- Üç Nasihat

Adsense kodları


Üç Nasihat

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Thu 22 September 2011, 03:59 pm GMT +0200
Üç Nasihat


Ahmet daha yakın evlenmişti. Kendisi fakirdi. Anasından babasından kalan mallar köyde bir aileyi geçindiremezdi. Bir gün Ahmet "Bu böyle olmayacak. Bir iken iki oldum. Allah kısmet ederse iki iken üç olacağım. Elimde harcanacak param yok. Anamdan babamdan da kalmadı. Bu hal böyle yürümez. Sanatım yok ki ustalık yapayım. Gurbete çıkıp bir çiftlik sahibine hizmetçi durmalıyım." diyerek kendi kendine düşündü.

Ahmet durumu hanımı ile de konuşarak anlaştı. O zamanlarda yolculuk, zamanımızdaki gibi motorlu taşıtlarla yapılmıyordu. Bunlar sonradan icat edildiğinden, yolları yaya yürümek zorunlu idi. Ahmet hazırlığını yaptı. Gurbete gidip kendisine münasip bir iş bulmak üzere evinden ayrıldı ve yola koyuldu.

Yollarda konaklaya konaklaya gitti. Memleketinden koparak ayrılmak kendisine zor gelmiyor değildi. Fakat başka türlü bir imkan da göremiyordu. Az gitti, uz gitti derken yolu bir ovaya açılmıştı. Ovanın karşısındaki sırtın üzerinde kurulmuş bir köy gördü. Ahmet ayak üstü şöyle bir durdu ve "Aradığım işi herhalde bu köyde bulabilirim." diye düşündü. Yol sapağından ayrılarak köye doğru giden yoldan yürümeye başladı.

Köyün korucusu da ekili dikili alanlarda ne var, ne yok anlamak için görevi icabı yolun kenarına çekilmiş, uzakları gözlüyordu. Derken kendisine doğru yaklaşmakta olan bir yolcuyu görerek bekledi. Az sonra yolcu yorgun adımlarla yanına geldi.

- Selamünaleyküm.

- Ve aleykümselam. Hoş geldin arkadaş.

- Hoş bulduk!

- Nereden gelip nereye gidiyorsun? Seni hangi rüzgar attı buralara?

- Uzak yoldan geldim ağam. Köyünüzde misafir olabilir miyim?

- Ne demek arkadaş? Tanrı misafirinin başımızın üstünde yeri vardır.

- Allah razı olsun. Belki de kısmet olursa köyünüzde uzun zaman kalabilirim.

- Sormak ayıp olmasın, adınızı bağışlar mısınız?

- Adım Ahmet.

- Benimki de Ahmet. O halde adaşız. Kendine göre çalışacak bir iş mi arıyorsun?

- Evet öyle adaşım. Ben yalnız rençberlik bilirim, bir ağa bulursam onun yanında bedel durmak istiyorum.

- Adaşım, köyümüzde Hacı Mehmet Ağa diye hatırnaz biri var, seni onun misafir hanesine götüreceğim. Onun malı mülkü çoktur. Belki seni de yanında alıkoyar. Ne dersin?

- Olur arkadaşım, sen neyi münasip gördü isen öyle olsun.

Köy korucusuyla yanındaki misafir konuşa konuşa köyün sokaklarından ağır adımlarla geçerek Hacı Mehmet Ağanın evinin yolunu tuttular. Tesadüf ettikleri köylülerle fazla konuşmadan sadece,

- Hoş geldin.

- Hoş bulduk.

sözleri karşılıklı olarak devam ediyor, eller sıkılıyordu. Nihayet köy korucusu ile birlikte kendine doğru gelmekte olan yabancı misafiri karşıdan gören ağanın bundan çok memnun olduğu durumundan anlaşılıyordu. Korucu karşıdan güler bir yüzle,

- Selamünaleyküm Hacı Dayı.

- Ve aleykümselam ve rahmetullahi ve berekatuhu.

- Hacı dayı sana bir misafir getirdim. Uzak yoldan gelen gariban bir arkadaş.

Hacı Mehmet Ağa gelen misafire elini uzatarak,

- Hoş geldin evlat, hoş geldin! dedi.

Misafir, ağanın elini öperek gereken saygıda kusur etmedi. Ağa,

- Ahmet, bugün acaba evimin bir kısmeti yok mudur? diye merak ediyordum. Şimdi ise dünyalar benim oldu. Biz dedemizden babamızdan böyle gördük, böyle gideriz. Çok şükür şimdi bu merakım geçti. Eskiler, "Misafir on kısmet ile gelir, birisini kendisi yer, dokuzunu hane sahibine bırakır." derler. Ne kadar doğru sözdür. Şimdi odamıza gidelim. Gerisini orada, konuşuruz.

Ağa, korucu ve misafir birlikte ağanın dayalı döşeli hazır vaziyette bulunan misafirhanesine gittiler. Misafir daha odaya girmeden orada su dolu bir ibriği görerek,

- Hacı Dayı, şu ibrikle elimi ayağımı yıkayabilir miyim?

- Hay hay evlat,  hemen yıka. Temizlik imandan gelir. Müslümanlık temizlik üzerine kurulmuştur.

Ahmet temizliğini yapıp, elini yüzünü orada hazır bulunan havlu ile kuruladıktan sonra içeriye girdi ve münasip bir yere oturdu.

- Tekrar hoş geldin evlat. Adını bağışlar mısın?

- Adım Ahmet.

- Eee Ahmet, nasılsın bakalım?

- Sağlığınıza duacıyım Hacı Ağam, iyiyim.

Ahmet köyünden gurbete ilk defa çıkmıştı. Çekingen ve utangaç bir hali vardı. Bunu fark eden Hacı Mehmet Ağa,

- Bak Ahmet, burada aynen kendi evindeymişsin gibi serbest ve rahat otur. Hiç kendini sıkma, gibi gönül alıcı sözlerle latifeler yaptı.

- Allah senden razı olsun. Hacı Ağam sayesinde ne sıkıntım olacak?

- Ahmet, oğul. Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa tanışırlar ve anlaşırlar. Laf lafı açacak, laf da tabakayı.

Bu sırada korucu Ahmet, ağadan izin isteyerek odadan ayrıldı.

-     Ahmet, nereden gelip nereye gidiyorsun? Seni buraya hangi rüzgar attı? Elimizde ne var, ne yok? Anlat bakalım.

- Hacı Ağam, ben buraya çok uzak bir köyden geliyorum. Fukara bir köylüyüm. Askerliğimi yaptım, evlendim. Gel velakin anadan yok, babadan yok; elde yok, avuçta yok. Bu sebepten diyar gurbete çıktım. Elimde rençberlikten başka sanatım da yok. Nerede kendime göre bir iş bulursam orada kalıp çalışacağım.

Ağa Ahmet'i dinledikten sonra onun saf ve uysal bir köylü çocuğu olduğunu anladı.

- Bak oğlum Ahmet, sözümü dinle. Benim ekilecek dikilecek tarlalarım, bahçelerim, güdülecek sığırlarım, koyunlarım olduğu gibi, adama da ihtiyacım var. Benim yanımda kalır, hizmet eder misin?

- Ederim Hacı Ağam, neden etmeyeceğim? Önceden dediğim gibi memleketimden böyle bir iş bulabilmek için ayrıldım.

- Peki oğlum Ahmet, sen bugünden sonra bu ailenin bir adamı gibi lüzum eden işlerde çalışırsın. İsterim ki birbirimizden memnun kalalım. Güvenimiz sarsılmasın.

Akşam olmuştu. Ağanın oğulları hanımın hazırladığı yemekleri odanın evle bitişik olan döner dolabından alarak sofrayı kurdu. Yemek, hazır bulunanlarla birlikte yenildi. Gece geç vakitlere kadar yarenlikler yapıldı. Yatma zamanı gelmişti. Ahmet'in yatağı serildi.

Ağa odadan ayrılırken,

- Evlat, yoldan geldin. Yorgunsun. Yatağına yat. Allah rahatlık versin. Sabah ola, hayır ola, dedi ve o da yatmak üzere evine geldi. Gecenin sessizliği sabah ezanı ile sona ermişti. Ahmet yatağından fırlayıp kalktı. Abdestini alarak namazını kıldı. O günden itibaren ağanın işlerine başladı.

İş icabı, ekim dikim zamanında çifte çubuğa gidiyor, hasat zamanında ürün kaldırma işlerine koşuyordu. Bunun dışında kalan zamanlarda sığırları güdüyor, hayvanların gereken bakımlarını yapıyordu.

Sanki Ahmet ailenin bir ferdi gibi olmuştu. Üzerine düşen görevleri kendisine söz söyletmeden yürütüyordu. Güler yüzlü ve doğru sözlü idi. Büyüklere hürmette, şefkatte kusur etmezdi. Hasılı her yönüyle ailenin güvenini kazanmıştı. Böylece günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları takip ederek geçip gitti. Köy halkının da bir çoğunu tanımış, çevresi ile iyi ilişkiler içine girmişti.

Ahmet arada sırada evini, hanımını hatırlamıyor değildi. Bunları düşündükçe sıla hasreti içini bir sinsi yara gibi kemiriyordu. Fakat ne yapsın ki fakirlik yüzünden duçar olduğu geçim sıkıntısını gidermek için evinden çıkmamış mıydı? Ahmet düşündü, taşındı; halini ağasına anlatmaya karar verdi.

- Hacı Ağam, yıllardır yanında çalışıyorum. Ben senden ve bütün ev halkından çok memnunum. Bu zaman içinde sizleri kıracak bir hareket ve saygısızlık yapmadığımı sanıyorum. Sizin sevinciniz benim de sevincim, kederiniz olduğu zaman ben de kederliyim. Hasılı bu ailenin bir ferdi gibi aranızda bulundum.

- Ahmet, biz de senden memnunuz. Hayır ola, bir derdin mi var?

- Hacı Ağam, sayenizde ne derdim olacak?

Ahmet utangaç bir tavırla devam ederek,

- Hacı Ağam, şunu da kabul edersin ki benim de doğup büyüdüğüm bir vatanım, evim ve ailem var. Bülbülü altın kafese koymuşlar da “Ah vatanım.” demiş. Sanıyorum bana sıla borç oldu. Eğer müsaade edersen memleketime gideyim. "Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur." derler. Kısmet olursa tekrar gelirim.

- Oğlum Ahmet, beni iyi dinle. Sözlerin münasiptir yalnız ben senden rica ediyorum, burada bir yıl daha çalışır da öyle gidersen beni çok memnun edersin. O zaman sana söyleyecek paha biçilmez nasihatlerim vardır. Onlar sana hayat boyu lazım olacak.

Ahmet düşündü, taşındı. Ağayı kırmak mümkün değildi. Bunca zaman hep karşılıklı sevgi saygı içinde durulup geçmişti. Bir yıl daha hizmet etmeye karar verdi.

- Olur Hacı Ağam. Sen mademki öyle münasip görüyorsun, istediğin gibi olsun. Yeter ki   birbirimizden memnun ayrılalım.

Ağa Ahmet'in cevabından memnun kalmıştı. Ahmet de sılaya gitmeyi bir tarafa bırakarak çalışmalarına devam etti. Bir taraftan ağanın hizmetlerini dikkatle yürütürken, diğer yandan da zaman ilerledikçe günleri iple çekiyordu. Sayılı gün değil mi? Haftalar, aylar, mevsimler geçti. O bir yıl da tamam oldu. Ağa Ahmet'in gönlündeki sıla hasretini bilmiyor olamazdı. Zaman zaman Ahmet'in kendi haline kaldıkça söylediği sıla türkülerini işitmemiş değildi. Konuşmaları ve düşünceli halleri de bunu hissettiriyordu. Bir gün hizmetçisine beklediği izni verdi.

- Bak oğlum Ahmet, ”Sözün sermayesi tutulmaktır.” derler. Sen benim sözümü kırmadan yanımda bir yıl daha çalıştın. Şimdi memleketine gitmene müsaade veriyorum. "Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur." derler. Eğer bir gün olur da yine gurbete çıkarsan, kapımız sana açıktır. Yanımızda bu ailenin bir ferdi gibi oldun. Hepimiz senden memnunuz. Şurası da var ki birbirimizi hiç unutmayalım.

- Ben de sizlerden yerden göğe kadar memnunum. Kırıcı bir sözünüzü duymadım. Senden ve yengemden bir evlat muamelesi gördüm. Bunlar unutulur mu?

Ağa Ahmet'in hizmetine karşılık vereceği parayı hazırlamıştı. Parayı uzatarak,

- Ahmet şu parayı al, emin bir yerinde muhafaza et. Bana ve ev halkına olan hakkını da helal et.

Ahmet parayı aldı. Memnuniyeti yüzünden okunuyordu.

- Allah razı olsun. Çocuklarından murada eresin, dert bela görmeyesin ağam. Ben sizleri nasıl unutabilirim?

Ağa sözlerine devamla,

- Şimdi gelelim sana söyleyeceğim nasihatlere. Bunları iyi dinle ve hiçbir zaman aklından çıkarma. Zaman gelir, faydasını görürsün. Birincisi tabanı görünmeyen suya girme. İkincisi üzerine lazım olmayan hiçbir işe karışma. Üçüncüsü bir iş üzerinde iyi düşünmeden, öfkeye kapılıp karar verme, "Öfkenin sonu nedamet olur." derler. Bu üç nasihatimi anladın mı Ahmet?

- Anladım Hacı Ağam, anladım. Anlamaz olur muyum? Bu nasihatlerini hiçbir zaman unutmayacağım.

Ağa Ahmet'e lazım olur diye bir de tabanca hediye etti.

- Ahmet bu tabancayı al, muhafaza et, bakarsın lazım olur.

Ahmet aldığı tabancayı kuşağının altına yerleştirdi. Diğer yandan hazırlamış olduğu yol azığını getiren evin hanımı,

Ahmet, oğlum, “Azık yol arkadaşıdır.” derler. Bunu da yanında götürürsün.

Sabah ezanı az evvel okunmuş, tan yeri ağarmıştı. Namaz kılındı. Birlikte kahvaltı yapıldı. Ahmet ağasının ve hanımının ellerini öptü. Hepsinin de gözleri yaşlı görünüyordu. Fakat ayrılık hayatın değişmeyen bir nizamıydı.

- Yedik, içtik. Hakkınızı helal edin. Dert ve keder görmeyesiniz. Evinize Hızır sofraları kurulsun. Beni soran köylü komşularıma selamda vekilim olursunuz.

Sılasının yolunu tutarak oradan üzüntüyle ve memnuniyetle ayrıldı.

Ahmet hasret duyduğu memleketine bir an evvel varmak istiyor ve yürüyordu. Diğer yandan ağasının yanında geçen yıllarını ve gördüğü iyilikleri hatırlayarak içinden bir parçanın geride kaldığını hissediyordu. Ağasının verdiği üç nasihati unutmamak için bazen tekrar ederek hafızasına yerleştiriyordu. Dağları, tepeleri, vadileri aşarak ilerledi. Gide gide bir çayın kenarına vardı. Bakınca bir de ne görsün? Uzaklara sağanak halinde yağan yağmurlarla çay taşmış, üzerindeki tahta köprüyü sular almış götürmüş. Çayın iki tarafındaki karşılıklı duran köprünün taştan ayaklarından başka bir şey kalmamış.

Kabaran seller bulanık bir şekilde akıp gidiyor. Sıla yolculuğunun heyecanı ile bir ara “Karşı tarafa geçebilir miyim?” diye düşündü ama hemen ağanın kendisine söylediği sözü hatırladı: "Tabanı görünmeyen suya girme." Çaresiz çayın kenarında bir köşeye oturarak, suların çekilip durulmasını beklemeye başladı.

Bir süre sonra karşı taraftan bir atlının köprüyü sellerin götürdüğünü görüp atını karşı tarafa geçmek için hemen çaya doğru sürdüğünü gördü. Atlı daha çayın ortasına gelmeden at üzerinde sendeledi. Dengesini kaybedip suya yuvarlandı. Üzerindeki süvarinin düştüğünü gören at, derhal geriye dönerek çayın kenarına çıktı. Çaya doğru bakarak birkaç defa kişnedi. Baktı ki sahibi yok, geldiği yere dönerek gitti. Ahmet çayda boğulup kaybolan adama hiçbir yardım yapamamanın ezikliği içinde çırpındı. Fakat elinden gelen hiçbir şey yoktu. Bir müddet sonra çayın suları çekildi ve duruldu. Artık suyun tabanı görünüyordu. Ahmet çayın münasip bir yerini gözden geçirdikten sonra oradan eline aldığı bir asaya dayanarak karşı tarafa geçti.

Gördüğü acı olayı düşünüyor ve bir taraftan yoluna devam ediyordu. Akşam olup sular kararmak üzere iken, yolu üzerinde bir eve rastladı. Orada gecelemeyi düşünerek sahibine seslendi.

- Hane sahibi! Kardaşlık! Uzak yoldan geliyorum. Misafir kabul eder misiniz?

O sırada dışarıya çıkan bir adam cevap verdi.

- Tanrı misafirini neden kabul etmeyelim? Haydi durma, gel.

Ahmet memnuniyetle eve vardı. İçeriye girince bir de ne görsün? Bir kenarda yeni kesildiği  anlaşılan insan kelleleri durmuyor mu? İçinden büyük bir korku duymakla beraber, hiç sesini çıkarmadan bir köşeye oturdu. Anladı ki burası namlı bir eşkıyanın evidir. Bu sırada Mehmet Ağa’nın kendisine söylediği ikinci öğüdü hatırladı: "Üzerine ait olmayan hiçbir şeye karışma." Az sonra pala bıyıklı, azametli bir eşkıya başı Ahmet'in bulunduğu odaya girdi.

- Hoş geldin arkadaş!

- Hoş bulduk.

- Nereden geliyorsun böyle?

- Memleketime gidiyorum. Tanrı misafiriyim.

- Sormak acayip olmasın ama adın ne senin?

- Ahmet.

Daha sonra sofra kuruldu, yemekler yendi. Oturup yarenlik etmeye başladılar.

- Ey Ahmet, orada duran kelleleri gördün mü? Bunların neyin nesi olduğunu hiç sormuyorsun?

- Ne üstüme lazım efendim?

diyerek, sözü uzatmadan masum bir tavırla önüne bakıverdi. Bu söz ve davranış efenin hoşuna gitmişti.

- Ahmet, senden memnun oldum. Parana ve kendine hiçbir zarar gelmeden yarın buradan serbestçe yoluna devam edersin. Eğer yolunu kesen olursa benim adımı ver. “Efenin misafiri idim, oradan geliyorum.” de, o kafi.

Ahmet çok korkulu anlar yaşamış, geceyi heyecanla geçirmişti ve canını kurtardığına evvelden razı oldu. Gece ağasının verdiği ikinci öğüt aklından gitmiyordu. “Üzerine ait olmayan bir şeye karışma.” “Ne kadar doğru söz? Bu nasihat benim hayatımı kurtardı. İnsan ne bulursa kendi dilinden bulur.” diye düşündü. Sabah olunca erken kalktı. Namazını kıldı. Efeden müsaade alarak yoluna revan oldu. Meşakkatli geçen yolculuk ilerledikçe, sanki mesafeleri iple çekiyordu. Nihayet sılanın dağları uzaktan görünmeye başladı. Ahmet yorgunluğunu bile unutuvermişti. Karısı gözünün önüne gelir gibi oluyor, sanki kanatlanmış gibi yürüyordu.

Akşam olmuştu. Köyüne iyice yaklaşmıştı. Yolculuğunun bundan sonraki bölümünde kendisine hiç de yabancı olmayan yollardan yürümeye başladığında her geçtiği yer eski hatıraları ile canlanıyor, Ahmet'le sanki sessiz bir şekilde konuşuyor gibiydi. Derken hava kararmış, yollardan el ayak çekilmişti. Gecenin sessizliği başlamıştı. Kimseyi görmeden köy içi yollardan geçerken evinin kapısı önüne geldi. Kapıya iyice yanaştığında evin içinden bir ses, bir erkek sesi geldiğini fark edip dinlemeye başladı. Çok heyecanlı idi, kalbi hızla çarpıyordu, iyice öfkelenmişti. Kendi kendine,

- Evimdeki bu yabancı da kim oluyor?

Hemen kuşağının altında gizlediği tabancasını çıkardı. Pencerenin karşısına gelerek içeriyi gözetlemeye çalıştı. İçeriden çıt bile gelmiyordu. Bir sessizlik o anda başlamıştı. Nihayet, belli belirsiz bir şeyler görmeye başladı. Karısının yanı başında uzanmış bir erkek vardı. Nefesini kesip tetiği sıkacağı sırada, içerideki sessizlik Ahmet'e kısa da olsa bir düşünme fırsatı verdi ve o anda ağasının söylemiş olduğu üçüncü öğüt hatırına geliverdi: "Düşünmeden hiçbir şey yapma." Elini tetikten bir an olsun çekerek “Acaba bu erkek kim olabilir?” diye düşünüp, bunu  araştırmaya karar verdi.

Evden ayrılıp, köydeki en yakın arkadaşı olan Hüseyin’in evine gitti. Kapıyı çaldığında Hüseyin karşısında idi. Eve girdiler ve bir zaman hasret giderdikten sonra,

- Hüseyin, benim evimdeki erkek kimin nesi?

- Senin oğlun ya Ahmet! Unuttun mu? Hanımın sen gurbete giderken hamileydi ya!

- Akılsız kafam! Nasıl da unutmuşum?

Ahmet büyük bir rahatlamayla derin bir nefes aldı. Hüseyin’den müsaade alarak kendi evine doğru yola koyuldu. Yolda yürürken, duyduğu sevincin heyecanı içinde kendi kendine söylendi,

- Ağam ne iyi etmiş de bana bu öğütleri vermiş. Hepsi de bana dar zamanlarda Hızır gibi yetişti. Neredeyse kendi yuvamı kendi elimle yıkacaktım. Elimden böyle telafisi mümkün olmayan bir felaket çıkmadığına şükürler olsun. İnsan enine boyuna düşünmeden hiçbir işe girişmemeli.

Nihayet kendini çileden çıkaran kördüğüm çözülmüş oluyordu. Az sonra gözlerinde sevinç parıltıları beliren Ahmet evine seslendi,

- Ey! Kapıyı açın. Ben geldim.

- Sen kimsin?

- Kim olduğum belli değil mi?

Ahmet'in hanımı gelenin kim olduğunu sesinden anlamıştı. Hemen ayağa kalkarak evinin arkasından kilitlemiş olduğu kapısını açtı.

- Hoş geldin, sefa geldin.

- Hoş bulduk, hoş bulduk!

Kadın evdeki delikanlı oğlunu kocasına göstererek “Al oğlunu.” dedi. Ahmet oğluna sarıldı, yüzlerinden öptü. Evlerine girdiler. Ahmet el, yüz ve ayaklarını yıkadıktan sonra şöyle bir oh çekerek odaya girdi ve oturdu.

- Ahmet, az önce oğlun "Ana, babam ne zaman gelecek?" demişti. Herhalde onu bir söyleten varmış.

Ahmet bir taraftan oğlunu seviyor ve karısının sözlerini dinliyordu. Yaşadığı sıkıntılı ve öfkeli anları ileride bir münasip zamanda anlatacaktı.

- Kavuşturan Mevla’ya şükürler olsun. Seneler sonra sılama, yuvama kazasız belasız geldim.

- Ahmet, benim de yüküm yenildi. Sen diyar gurbette iken bu evin her yükü benim üzerimde idi. Evin hem kadını, hem de erkeği oldum. Senin yokluğunu belli etmemek için çok çalıştım. Şimdi huzura kavuştum. Yalnızlık bir Allah'a mahsus imiş.

Ahmet ileride zamanı geldikçe, hayatını Hacı Mehmet Ağa'nın vermiş olduğu üç nasihate borçlu olduğunu eşine ve dostuna da anlatacaktı. Şimdi o da kendisini çok mutlu hissediyordu. Vatan ne kadar güzeldi. Oğlu da Ahmet'e ayrıca güven ve güç kazandırıyor, hanımı ile aynı duygu ve düşünceleri paylaşıyordu. Aile bağı bütün bu sebeplerle güçlenmiş, bir bütün haline gelmişti. Kişiyi iş değil, baş kaygısı yıpratırdı. Onun için sağlığı yerinde olan Ahmet'e göre her şey güzel gidiyordu. Vaktiyle hanımı ailenin sıkıntılı günlerini göğüslemişti. Şimdi de sevinçlerini ortak olarak paylaşıyorlardı. Aile yuvasının geleceği de parlak görünüyordu. Yaşama sevinci içindeydiler.

Alıntı