren sahabî. İçiniz doluyor. O imana içinizin kabarmaması mümkün mü? Ya Mâiz' in imanı... Hani zina suçunu Rasûlullah önünde itiraf edip, haddin uygulanmasını isteyen sahabî....Kimbilir, mahşer günü, Allah Rasûlü ile bu günahla yüklenmiş olarak karşılaşmanın utancı daha ağır basmış ve bu işi burada bitirmek istemiş olmalıdır. Hazreti Hanzale'ye ne demeli? Hazreti Peygamber'den ayrıkaldığı günlerde, içindeki kesafet azalmasını "münafık mı oldum acaba?" diye sorgulayan Hanzale'ye... Kendi yaşı, Rasûlullah'ın vefat yaşı olan 63'e ulaştı-ğında toprağa bir çukur kazıp oraya giren ve ömrünün kalan kısmını orada geçiren Ahmed Yesevi'ye...

AŞK

Kirazoğlu Hoca bir şey anlattı o gece: Seyyid Ahmed er-Rufaî, makber-i Rasûlullah'ı ziyaret ederken dayanamamış, aşkla " Ey Allah Rasûlü! Madem ki ben senin evladınım. Öyleyse ver elini öpeyim." demiş. Kabirden Allah Rasûlü'nün mübarek elleri uzanmış ve orada bulunan mü'minler onu öpmüşler. Abdülkadir Geylani Hazretleri de onlar arasında imiş. Hoca " İşte aşk bu "diyordu. Sonra Akif'in anlattığı Sudanlıyı hatırladı. Sonra Kaside-i Bürde yazarı İmam Bûsirîyi hatırladı:" Gözlerindeki yaşlar O'nun komşuluğunu hatırladığın için mi yoksa..." "Peygamber âşıkları böyle" diye noktaladı sözlerini...

Allah Rasûlü'nün Mescidindeyiz. Ravzadayız. İşte şurada O'nun sâdık, sıddîk dostu Ebûbekir yatıyor. Şurada Ömer. Şurası Ehli Suffa'nın yeri. Şuralarda Allah Rasûlünün kutlu dostları oturmuşlar, namaz kılmışlar. Kur'ân bu mekâna inmiş. Aman Yarabbim. Vahiy bu topraklara inmiş. Bu topraklar vahyi taşımış. Allah Rasûlü, şu mihrabda imam olmuş. Şu minberde İslâm'ın ölümsüz bildirisini sunmuş ümmetine. Bu mekân... Bir özlem içimde... Keşke 14 asır önce gelseydim. O güzel yüzü görsem, O'na biat etsem. O'nun izinde yürüsem. Bir özlem... Harem'de bir hoca vaazediyor. Âyeti okuyor: "Sesiniz Peygamber'in sesinden yüksek çıkmasın." Burada nasıl konuşulur? O konuşuyor. Hep konuşuyor. 15 asırdır konuşuyor. Bu sesi duyuyorum. Allah'ım bu sesi içimizden çıkarma. Bu sesi ebedî kılavuzumuz yap. O'nun sevgisini içimizde kılavuz yap. Sen, Sen'in sevginle Rasûlünün sevgisini birleştirdin. Sen, Sana itaatle Rasûlüne itaati birleştirdin. Rabbim bizi bu sevgilerden ayırma. Kalblere hükmeden sensin Rabbim. Bizim kalblerimizi bu sevgilerle yıka, arıt. Rabbim bizi O'nun yetiştirdiği nesle benzet. Onlardan bir nişan ver yüreğimize. Ebûbekir'den, Ömer'den, Muaz'dan, Bilâl'den, Mus'ab'dan, Ali'den, Osman'dan...Allahım, o güzel nesli bizlerle, çocuklarımızla yaşat. Hazreti Lübâbe'nin pişmanlığı asırlarca yaşıyor Rabbim. Ne güzel tevbe o ki, onun günah bağını Allah Rasûlü çözüyor. Ne güzel tevbe onların tevbesi ki, onların affedildiğini vahiy bildiriyor. Rabbim tevbelerimizi onların tevbelerine benzet. İçimizde o tevbelerin yakıcı ateşini tutuştur. Rabbim kalblerimizi tevbe ile pişir. Günahlarımızı bu dünyada iken yak Rabbim. Bizi Senin huzurunda, Senin Rasûlünün karşısında utançla bulundurma. Sana kul, O'na ümmet olma şerefini bihakkın taşımayı nasib et. Rabbim Senin her şeye gücün yeter.

ARINMAK

Kafilemizin en yaşlısı İsmail Amca. İsmail Amca güngörmüş bir insan. Geyve'de bahçeleri var. Hayatında fazla bir mes'uliyet hatırlamıyor. Kimseye haksızlık yapmamış. Hayıfla hatırladığı günler av günleri. Müftü ile ava çıkar ve ne bulursa avlarmış. "İşte o canların hakkı beni düşündürüyor" diyor sık sık. Orada da beraber ava çıktığı müftünün fetvasına güveniyor.

İsmail Amcanın ilginç hatıraları var. Bir tanesi çok etkileyici. Kıtlık yıllarında İsmail Amca, tarlaya ekmek üzere birkaç çuval tohumluk buğday götürüyor. Tarlada epeyce çalışıyor. Bu arada hava kararıyor. Geride tek çuval kalıyor. İsmail amca yağmura kalmamak için o tek çuvalı bir çalının dibine koyup, köye gidiyor. Döndüğünde çuvalı yerinde bulamıyor. "La havle.." çekip, yeniden köye dönüyor. Aradan yıllar geçiyor. İsmail Amca yaşlanıyor. Bir gün yolda, yanına köyden yaşlıca birisi yaklaşıyor.

-Dur hele İsmail Ağa, diyor. Sana karşı utandığım bir mesele var. İsmail Amca şaşırıyor.

-Hayır ola ağa, neymiş o, hele söyle bakalım.

-Sorma İsmail Ağam. Hani kıtlık senesiydi, hatırlar mısın? O zaman senin bir çuval tohumluğun kaybolmuş muydu?

-Eee, n'olmuş? Kaybolduydu?

-İşte onu ben almıştım. Daralmış, bunalmıştık. Aldık buğdayı yedik. Ama o gün bu gündür içime dert oldu. Yaşımız ilerledi. Ne zaman ne olacağı bilinmez. Öte dünyaya bu borçla gitmek istemiyorum. Ne istersen vereyim. Gel hakkını helâl et.

İsmail Amca bu hareket karşısında ne diyebilir? Bu kaygıya ne denir? Elbet helâl edecek. Bunu söylemeyi göze alan bir adam affedilmez mi? Helâllaşıyorlar.

İsmail Amca Hac'daki arınma duygusunu anlatırken sık sık hatırlıyor bu köylüsünü. Hatta ona gıbta ediyor.

İsmail Amca soruyor:

-Hoca, acaba buraya gelen hacılar hep değişerek gidiyorlar mı? Marifet orda. Yoksa adamın ceketi gider gelir hacca.

İsmail Amca'nın sözleri gerçekten düşündürücü. Hep sormalı insan kendi kendine:

-Ne kadar değiştim? Anadan doğduğum günkü temizlik duygusu ne kadar benliğime sindi? Nefsim İslâm'la ne kadar yoğruldu?

Allah Teâlâ bir kapı aralıyor mü'mine: Arınma, yıkanma, günahsızlanma, sevapta doruktan, günahta sıfırdan başlama fırsatı veriyor. Nefsimizi yeniden inşâ yolu açıyor. Bütün mesele bu duyarlığı içimizde hep hissetmek.