- Türkiye IMF ile yollarını ayırdı

Adsense kodları


Türkiye IMF ile yollarını ayırdı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 30 June 2012, 12:26 pm GMT +0200
Türkiye IMF ile yollarını ayırdı
Semih YILDIRIM • 62. Sayı / EKONOMİ


Neredeyse iki yıldır adeta pehlivan tefrikasına dönen IMF görüşmeleri çıkmaza girmiş olsa gerek ki taraflar sonunda anlaşmanın yapıl(a)mayacağı kanaatine ortak olarak vardıklarını kamuoyuna deklare ettiler. Türkiye, Mayıs 2008’de sona eren 19. stand-by anlaşması sonrası yoluna kendi hazırladığı Orta Vadeli Program’la devam edeceğini açıkladı. Aslında müzakerelerin zorlu geçeceği Başbakan Erdoğan’ın geçen yıl “ümüğümüzü sıktırmayız” beyanından sonra kendini belli etmişti. Yerel yönetimlere ilave kaynak aktarımının kısıtlanması ve Gelir İdaresi’nin yapısının özerkleştirilmesi konularındaki taraflar arasındaki anlaşmazlık giderilemedi. Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Babacan “Tekliflerine inanmadığımız için IMF ile anlaşmadık” diyerek dayatılan şartlara teslim olmayacaklarını İstanbul’daki Dünya Bankası-IMF toplantılarında net bir şekilde ifade etmişti. Gelinen noktada IMF eski alışkanlıklarının etkisiyle Türkiye’ye karşı o bildik tavrını sürdürmek isteyince ipler gerildi ve süreç beklenmedik bir şekilde sona erdi. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere karşı takip ettiği ikiyüzlü politikalar nedeniyle son küresel krizde karizması iyice çizilen IMF böylece son darbeyi Türkiye’den almış oldu.

Peki bu karara varmak neden bu kadar zaman aldı ve 2008 başından beri kamuoyuna görüşmelerin olumlu bir seyir izlediği ve anlaşmazlıklar giderilirse 20. stand-by düzenlemesinin her an yapılabileceği mesajı verildi? Galiba bunun en önemli nedeni hükümetin beklentileri olumlu yönde etkileyip iç piyasada olumlu bir hava oluşturma isteği idi. IMF’nin zorda kalan ülkeler için belli bir taahhüt komisyonu alarak sağladığı adeta sigorta mahiyetinde bir esnek kredi imkânı var. Örneğin Macaristan, son krizde bu imkânı satın alıp kullanmaya gerek duymayan ülkelerden biri. Türkiye bir yandan stand-by müzakerelerini uzatırken diğer yandan verilen demeçlerle her an anlaşmanın yapılacağı izlenimini uyandırarak, aslında bu imkânı kriz süresince komisyon ödemeden sağlamış oldu. Müzakerelerde IMF dayatmacı tutumundan vazgeçmeyince Türkiye’nin yola IMF'siz devam edebilecek bir ülke konumunda olduğunu ilan etmekten başka alternatifi kalmadı. Aslında kamu maliyesinde bir sorun olmayan ve kamu borç yükü makul ölçülerde seyreden Türkiye, böylelikle IMF’ye güzel bir çalım atmış oldu.


Türkiye’nin IMF serüveni
Türkiye’nin IMF ile ilk tanışması 1947 yılında İsmet İnönü zamanında gerçekleşti. Yani Cumhuriyetin IMF ile muhatap olmayan tek devlet başkanı Atatürk’tü. İlk borç 1958 yılında Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde alındı. IMF ile bugüne kadar yapılan stand-by anlaşmalarının ilki 1961 yılında Cemal?Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı döneminde imzalandı ve 1 yıl sürdü. Aynı şekilde 1961-70 arası yapılan 10 anlaşma bir yıl dolmadan bitti. 1970 ile 1978 yılları arasını IMF’siz geçiren Türkiye, “70 sente muhtaç” kalınan 1978-80 döneminde yeniden birer yıllık anlaşmalar imzalamak zorunda kaldı. 18 Haziran 1980’de yapılan o zamana kadarki en uzun stand-by anlaşması 3 yıl sonra bitince 1983’te yeniden 1 yıllık bir anlaşma yapıldı. 1984’ten 1999 yılına kadar sadece 8 Temmuz 1994-26 Eylül 1995 arasında tek bir düzenlemeye gidilirken, 1999-2002 döneminde 17. stand-by imzalandı. 18. döneme 4 Şubat 2002’de başlayan Türkiye, bu anlaşma sona ermeden bir ay önce Ocak 2005’te 19. anlaşmaya “evet” dedi. 49 yılda gerçekleştirilen 19 stand-by anlaşmasıyla, IMF’den Türkiye’ye 50 milyar doların üstünde kaynak aktarımı gerçekleşti. Şu an itibariyle Türkiye’nin Fon’a 8 milyar dolar borcu bulunuyor ve bunun 2013 yılına kadar ödenmesi planlanıyor.

20 aydır devam eden son görüşmelerin anlaşmaya varılamadan sonuçlanmasıyla, 49 yıl sonra Türkiye ilk kez Fona “hayır” deme cesaretini göstermiş oldu. Aslında her iki taraf da ortaya çıkan durumdan memnun görünüyor. IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, Ocak 2010 sonunda gerçekleştirilen Davos Toplantıları esnasında yaptığı bir televizyon mülakatında, Türkiye ile yürüttükleri görüşme sürecinden artık yorulduklarını dile getirmişti. Bazı ekonomistler 2010’un ilk aylarında ekonomik göstergelerde ortaya çıkan iyileşmeler ışığında küresel krizin etkilerinin azaldığını ve ülke içindeki ekonomik durgunluğun sona erdiğini düşünerek her şey yolunda giderse aslında IMF desteği olmadan bile yüzde 3.5’lik GSYİH artışı hedefine ulaşmanın mümkün olabileceğine işaret ediyordu. Konuyla ilgilenen yerli ve yabancı çoğu uzman ise IMF ile anlaşmaya varılamamasının, ekonomik göstergelerin iyileşmesinden çok, hükümetin yaklaşan genel seçimler için elini rahatlatmak istemesinden kaynaklandığını ifade ediyor.

Muhtemel riskler
Müzakereler sürerken bazı kriz tellalları ve kıdemli IMF lobicileri “yeni bir stand-by sonrası Türkiye’nin borçlanma maliyetinde önemli düşüş yaşanır, aksi olursa IMF’siz süreçte devlet yüksek faizlerle borçlanmak zorunda kalır. Özel sektör döviz borcunu döndüremez, kurlar hızla artar, ekonomi derinden sarsılır” tezleriyle hükümet üzerinde baskı kurmaya çalıştılar. Her ne kadar bu grubun dillerine pelesenk ettiği kötümser senaryolarda biraz gerçeklik payı olsa da, anlaşmanın imzalanmamasının ne kadar aleyhimize olduğu sorusuna şimdiden kesin bir cevap vermek zor. Haber kamuoyuyla paylaşıldığında sermaye piyasalarında kısa süreli de olsa önemli bir dalgalanma yaşanmamış olması ve açıklama sonrasında dış borçlanmaya çıkan Hazinenin 10 yıl vadeli kâğıtlarına 5 kat talep gelmesi, piyasaların bu olumsuz senaryolara itibar etmediği olarak yorumlanabilir. Fakat kimi uluslararası araştırma kuruluşları yayınladıkları raporlarda bu yeni durumun Türkiye için bazı riskleri ortaya çıkarttığının altını özellikle çizmekte gecikmediler.

Bu raporlarda öncelikle hükümetin bu yıl olası bir referandum ile en geç 1,5 yıl içinde olması beklenen genel seçimleri kazanabilmek için gevşek bir mali politika izleyip, mali konularda yapılması gereken yapısal reformları seçim sonrasına erteleyebileceği ihtimali önemli bir risk unsuru olarak görülüyor. Seçim döneminde katlanacak harcamalar ülke borcunun milli gelire oranını beklenenden daha fazla artırıp bütçe açığı üzerinde olumsuz bir etki oluşturabilir. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi durumunda piyasadaki faiz oranları artıp özel sektörün finansman kaynaklarına erişim imkânları kısıtlanırsa yeni bir kredi darboğazı ortaya çıkabilir. İkinci olumsuz senaryo ise IMF kaynağından yoksun bir Türkiye’nin, bugünlerde tüm dünyada giderek daha fazla konuşulan muhtemel bir artçı krizde dış borçlarını finanse etmekte zorlanacağı ihtimali. Bu durumda kur, faiz oranları ve enflasyonun hızlı bir şekilde yükselmesiyle tüketici gözünde ve iş dünyası çevrelerinde ekonomiye olan güvenin sarsılması söz konusu olabilir.

Bu olumsuz senaryoların gerçekleşme ihtimali, öncelikle özel sektörün kısa vadeli döviz borçlarını çevirebilme kapasitesine bağlı. Yine yerli yatırımcıların geçtiğimiz senelerde olduğu gibi döviz piyasalarında ortaya çıkabilecek hızlı kur dalgalanmalarında, ellerindeki döviz pozisyonlarını değiştirmeyi ve yabancı varlık sahibi olmayı ne kadar tercih edecekleri de önemli bir etken. Eğer beklenmedik bir şekilde bütün faktörler olumsuz bir seyir izleyip ekonomi politikaları ortaya çıkan riski bertaraf etmekte yetersiz kalırsa, Türk lirası büyük bir devalüasyon geçirip finansal piyasalarda oldukça sert ve yıkıcı düzeltmeler yaşanabilir. Bütün bu olumsuz risklere rağmen Türkiye'nin, dış kaynak bulma konusunda bir problem yaşayabileceğine dair şimdilik herhangi bir emare mevcut değil. Böyle bir durumla karşılaşıldığında ihtiyaç duyulacak bir müracat kapısı, IMF üyesi 192 ülkeye olduğu gibi Türkiye için de sürekli açık olarak duruyor.

Yapılması gereken
Gelinen süreçte Türkiye’nin, tüm dünyayı sarsan küresel krizi IMF yardımına ihtiyaç duymadan atlatmış olması, hatta bazı Avrupa ülkelerinin iflaslarının konuşulduğu bugünlerde kredi derecelendirme kuruluşları tarafından notunun artırılmış olması ekonomimizin geldiği noktayı göstermesi açısından göz açıcı nitelikte. Bu nedenle bazı çevrelerin eski alışkanlıklarını bırakıp artık şunu anlaması lazım: Türkiye artık IMF’nin eski başkanı Stanley Fischer’in tanımladığı gibi “Hasta Adam” değil. 70 sente muhtaç bırakılıp IMF kapılarında beklediğimiz günlerdeki gibi istedikleri her koşula evet diyecek bir siyasi irade de bugün karşılarında yok. Türkiye son IMF politikası ile artık o siyasi ve ekonomik açıdan içine kapanık, güçsüz ve vizyonsuz olduğu dönemleri geride bırakıp, jeo-politik konumuna paralel olarak büyüyen bir özgüvene ve kriz dönemlerinde bile kendi imkânlarıyla yoluna devam edebilecek ekonomik güce sahip bir ülke olduğunu tüm dünyaya göstermiş oldu.

Kimileri IMF ile ilişkilerimizi 2004 yılında sonlandırmalıydık dese de kısmet bugüneymiş. İster ekonomik, ister siyasi saiklerle olsun Türkiye’nin son anlaşmayı imzalamayarak 50 yıllık IMF vesayetinden kurtulmuş olması hayli olumlu bir gelişme. Bundan sonra o eski vesayet günlerine dönmemek için yapılması gereken Türkiye’nin orta ve uzun vadede döviz ihtiyacını karşılayacak tedbir ve uygulamaları ivedilikle hayata geçirmesi olacak. Özellikle Körfez bölgesinde birikmiş ve şu an Avrupa ve Amerika piyasalarında bekleyen 1 trilyon dolarlık Arap sermayesinin bir kısmı güven arttırıcı gerekli düzenlemeler yapılarak büyük yerli projelere kanalize edilebilir. Geçtiğimiz günlerde medyaya yansıyan Kuveyt Emirliği’nin Türkiye’ye 3 milyar dolarlık yatırım planlandığı haberi, hukuki altyapı geliştirilip bazı kolaylıklar sağlanırsa aslında bu bölgeden ülkemize önemli miktarlarda doğrudan yabancı yatırım akışı olabileceğini gözler önüne seriyor. Bir daha eski vesayet günlerine dönmemenin çaresi, bölgemizde fazlasıyla var olan sermayeyi IMF üzerinden ağır maddi, sosyal ve siyasi bedeller ödeyerek değil, cazip yatırım ortamı tesis ederek, aracı olmaksızın doğrudan çekmekte yatıyor.