- Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah 2

Adsense kodları


Toplumların Yapılarıyla İlgili Sünnetullah 2

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
meryem
Mon 21 March 2011, 10:46 pm GMT +0200
TOPLUMLARIN YAPILARIYLA İLGİLİ SÜNNETULLAHLAR 2

6- Toplumlar Değişkendirler Hiçbir beşeri toplumun sürekli tehditler karşısında, iradesini sağlam tutabilmesi ve bunu asırlarca sürdürebilmesi mümkün değildir. Bir gün mutlaka zaafa uğrayacak, çöküntü ile karşı karşıya kalacak ve direnme gücünü kaybederek kendisinden daha kabiliyetli, daha diri ve daha güçlü olan bir topluma yerini bırakacaktır: [69]

“Dilerse sizi götürür ve yeni bir halk getirir.” [70]

Zira, ALLAH'ın yasaları uyarınca çalışan toplumlar başarırlar. Adaletten haktan ayrılanlar, geriler ortadan kalkarlar.[71] İnsanlığın geçirdiği tarihi tecrübe de hiç bir toplumun deği­şime uğramaksızın varlığını devam ettirdiğine şahit olmamıştır. ALLAH insana nefsinde olanı değiştirme ve bir durumdan diğerine geçebilme yeteneği vermiştir.” [72]

Toplumların değişkenliği iki şekilde olur:

1. Toplumun kendi içinde geçirdiği, bir halden başka bir hale geçiş şeklindeki değişim.

2. Toplumun tamamen varlığını kaybedip, yerine başka bir toplumun gelmesi şeklindeki değişim.

Birinci durumda toplum kendi bünyesindeki, varlığını sürdürme­sini tehdit eden unsurları (seyyie), iyi ve yararlı unsurlarla (salih amel) değiştirir. Bunun tam tersi de olabilir. Kur'an ayetleri bu tür bir deği­şimin olabileceğini vurgulamakta, bu tür değişimi gerçekleştiren ka­vimlerden örnekler vermekte ve bireylerden toplumsal değişimin ol­ması için harekete geçmelerini istemektedir.

Birey, değişim içinde rastgele hareket eden pasif bir varlık değil­dir. O insan değişimi kontrol altında tutabilir ve istediği yöne çevire­bilir. Bu yüzdendir ki, Kur'an insan tahlilinin mahiyetine çok önem vermiş ve insanı kendi benliğinin muhasebesini yapmaya teşvik et­miştir: [73]

“Bir toplum kendi durumlarını değiştirmedikçe ALLAH onların du­rumlarını değiştirmez." [74]

"Eğer Kitap ehli inanıp (ALLAH'ın azabından) korunsalardı, onların kötülüklerinden geçerdik. Ve onları nimeti bol cennetlere sokardık. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden ken­dilerine indirileni gereğince uygulasalardı, muhakkak üstlerinde (ki ağaçların meyvelerinde)n ve ayaklarının altın(daki ürünler)den yerlerdi.[75]

"Hâlâ ALLAH'a tövbe edip O'ndan af dilemiyorlar mı?" [76]

"Ansı­zın ve hiç farkına varmadığınız bir sırada, size azap gelmezden önce Rabb'inizden size indirileninin en güzeline uyun." [77]

"Sonra Rabb'in şunlardan yanadır ki, cehaletle kötülük işlediler, sonra onun ardından tövbe edip uslandılar. [78]" İnkâr edenlere söyle: “Eğer vazgeçerlerse geçmişteki (günahları) kendilerine bağışlanır; yok yine (eski hallerine) dönerlerse öncekilerin (başlarına gelen ALLAH) kanunu geçmiştir (bun­ların da başına gelecektir, onu beklesinler)" [79]

"Andolsun biz onları azap ile yakaladık, ama yine Rabb’lerine boyun eğmediler. O'na yalvarmıyorlar.” [80]

İkinci durumda ise toplum yok olur, yerine başka bir toplum ge­lir. Yok olma üç şekilde olabilir:

1. Gökten bir azabın inmesi,

2. Yerden bir azabın gelmesi,

3. Toplum fırkalara ayrılır, birbirleri ile çekişerek sonlarını ge­tirmesi.

"De ki: O, sizin üzerinize üstünüzden, yahut ayaklarınızın altın­dan bir azap göndermeğe, ya da sizi parti parti birbirinize düşürüp, kiminize kiminizin hıncını tattırmağa kadirdir.” [81]

Bu yeni toplum daha önce varlığını kaybeden toplumdan kalan bireyler veya başka bireyler tarafından oluşur. Her iki hale ait tarihte pek çok örnek bulmak mümkündür:

"Öncekileri helak etmedik mi? Sonra geridekileri de onların ardına takarız." [82]

"Düşünün ki (ALLAH) sizi, Nuh kavminden sonra, onların yerine hakimler yaptı. [83]

"Düşü­nün ki (ALLAH) Ad'dan sonra sizi hükümdarlar yaptı. Yeryüzünde sizi yerleştirdi." [84]

"Dilerse sizi götürür ve yeni bir halk getirir." [85]

"(Size böyle ölümü takdir ettik) ki, sizin yerinize benzerlerinizi getirelim." [86]

"Sizden önce zulmettikleri ve peygamberleri kendilerine açık kanıtlar getirdikleri halde inanmadıkları için nice nesilleri helak etmişizdir, îşte suç işleyen kavmi böyle cezalandırırız. Sonra onların ardından bu dünyada onların yerine sizi geçirdik ki, sizin de nasıl davranacağınızı görelim.”[87]

"Fakat günahlarından ötürü onlan helak ettik ve onların ardından başka bir nesil yarattık.” [88]

"(Halbuki) zulmeden nice şehri kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka bir topluluk getirdik.” [89]

"Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) ALLAH, yakında öyle bir toplum getirecek ki, (O) onları sever, onlar da O'nu severler.” [90]

 7- Toplumların Gelecekleri Kendi Davranışlarına Bağlıdır

 Toplumların gelecekte nasıl bir sonuçla karşılaşacakları, o sonuç gel­meden önceki davranışlarına bağlıdır. Elçilerin getirdikleri ilâhî yasa­lara inanıp, o yasalar doğrultusunda davranışlarda bulunurlarsa, refah ve bolluk içinde bir hayat süreceklerdir. Yok eğer, inkarcı bir tutum içinde olurlarsa, alçaltıcı ve acı bir azapla helak edileceklerdir. Her iki durumda başlarına gelen şeylerin nedeni, kendileridir.[91]

Kısaca insanlar davranışlarının sorumlusu olduğu gibi, toplumlar da davranışlarının sorumlusudur. Gelecekleri, yapacakları davranışlara göre şekillenir. Çünkü, özgür iradelerini kullanarak seçimi kendileri yapmıştır. Seçtikleri yolun sonunda var olan sonuçtan başkasını görmeyeceklerdir. İnsan ve toplum, mutlaka kendi elleriyle kazandık­larının mahkumudurlar. [92] Kur'an'da bunu ifade eden pek çok ayet bulunmaktadır:

"ALLAH insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmediyor.” [93]

“İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa ALLAH kullara zulmedici değildir.” [94]

"Yaptıkları (kötü) işler yüzünden inkâr edenlerin başlarına ani bela(lar) gelmeye devam edecek.” [95]

"İnsanların elleriyle kazandıkları (günahları) yüzün­den, karada ve denizde fesat çıktı.” [96]

"Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir.” [97]

"Sadece yap­tığınız işlerle cezalanıyorsunuz.” [98]

"Rableri de, günahları yüzünden azabı başlarına geçirip orayı dümdüz etti." [99]

“Ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalanlayanların eylemleri boşa çıkmıştır. Onlar yalnız yaptıkları ile cezalanmıyorlar mı?" [100]

"İşte onlar, kazandıklarının eline teslim edilmişlerdir.”[101]

"Yaptıklarına karşılık olarak." [102]

"(ALLAH'tan başkasına tapmayarak) nefsini yücelten kazanmış, (yaratıklarına tapa­rak) onu alçaltan da ziyana uğramıştır.” [103]

 8- Bütün Toplumlar Elçiler Aracılığıyla Uyarılmıştır

 Yaptıkları hangi davranışın gelecekte kendileri için fayda, hangisinin zarar getireceği toplumlar tarafından kesin bir şekilde bilinemez. Muhammed Abduh'un dediği gibi, toplumun nelere muhtaç olduğu, ihtiyaçlarının hayvanlara ilham edildiği gibi edilseydi o zaman insan türü olmazdı. Aksine ya arı ve karınca gibi bir başka hayvan türü olur­du, ya da bu yeryüzünün sakinleri olmayan melekler gibi olurlardı. [104] Oysa insanlar imtihan olunmaktadır ve ALLAH dikkat edecekleri şeyleri onlara bildirmektedir:

"Kısa ve doğru yolu ALLAH gösterir.” [105]

"Bize yollarımızı göstermişken neden ALLAH'a dayanmayalım.” [106]

“Biz ona yolu gösterdik.” [107]

İşte toplumların, seçimlerinde dikkat edecekleri fayda ve zararın ölçüsü, ilâhî yasalardır, Bu yasalara bakarak; hangi şeylerin kendileri için iyi, hangilerinin kötü olduğunu öğrenip hareket edeceklerdir. Bu nedenle ALLAH Nuh (a.s.)'dan, çağrısı doğular ve batılarda bulunan insanları ve cinleri içine alan Hz. Muhammed (s.a.v.)'e kadar yasala­rını toplumlara açıklayan elçiler göndermiştir. [108]

"Her toplumun, bir yol göstericisi vardır." [109]

"Her toplum içinde mutlaka bir uyarıcı geçmiştir." [110]

"Andolsûn biz her toplum içinde: ALLAH'a kulluk edin, şeytan(a tapmak) tan [111] kaçının diye bir elçi gön­derdik."[112]

"Andolsûn senden önce, evvelki (toplum)ların kolları içine de elçiler gönderdik." [113]

Bu elçiler ALLAH'ın yasalarına uyulmasını isteyerek emredilen ve yasaklanan davranışlardaki güzellik ve çirkinlikleri açıklarlar. Yap­tıkları davranışların sonunda nasıl bir karşılık göreceklerini toplumla­rına bildirirler.

Eğer, elçiler gönderilmeseydi helak edilenler:

"Bize önce bir elçi gönderseydin inanırdık, senin ayetlerine uyardık. Neden bizi hiç uyarmadan cezalandırdın?" derlerdi. İşte kimsenin ALLAH'a karşı bir bahanesi kalmasın diye ALLAH elçiler göndermiştir:

"Kendi elleriyle yaptıkları (günahları) yüzünden başlarına bir felaket geldiği zaman: ‘Ey Rabb'imiz, bize bir elçi gönderseydin de ayetlerine uyup, mü'minlerden olsaydık,’ diyecek olmasalardı (seni göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat vermemek için seni gönderdik).” [114]

"(Bunları) müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak (gönderdik) ki, elçiler geldikten  sonra insanların ALLAH'a karşı bahaneleri kalmasın." [115]

"Ey kitap ehli, elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği sırada size elçimiz geldi, size gerçekleri açıklıyor ki, (yarın kıyamette): Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı geldi.” [116]

Nitekim, ALLAH'a ortak koşanlar böyle söylediklerinde ALLAH, el­çiler gönderdiğini belirterek, bu iddialarını reddetmiştir:

"(ALLAH'a) ortak koşanlar: ALLAH dileseydi ne biz, ne de atalarımız O'ndan başka bir şeye tapmazdık ve O'nsuz hiç bir şeyi haram kılmazdık, dediler. Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı. Elçilere düşen, yalnız açıkça tebliğ etmek değil midir? And olsun biz, her toplum içinde; ALLAH'a kulluk edin şeytan(a tapmak)dan kaçının diye bir elçi gönderdik.” [117]

Kur'ân yirmi beş elçiden söz eder: Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lut, İshak, İsmail, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Ha­run, Yunus, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa', Yahya, Zekeriyya, İsa, Zu'1-Kifl ve Muhammed (s.a.v.).

Bütün elçiler bunlar değildir.

 "Andolsun biz, Senden önce de el­çiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık, kimini de anlatma­dık." [118]

Ayeti, Kur'an'da adı zikredilmeyen elçilerin de olduğunu söy­ler. Adları anılan peygamberler, gerek kitap ehlinin, gerek Arapların yani Kur'an'ın ilk anda hitap ettiği kimselerin tanıdığı kişilerdir. İn­sanların dikkatini, bildikleri bu peygamberlere çekmek, bunların ka­vimleriyle olan ilişkilerini düşünmeğe sevk etmek için bu elçiler anılmıştır. [119]

En son gönderilen elçi, Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir. Kur'ân bize ondan sonra elçi gönderilmeyeceğini söyler:

"ALLAH'ın elçisi ve pey­gamberlerin sonuncusudur.” [120]

İslâm'dan sonra, etkili ve kapsamlı bir dînî hareketin olmaması bu sözü teyit eder. [121] Öte yandan yeni bir elçiye gerek de yoktur. Kur'an'a baktığımızda peygamberin dört şey için gönderildiği görülür:

1. Daha önce kendilerine herhangi bir peygamberin gönderil­mediği topluma gönderilir.

2. Bir önceki elçinin talimatı unutulmuş, tahrif edilmiş, gös­terdiği yolun takip edilmesi mümkün değilse yeni elçi gön­derilir.

3. Önceki elçilerin vaaz, telkin ve talimatı eksik kaldığı, top­lumları yeteri kadar hidayet bulamadığı halde dinin ta­mamlanması için yeni elçi gönderilir.

4. Bir elçiye yardımcı olmak için, yeni elçi gönderilir.

Bu durumlar gözden geçirildiğinde, Hz. Muhammed (s.a.v.)'den sonra, yeni bir peygamber gönderilmesine ihtiyaç olmadığı görülür. Zira o, yeryüzündeki bütün toplumlara gönderilmiştir. Getirdiği mesaj (Kur'an) korunmuştur. Getirdiği mesajda tamamlanacak her hangi bir şey yoktur. Yardımcıya da ihtiyacı yoktur. Olsaydı, yaşadığı zamanda gönderilirdi. [122]

Diğer taraftan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in son peygamber olması ve Kur’an’ın en son vahiy olması, müslüman olduğunu ileri sürenlere, açıkça çok ciddi bir sorumluluk yüklemektedir. [123] Mesajın, onu duy­mayanlara iletilmesi, peygamberden sonra müslümanların görevidir. [124]

 9- Elçi Gönderilmeyen Toplumlar Helak Edilmezler

 Evren, harika güzelliği ve ahengi ile bir yaratıcıya işaret ederek, in­sanların fıtratlarında mevcut olan yaratıcıyı kabul etme duygusunu harekete geçirir. İnsanların akılları da iyilik ve kötülük arasında bir ayırım yapabilir.

Ancak bunlar (fıtrat ve akıl), çeşitli nedenlerle fonksiyonlarını yerine getirmeyebilirler. Evrene serpiştirilmiş iman delillerine dikkat edilmeyebilir. İnsanların sağlam fıtratları, saptırıcı faktörlere maruz kalabilir. Cinlerden ve insanlardan olan şeytanlar, insanların bünyele­rinde yer alan zaaf noktalarına dayanarak, onları saptırır. Akıl insanı, arzu ve isteklerin, zaafların ve şehevi ihtirasların baskısı altında bıra­kabilir.

İnsanların fıtratlarının ve akıllarının evrende yer alan hidayet ka­nıtlarını ve iman belirtilerini araştırıp, hayatlarını dayandıracakları bir sistemi belirlemesi, sonuçta hak ve doğruluk üzere bulunmayı ger­çekleştirmesi mümkün görülmediğinden, sorumlu kabul edilmesi ona yapılmış bir haksızlık olur. Fıtratlar ve akıllar sapabildiğinden onlara fonksiyonlarını hatırlatan bir uyarıcı gerekir. Uyarıcı olmadan fıtratla­rın ve akılların insanları doğruya götürememesi nedeniyle; onları ce­zalandırmak zulümdür.

ALLAH insanların fıtratlarını dıştan gelen sis tabakasının etkisin­den, yozlaşmışlıktan, sapıklıktan kurtarmak, aklını arzu ve isteklerin, zaafların ve şehevi ihtirasların baskısından kurtarmak amacıyla onlara peygamber göndermeden, ayetlerini açıklamadan sorumlu tutmayı dilememiştir: [125]

"Biz hiçbir kenti helak etmedik ki onun uyarıcıları olmasın (helak etmeden önce mutlaka uyarıcı gönderdik). (Uyarıcılar) uyarırlardı. Biz zulmediciler değildik." [126]

"Bu böyledir. Çünkü Rabbin, halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir. " [127]

"Biz elçi göndermedikçe azap edecek değiliz.” [128]

Ayetlerden ALLAH'ın elçi göndermediği bir takım toplumlar bulu­nabileceği anlaşılmamalıdır. Aksine ayetler şunu vurgulamaktadır; Eğer ALLAH elçi gönderip uyarmadan kentleri helak etseydi, o kentlerin halkına zulmetmiş olurdu. ALLAH ise zulümden münezzehtir. Bundan dolayı elçiler gönderir, insanları uyarır, onlara hak yola gelmeleri için fırsat verir; süre tanır, yola gelip gelmeyeceklerine bakar. Buna rağmen yola gelmezlerse, o zaman cezayı hak ederler. [129]  (İlâhî maksadın ve kastedilen manaların tam olarak anlaşılabilmesi için) ayetlerin siyakı (yani birbiri arasında var olan muhteva birlik ve bütünlüğü) dikkate alınırsa bu gerçek daha iyi anlaşılır. Örneğin: En'âm:16/31. ayet şöyledir:

"Bu böyledir. Çünkü Rabb'in halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir."

Ayetin başındaki “Zalike” daha önceki ayete işaret eder. Ayrıcı gizli mübtedânın haberi olup takdiri “El-emru zalike: bu iş böyledir” şeklindedir. [130] Öyleyse 130. ayet bilinirse, 131. ayetin ne demek istediğini anlayabiliriz:

"Ey cin ve insan topluluğu içinizden size ayetlerimi anlatan ve bu gününüzle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi? 'Kendi aleyhimize şahidiz', dediler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler." [131]

Ayet insan ve cin topluluklarına elçi gönderildiğini vurgulu­yor. Aksi takdirde insanların cezalandırılması adil olmaz. Çünkü bu durumda insanlar, doğru yola uymalarını gerektiren bilginin kendileri­ne ulaşmadığı, bu nedenle de cezalandırılmamaları gerektiği özrünü ileri sürebilirler: [132]

"Dediler ki: Rabb'inden bize bir ayet (mucize) getirmeli değil mi? Onlara önceki kitaplarda bulunan delil gelmedi mi ? Şayet onları ondan önce bir azap ile helak etseydik: Rabb'imiz, bize bir elçi gönderseydin de böyle alçak ve rezil olmadan önce senin ayetlerine uysaydık, derlerdi.” [133]

Hz. Muhammed (s.a.v.) de, kendilerinin ve atalarının, uyarılmadığı bir topluma gönderilmiştir [134]. Ancak onun uyarısı bütün insanlığı da içine alır. O'ndan sonra uyarıcı gelmeyeceği için, bütün toplumlar O'nun mesajını kendilerine hidayet kaynağı kabul edip, rehber edin­melidirler. Şu da bir gerçek ki, O'nun mesajının bütün insanlara eksik­siz bir şekilde açıklanması, O'ndan sonraki müslümanların görevidir. Bu yapılmadan, O'nun davetini hiç işitmemiş, işitse bile, kasıtlı bir tarzda saptırılmış olarak işiten toplumların helak olmalarını beklemek sünnetullahın anlaşılmaması demektir. Zira toplumların helaki ile ilgili sünnetullahın hükmü çerçevesine, davetle karşılaşan ve uyarılan top­lumlar girer:

"Çünkü Rabb'in halkı habersiz iken ülkeleri zulüm ile helak edici değildir.” [135]

 10- Helak Edilen Toplumlarca Bütün Elçiler Yalanlanmıştır

 Kendilerine uyarıcı elçiler gönderilen toplumların hepsi, yalan söyle­dikleri gerekçesiyle onları yalanlamışlardır: "Hepsi de elçileri yalanla­dılar.” [136]

"Onlardan önce Nuh kavmi, Ressliler ve Semud (kavmi) de yalanlamıştı. Ad, Firavun, Lut'un kardeşleri (durumundaki kavmi), Eyke halkı ve Tubba kavmi. Bunların hepsi elçileri yalanladılar.” [137]

"Rahman'dan onlara hiçbir yeni zikr (uyarıcı) gelmez ki, mutlaka ondan yüz çevirici olmasınlar.” [138]

“Yazık şu kullara! Kendilerine gelen her elçiyle mutlaka alay ederlerdi." [139]

Elçileri yalanlayanlar, gerçekte ALLAH'ın gönderdiği ilâhî mesajı yalanlamış oluyorlardı:

"Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile ALLAH'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.” [140]

Yalanlamada öyle bir seviyeye ulaşıyorlar ki, elçinin onları uyar­sa da uyarmasa da bir şeyin değişmeyeceğini söylüyorlar:

"Dediler ki: Öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir.” [141]

“Nitekim, elçilerden, inanmadıkları zaman başlarına gelecek olan azabı getirmelerini istiyorlar:” [142]

“Ve: Eğer doğru söylüyorsanız, bu tehdit (ettiğiniz azap) ne zaman (gelecek)? Diyorlar."

"Ey Salih, eğer hakikaten elçilerdensen, tehdit ettiğin azabı bize getir!, dediler.” [143]

En sonunda da ALLAH'a seslendiler:

"(Alay ederek) Dediler ki: Rabb'imiz, bizim (azap) payımızı hesap gününden önce, hemen ver!" [144]

Bu sözlerin altında, ALLAH'ın cezasını yalan sayma, alaya alma ve uzak görme bulunmaktadır. [145] Onlara göre şu nedenlerden ötürü elçilerin getirdikleri şeyler doğru olamazdı:

1. ALLAH bir elçi seçip gönderecekse, toplumun, ileri gelenlerin­den birisini seçip göndermelidir:

"Ve dediler ki: Bu Kur'an iki kentten büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” [146]

Şöyle düşünüyorlardı: Peygamber olacak hiç kimse kalmadı da, Muhammed gibi dünyaya yetim gelmiş, servet sahibi olmayan, gençliğini çobanlıkla geçirmiş, şimdi de zengin hanımının mal varlığına dayanarak geçimini temin eden ve kabilesinin ileri gelenlerinden olmayan birine mi peygamber­lik geldi? Mekke'den Velid b. Muğîre, Utbe b. Rebîa gibi şöhretli insanlar veya Tâif’ten Urve b. Mes'ûd, Habîb b. Amr, Kinâne b. Abd Amr veya İbn-i Abdi Yâleyl gibi önderler peygamberliğe ondan daha layık değil mi?" [147]

Elçiler böyle olmadığı gibi, onlara inananlar da sıradan kişilerdi. Elçinin getirdiği mesaj, dikkate değer bir şey olsaydı ona önce top­lumdaki zenginler, bilginler, din adamları, soylular ve akıllı kimseler inanırdı; fakat bunların hiçbiri ona inanmıyor, sadece toplumun sağ­duyudan yoksun, en alt katmanına mensup akılsızlar ona uyuyor: [148] "Kavminden ileri gelen inkarcı grup dedi ki: "Sana bizim basit görüşlü, ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz.” [149]

"Sana bayağı kimseler uymuşken biz sana inanırmıyız?" [150]

Onlara göre bir şeyin doğru olabilmesinin ölçüsü toplumun ileri gelenlerinin onu kabul etmesidir. Çünkü sadece onlar sağduyuya ve doğru değerlendirme gücüne sahiptir. Dolayısıyla sıradan insanların doğru dediklerine onlar karşı çıkacaklardır. Eğer inanırlarsa yoksul­larla aynı seviyede birleşmiş olacaklardır. Oysa, soylu ve makam sahibi kişiler, sıradan insanlara nasıl katılabilirler?

Bu nedenle kendilerine gönderilen elçilere, zayıf ve yoksul kim­selerden oluşan bu grubu yanlarından uzaklaştırmalarını, kendileriyle ilgilenmelerini teklif ediyorlar. Nuh (a.s.)'a, böyle bir teklif sunmuş olsalar gerek ki: "(Siz istemiyor, hor görüyorsunuz diye) ben inananla­rı (yanından) kovacak değilim” [151] diyor. Bu ayetler indiğinde, Hz. Peygamber (s,a.v.) ile Mekke kâfirleri arasında aynı şeyler cereyan ediyordu. [152] Onların yaklaşımları da aynıydı. Bilâl, Ammar, Suheyb gibi köleler ve ücretli sınıfın diğer mensupları ile nasıl yan yana otu­rabileceklerini soruyorlar ve sanki şöyle diyorlardı: Bu yoksullar ko­vulmadıkça, soyluların mü'min olmayı düşünmelerine imkan yoktur. Köle ile efendinin omuz omuza oturması mümkün değildir. [153]

Aslında böyle düşünmelerinde kendi gelecekleri için duydukları endişenin rolü de büyüktü. Zayıf, yoksul ve kölelerden oluşan bu gru­bun, kendi servet ve zenginliklerini ele geçirmek için bu dînî oluşumu başlattıklarına inanıyorlardı:

"Dediler: Sen bizi babalarımızın üzerinde bulduğumuz şeyden çeviresinde yeryüzünde büyüklük yalnız ikinize kalsın diye mi bize geldin?” [154]

Bu nedenle bütün elçiler, onların böyle düşünmelerinin önüne geçmek için:

"Hayır! Bizim sizin malınızda gözümüz yok. Bir makam, şan, şöhret ve dünyalık için bu yola girmedik. Amacımız ALLAH'ın istekleridir", diyorlardı:

"Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız alemlerin Rabb'ine aittir.” [155]

Nitekim, Hz. Muhammed (s.a.v.) de davasından vazgeçmesi karşılığında kendisine teklif edilen dünyalıkları reddetmiştir.

2. Bütün elçilerin getirmiş oldukları mesajlar, toplumda bulunan, düşünsel ve ahlaksal çöküntülere zemin hazırlayan yerleşmiş inanç sistemini değiştirmeyi hedeflemektedir:

"Ey Şuayb, dediler, Senin namazın mı sana, babalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimiz şeyleri yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor?" [156]

Zaten böyle olmazsa elçi gönderilmesine gerek de kalmazdı. Bu­nun farkına varanlar elçiyi, hakikaten garip bir şey getirmekle suçlu­yorlardı. Çünkü onlar atalarından kalmış bir dini yaşıyorlar, onu de­vam ettiriyorlardı. Bu din nasıl yanlış olabilirdi? Mümkün değildi! Elçi acaba cinlenmiş miydi ?

"Cinlenmiştir, dediler." [157]

"Tanrıları bir tek tanrı mı yaptı? Bu cidden tuhaf bir şeydir. Onlardan bir gurup fırladı: Yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın! Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir. Biz bunun söylediğini (babalarımızın bağlı olduğu) öteki dinde işitmedik. Bu uydurmadan başka bir şey değildir." [158]

"Yâ, demek sen tek ALLAH'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarım bırakalım diye mi bize geldin?" [159]

Elçinin getirdiği şeylerin büyük bir değişim meydana getireceği­ni en iyi şekilde Firavun ve adamları anlamıştı: "Firavun kavminden ileri gelen bir topluluk dediler ki: Bu, çok bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor." [160]

"Ben onun, dininizi değiştireceğin­den veyahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyo­rum" [161]

Firavun'un korktuğu hususlardan biri olan ve ayette sözü edilen "dini değiştirmek" ifadesinin iyice anlaşılması gerekir. Çünkü Hz. Musa (a.s.), Firavun'un korktuğu bu husus dolayısıyla öldürülmeyi hak etmiştir. Buradaki din ifadesiyle yönetimin işleyiş biçimi kaste­dilmektedir. Başka bir ifadeyle onların siyaset, kültür, ekonomi ve Mısır'da yürürlükte olan sistemleri burada din olarak nitelendirilmiş­tir. Firavun, Musa'nın yaptığı davet sonucunda sistemin değişeceğin­den korkuyordu. Fakat, her sahtekar politikacı gibi, aslında kendi iktidarının elinden gideceğini söylememiş ve tam tersine:

“Ey kavmim Musa'nın hareketi sizin dininizi yıkmaya yönelik olduğu için, ben onu öldürmek istiyorum. Kendimi değil, sizleri düşünüyorum. Sizler be­nim iktidarımdan yoksun kaldığınız taktirde, çok kötü durumlara dü­şersiniz. İşte bu yüzden Musa'nın öldürülmesi gerekir. Nitekim o, bir vatan halk düşmanıdır." demiştir. [162]

3. İnsanlar senelerce beraber yaşadıkları birisinin günün birinde peygamberliğini ilan etmesine ve kendilerine ulaştırılması için bir takım mesajlar getirdiğine inanmakta zorlanmaktadırlar:

"İçlerinden bir uyarıcı gelmesine şaştılar da, o kâfirler: Bu tuhaf bir şeydir, dedi­ler." [163]

"Bizden bir insana mı uyacağız? O taktirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz, dediler. Zikir, aramızdan ona mı bırakıldı? Hayır o yalancı küstahın biridir, dediler." [164]

ALLAH'ın bir insanı peygamber olarak göndermesini kabullenemi­yorlar, O'nun yüceliğine yakıştıramıyorlar!

"ALLAH, bir insanı mı elçi gönderdi?"  [165]

"Sen de bizim gibi bir insansın. [166]

"Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz." [167]

"Dediler: Bu elçiye ne oluyor ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Ona kendisiyle beraber, uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi?'' [168]

Elçiler, daha önce hiç konuşmadıkları konularda açıklamalarda bulunuyorlar. Öyle ki, ölüm ötesi hayat hakkında dahi bilgi veriyorlar. Bu bilgileri onlara kim veriyordu acaba?:

"Ey kendisine Zikir (kitap) indirilmiş olan sen mutlaka dillenmişsin!" [169]

"Bu yalancı bir sihirbazdır." [170]

"Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediler." [171]

Onlara göre ALLAH, gerçekten mesajını bize ulaştırmak isteseydi, bir peygamber seçerek ona bir melek göndermez, bunun yerine herke­se ayrı ayrı melek gönderirdi. [172]

"Bize melekler indirilmeliydi, yahut Rabb'imizi görmeliydik değil mi?, dediler."[173]

4. Öldükten sonra dirilmeye inanmıyorlardı. Bu atalarının dinin­de yoktu. Elçiler ise bunun gerçekleşeceğini söylüyorlardı:

"Siz ta­mamen dağılıp parçalandıktan sonra mutlaka yeni bir yaratılış içinde olacağınızı size haber veren bir adamı gösterelim mi size?" [174]

"Biz kemikler ve ufalanmış kemikler haline geldikten sonra mı, biz mi yeni bir yaratılışla diriltileceğiz."[175] "Evvelki atalarımız da mı." [176]

"Dünya hayatımızdan başka bir hayat yoktur. Biz diriltilecek değiliz." [177]

5. İnsan olan elçiden, insan üstü işler bekliyorlar. Eğer onlar ger­çekten elçiyse bunları yerine getirebilirlerdi: "Ona Rabb'inden mucize indirilmeli değil miydi.” [178]

“Eğer doğrulardansan bize bir mucize getir.” [179]

"Yahut üstüne bir hazine atılmalı, yahut kendisinin, ürününden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi?” [180]

"Dediler ki: Yerden bize bir göze fışkırtmadıkça sana inanmayız. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, aralarından ırmaklar fışkırtmalısın. Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin yahut ALLAH'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin (onlar senin doğru söylediğine şahitlik etmelidirler). Yahut altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Mamafih sen bizim üzerimize okuyacağımız bir Ki­tap indirmedikçe, senin sadece göğe çıkmana da inanmayız!

“De ki: Rabb'imin şanı yücedir. (Hâşâ, ben O'na böyle şeyler yapmasını teklif edemem.) Ben sadece elçi ol(arak gönderil)en bir insan değil mi­yim?” [181]

6. Ayrıca elçinin mesajına inandıkları taktirde yaşadıkları yerler­den çıkarılıp, atılmaları ihtimali de vardı:

"Biz seninle beraber doğru yola gelirsek yurdumuzdan atılırız."[182]

Putların tanrı olamayacağını, onlara saygı gösterilemeyeceğini söyleyen yeni din, Mekkelilere göre Kabe'nin saygınlığını sarsabilirdi. Eğer kendileri yeni dine inanıp putlara saygıyı bırakırlarsa, bunu Ka­be'ye karşı saygısızlık sayacak olan diğer Araplar, Mekke'yi onların ellerinden alabilirlerdi. [183]

 11- Toplumun Önderleri Toplumdan Sorumludur

 Toplumların inanıp inanmamasında, başlarında bulunan liderlerinin büyük etkisi vardır [184]. Toplumda yüksek makam sahibi insanlar lider olurlar ve insanların çoğu; iyi de olsa, kötü de olsa bu liderlere uyar­lar. Bu nedenle onların kötü amelleri kendileriyle sınırlı kalmaz, bila­kis bir topluluğun bozulmasına sebep olur. İyi amelleri de kendileriyle sınırlı kalmaz ve birçok insanın da kurtuluşuna vesile olur. İşte bu nedenle, yani hem kendi günahları hem de başkalarını doğru yoldan saptırmaları yüzünden cezalandırılırlar. İyi amel işlediklerinde de, sadece kendi işledikleri iyi amelleri nedeniyle değil, iyiye yönelttikleri diğer insanlar nedeniyle de mükafatlandırılırlar: [185]

"Rabb'imiz, bunlar bizi saptırdılar. Bunlara ateşten bir kat daha azap ver.” [186]

“Rabb'imiz bunu bizim önümüze kim getirdiyse, onun ateşteki azabını bir kat daha artır, dediler." [187]

"Ey peygamber kadın­ları! Sizden kim açık bir edepsizlik yaparsa, onun azabı iki kat yapılır. Bu ALLAH'a göre kolaydır. Fakat sizden kim ALLAH ve elçisine itaate devam eder ve iyi işler yaparsa, ona da ödülünü iki kat veririz ve onun için bol bir rızık hazırlarız. Ey peygamber kadınları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz." [188]

Çünkü onlar, diğer kadınlara örnektir. Onla­rın ufak hatası başkalarının tamamen yolu şaşırmalarına neden olur.[189]

Kur'an, kıyamet günü olacakları tasvir ederken, toplumları saptı­ran liderler ve onlara uyanlar arasında geçen tartışmaları da anlatır:

"Kıyamet koptuğu günde: Firavun ve ailesini azabın en çetinine so­kun! (denilir).” [190]

"Ateşin içinde birbirleri ile tartışırlarken, zayıf olanlar büyüklük taslayanlara dediler ki: Biz size uymuştuk. Şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz." [191]

"Zayıf düşü­rülenler büyüklük taslayanlara: Siz olmasaydınız elbette biz inanan insanlardan olurduk diyorlardı. Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürü­lenlere dediler ki: Bize hidayet geldiği zaman sizi ondan biz mi çevir­dik? Hayır, zaten siz kendiniz suç işliyordunuz. Zayıf düşürülenler büyüklük taslayanlara: Hayır, gece gündüz dolap (kurar, kötülük aşı­lardınız). ALLAH'a nankörlük etmemizi, O'na eşler koşmamızı emre­derdiniz, dediler." [192]

"Rabb'imiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık."[193]

Toplumun önde gelenleri insanların ilâhî mesajı kabul etmemele­ri için, her türlü yola başvururlar. Güçlü olduklarından, insanların çoğu onlardan korkar ve elçiye ilgi göstermezler. Böylece gerçekler giz­lenmiş olur:

"Ve her yolun başında oturup da tehdit ederek (insanları) ALLAH yolundan çevirmeye ve o (ALLAH yolu)nu eğriltmeye çalışma­yın.” [194]

"Kavmin inkâr eden ileri gelenleri dediler ki; Eğer Şuayb'a uyarsanız muhakkak siz ziyana uğrarsınız." [195]

"Firavun ve adamları­nın, kendilerine kötülük yapmasından korktukları için kavminin içinde Musa'ya yalnız (genç) bir kuşaktan başkası inanmadı. Çünkü Firavun yeryüzünde çok ululanan ve çok aşırı gidenlerdendi.” [196] "Hahamlar­dan ve rahiplerden bir çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve (insanları) ALLAH yolundan çevirirler.” [197]

Oysa bu liderlerin, toplumun ıslahı için çalışmaları gerekirdi. Ayrıca toplumda bulunan ve gerçekleri görebilen insanların da toplu­mu gittiği kötü yoldan çevirmeleri için çalışmaları gerekirdi:

"Sizden önceki nesillerde akıllı kimselerin, (insanları), yeryüzünde bozguncu­luk yapmaktan men etmeleri gerekmez miydi?" [198]

"Baksana şunlara, ALLAH'ın nimetini nankörlüğe çevirdiler, kavimlerini de helak yurduna kondurdular."[199] "Rabbaniler (din adamları) ve hahamların onları günah söz söylemekten ve haram yemekten menetmeleri, gerekmez miydi? Yaptıkları şey ne kötüdür.” [200]

Bu son ayet, toplumların manevî önderleri olan din adamlarının da toplumun geleceğinden sorumlu olduğunu göstermektedir. [201] Rabba­nilerden maksat, onların aralarında yetki sahibi olan bilginlerdir. Bunlar toplumda kötülüklerin yayılması karşısında suskun durmamalı, insanları yaptıkları şeylerin kötülükleri hakkında ikaz etmelidirler. ALLAH'ın ayetlerini insanlara en açık bir şekilde anlatmalı, bunu yapar­ken de hiç bir şeyden çekinmemeliler. Hidayetin ve manevî gücün kaynağı olması beklenen din adamlarının bozulması, bir toplumun bozulmasındaki son adımdır. Bunların bozulmasının takip ettiği tabii yol hakikati ya zenginlerin isteklerine göre taviz vererek değiştirmele­ri şeklinde olur, ya da genel olarak toplumun inatçı "arzuları" (hevaları) ile uzlaşmaya götüren hafîf anlayışla olur. Her iki durumda da din adamları önce baskı altında kalır ve taviz verirler, (işte her şey bu tavizle başlayarak) sonunda anlayışları hafifleşir, şuurları kararma­ya başlar; ya para veya yaranmak, ya da her ikisini de elde edebilmek için, uzlaşmaya giderler, [202]

Kur'an dini iyi bilenlerin çeşitli nedenlerle gerçeklerin üzerini örtmelerini ve ayetleri tahrif etmelerini ağır bir dille kınamaktadır:

"ALLAH'ın indirdiği kitaptan bir şeyi göz ardı edip saklayanlar ve onun değerini az bir şeye satanlar; onların yedikleri karınlarında ateşten başka bir şey değildir. ALLAH kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır." [203]

"İndirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti, biz kitapta insanlara açıkça belirttikten sonra gizleyenler (var ya), işte onlara hem ALLAH lanet eder, hem de tüm lanet edebilenler lanet ederler." [204]

"ALLAH, kendilerine kitap verilenler­den: Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz, diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü sırtlarının ardına attılar ve ona karşılık birkaç para aldılar. Ne kötü şey satın alıyorlar.” [205]

"Onlardan bir grup var ki, Kitap'ta olmayan bir şeyi siz, Kitap'ta sanasınız diye, dillerini Kitap'la eğip büker (sözlerini kitabın sözü imiş gibi göster­mek için dillerini bükerek okur, onları kitabın sözlerine benzetmeğe çalışır)lar ve: “ALLAH'ın katındandır, derler. Oysa o ALLAH katından değildir. Bile bile ALLAH'a karşı yalan söylerler."[206]

 12- Toplumların Manevî Yönleri Maddî Yönlerinden Önce­liklidir

 Maneviyattan yoksun toplumların, maddî (ekonomik) yönden güçlü ve kuvvetli olmaları, onlara hiçbir zarar dokunmayacağı anlamına gel­mez. Kur'an böyle toplumların uzun vadede varlıklarını devam ettire­meyeceklerini ısrarla vurgulamaktadır. Bu nedenle daha önce yeryü­zünde yaşamış, ekonomik yönden güçlü olan ve bundan dolayı kendi­lerine bir kötülük dokunmasını mümkün görmeyen toplumların yok edilişlerini anlatarak, maddî gelişmeyi veya ekonomik refahı, üstün­lüklerinin şaşmaz göstergesi olarak ele alanlara uyarıda bulunmakta­dır: [207]

"Bunlardan önceki toplumlar da yalanlamışlardı. Bunlar; onlara verdiklerimizin, onda birine bile erişememişlerdi Onlar) yeryü­zünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden önce gelenlerin sonu­nun nasıl olduğunu görsünler. Onlar kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımından, kendilerinden daha üstün idiler...(Yine de) kazandıkları kendilerine hiçbir yarar sağlamadı." [208]

"Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; (sular, madenler çıkarmak, ekin ekmek, ağaç dikmek için) toprağı (kazmış), alt üst etmişler ve onu, bunların imar ettiklerin­den daha çok imar etmişlerdi." [209]

"Ad (kavmi) yeryüzünde haksızlık olarak büyüklük tasladılar, bizden daha güçlü kim var?, dediler. Onları yaratan ALLAH'ın kendilerinden daha güçlü olduğunu görmediler mi? Bizim ayetlerimizi de inkâr ediyorlardı. Biz de onlara dünya hayatında rezillik azabını tattırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine donduru­cu rüzgârlar gönderdik. [210]

"Onlara açık açık ayetlerimiz okunduğu zaman, inkâr edenler inananlar için, iki topluluktan hangisinin makamı daha hayırlı, meclisi (mevkii) daha güzeldir?, derler. Onlardan önce nice nesiller helak ettik ki, onlar eşyaca ve gösterişçe daha güzeldi.” [211]

"Eğer (eski yaptıklarınızdan) vazgeçerseniz, bu sizin için iyidir. Ama yine (eski yaptıklarınıza, elçinin buyruğuna itaatte tereddütlere) dö­nerseniz, biz de döneriz (Size yardım etmekten vazgeçeriz). O zaman topluluğunuz çok da olsa, size hiçbir yarar sağlayamaz. ALLAH inanan­larla beraberdir.” [212]

"Nice az bir topluluk var ki, ALLAH'ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. ALLAH, sabredenlerle beraberdir." [213]

Kur'an helak edilen toplumların içinde maddî yönden zayıf olanların bulunmadığını vurgulamakla bir şeye dikkat çekmektedir. O da maddî gücün, ilâhî ilkeler doğrultusunda kullanılmasıdır. Sadece maddî güce talip olunmamasıdır. [214] Bu dikkat çekme üç surede net bir şekilde ifadesini bulmaktadır;

1. "Kârûn, Musa'nın kavminden idi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz kendisine öyle hazineler vermiştik ki onun (hazinelerinin) anah­tarları güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kavmi ona demişti ki: Şı­marma, ALLAH (gururlanıp) şımaranları sevmez. ALLAH'ın sana verdiği (bu servet içinde ahiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma! ALLAH sana nasıl iyilik ettiyse sen de öyle iyilik et! Yeryüzünde boz­gunculuk yapmak isteme, çünkü ALLAH bozgunculuk yapanları sevmez. Bu (servet) bende bulunan bir bilgi sayesinde bana verildi, dedi. Bil­medi mi ki ALLAH, kendisinden önceki kuşaklar arasında kendisinden daha güçlü ve daha çok cemaati bulunan nice kimseleri helak etmiştir? Suçlulara günahlarından sorulmaz (ALLAH her şeyi bilir, onlar günah yaptı mı, yapmadı mı diye araştırmaya, soruşturmaya ihtiyaç yoktur). Süsü, (debdebesi) içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler: Keşke Karun'a verilenin bir benzeri de bize verilseydi, dediler, gerçekten onun büyük şansı var! Kendilerine bilgi verilmiş olanlar ise: Yazık size dediler, inanan ve iyi iş yapan kimse için ALLAH'ın sevabı daha hayırlıdır. Buna ancak sabredenler kavuşturulur. Nihayet onu da, yerini yurdunu da yerin dibine batırdık; ALLAH'a karşı ona yardım eden bir topluluğu olmadı. Kendi kendini kurtaranlardan da olmadı. Dün onun yerinde olmak isteyenler: Vay, demek ALLAH kullarından dilediğine rızkı açar ve kısar. ALLAH bize lütfetmiş olma­saydı, bizi de yerin dibine batırırdı. Demek, gerçekten kâfirler iflah olmaz!, demeğe başladılar. [215]"

2.  "Şu bahçe sahipleri...Hani onlar, sabah olunca bahçeyi mutla­ka devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da etmiyorlar (ALLAH dilerse devşiririz demiyorlar)dı. Fakat onlar uyurlarken dolaşıcı bir bela onu sardı da, bahçe simsiyah kesiliverdi. Sabahleyin birbirlerine seslendiler: Haydi, devşirecekseniz erkenden ekininize gidin diye. Derken fısıldaşıyorlardı: Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın, diye.   Devşirebileceklerini umarak erkenden gittiler. Fakat bahçeyi görünce: Biz yolu şaşırdık, dediler. Hayır doğ­rusu biz mahrum bırakıldık. Orta (yolda giden en akıllıları ve iyi)leri: Ben size demedim mi, Rabb'inizi tesbih etmeniz gerekmez miydi?, dedi. Rabb'imizi tesbih ederiz, doğrusu biz zulmedenlerdenmişiz, dediler. Dönüp birbirlerini kınamağa başladılar. Yazık bize, dediler, biz azgınlardanımşız! Belki Rabb'imiz, bize onun yerine, ondan daha iyisini verir. Biz Rabb'imize yönelir, O'ndan umarız! İşte azap böyle­dir. Ahiret azabı ise daha büyüktür, keşke bilselerdi." [216]

3. "Onlara şu iki adamı misal olarak anlat; İkisinden birine iki üzüm bağı vermiş, onların etrafını, hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik. Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şeyi eksik etmemişti. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. Adamın ürünü de vardı. Arkadaşıyla konuşurken: Ben malca senden daha zenginim, adamca da senden güçlüyüm, dedi. Kendisine yazık ederek bağına girdi: Bunun hiç yok olacağım sanmam, dedi. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbime döndürülsem bile, bundan daha güzel bir sonuç bulurum. Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki: Seni topraktan, sonra nutfe (sperm)den yaratan, sonra da seni bir adam biçimine koyan Rabb'ine (ortak koşarak) nankörlük mü ettin? Fakat, O ALLAH, benim Rabb'imdir, ben Rabb'ime hiç kimseyi ortak koşmam! Bağına girdiğin zaman: Maşaallah, kuvvet yalnız ALLAH iledir demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyor­sun ama, Rabb'im bana senin bağından daha iyisini verebilir ve seninkinin üzerine de gökten bir afet gönderir de bağın, kupkuru bir toprak kesilir. Yahut suyu dibe çekilir de bir daha su arayamazsın. Derken o kişinin ürünü kuşatıldı, çardakları üzerine yıkılmış durumda olan ba­ğın karşısında, ona sarfettiklerine acıyarak ellerini oğuşturmağa başla­dı: Ah, n'olaydı, ben Rabb'ime kimseyi ortak koşmamış olaydım!, diyordu. ALLAH'tan başka kendisine yardım eden bir topluluğu da ol­madı. Kendi kendini de kurtaramadı. İşte o durumda koruyuculuk, yalnız gerçek olan ALLAH'a mahsustur. O'nun vereceği sevap da daha hayırlıdır.” [217]

Bu ayetlerin de gösterdiği gibi servet, sahipleri tarafından insan­lığın maddî ve manevî yönlerden yükselmesi için kullanılmadığı za­man, büyük ihtimalle onları felaket ve uçuruma götürecektir. Aynı zamanda ekonomik refah ve toplumsal statü, tevazu, ALLAH'a karşı sorumluluk ve toplumsal yükümlülük anlayışıyla birlikte olmalıdır. Aksi taktirde, bu tür şeyler israfa, zillete ve toplumun parçalanmasına yol açar. Kur’an’ın da dediği gibi, iktidar ve servet sahiplerini çevre­leyen sahte ihtişamı ancak ilim ve hikmet sahipleri görebilirler. Çünkü onlar, yalnızca erdemli bir hayat üstüne kurulu ve insanlığın iyiliğine adanmış iktidarla; özellikle sosyal adaletin gereklerine cevap verebi­len, ona iltifat edebilen bir servet ve ekonomik refahın daha çok kalı­cılığa haiz olduğunu anlama basiretine sahiptirler. Bu özelliklerden yoksun oldukları taktirde tarihsel süreç tarafından derhal "unutulan şeyler sepetine" atılırlar. [218]

Arkasında bir dayanışma ruhu, ulvî bir ahlâkî tavır, gayet geniş bir alanı kapsayan hayat görüşü, insanlar arasındaki beşerî münase­betler ve ALLAH'a karşı olan sorumlulukta ileri bir mevkinin işgali söz konusu olmadıkça, askeri güç ve silahlı kuvvetin herhangi bir değeri olabilir mi? [219]

Ancak Kur’an’ın maddî iktidarın önemini küçümsediği ya da manevî iktidarı tamamıyla maddî ve toplumsal araçlardan soyutlaya­rak haddinden fazla önemseyip büyüttüğü anlamı çıkartılmamalıdır. Kur'an'ın söz konusu ettiği manevî iktidar, sayfaları arasında muhafa­za edilen dünya görüşüyle, onun üzerine kurulmuş bulunan toplumsal ahlâk sisteminden kaynaklanır. Bu dünya görüşü ve onunla birlikte gelen toplumsal ahlâk, maddî gücü kendi amaçları uğruna kullanmak için bir istek doğurur. Bu üç faktör, yani, Kur’an’ın dünya görüşü, onun sosyal ahlâkı ve bunların sonucu olan maddî iktidar birbirleriyle kaynaştığı taktirde, insanlık için mükemmel bir denge sağlanmış ola­caktır. Bu unsurlar birbirinden uzaklaştığında, dengeler sarsılır. Kur an helake uğrayan Firavunların ve bazı eski kavimlerin dünyevî iktidarlarından söz ettiğinde, ahlâkî bağlarından sıyrılmış ve yeterli bir dünya görüşüyle de desteklenmeyen bir iktidarı kastetmektedir. Bu bakımdan Kur'an, maddî servet, iktidar veya dünyevî gelişmeyi biza­tihi hakir görmemektedir. [220]


[69] Halil, a.g.e.,s.26O

[70] Fâtır: 35/16.

[71] Ateş, a.g.e., VII, 299

[72] Said, a.g.e., s.51.

[73] Açıkgenç, a.g.e., ss 25.

[74] er-Râd: 13/11

[75] el-Mâide: 5/65-66

[76] el-Mâide: 5/74

[77] ez-Zümer: 39/55

[78] en-Nahl: 16/119

[79] el-Enfâl: 8/38.

[80] el-Mü’minûn: 23/76

[81] el-En’âm: 6/65; "İbn-i Abbâs (r.a.)'ın yorumuna göre üstten gelen azap yöneticiler­den, alttan gelen azap ise köleler ve ayak takımından gelecek olan şeylerdir." Râzî, a.g.e., XIII, 22.

[82] el-Mürselât: 77/16-17.

[83] el-A’râf: 7/69

[84] el-A’râf: 7/74

[85] el-Fâtır: 35/16

[86] el-Vakıa: 56/61.

[87] Yûnus: 10/ 13-14.

[88] el-En’âm: 6/6

[89] el-Enbiyâ: 21/11

[90] el-Mâide: 5/54 Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 44-46.

[91] "Biz ona yolu gösterdik: Ya şûkredîci veya nankör olur." el-İnsân: 76/3; "Onlardan kimi ona inanır, kimi de inanmaz." Yûnus: 10/40; "Artık dileyen inansın, dileyen in­kâr etsin." el-Kehf: 18/29.

[92] Halil, a.g.e.,s.295

[93] Yûnus: 10/44

[94] el-Enfâl: 8/51

[95] er-Râd: 13/31

[96] er-Rûm: 30/41   

[97] eş-Şûrâ: 42/30

[98] es-Saffât: 37/39

[99] eş-Şems: 91/14.

[100] el-A’râf: 7/147

[101] el-En’âm: 6/70

[102] el-Vâkıa: 56/24

[103] eş-Şems: 91/9-10. Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 46-47.

[104] Abduh, a.g.e.,s.96

[105] en-Nahl: 16/9

[106] İbrahim:14/12

[107] el-İnsan: 76/3.

[108] İbn Kesîr, a.g.e., IV, 489; "Elçi gönderilmesi Nuh (a.s.) ile başlamıştır. Çünkü Nuh (a.s.) Allah'ın hükümlerini, helal ve haramlarını kendi aracılığıyla ilan ettiği ilk nebîdir." Râzî, a.g.e., XI, 108; "İslam kaynaklarına göre Adem (a.s.) ilk peygamber olarak gösterilse de, Kur'ân-ı Kerîm'de Adem (a.s.)'a bîr şeriat verildiğinden bahsedilmez." Ateş, a.g.e., II, 414.

[109] er-Râd: 13/7; "Mücâhîd'e göre yol göstericiden maksat nebidir. Ali b. Ebî Talha, İbn-i Abbâs'ın her toplumun bir davetçisi vardır, dediğini nakleder." İbn Kesîr, a.g.e., IV, 356

[110] Fâtır: 35/24

[111] Şeytana tapmak, ilâhî hükümlerin dışında bir yol tutmaktır. Bu yol karanlık bir yoldur. İlâhî rehberiyet fıtratı esas alır ve koyduğu hükümlerle fıtratı korumayı amaçlar. Kur'ân buna “Sırat-ı Müstakim” demiştir. Fıtrata uygun olmayan eylemler fıtrat tarafından ceza­landırılır. Biyolojik ve toplumsal hastalıklar baş gösterir. Fıtrat sadece insanla sınırlı olmayıp, bütün evreni kuşatır. İnsan karada ve denizde fesat çıkarır. Fesat ise fıtratın bozuluşudur. Yeryüzündeki eylemlerin evrensel boyutları olduğunu Kur'ân şu ayette dile getirir: "Onların ardından yer ve gök ağlamadı." ed-Duhân: 44/29 Evren birbi­riyle sıkı bağlantıları olan bir bütündür. Fıtrat üzere hareket edenler yerlerin ve göklerin hazinelerinin açılacağı müjdelenir. (el-A’râf: 7/96)

[112] en- Nahl: 16/36

[113] el-Hicr: 15/10

[114] el-Kasas: 28/47;Tâhâ: 20/134.

[115] en-Nisâ: 4/165

[116] el-Mâide: 5/19.

[117] en-Nahl: 16/35-36

[118] el-Mü’min: 40/78.

[119] Ateş, a.g.e., II, 415. e

[120] Ahzâb: 33/40.

[121] Fazlur Rahman, a.g.e., s.180.

[122] Mevdûdî,a.g.e.,IV,-480-481

[123] Fazlur Rahman, a.g.e., s.180

[124] Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 47-50.

[125] Seyyid Kutub, Fi Zilal III,675

[126] eş-Şuarâ:26/208-209

[127] el-En’âm: 6/131.

[128] el-İsrâ: 17/15.

[129] Ateş, a.g.e., III,. 237; Ayrıca bkz. İbn Kesîr, a.g.e., III, 334.

[130] Râzi, a.g.e., XIII, 196

[131] el-En’âm: 6/130

[132] Mevdûdî, a.g.e.III, 98

[133] Tâ-Hâ: 20/133-134

[134] "Babaları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kaJmış bir toplumu uyar­man için (seni gönderdik)." Yâsîn: 36/6; Ayete ikinci bir anlam vermek te mümkün­dür: "Bilgisiz kalmış babalarının uyarıldığı gihi bu toplumu da uyarın!" Her iki anlam da doğrudur. Mevdûdî, a.g.e., IV, 570; "Araplar dinden, peygamberden tamamen haber­siz değillerdi. Yakın atalarına peygamber gelmemekle beraber, uzak atalarına gelmişti. Hud, Salih. Şuayb, İbrahim ve İsmail (a.s.) Araplara peygamber olarak gelmişlerdi. Yi­ne Musa ve İsa'nın (a.s.) daveti tüm Arap yarımadasında biliniyordu." Ateş, a.g.e., VII, 97.

[135] el-En’âm:6/131 Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 50-52.

[136] Sâd: 38/14

[137] Kâf: 50/12-14

[138] eş-Şuarâ: 26/5.

[139] Yâ-Sîn: 36/30

[140] el-En’âm: 6/33

[141] eş-Şuarâ: 26/136.

[142] Yâ-Sîn: 36/48

[143] el-A’râf: 7/77

[144] Sâd: 38/16

[145] İbn Kesir, a.g.e., VII, 49; Ayrıca bkz. Seyyid Kutub, Fî Zilal, VII, 91

[146] ez-Zuhruf: 43/31

[147] Mevdûdi, a.g.e., V, 272

[148] Mevdûdî,a.e., IV, 45.

[149] Hûd: 11/27

[150] eş-Şuarâ: 26/111

[151] Hûd: 11/29; eş-Şuara, 26/114

[152] Ayetlerin bulunduğu eş-Şuarâ ve Hûd sureleri Mekkî'dir. Suyûtî. a.g.e., 1,12

[153] Mevdûdî, a.g.e., IV, 47

[154] Yûnus: 10/78.

[155] eş-Şuarâ: 26/109, 127, 145

[156] Hûd: 11/87

[157] el-Kamer: 54/9

[158] Sâd: 38/5-7.

[159] el-A’râf: 7/70

[160] el-A’râf: 7/109-110

[161] el-Mü’min: 40/26

[162] Mevdûdi, a.g.e., V, 143

[163] Kaf: 50/2

[164] Kamer: 54/24-25

[165] el-İsra: 17/94.

[166] eş-Şuara: 26/154, 186

[167] Yâ-Sîn: 36/15

[168] el-Furkân: 25/7[169] el-Hicr: 15/6

[170] Sâd: 38/4.

[171] el-Furkân: 25/8.

[172] Mevdûdî, a.g.e.,III, 582

[173] el-Furkân: 25/21.

[174] Sebe: 34/7.

[175] el-İsrâ: 17/49, 98.

[176] es-Saffât: 37/17

[177] el-En’âm: 6/29.

[178] Yûnus: 10/20.

[179] eş-Şuarâ: 26/154.

[180] el-Furkân: 25/8.

[181] el-İsrâ: 17/90-93.

[182] el-Kasas: 28/57.

[183] Ateş, a.g.e., VI, 452; Ayrıca bkz. Seyyid Kutub, Fî Zilâl, VI, 362-365. Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 52-58.

[184] Ateş, a.g.e., XI, 249

[185] Mevdûdî, a.g.e., IV, 410

[186] el-A’râf: 7/38

[187] Sâd: 38/61

[188] el-Ahzâb: 33/30-32

[189] Ateş, a.g.e., VII, 155

[190] el-Mü’min: 40/46.

[191] el-Mü’min: 40/47.

[192] Sebe: 34/31-33.

[193] el-Kasas: 28/63.

[194] el-A’râf: 7/86.

[195] el-A’râf: 7/90

[196] Yûnus: 10/ 83.

[197] et-Tevbe: 9/34

[198] Hûd: 11/116.

[199] İbrahim: 14/28; "Şunlardan" kastedilen, Kureyş'in inkarcı liderleridir. İbn Kesîr, a.g.e., IV, 427.

[200] el-Mâide, V, 63; "İbn-i Abbâs, Kur'ân'da bu ayetten daha çok ihtar edici ayet yoktur derken, Dahhâk ta aynı şekilde: Bana göre Kur'ân'da bundan daha korkunç bir ayet yoktur, diyerek toplumun manevî önderleri olan din adamlarının sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu vurgular." İbn Kesîr, a.g.e., III, 136

[201] İbn Kesîr, a.y.

[202] Fazlur Rahman, a.g.e,, s.146

[203] el-Bakara: 2/174

[204] el-Bakara: 2/159

[205] Al-i İmrân: 3/187

[206] Al-i İmrân: 3/78. Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 58-61.

[207] Sebe: 34/45.

[208] el-Mü’min: 40/21, 82

[209] er-Rûm: 30/ 9

[210] Fussilet: 41/15-16.

[211] Meryem: 19/73-74

[212] el-Enfâl: 8/19

[213] el-Bakara: 2/249

[214] Kur'ân sosyal dejenerasyon ve siyasal yıkıma karşı maddî güç ve servetin hiçbir güç oluşturmayacağını, oldukça açık ifadelerle ortaya koymaktadır. Eşyayı dış görünümleri­ne göre değerlendirenler, genellikle yanılırlar. Herhangi bir toplumun ruhî gelişmesi ve­ya sosyo-politik gücüyle iç dayanışması, servet ve nüfus istatistikleriyle veya halkın ya­rarlandığı nimetlerle ölçülmez." Mazharuddin Sıddıki, Kur'ân'da Tarih Kavramı, (İs­tanbul, 1990), s.57.

[215] el-Kasas: 28/76-82.

[216] el-Kalem: 68/17-33,

[217] el-Kehf: 18/32-44.

[218] Sıddiki, a.g.e-, s.58-59

[219] Halil, a.g.e., s.110

[220] Sıddûd, a.g.e., s.59-60. Nuri Tok, Kur'an'da Sünnetullah Ve Helak Edilen Kavimler, Etüt Yayınları: 61-65.