hafiza aise
Thu 7 July 2011, 04:14 pm GMT +0200
12- Uhud Savaşında Ortaya Çıkan Bazı Hikmetler:
Allah Teâla, "Sen mü'minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden evinden ayrılmıştın..."[563] âyetiyle olayı anlatmaya başladığı yerden itibaren 60 âyet boyunca Âl-i İmrân sûresinde bunların esaslarına ve temel noktalarına işaret buyurmuştur:
1- Allah Teâlâ müslümanlara, itaatsizliklerinin, gevşekliklerinin ve birbirlerine düşmelerinin kötü sonucunu bildirmiş ve uğradıkları belânın sadece bu kötülükleri sebebiyle olduğunu şöylece haber vermiştir: "Andolsun ki Allah, size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle onları (kâfirleri) kesip biçiyordunuz. Ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra, gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz; sizden kimi dünyayı, kimi ahireti istiyordu. Derken denemek için Allah sizi onlardan geri çevirip bozguna uğrattı. Andolsun ki O sizi bağışladı..."[564]
Peygambere isyanlarının, çekişmelerinin ve gevşemelerinin sonucunu görünce, bundan sonra çok hazırlıklı, uyanık ve Allah'ın yardımsız bırakmasına sebep olacak şeylerden daha bir sakınır oldular.
2- Allah'ın, Peygamberleri ve onlara uyanlar hakkındaki hikmeti ve sünneti, (düşmanlarıyla savaşta) birinde onların, diğerinde de düşmanlarının galip gelmesi şeklinde olagelmiştir. Fakat sonuç her manian peygamberlerin ve onlara uyanların lehine olmuştur. Zira, daima galip gelseler peygamberlerle beraber hem mü'minler hem de daha başkaları savaşa girerlerdi. Dolayısıyla sadık mü'min, diğerlerinden ayırdedilemezdi. Tersine, devamlı mağlup olsalardı, peygamberlik ve elçi göndermenin maksadı hasıl olmazdı. Hikmeti gereği, Allah onlara her ikisini (zafer ve mağlubiyeti) de verdi; böylece peygamberlere hak inançtan ve onların getirdikleri şeylerden dolayı uyan, itaat eden kimseler ile onlara, özellikle zafer ve galibiyetlerinden ötürü uyanlar birbirlerinden ayrılmış olsunlar.
3- Bu durum, peygamberlerin özelliklerindendir. Nitekim (Bizans İmparatoru) Hirakl, Ebu Süfyan'a şöyle sormuştu:
— Onunla savaştınız mı?
— Evet.
— Onunla aranızdaki savaş nasıl neticelendi?
— Dönüşümlü. Birinde o bize galip gelir, diğerinde de biz ona galip geliriz.
— İşte peygamberler böyle imtihan olunurlar, sonra sonuç onların lehine olur.[565]
4- Sadık mü'min sahtekâr münafıktan ayrılmıştır. Çünkü mü'minleri Allah Bedir savaşında düşmanlarına üstün kılıp şöhretleri yayılınca, içten onlarla birlik olmayan bir kısım kimseler, dış görünüş itibariyle onlarla beraber İslâm'a girmişti. Allah'ın hikmeti, kullarına mü'minle münafığı birbirinden ayıracak bir imtihanı sebep kılmayı gerektirdi. Nitekim münafıklar bu savaşta baş kaldırıp gizlediklerini söylediler, sırları ortaya çıktı. Uzaktan uzağa îma ettikleri şey açıklığa kavuştu. İnsanlar apaçık bir şekilde kâfir, mü'min ve münafık kısımlarına ayrıldılar. Böylece mü'minler, bizzat kendi evlerinde, kâfirler dışında kendileri ile bir arada bulunan ve kendilerinden ayrılmayan bir düşmanlarım daha tanıdılar, onlara karşı hazırlandılar ve onlardan sakındılar. Allah Teâlâ buna şöyle işaret etmektedir: "Allah inananları, sizin içinde bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; temizi pisten ayıracaktır. Allah sizi gayba vâkıf kılacak değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer..."[566] Yani Allah Teâla, mü'minleri münafıklarla benzerlik ar-zeden bir hal üzere bırakacak değildir. Uhud savaşındaki malum imtihanla ayırdığı gibi iman ehlini münafıklardan ayıracaktır. Allah Teâlâ size, mü'-minlerle münafıkları birbirinden ayırdığı gaybı da bildirecek değildir. Onlar Allah Teâlâ'mn gaybmda ve ilminde ayırdedilmişlerdir, ancak O, münafıkları kesin bir ayrımla ayırmak istemektedir. Böylece O'nun malumu olan gayb âyân beyan ortaya çıkmış olur. "Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer" şeklindeki Allah kelâmı, yaratıklarından peygamberlerden başka hiçbir kimsenin gaybı bilmeyeceğine açıklık getirmek için gelmiştir. Zira Allah, Rasûlîerine gaybmdan dilediği şeyleri bildirir. Nitekim, "Gaybı bilen Allah, gaybı bildirmek istediği peygamberler dışında hiç kimseye bildirmez. "[567] buyurmuştur. Sizin mutluluk ve saadetiniz, Rasûllerine bildirdiği gaybe iman etmektedir. Şayet gaybe inanır ve iman ederseniz en büyük sevap ve değer sizindir.
5- Allah, dostlarının ve taraftarlarının sevinçte ve tasada, hoşlandıkları ve hoşlanmadıkları durumda, zaferi kendilerinin veya düşmanlarının kazanmaları halinde nasıl kulluk yapacaklarını ortaya çıkarmıştır. Mü'minler, hoşlarına giden ve gitmeyen konularda Allah'a itaata ve kulluğa devam ederlerse, işte onlar O'nun gerçek kullarıdır; sadece sevinç, nimet ve afiyet hallerinde Allah'a kulluk yapan kimseler gibi değildirler.
6- Şayet Allah Teâlâ mü'minlere devamlı yardım etse, her yerde düşmanlarına karşı zafer kazandırsa ve onları ebediyen düşmanlarına üstün ve galip kılsaydı, nefisleri azıtır, kibirlenir ve kabanrdı. Ve şayet Allah Teâlâ, onlara daima zafer, galibiyet ihsan etseydi, bolca rızık verdiği kimseler nasıl olacaklarsa öyle olurlardı. Halbuki O'nun kullarını ancak sevinç ve sıkıntı, güçlük ve rahatlık, darlık ve bolluk ıslah eder. O, kullarının işlerini hikmetine yaraşır biçimde düzenleyendir ve O, kullarından haberdardır ve onları görendir.
7- Allah mü'minleri mağlubiyetle, yenilgiyle ve hezimetle imtihan ettiğinde zelil oldular, yenildiler ve boyun eğdiler. Bu sebeple O'nun izzet ve yardımını hakettiler. Zira zafer gömleği ancak zelilliğin ve kırılmanın (getirdiği) dostlukla giyilir. Nitekim Allah Teâlâ da: "Andolsun ki siz zelil bir durumda iken Allah (Bedir'de) size yardım etmişti."[568] ve "... Çokluğunuz sizi böbürlendirdiği ancak bir faydası da olmadığı Huneyn savaşında... "[569] buyurmuştur. Çünkü O, kulunu yüceltmeyi, üstün ve muzaffer kılmayı dilediği zaman önce onu kırar. Onu galip ve muzaffer kılması da kulunun zilleti ve kırılması ölçüsünde olur.
8- Allah Teâlâ, mü'min kulları için ikram yurdunda (cennet) öyle mertebeler hazırlamıştır ki, oralara amelleriyle ulaşamazlar, ancak belâ ve mihnetle ulaşabilirler. Kullarım, o mertebelere varış sebepleri cümlesinden olan salih amellere muvaffak kıldığı gibi, yine kendilerini bu mertebelere ulaştıracak belâ ve imtihan gibi sebepleri de onlar için takdir buyurmuştur.
9- Nefisler, daimi afiyet, zafer ve zenginlikten dolayı azgınlığa düşüp dünyaya meyleder. Bu ise nefisleri, Allah'a ve ahirete doğru yaptığı yolculuktaki ciddiyetinden uzaklaştıran bir hastalıktır. Rabbi, Mâliki ve merhamet edicisi (olan Allah), onun bu hastalıktan kurtulmasını istediğinde, kendisine yaptığı gayretli yolculuktan alıkoyan bu hastalığın ilacı olan belâ ve imtihanları takdir buyurur. Böylece bu belâ ve sıkıntılar, hastaya hoş olmayan ilacı içiren ve hastalıklarını tedavi için acı veren damarları kesen (ameliyat eden) doktor yerindedir; ki doktor hastayı bu durumda biraksaydı hastalıklar onu sarardı ve ölümü bunların yüzünden olurdu.
10- Şehitlik, Allah katında Allah dostlarının en yüce mertebesidir. Şe-hidler de kulları arasında en seçkinleri ve en yakınlarıdır. Sıddîklık derecesinden sonra şehitlikten başka bir derece yoktur. O, kullan içerisinden, kanlan Allah sevgisi ve rızası uğrunda dökülen, Allah sevgisi ve rızasını kendi canlarına tercih eden şehidler edinmekten hoşlanır. Bu dereceyi elde etmek için, düşmanı başına musallat etmesi gibi şehitliğe götüren sebepleri takdir etmesinden başka bir yol yoktur.
11- Allah Teâlâ, düşmanlarını yok edip öldürmek istediğinde, helak edilip Öldürülmelerini gerektirecek sebepleri hazırlar. Kâfir oluşlarından sonra bunun en büyük sebepleri isyanları, haddi aşıp azgınlaşmaları, Allah dostlarına eziyette aşırıya gitmeleri, onlarla çarpışıp savaşmaları ve üzerlerine musallat olmalarıdır. Böylece Allah dostları, günahlarından ve kusurlarından temizlenirken, düşmanlarının da mahvedilme, helak edilme sebepleri artar. Allah Teâlâ şu âyette bunu anlatmaktadır: "Sakın gevşemeyin, üzülmeyin; iman etmişseniz mutlaka en Üstün sizsiniz. Eğer siz (Uhud'da) bir yara almış-samz, (size düşman olan) topluluk da (Bedir'de) benzeri bir yara almıştı. Böylece Biz, Allah'ın gerçek mü'minleri ortaya çıkarması ve içinizden şehidler edinmesi için bu günleri bazan lehlerine bazan da aleyhlerine olarak insanlar arasında döndürüp dururuz. Allah zalimleri sevmez. Ve böylece iman edenleri günahlardan arındırmak, inkarcıları da mahv etmek için böyle yapa-nz_» [570]Allah Teâlâ bu hitabda mü'minleri teşvik edip kendilerine güvenlerini artırmak, gayret ve kararlılıklarım canlandırmakla güzelce teselli etmeyi bir araya getirmiş ve kâfirlerin onlara karşı galip gelmesini gerektiren göz kamaştırıcı hikmetleri saymıştır. Nitekim, "... Eğer siz (Uhud'da) bir yara al-mışsanız, (size düşman olan) topluluk da (Bedir'de) bir yara almıştı..."[571] buyurmuştur. Yaralanma ve acı çekme konusunda birbirinize denk oldunuz, fakat ümit ve sevap konusunda birbirinizden ayrıldınız. Nitekim şöyle buyurmuştur: "... Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah'tan, onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız.'"[572]Size ne oluyor ki yaralanıp acı çektiğinizde gevşeyip zayıflıyorsunuz. Müşrikler bu belâya şeytanın yolunda uğramışlarken siz benim yolumda ve rızamı kazanmak uğrunda maruz kaldınız.
Sonra Allah Teâlâ, bu dünya hayatının günlerini insanlar arasında evirip çevirdiğini, uğradıkları sıkıntının bugünün sıkıntısı olduğunu ve onu ahi-retin aksine olarak dostları ve düşmanları arasında dönüşümlü olarak taksim ettiğini bildirmektedir. Zira ahiretin şerefi, zaferi ve ümidi sadece iman edenlere mahsustur.
Sonra bir başka hikmetini belirtti: Bu da, mü'minleri münafıklardan ayır-detmesidir. Böylece, daha önceleri onlar kendi gayb ilminde malum iken ru'-yet ve müşahede ilmiyle de onları bildirmiştir. Bu gayb ilmi ile sevap veya ceza gerekmez; sevap ve ceza ancak duyu âleminde gerçekleşip görüldüğünde malum (olan hususlar)a gerekir.
Sonra bir başka hikmeti daha zikretti: Bu da Allah'ın mü'minler araşır dan şehidler edinmesidir. Zira O, kulları içinden şehidleri sever. Onlar iç|i en yüce ve en üstün makamları hazırlamış ve onları bizzat kendisi için ayiı mıştır. Öyle ki onlan şehitlik derecesine erdirmeyi gerekli kılmıştır. Allah T( âlâ'mn: "... Allah zalimleri sevmez."[573] buyurması, Allah'ın Peygamberini Uhud savaşında yardımsız bırakan ve Uhud savaşına katılmayan münafıkları sevmeyip onlara gazaplandığım anlattığı gerçekten yerinde yapılmış hoş bir tenbihtir. Allah onlan sevmediği için aralarından şehidler edinmemiştİr. O gün mü'minlere tahsis ettiği ve şehid olanlara verdiği şeylerden mahrum etmek için münafıkları çevirip geri döndürmüştür. Böylece Allah, kendi dostlarını ve taraftarlarını muvaffak kıldığı yollardan o zalimleri alıkoymuştur.
Sonra bu savaşta başlarına gelen şeyler hakkındaki bir başka hikmeti zikretti: Bu hikmet, iman edenlerin arındırılmasıdır. Bu arındırma da onları günahlardan ve nefsin âfetlerinden temizlemesi ve kurtarması demektir. Yine aynı şekilde Allah Teâlâ, onları münafıklardan da kurtarıp arındırdı, böylece mü'minler münafıklardan ayrılmış oldu. Neticede mü'minlerin lehine iki tür arındırma ortaya çıkmış oldu: Nefislerinden arındırma ve düşman oldukları halde kendilerini mü'minlerdenmiş gibi gösteren münafıklardan arındırma.
Sonra diğer bir hikmeti daha zikretti: Azıtıp sapıtmaları, isyan etmeleri ve düşmanlıkları sebebiyle kâfirleri mahvetmesi. Sonra Allah Teâlâ onların, kendi yolunda cihad etmeksizin ve düşmanların eziyetlerine sabretmeksizin cennete gireceklerine dair hesaplarını ve zanlarım reddetti. Böyle düşünen ve zannedenler reddolunduklarına göre böyle bir şey kesinlikle mümkün değildir. İşte Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Yoksa siz, Allah aranızdan cihad edenleri ve sabredenleri bilmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?.."[574] Yani: Sizden böyle bir şey ortaya çıkmadı ki, Allah onu bilsin. Çünkü böyle bir şey gerçekleşirse Allah onu muhakkak bilir ve buna karşılık sizi cennetle mükâfatlandırır. Mükâfat, mücerred bilgiye göre değil, malum olmuş vak'a-ya göredir. Allah Teâlâ kula, kendisinin malumu olan şey gerçekleşmeksizin, mücerred ilmine dayanarak mükâfat veya ceza vermez. Sonra Allah Teâlâ, temenni edip kavuşmayı arzuladıkları bir işten bozguna uğramalarını başlarına kakarak şöyle buyurdu: "Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyor dun uz, İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz."[575]
İbn Abbas diyor ki: Allah Teâlâ, Peygamberinin dilinden Bedir şehidle-rine ne gibi ikramlarda bulunduğunu haber verince ashab-ı kiram, şehidliği arzu edip içinde şehid olacakları ve (şehid) kardeşlerine kavuşacaktan bir savaşı temenni ettiler. Allah Teâlâ da onlara, Uhud savaşında bunu gösterdi, sebeplerini hazırladı. Çok geçmeden Allah'ın dilediklerinden başkaları bozguna uğradılar. Bunun üzerine Allah: "Andolsun ki siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzuluyordunuz. İşte onu gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz." âyetini indirdi.
12- Uhud vak'asi Rasûlullah'ın (s.a.) vefatı öncesinde, bu konuda bir başlangıç ve harikulade bir belirti olmuştur. Ailah mü'minleri teskin etti ve Rasûlullah'm (s.a.) ölmesi veya öldürülmesi (söylentisiyle) gerisin geri dönmelerinden dolayı azarladı. Halbuki onlara gerekli olan, O'nun dini ve tevhidi üzere, sabit kalmaları ve bu uğurda ölmeleri ya da öldürülmeleridir. Çünkü onlar Muhammed'in Rabbine ibadet etmektedirler; O ise hiç ölmez diridir. Muhammed ölse veya öldürülse bile bu durum onları O'nun dininden veya getirdiklerinden çevirmemelidir. Zira her canlı ölümü tadacaktır. Muhammed de baki kalmak için peygamber gönderilmemiştir. Ne O, ne de kendileri baki değildirler. Ancak İslâm ve tevhid uğrunda ölmelidirler; zira -Rasûlullah ölse de sağ kalsa da- ölüm mutlaka gelecektir. Onun için Allah Teâlâ, şeytan: "Muhammed öldürüldü!" diye bağırdığında, dininden dönenlerin dönüşünü kınayarak şöyle buyurmuştur: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri mi döneceksiniz? Kim gerisin geri dönerse Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenlerin mükâfatını verecektir. "[576] Şükredenler ise, nimetin kıymetini bilen, ölünceye veya öldürülünceye kadar bu nimet üzere sebat edenlerdir. Rasûlullah (s.a.) vefat ettiği gün bu azarlamanın etkisi, bu hitabın hükmü ortaya çıktı. Gerisin geri dönüp mürted olanlar oldu, fakat şükredenler dinlerinde sebat ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ da onlara yardım etti, onları yüceltti ve düşmanlarına karşı muzaffer kıldı, sonucu da onların lehine çevirdi.
Daha sonra Allah Teâlâ, her canlı için tamamlayacağı ve sonunda kavuşacağı bir ecel tayin ettiğini haber verdi. İnsanların hepsi, yolları farklı olsa da tek bir kaynak şeklinde ölüm havuzuna gelecekler; sonra kıyamet durağından çeşitli yollara ayrılacaklar, bir kısmı cennete bir kısmı da cehenneme gideceklerdir.
Sonra Allah Teâlâ, peygamberlerinden büyük bir topluluğun ve on ar a birlikte kendilerine tâbi olanların çoğunun öldürüldüklerini, ama sağ kalanların Allah yolunda başlarına gelen belâlar karşısında gevşemediklerini, zayıflayıp yılmadıklanm ve boyun eğmediklerini haber verdi. Bu kimselerin savaş sırasında da gevşemediklerini, yılmadıklarım ve boyun eğmediklerini; aksine şehid olmayı metanetle, sabırla ve öne atılarak karşıladıklarım; geri dönerek, zelil bir şekilde boyun eğerek değil, bilakis izzetle, şerefle; geri kaçarak değil, öne atılarak şehid olmayı istediklerini bildirdi. Doğrusu, âyet-i kerime, her iki grubu da ele almaktadır.
Daha sonra Allah Teâlâ, peygamberlerin ve ümmetlerinin günahlarını itiraf ederek, tevbe istiğfarda bulunarak, Rablerinden ayaklanın sabit kılmasını ve düşmanlarına karşı yardım etmesini isteyerek kendi kavimlerine karşı zafer taleb edişlerini haber verdi. Buyurdu ki: "Söyledikleri sadece şu idi: "Rab-bimiz! Günahlanmızı ve işimizdeki aşmlıklanmızı bağışla, ayaklarımızı sağlam tut, kâfir topluma karşı bize yardım et!" Bu yüzden Allah onlara, hem dünya karşılığının hem ahiret karşılığının en güzelini verdi. Çünkü Allah güzel davrananlan sever."[577]Müslümanlar, düşmanın ancak günahları sebebiyle kendilerine galip geleceğini; şeytanın yine ancak günahları -ki bunlar, ya bir hakkı ödemedeki kusur ya da haddi aşmak şeklinde iki türlüdür- sebebiyle ayaklarını kaydırıp kendilerini yenebileceğini; zaferin de tâata bağlı olduğunu anlayınca: "Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla!" dediler. Sonra Rab Tebareke ve Teâlâ ayaklarını sabit kılmadığı ve onlara yardım etmediği takdirde kendi başlarına sebat etmeye güç yetiremeyecekle-rini ve düşmanlarına karşı yardım sağlayamayacaklarını anladılar. Eğer O ayaklanın sabit kılmaz ve kendilerine yardım etmezse kendilerinin sebat edemeyeceklerini ve zafere erişemeyeceklerini ve kendilerinin değil O'nun elinde olduğunu bildikleri bu şeyi O'ndan istediler. Bu yüzden şu iki makamın hakkını verdiler: I) Yardımı icabettirici makam: Bu, tevhid ve Allah'a sığınmadır, 2) Yardıma engel olan şeyleri ortadan kaldırma makamı: Bu da günahlar ve aşırılıklardır. Peşinden Allah Teâlâ müslümanlan düşmanlarına itaatten sakındırdı. Eğer onlara itaat ederlerse dünya ve ahirette hüsrana uğrayacak-lanru haber verdi. Burada, Uhud savaşında müşrikler müslümanlara galip gelip zafer kazanınca müşriklere uyan münafıklara tariz vardır.
Sonra Allah Teâlâ, mü'minlerin dostu, yardım edenlerin en hayırlısı olduğunu ve dostu olduğu kişinin muzaffer olacağını haber verdi.
Sonra Allah Teâlâ düşmanlarının kalplerine müslümanlara hücum etmelerini ve onlarla savaşmaya kalkışmalarını engelleyen bir korku düşüreceğini ve kendi taraftarlarını düşmanlarına karşı kendisi sayesinde galip gelecekleri bir korku ordusuyla destekleyeceğini haber verdi. Bu korku gönüllerindeki şirk sebebiyledir ve şirkleri ölçüsünde olacaktır. Bu yüzden Allah'a şirk koşan en korkak, en ödlek şeydir. İmanlarına şirk karıştırmayan mü'minler için emniyet, hidayet ve kurtuluş; şirk koşan için ise korku, dalâlet ve bedbahtlık vardır.
Sonra müslümanlara, düşmanlarına karşı zafere eriştireceğine dair verdiği sözde durduğunu haber vermiştir. O, sözünü her zaman tutandır. Şayet müslümanlar itaata ve Peygamber'in emrine sarılmaya devam ederlerse zaferleri dedevam eder. Fakat itaatten ayrılırlar, bulunmaları gereken yerden uzaklaşırlarsa, itaat bağından kopmuş olurlar. Böylece zafer de kendilerinden uzaklaşmış olur. Ayrıca, günahın kötü sonuçlan ile itaatin güzel sonucunu bildirmek için, onları düşman karşısında bir ceza ve imtihan olmak üzere yüz geri etmiştir.
Sonra Allah Teâlâ, bütün bunların ardından onları affettiğini ve mü'-min kullarına karşı ihsan sahibi olduğunu haber verdi. Hasan (eI-Basrî)'ye: "Düşmanlarını başlarına musallat edip de onlar öldürebileceklerini öldürmüşler, cesetlerini parçalamışlar ve emellerine ulaşmışlarken Allah müslümanîa-n nasıl affetmiş oluyor?" diye sorulduğunda şöyle cevap verdi: "Onlan affetmeseydi, müşrikler köklerini kazırlardı. Fakat bu affı sebebiyledir ki, köklerini kazımak üzere toplanmışken düşmanlarını onlardan püskürtmüştür."
Sonra onlara, şiddetli kaçışları esnasındaki hallerini hatırlattı. Yani kaçma konusundaki ciddiyetlerini ve yeryüzündeki gidişlerini veya dağa çıkışlarını ki, ne Peygambere ne de ashabından birisine bakıyorlardı. Üstelik Peygamber arkalarından onları şöyle çağırıyordu: "Bana gelin ey Allah'ın kulları! Ben Allah'ın Rasülü'yüm!" Bu kaçış ve firarları sebebiyle Allah onları, biri bozgun ve yenilgi kederi diğeri şeytanın aralarında, "Muhammed öldürüldü!" şeklinde çığlık atması kederi olmak üzere keder üstüne kedere uğrattı.
Denilmiştir ki: Allah Teâlâ, RasûhVnün yanından kaçmak ve O'nu düşmanlarına teslim etmekle Rasûlü'nü kederlendirmenize karşılık sizi bir kederle cezalandırmıştır. Bu keder, Peygamberini kedere düşürmenize karşılık size cc/iı olarak verilen bir kederdir.
Birinci görüş, birkaç yönden daha uygun görünmektedir:
1- "Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye..."[578] buyrul-ması, bu keder üstüne kederin hikmetine dikkat çekmedir. Bu ise Allah'ın, kaybettikleri zafer ile uğradıkları bozguna ve yaralanmalara üzülmelerini unutturmasıdır. Nitekim bu nedenle acılarını unuttular. Bu da ancak, kederi takip eden bir başka kederle hasıl olur.
2- Bu görüş, gerçeğe de uygundur. Şöyle ki, ganimeti kaybedişten dolayı bir keder hasıl oldu, sonra bunu bozgunun kederi, sonra uğradıkları yaralanma kederi, sonra öldürülme kederi, sonra Rasülullah'ın (s.a.) öldürülmüş olduğu haberini işitmeleri kederi, sonra da bunu düşmanlarının dağda onların üst tarafında bir yere çıkmalarından ötürü bir keder izledi, Allah'ın muradı özellikle iki keder değildir; aksine deneme ve imtihanın tam olması için, birbirini izleyen kederlerdir.
3- Âyetteki "bigammin" ifadesi, sevabın tamamındandır, sevabın verilişinin sebebi değildir. Anlamı: Kaçmak, peygamberlerini ve ashabını (düşmana) teslim etmek, Peygamber kendilerini çağırırken O'na koşmamak, bulunmaları gereken yerde kalmak hususunda O'na muhalefet etmek, kendilerine verilen emir konusunda çekişmeleri ve gevşemeleri gibi, müslüman-lardan ortaya çıkan davranışlara ceza olarak, sizi bir keder ardından başka bir kedere uğrattık demektir. Bu davranışlardan her biri kendisine has bir keder gerektirir ve onlardan sadır olan sebeplerle gerekçelerin birbirini izlemesi gibi uğradıkları kederler de birbirini izler. Eğer Allah affıyla telafi etmeseydi iş başka türlü olurdu. Allah'ın, onlara olan lütfü, şefkat ve merhametinden-dir ki, onlardan sadır olan bu davranışlar, insan tabiatının icaplarından olup kendilerini sürekli bir zaferden alıkoyan ve nefislerinde yerleşmiş bir takım kalıntılardır. Allah onlara lütfederek kuvveden fiile çıkarttığı sebepler hazırlamıştır. Bunlardan dolayı istenilmeyen neticeler ortaya çıkmıştır. İşte o zaman, bunlardan tevbe etmenin, emsallerinden sakınmanın ve atlarıyla bunları savuşturmanın gerekli bir şey olduğunu ve bu olmadan kendileri için bir kurtuluş ve devamlı, kalıcı bir zaferin mümkün olamayacağını anladılar. Bu sebeple artık daha çok sakınır ve böyle davranmalarına sebep olan şeylerin gediklerini çok iyi bir biçimde tanır oldular.
"Belki de senin kınamalarının sonuçlan övgü olacaktır; Nice bedenler vardır ki hastalıklarla sağlığa kavuşmuştur."
Sonra Allah Teâlâ, rahmetiyle mü'minleri telâfi etti ve onların kederlerini hafifletti. Katından bir güven ve rahmet olarak indirdiği uyuklama ile o kederi kendilerinden giderdi. Bedir savaşında mü'minlere indirdiği gibi, savaştaki uyuklama, zaferin ve güvenin bir belirtisidir. Ayrıca Allah Teâlâ, bu uyuklamaya tutulmayan kişilerin, dini, peygamberi veya arkadaşlarına değil de kendi canlarına ehemmiyet veren kişiler olduklarını haber verdi. Bunlar, Allah hakkında cahiliyet devri insanlarına yaraşır, doğru olmayan zanlarda bulunanlardır. Allah hakkında yakışık almayan bu zan; Allah Teâlâ'nın Ra-sûlü'ne yardım etmeyeceği, O'nun işinin dağılıp yok olacağı ve Allah'ın, Ra-sûlü'nü öldürülmeye terkedeceği şeklinde açıklanmıştır. Yine bu zan; mü'minlerin uğradıkları bu belânın Allah'ın kaza ve kaderiyle olmadığı ve Allah'ın bunda bir hikmeti bulunmadığı şeklinde de açıklanmıştır. Ayrıca hikmetin, kaderin, Rasûlü'nün işini tamamlamasının ve İslâm'ı bütün dinlere üstün kılmasının inkâr edilmesi şeklinde de açıklanmıştır. İşte bu zan, Fetih sûresinde buyurulduğu gibi, münafıkların ve müşriklerin Allah Teâlâ'ya karşı besledikleri kötü zanlarıdır: "Allah hakkında kötü zanda bulunan münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara da aza-betsin. Kötü olaylar kendi başlarına gelsin. Allah, onlara gazab etmiş, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Orası ne kötü dönüş yeridir."[579] Bu ancak kötü bir zan, cahiliyet devri insanlarına has bir cahüiye zannı ve gerçek dışı bir zandır. Allah'ın hikmetine, hamdine ve tek Rab tek ilah oluşuna, caymayacağı sadık vadine yaraşır olanın ve Peygamberlerine yardım edeceğine ve onları hor zelil bırakmayacağına ve galiplerin kendi ordusu olacağına dair daha önce vermiş olduğu söze yaraşır olanın aksine bu zan, O'nun en güzel isimlerine (esmâ-i hüsnâsına), en yüce sıfatlarına, bütün kusurlardan ve kötülüklerden arınmış zatına yakışmayan bir zarıdır. Kim ki, O'nun, Rasûlü'ne yardım etmeyeceğini, işini tamamlamayacağını, onu desteklemeyeceğini; kendi grubunu desteklemeyip onlan yüceltmeyeceğini ve düşmanlarına karşı zafere erdirmeyip üstün kılmayacağını; kendi dinine ve kitabına yardım etmeyeceğini; hiçbir zaman ayağa kalkamayacak bir yok olmayla tevhidi ve hakkı yok edeceği bir daimî galibiyet ile tevhid üzerine şirki, hak üzerine bâtılı galip kılacağını zannederse; Allah hakkında kötü zanda bulunmuş ve O'nu kemâline, celâline, sıfatlarına, niteliklerine lâyık olanın aksine nis-bet etmiş olur. Zira O'nun hamdi ve izzeti, hikmeti ve ilâhhğı, buna tenezzül etmediği gibi, taraftarlarının ve ordusunun boyun eğmesine, sürekli yardım ve daimî zaferin kendisinden yüz çeviren müşrik düşmanlar tarafında olmasına da razı olmaz. Kim Allah'ı böyle zannederse O'nu tanımamış, isimlerini, sıfatlarını ve kemâlini bilememiş demektir. Aynı şekilde bunun O'nun kaza ve kaderiyle meydana geldiğini inkâr eden kişi de O'nu tanımamış, Rab oluşunu, mülkünü ve azametini bilememiş demektir. Yine aynı şekilde, takdir etmiş olduğu bu ve bundan gayrı hususları kendisinden Ötürü hamd edilmesini hak etmiş tam bir hikmet ve iyi bir gaye için takdir etmiş olmasını ve bunun, bulunması kaçırılmasından kendisine daha sevimli bir hikmeti ve arzulanan bir gayesi bulunmayan bir iradeden kaynaklandığını ve o hikmet ve arzulanan gayeye götüren ama hoş olmayan bu sebeplerin takdirinin sevdiğine götürdüğünden dolayı bunların hikmetten dışarı çıkmadıklarını inkâr eden kimse de böyledir. O kişiye hoş gelmese de Allah Teâlâ, onları keyfi olarak takdir etmemiş , lüzumsuz yere vücuda getirmemiş ve boş yere yaratmamıştır. "... İşte bu kâfirlerin zannıdır. Vay ateşte yanacak kâfirlerin haline" [580] İnsanların pek çoğu kendilerine has ya da başkalarına karşı yaptığı davranışlarda Allah hakkında haksız yere kötü zan besliyorlar. Bundan ancak Allah'ı tanıyan, isimlerim ve sıfatlarını bilen, hamdinin ve hikmetinin gerektirdiğini idrak eden kişiler kurtulabilir. Kim O'nun rahmetinden ümit keserse ve rahmetinden umutsuz olursa Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
İhsan ve ihlâslarına rağmen, O'nun kendi dostlarına azab edeceğine ve: dostlarıyla düşmanlarına eşit davranacağına cevaz veren kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
O'nun yaratıklarını başıboş bırakacağını, emir ve yasaklardan sorum-, suz olacaklarını, onlara peygamberlerini göndermeyeceğini, kitaplarını indir-meyecğini, bilakis onları hayvanlar gibi kendi hallerine terkedeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
Sevap ve ceza vermek için öldükten sonra kullarını, iyileri iyilikleri sebe--biyle ödüllendireceği, kötüleri kötülükleri sebebiyle cezalandıracağı, yaratıklarına ayrılığa düştükleri konularda gerçeği açıklayacağı, bütün âlemlere kendisinin ve peygamberlerinin doğruluğunu ve düşmanlarının yalancı olduğunu göstereceği bir yerde bir araya getirmeyeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
Emrini yerine getirmek gayesiyle Allah nzası için hâlis niyetle işlediği salih amelini boşa çıkaracağını ve kulun herhangi bir kusuru olmaksızın sebepsiz yere amelini iptal edeceğini veya yapmadığı, seçme şansı olmayan, gücünün yetmediği ve isteği dışında oluşan hususlarda O'nun kendisini cezalandıracağını —bilâkis Allah Teâlâ onu fiillerine göre cezalandıracaktır— ya da yalancı düşmanlannı, nebilerini ve resullerini desteklediği mucizelerle kendisine karşı destekleyeceğini ve kullarını dalâlete düşürsünler diye mucizeleri onların ellerine vereceğini; O'ndan gelen herşeyin, —hatta ömrünü O'na itaat yolunda harcayana azab etmesinin ve onu cehennemdeki esfel-i sâfilîn'de (cehennemin en alt katında) ebediyen bırakmasının ve ömrünü kendisine, rasûl-lerine ve dinine düşmanlık uğrunda tüketene ise ikramda bulunmasının ve a'lâ-yı üliyyîn'e (cennetin en üst katma) yükseltmesinin bile— güzel olacağını, O'nun yanında her iki durumun da güzellikte denk olduğunu, bunlardan birisinin imkânsızlığının ve diğerinin vuku bulmasının ancak doğru bir haberle bilineceğini, yoksa aklın birinin kötü, diğerinin iyi olduğu hakkmda hüküm veremeyeceğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
Kim ki, Allah Teâlâ'nın kendisinden, sıfatlarından ve fiillerinden dış görünüşü itibariyle bâtıl, teşbih ve temsil olan ifadelerle haber verip hakkı ter-kettiğini, hakkı haber vermediğini; bunu kapalı rumuzlarla anlattığını; açıklamadığı üstü kapalı işaretlerle belirttiğini; daima teşbih, temsil ve bâtılla açıkladığını; yaratıklarının zihinlerim, güçlerini ve düşüncelerini, sözü kullanıldığı anlam dışına çıkarmaya ve te'vili dışında te'vil etmeye ve o söz için iğrenç ihtimalleri, açıklama ve anlatmadan daha çok bilmece ve bulmacalara benzeyen te'villeri aramaya çalışmalarını istediğini; onları isimlerini ve sıfatlarını bilmek için Allah'm kitabına değil, kendilerinin akıl ve görüşlerine başvurmaya havale ettiğini; Allah'ın kelâmını kendi konuşmalarında ve lisanlarında bildikleri şekle yorumlamamalarmı istediğini; yaratıklarına açıklanması gereken hakkı açıklamaya ve onları bâtıl itikada düşürecek sözlerden alıkoymaya gücü yettiği halde böyle yapacağı yerde bunu yapmayarak onları hidayet ve açıklama yolunun aksi bir istikamete sürüklediğini zannederse Allah hakkında kötü zanda bulunmuş olur. Zira kim, kendisinin ve öncekilerin açıkladığı gibi, O'nun açık sözlerle hakkı anlatmaya kadir olmadığını söylerse Allah'ın kudretinde acizlik var zannında bulunmuş olur. Şayet muktedirdir fakat açıklamamış, açıklamaktan ve hakkı tasrihten kaçınıp şüpheye, hatta muhal olan bâtıla ve fasit itikada düşürmüştür derse, Allah'ın hikmeti ve rahmeti hakkında kötü zanda bulunmuş; Allah'ın ve Rasûlü'nün değil kendisinin ve seleflerinin haktan açıklıkla söz ettiklerini, hidayet ve hakkın kendi sözlerinde ve ifadelerinde olduğunu zannetmiş olur. Allah'ın kelâmına gelince, bunun zahirinden teşbih, temsil ve dalâlet; şaşkınlık ve hayret içindeki kimselerin sözlerinin [581]zahirinden ise hak ve hidayet elde edilir görüşü de Allah hakkındaki zanların en kötüsüdür. Ve işte böyle düşünenler ,_Allah hakkında kötü zanda bulunan ve O'nun şanına yaraşmaz gerçekdışı bir cahiliye zannı besleyen kişilerdendirler.
Allah hakkında, mülkünde istemediği ve icad etmeye, yaratmaya güç ye-tiremediği şeylerin olduğunu zanneden de O'nun hakkında kötü zanda bulunmuştur.
O'nun ezelden ebede kadar yapıp-etmekten uzak, faaliyetsiz olduğunu ve o vakit fiile güç yetirmekle tavsif olunamayacağını, sonra muktedir değilken fiile muktedir hale geldiğini zanneden de O'nun hakkında kötü zanda bulunmuştur.
O'nun işitmediğini, görmediğini, varlıkları bilmediğini; göklerin, yerin ve yıldızların sayısını, insanları, onların hareketlerini ve yaptıklarım bilmediğini; mevcudattan herhangi bir şeyi aynıyla bilmediğini zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
İşitmesi, görmesi, ilmi, iradesi, söylediği bir sözü (kelâmı) olmadığını; yaratıklarından hiçbiriyle konuşmadığını ve ebediyyen de konuşmayacağını, söz söylemediğini ve söylemeyeceğini; O'nunla kâim bir emri ve nehyi bulunmadığını zanneden kimse de Allah hakkmda kötü zanda bulunmuştur.
O'nun göklerin üstünde, yaratıklarından uzak bir şekilde arşının üzerinj-de bulunduğunu, O'nun yüce zâtının arşına nisbetinin, arşının esfel-i sâfilîne ve adım anmaya değmez mekânlara nisbeti gibi olduğunu, Allah'ın en yüksekte bulunduğu gibi en aşağılarda da olduğunu zanneden kimse de Allah hakkında en çirkin, en kötü bir zanda bulunmuştur.
Kim, O'nun iman, iyiük, itaat ve ıslahı sevdiği gibi, küfrü, fışkı, isyanı ve fesadı sevdiğini zannederse Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
O'nun hoşlanıp razj olmadığını, kızıp öfkelenmediğini, dostluk ve düşmanlık etmediğini, yaratıklarından hiçbirine yakınlaşmadığını ve hiçbir kimsenin de O'na yaklaşamayacağım; şeytanların, mukarreb melekler ile Allah'ın kurtuluşa ermiş evliyası gibi O'nun zâtına yakın olduğunu zannederse Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
İki zıt şey arasında eşit davrandığını ya da her yönden eşit iki şey arasında ay rım yaptığını veya uzun ömrün halisane, doğru düzgün ibadetlerini bunların ardından işlenen bir tek büyük günah yüzünden boşa çıkaracağım ve bu ibadetleri işleyen kişiyi, kendisine göz açıp kapayıncaya kadar bile iman etmeyen ve bütün Ömrünü kendisini öfkelendirecek işler uğrunda harcayan, Allah'ın peygamberlerine ve dinine düşmanlık yapmakla tüketen kişiler gibi o büyük günah sebebiyle ebediyen sonsuza kadar cehennemde bırakacağını ve o büyük günah sebebiyle bütün iyi amellerini iptal ederek onu ebedi azapta bırakacağını zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
Sözün özü, O'nu kendisinin ve peygamberlerinin nitelemiş olduğu sıfatların tersine sahip zanneden veya kendisinin ve peygamberlerinin O'nu nitelediği sıfatların gerçeklerine O'nun sahip olmadığını söyleyen kişi Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
O'nun çocuğu veya ortağı bulunduğunu ya da herhangi bir kimsenin O'nun izni olmaksızın katında şefaat edeceğini veya yaratıkları ile O'nun arasında ihtiyaçlarım arzedecekleri aracılar bulunduğunu veya kullan, onlar vasıtasıyla kendisine yaklaşsınlar, tevessül etsinler, onları O'nunla aralarında vasıta kılsınlar, onlara dua etsinler, O'ndan korktukları gibi onlardan kork-sunlar, onlardan ümitvar olsunlar diye kullan için Allah'ın veliler tayin ettiğini zanneden kimse de O'nun hakkında en kötü ve en çirkin zanda bulunmuştur.
İtaat ve O'na yaklaşmak suretiyle nail olduğu gibi O'nun katındaki nimetlere, masiyetle ve (emir ve yasaklanna) aykırı davranmakla erişeceğini zanneden kimse de, O'nun hikmetinin ve isimleri ile sıfatlarının gerektirdiğinin aksini zannetmiş demektir ki, bu da kötü bir zandir.
O'nun rızası için bir şeyi terkettiğinde kendisine bunun yerine daha iyisini, daha hayırlısını vermeyeceğini veya O'nun rızası uğruna bir şey yapana buna karşılık olarak bundan daha üstününü vermeyeceğini zanneden de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
Kuldan kaynaklanan herhangi bir suç ve herhangi bir sebep bulunmaksızın sırf istek ve iradeyle O'nun kuluna öfkeleneceğini ve onu cezalandıracağını, mahrum bırakacağını zanneden kişi de Allah hakkında kötü zanda bulunmuştur.
Gerek ümit ve gerek korku içerisinde O'nu tasdik ettiğinde, O'na boyun büküp yalvardığmda, O'ndan dilediğinde, O'ndan yardım istediğinde ve O'na tevekkül ettiğinde kendisini mahrum bırakacağını ve istediğini vermeyeceğini zanneden kimse de Allah hakkında kötü bir zanda bulunmuş, Allah'ın lâyık olduğu şeylerin aksini düşünmüştür, )
İtaat ettiğinde ödüllendireceği şeylerle isyan ettiğinde de ödüllendirece-Iğini zannedip duasında bunu isteyen kişi de O'nun hikmetinin ve hamdinin [gerektirdiği, O'nun lâyık olduğu ve yapmadığı şeyin tersine bir zanda bulun-Imuştur.
O'nu kızdırıp Öfkelendirdikten ve günah işlemeye daldıktan sonra O'ndan başka'annı dost edinip Rabbi katında fayda vermesini, O'nun azabından kurtarmasını umarak O'nun dışında bir meleğe veya diri ya da ölü bir insana dua ederse Allah hakkında kötü bir zanda bulunmuştur. Bu ise onun Allah'tan uzaklaşmasında ve azabında bir artış demekti1".
Kim ki O'nun; Rasûlü Muhammed'e (s.a.) gerek hayatında, gerekse ölümünden sonra düşmanlarım daimî ve istikrarlı bir şekilde musallat kıldığını, düşmanlarını Peygamberinin (s.a.) başına saldığını ve onların O'nun (s.a.) peşini bırakmadıklarını; vefat ettiğinde de vasiyetsiz olarak mü'minlerin kendi başlarına hareket ettiklerini, ehl-i beytine zulmettiklerini, onların haklarını gasbettiklerini, onları aşağıladıklarını; (Allah'ın) dostlarının ve hak ehlinin herhangi bir suçu, günahı olmadığı halde şeref ve itibann, galibiyetin ve otoritenin Allah'ın ve Allah dostlarının düşmanlarına ait olduğunu; Allah'ın, düşmanların ehl-i beyti ezdiklerini, onların haklarını gasbettiklerini ve peygamberlerinin emanetini değiştirdiklerini gördüğü halde ve dostlarına, taraftarlarına ve ordusuna yardıma muktedir olduğu halde onlara yardım etmediğini ve onlan galip kılmadığım, aksine düşmanlannı onlar üzerine ebediyen galip getireceğini veya O'nun buna —hâşâ— muktedir olmadığım, dolayısıyla bu işin O'nun kudreti ve dilemesi dışında hasıl olduğunu; sonra peygamberin emanetini değiştirenleri mezarında O'nunla birlikte yan yana yatırdığım ve her zaman ümmetinin hem O'na ve hem de yanında yatanlara selâm vereceğini zanneden kimse -ki Rafizîler böyle-zannetmekteler- Allah hakkında en çirkin ve en kötü zanda bulunmuştur. Bu kimseler ister; "Allah Teâlâ onlara yardım etmeye, devlet ve zaferi onların lehine kılmaya muktedirdir." desinler, isterse "Buna muktedir değildir." desinler farketmez; onlar Allah'ın gücünü yahut hikmetini ve hamdini lekelemektedirler. Bu ise Allah hakkında kötü zanda bulunmaktır. Şüphesiz bunu yapan Allah, kendisi hakkında böyle zanda bulunanlara buğz etmektedir; onlara göre bu övgüye lâyık değildir ve Allah'ın bunun aksini yapması gerekirdi. Fakat bu bozuk zanm ondan daha büyük bir yamayla yamadılar, kızgın yere basmaktan kaçıp ateşe sığındılar da: "Bu Allah'ın dilemesiyle olmadı, O'nun bunu savuşturacak ve dostlarına yardım edecek gücü yoktur. Zira O, kullarının fiillerine muktedir değildir ve o fiiller O'nun kudreti altına girmez." dediler. Böylece Allah hakkında, mecusi ve putperest kardeşlerinin tanrıları hakkındaki zanları gibi bir zanna düştüler. Her inkarcı, kâfir, kahredilmiş, alçak bid'atçı kimse ancak Rabbi hakkında bu zanda bulunur ve kendisini yardıma ve zafere, düşmanlarına galip gelmeye daha lâyık sanır. Halkın pek çoğu hatta —Allah'ın diledikleri hariç— hepsi, Allah hakkında gerçek dışı kötü zan beslemektedir. İnsanların çoğunluğu hakkının tam verilmediğine, payının eksik olduğuna, Allah'ın kendisine verdiğinin üstünde şeyleri hakettiğine inanır ve tavrıyla şöyle der: "Rabbim bana zulmetti ve hakettiğim şeylere engel oldu." Diliyle bunu inkâr edip açıkça söylemeye cesaret edemezken nefsi bu konuda böyle şahitlik eder. Nefsini kontrol edip onun içinde gizlediklerini ve sakladıklarını öğrenmeye dalan kimse bunun, çakmakta ateşin gizlendiği gibi nefiste gizlendiğini görür. İstediğin bir kişinin çakmağım çak, kıvılcımları sana çakmağında bulunanları haber verir. Eğer bir kimseyi araştıracak olsan, onun kaderi itham edip ayıpladığını, cereyan edene karşı ileri geri konuştuğunu, kaderin şöyle şöyle olması gerektiğini söylediğini görürsün. Tabii bu hal kimilerinde az, kimilerinde çoktur. Bizzat kendi nefsini kontrol et, bakalım kendin bundan salim misin?!
"Ondan kurtulursan büyük bir şeyden kurtulursun, Yoksa ben senin kurtulacağını zannetmiyorum."
Nefsine öğüt veren akıllı insanlar buraya iyi dikkat etsin, Rabbi hakkındaki kötü zannından dolayı Allah Teâlâ'ya her zaman tevbe ve istiğfar etsin; her kötülüğün kaynağı ve her şerrin menbaı olan cehalet ve zulümden meydana gelen nefsine kötü zanda bulunsun. Çünkü nefis kötü zanda bulunulmaya hâkimlerin hâkimi, adaletlilerin en adaletlisi, merhametlilerin en merhametlisi, tam zenginlikle ganî, tam hamd ve tam hikmetle Hamîd; zâtında, sıfatlarında', fiillerinde, isimlerinde her türlü kötülükten münezzeh; her yönden mutlak kemâle sahip zâtı, böyle sıfatları ve böyle fiilleri olan, tamamı hikmet ve maslahat, rahmet ve adalet olan, isimlerinin tamamı güzel olan Allah'tan daha müstahaktır.
"Rabbin hakkında kötü zanda bulunma, Zira Allah güzelliğe en lâyık olandır.
Nefsin hakkında asla iyi zanda bulunma,
Zalim, cani ve cahil hakkında nasıl iyi zandâ buluffipilirsin ki?
De ki: Ey her kötülüğün kaynağı oian nefis! Ölü cimriden hayır umulur mu?
Nefsin hakkında kötülükleri düşün; onları bulursun, Aynen o şekilde; hayrı ise imkânsız gibidir.
Nefiste senin için ne takva ne de bir hayır vardır, Bunlar Celil olan Rabbinin ihsanlarıdır.
Bunlar ne nefistedir ne de nefistendir; fakat, Rahman'dandır... Artık kılavuza teşekkür et".
Bizi bunları söylemeye sevkeden Allah Teâlâ'nm: "...Allah hakkında ca-hiliyet devri zannı gibi haksız bir zanda bulunan bir grup da kendi derdine düşmüştü..."[582] âyetidir.
Sonra Allah Teâlâ, bâtıl zanlanndan kaynaklanan şu sözlerini haber verdi: "Bu işte bizim bir fikrimiz var mı?"[583] "Bu işte bizim fikrimiz alınsaydı burada öldürülmezdik."[584]. Birinci ve ikinci sözlerinden maksatları, kaderi is-bat (kabul) ve işin tamamım Allah'a havale etmek değildir. Şayet ilk ifadedeki maksatları bu olsaydı, bu ifadeden dolayı kötülenmezler ve bu ifadenin: "De ki: Bütün iş Allah'a aittir" âyetiyle[585] reddedilmesi güzel düşmezdi ve ayrıca bu sözün kaynağı cahiliye zannı olamazdı. Onun için pek çok müfessir: "Buradaki bâtıl zanîarından maksat, kaderi yalanlamaları ve iş onlara bıra-kilsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı onların sözünü dinleyip kendilerine uysalardi öldürülmeyeceklerdi, yardım ve zafer de onların olacaktı şeklindeki zanlarıdır." demiştir. Allah Teâlâ cahiliye zannı olan bu bâtıl zanlannı yalanlamıştır. Bu öyle bir zandır ki, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan kaza ve kaderin gerçekleşmesinden sonra kendilerinin o kaza ve kaderi savuşturmaya muktedir olduklarını ve iş onlara bırakılmış olsaydı kazanın gerçekleşmeyeceğini zannettikleri cahiliye dönemi insanlarına has zandır. İşte Allah Teâ-lâ şu sözüyle onları yalanlamıştır: "De ki: Bütün iş Allah'a aittir." Ancak O'nun ezelî kaza ve kaderinin kaydettiği, ezelî ilminin ve kitabının takdir ettiği şey gerçekleşir. İnsanlar istese de istemese de Aİlah'ın dilediği olur, olmaması imkânsızdır. İnsanlar ister istesin, ister istemesin Allah'ın dilemediği de olmaz. Hezimetiniz ve öldürülmeniz takdir olunmuşsa bu, savuşturulma-sma imkân olmayan kevnî emriyle olmuştur. Bu işte herhangi bir fikriniz olsun veya olmasın birdir. Bazılarınız hakkında ölüm yazgısı yazılmış olsa, sizler evlerinizde bulunsanız bile haklarında Ölüm yazgısı yazılanlar evlerinden öldürülecekleri yerlere elbette çıkacaklardır, bu kaçınılmazdır; onların bunda bir fikirleri olsun veya o..nasın birdir. İşte bu, Allah'ın dilemediği şeylerin gerçekleşmesini ve gerçekleşmeyecek şeyleri de dilemesini caiz gören inkarcı Kaderiyye mezhebi mensuplarının görüşünü boşa çıkaran, iptal eden delillerin en açık olanıdır.
Sonra Allah Teâlâ bu takdir'deki bir başka hikmeti haber verdi: Gönüllerinde olam imtihan etmek. Bu ise, gönüllerinde olan iman ve nifakı deneye tabi tutmaktır. Zira bununla mü'minin iman ve teslimiyeti artar; münafık ile gönlünde hastalık bulunanın ise gönlündekinin organlarında ve dilinde görülmesi kaçınılmaz olur.
Sonra bir diğer hikmetten haberdar etti: Mü'minlerin gönüllerinde var olanları arındırmak, gönüllerini saflaştırmak, temizlemek, terbiye etmek. Çünkü tabiatların baskılan, nefislerin eğilimi, alışkanlıkların hâkim olması, şeytanın güzel göstermesi ve gaflet bürümesiyle gönüllere, kendilerine konulan iman, İslâm, iyilik ve talcvâ gibi hususların zıtları karışır. Devamlı olarak sürekli afiyette olsa bile bu karışmadan kurtulamaz ve ondan arınamaz. Bundan dolayı Aziz olan Allah'ın hikmeti, gönüller için, kendisine bir hastalık arız olup da doktorunun hastalığı vücudundan gidermek ve vücudunu hastalıktan arındırmak için tedbir almadığı takdirde kötüleşmesinden ve ölümünden korkulan hastaya sunulan acı ilâç gibi mihnetler ve belâlar takdir etmesini gerektirdi. Allah Teâlâ'nın müslümanlara karşı bu kırılma, hezimet ve onlardan öldüreceklerini öldürme nimeti, onlara düşmanlarına karşı yardım etme, destekleme ve zafere erdirme nimetine denktir. Bu durumda da o durumda da Allah'ın müslümanlar üzerinde eksiksiz nimeti vardır.
Scnra Allah Teâlâ o savaşta sadık mü'minlerden yüz çevirenlerin yüz çevirmesini ve bunun kendi kazançları ve günahları sebebiyle olduğunu; şeytanın o ameller sebebiyle onların ayaklarını kaydırdığını nihayet yüz
çevirdiklerini; amellerinin kendi aleyhlerine bir ordu olduğunu, o amellerle düşinanlarının gücünün arttığını, zira amellerin kulun lehine ve aleyhine bir ordu olduğunu; kul için her zaman onu hezimete uğratacak veya zafere ulaştıracak bizzat kendinden olan bir seriyyenin mevcut bulunduğunu; kulun amelleriyîe düşmanına karşı savaştığını zannettiği yerde düşmanına o amellerle yardım ettiğini ve düşmanıyla savaştığını zannettiği yerde de düşmanıy-la birlik olup kendisine karşı savaşacak bir seriyyeyi gönderdiğini; kulun amellerinin, kendi icapları olan hayır ve serleri işlemeye âdeta onu zorla ittiğini, kulun ise bunu hissetmediğini yahut hissedip de görmezlikten geldiğini; gücü yettiği halde insanın düşmanından kaçmasını, ancak şeytanın kendisine gönderdiği ve onun sayesinde ayağını kaydırdığı amellerinden oluşan bir ordu sebebiyle olduğunu da haber verdi.
Sonra şunu haber verdi: Onları (sahabeyi) affetmiştir. Çünkü bu firar, herhangi bir nifak ve imanda şüpheden dolayı değildi. Allah'ın affettiği geçici bir olaydan ibaretti. Böylece imanın yiğitliği ve sebatı merkezine ve aslına dönmüştür. Sonra Allah Teâlâ onlara şunu bir daha tekrarladı: Uğramış oldukları bu belâ ancak kendi nefislerinden gelmiş olup amelleri sebebiyledir. Buyurdu ki: "Başınıza bir belâ gelince, siz onun iki katını (Bedir'de) onların başlarına getirmiş olduğunuz halde yine 'Bu nereden başımıza geldi?' dediniz. De ki: 'O, kendinizdendir.' Şüphesiz Allah, herşeye Kâdir'dir."[586] Bu ifadenin aynısını bundan daha genel bir şekilde Mekkî sûrelerde de zikretmiştir: "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder. "[587], "Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir."[588] Buradaki iyilik ve kötülük, nimet ve musibet demektir. Nimet Allah'tan olup sana iyilik yaptığı şeydir, musibet ise ancak nefsinden ve amelinden kaynaklanır. îlki O'nun lütfudur, ikincisi adaletidir. Kul ise O'nun lütfü ile adaleti arasında döner dolaşır. Kulun üzerinde O'nun lütfü cari ve onun hakkında O'nun hükmü geçerli ve onun hakkında verdiği hüküm adildir.
İlk âyeti, "De ki: O, kendinizdendir." sözünden sonra "Şüphesiz Allah herşeye Kâdir'dir." sözüyle noktalamıştır. Onlara adaletiyle beraber kudretinin umumi oluşunu ve kendisinin âdil ve kadir olduğunu bildirmek için böyle yapmıştır. Bunda kaderin ve sebebin isbati vardır. Allah sebebi zikretmiş ve onların kendilerine izafe etmiştir. Kudretinin umumiliğini de zikretmiş ve onu da kendisine izafe etmiştir. İlki cebr'i (zorlama), ikincisi ise kaderi iptal eden görüşü ortadan kaldırır. Bu durum Allah'ın şu sözüyle uyuşur: "...(Kur'an) ancak aranızdan doğru yola girmeyi dileyene (bir Öğüttür)... Âlemlerin Rab-bi Allah dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz. "[589]
Burada kudretini zikretmesinde ince bir nükte vardır: Bu iş O'nun elin-; de ve kudreti altındadır. O, öyle bir ilâhtır ki şayet dilese o işi sizden geri çevirirdi. O halde böyle şeylerin giderilmesini O'ndan başkasından istemeyin. O'ndan başkasına güvenmeyin. Bu mânayı tam anlamıyla şu âyetle ortaya koydu ve açıkladı: "îki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelenler Allah'ın izniyledir."[590] Bu izin şer'î ve dinî değil, kevnî ve kaderi izindir. Sihir konusundaki şu âyette de böyledir: "...Oysa Allah'ın izni olmadıkça onlar hiçbir kimseye zarar veremezlerdi... "[591] Sonra bu takdirin hikmetini haber verdi: Mü'minlerin münafıklardan, iki topluluktan birinin diğerinden apaçık bir ayırımla ayrıldığını müşahede etme ve gözle görmek suretiyle ayird edip bilmek... Münafıkların içlerindekini açığa vurmaları ve mü'minlerin de hem bunu hem de Allah'ın onlara verdiği karşılığı ve cevabı işitmeleri, münafıklığın nereye varacağım ve ulaşacağım ve sahibini dünya ve ahiret saadetinden nasıl mahrum ettiğini, dünya ve ahiretinin mahvolmasını nasıl doğurduğunu bilmeleri de bu takdirin hikmetlerindendir. Bu kıssanın kapsamında Allah'ın nice şahane hikmetleri ve mü'minlere eksiksiz nimetleri; nice sakındırmalar, korkutmalar, doğru yolu göstermeler, uyarılar; hayır ve şer sebepleri ile bunların lehine ve sonuçlarına ait durumların bildirilmesi vardır.
Allah Teâlâ, bundan sonra kendi yolunda öldürülenlerden dolayı Peygamberine ve dostlarına en güzel, en ince ve kazasına (kaderine) razı olmaya en teşvik edici biçimiyle başsağlığı diledi: "Allah yolunda öldürülenleri Ölü sanmayın, bilâkis Rableri katında diridirler. Allah'ın fazlından onlara verdiği şeylere sevinerek nzıklandırılırlar. Arkalarından kendilerine kavuşamayanlara herhangi bir korkuları olmadığını, üzülmediklerini müjdelemek isterler. "[592] Böylece onlar için daimî hayatin yanı sıra kendine en yakın dereceyi, O'nun katında olmayı, üzerlerine sürekli rızık akışını, fazlından verdiği şeylerle sevinmelerini —ki bu rızanın da üstünde hatta rızanın kemâlidir—, kendileri için toplanan kardeşlerine sevinçlerinin ve nimete erişmişlikîerinin tamamlandığını müjdelemelerini, üzerlerine olan nimetinin ve ikramlarının her an yenilendiğini muştulamayı da toplamıştır. Allah Teâlâ bu mihnet (sıkıntı) esnasında onlara, başlarına gelen her mihneti ve belâyı kendisiyle karşılaştırmış olsaJar, bu ihsan ve nimetin yanında hiç kalacak ve elbette eseri kalmayacak onlara verdiği nimetlerinin ve ihsanlarının en büyüğünü de hatirlattı: Bu da, O'nun, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyacak onları ruhen temizleyecek kitabı ve hikmeti öğretecek, peygamber olarak gönderilmesinden önce içinde oldukları dalâletten hidayete, bedbahtlıktan kurtuluşa, karanlıktan nura, cehaletten ilme çıkaracak kendi içlerinden bir peygamber göndermesidir. Artık insanların yağmur yağışından elde ettikleri faydanın yanında onlara yağmurun getirdiği sıkıntı gibi kulun bu büyük iyiliğin hasıl olmasından sonra uğradığı her belâ ve mihnet bu bol, geniş iyiliğin yanında gerçekten basit bir şeydir. Ayrıca Allah Teâlâ, sakınmaları için belâ sebebinin kendilerinden kaynaklandığını; O'nu birlemeleri, O'na tevekkül etmeleri ve O'ndan başkasından korkmamaları için söz konusu musibetin kendi kaza ve kaderiyle meydana geldiğini bildirdi. O'nu kaza ve kaderi konusunda itham etmesinler diye, çeşit çeşit isim ve sıfatlarını onlara tanıtmak için bu musibetteki hikmetleri de haber verdi. Ve onları, kendilerine vermiş olduğu daha değerli ve kaçırdıkları zaferden ve ganimetten daha Önemli olan şeylerle teselli etti. Şehitlik hususunda onlarla yarışsınlar ve onîara üzülmesinler diye şehitlerin nail oldukları kendisinin sevap ve ikramını bildirerek ölülerinden dolayı sahabeye başsağlığı diledi. Zâtının cömertliği ve celâlinin yüceliğinin gerektirdiği ve lâyık olduğu şekilde hamd O'na mahsustur. [593]
[563] Âl-i İmrân, 3/121.
[564] ÂI-i İmrân, 3/152
[565] Buharî, 56/100.
[566] Âl-i İmrân, 3/179.
[567] Cin, 72/26-27.
[568] Âl-i İmrân, 3/123.
[569] Tevbe, 9/25.
[570] Âl-i İmrân, 3/139-141.
[571] Âl-i İmrân, 3/140.
[572] Nisâ,4/104.
[573] ÂI-i İmrân, 3/139.
[574] Âl-i İmrân, 3/142.
[575] Âl-ilmrân, 3/143.
[576] Ali İmrân, 3/144.
[577] Âl-i tmrân, 3/146-147.
[578] Âl-ilmrân,3/î53.
[579] Fetih, 48/6.
[580] Sâd, 38/27.
[581] Ahmed b. HanbePin MüsneeTde {3/338, 387) Câbir'den naklettiğine göre Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Biz yahudilerden bizi hayrete düşüren sözler işitiyoruz. Bazılarını kaydetmemize ne dersin?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Yahudilerin ve hıristiyanlarm şaşırdığı gibi siz de mi şaşıracaksınız? Ben size anlaşılır, parlak bir
deitl getirdim. Şayet Musa sağ olsaydı, bana tâbi olmaktan başka bir yol bulamazdı" buyurdu. Bu hadis hasen bir hadistir. Yine Müsnecfde (3/470, 471) Abdullah b. Şed-dâd'dan nakledilen bir şâhid hadis bulunmaktadır. Ebu
Ya'lâ da Hz. Ömer'den bir başka hadis rivayet etmiştir.
[582] ÂI-i Imrân,3/154.
[583] Âl-i lmrân,3/154.
[584] Âl-i tmrâif.3/154.
[585] Âl-i İmrân,3/I54.
[586] Âl-i lmrân,3/165.
[587] Şûra, 42/30.
[588] Nisa, 4/79.
[589] Tekvîr, 81/28-29.
[590] Âl-i tmrân, 3/166,
[591] Bakara, 2/102.
[592] Âl-i İmrân,3/169.
[593] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 3/260-281.