saniyenur
Sun 20 May 2012, 02:59 pm GMT +0200
Tevhid Ve Eğitim
Rasulullah, ashabını Allah'ın Yaratıcı, Sahip ve Hakim olduğu ve gücünün her şeye yettiği İnancıyla yetiştirdi. Hiçbir şey Allah'ın İradesi dışında değildi ve kime isterse ona zafer ihsan ederdi, fakat Allah-u Teâlâ daima mürninlere yardım etmişti. Rasulullah , inananlara bu inancı tanıttı; inananlar daima her türlü zor şartlar altında Allah'ın yardımını istemeli ve ümit etmeliydi; çünkü gerçek müminler yalnız O'ndan yardım umar: "Ey inananlar, sabır ve namazla (Allah'tan) vardım isteyin, muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir." (2: 153).
Bu ayet, iman ve itikadı iki yoldan kuvvetlendirir: Birincisi, müminlere üzerlerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmelerini sağlayacak olan sabır, sebat ve namaz yoluyla yardım ummaları tavsiye ediliyor. Sabır, sebat ve namaz ayrıca onlara karşılaşacakları bütün eziyetlere, zorluklara, zulümlere ve suistimallere tahammül etme cesareti ve gücü sağlayacaktır. Allah yolunda muhakkak gerekli olan bu manevî kuvvet ve tahammül gücü sayesinde müminler kendilerini güvenlik içinde hissedeceklerdir. İkincisi; bu ayet müminlere, eğer O'nun yolunda sabır ve sebatla direnirlerse, bu eziyet ve zulüm zamanında yalnız bırakılmayacakları ve Allah-ın yardımının yakında geleceği hususunda teminat veriyor.
Allah'ın kendi yolunda mücadele edenlere yaptığı bu vaat, büyük bir yüreklendirmedir ve insanları hedeflerini gerçekleştirmek hususunda yücelere eriştirir. Bu vaat Kur'an-ı Kerim'de sık sık yinelenir: "Allah insanları savunur. Allah hiçbir hain ve nankörü sevmez." (22: 38). Bu, İnananlara ve Allah yolunda mücadele edenlere ebedî bir vaattir. Zafer ve Allah'ın yardım vaadi müminler içindir, fakat daima muayyen şartlara bağlıdır ve insiyatif müminlere bırakılmıştır. İnsanlardan içiyle dışıyla hakiki mümin olmaları ve Allah yolunda çok sıkı mücadele etmeleri istenmektedir. Eğer bu şartı yerine getirirlerse Allah'ın yardımı ve zafer onların olacaktır. Bununla beraber, müslümanlar Kendilerinden önceki ümmetler ve peygamberleri gibi sabırlı olmalıdır. Bu ümmetler zorlu imtihanlara tâbi tutulmuş ve onlar büyük bir sabır gösterip bütün zorluklara tahammül gösterince de Allah'ın yardımı onlara ulaşmış, muzaffer olmuşlar: ".... Ne zaman ki, peygamberler umutlarını kestiler ve kendilerinin yalana çıkarıldıklarını (kâfirlere karşı kendilerine yapılacağı vaadedilen yardımın yapılmayacağını) sandılar, işte o zaman onlara yardımımız geldi ve dilediğimiz kimseler kurtarıldı. Azabımız suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez" (12: 110). Ve yine el-Mümin suresinde şunları okuyoruz: "Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında, hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım ederiz." (40: 51).
Sonra, müminlerin moral ve İtimatlarını daha da artırmak için, onlara Allah yolunda çok sıkı mücadele edenlerin O'nun tarafından sevildiği söylendi: "Nice peygamberlerin yanında Rabb'e kul olmuş pek çok kimse çarpıştı: Allah yolunda başlarına gelenlerden yılmadılar, zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever." (3: 146). Bu ayet, Allah'ın kullarını sevmesine yol açan faktörleri açıkça ortaya koymaktadır: Birincisi, insanlar Allah yolunda mücadele edip çarpıştıklarında cesaretlerini yitirmezler ve daima Allah'ın yardımının zamanında geleceğini ümit ederler. İkincisi, dinlerini müdafaa hususunda mücadele etme şevk ve kararlılıklarında asla gevşeklik göstermezler ve yaptıkları işlerde gayretli, sebatlı olurlar. Üçüncüsü, düşmana yenilmeye asla razı olmazlar ve yenilgiyi asla kabul etmezler, çüRkii onlar yeryüzünde doğrunun ve Hakk'ın prensiplerini yükseltmek için mücadele etmektedirler. Eğer herhangi bir zayıflık gösterir veya zorbalığa, zulme razı olurlarsa, Hak yenilecek ve bâtıl üstün gelecektir. Bu nedenle, Hak yolunda mücadele eden müminler asla yenilgiye razı olmazlar. Zafer kazanılıncaya kadar ya da kanlarının son damlasını dökünceye kadar mücadeleye devam ederler.
Müminlere, düşmanlarına karşı bu nitelikleri edindiklerinde, zafere erişecekleri gibi Allah'ın sevgisine de mazhar olacakları vaat edilmiştir; çünkü dinlerini müdafaa etmek için metanetle, sebatla ve teslim olmaksızın mücadeleye atılanları Allah sever. Müminlerin bu niteliği, Kur'an-ı Kerim'in bir başka ayetinde şöyle anlatılmaktadır: "Muham-med Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler..." (48: 29). Maksat yerine getirilinceye kadar sıkı bir mücadeleye kararlılık ve şevkle atılmak ve bütün sıkıntılara göğüs germek, hakiki bir müminin en gerekli hususiyetlerindendir.
Allah'ın sevgisine mazhar olma vaadiyle beraber, müminlere, düşmanla yapılan bu mücadelede öldürülenlere ebedî bir cennet hayatı verileceği de vaat edilmiştir: "Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma; hayır, (onlar) diridirler, Rableri katında rızıklanmak-tadırlar. Allah'ın, keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak, arkalarından henüz (şehid olup) kendilerine yetişemeyenle-re de korku olmadığı, onların da üzüntüye uğramayacakları müjdesiyle sevinmektedirler." (3: 169-170). Ve yine Bakara Suresi'nde şunları okuyoruz: "Allah yolunda öldürülenlere, 'ölüler' demeyin; hayır, onlar diridirler, ama siz farkında olamazsınız." (2: 154). İslâm davası uğruna ölmenin Allah katında ebedî bir mutluluk ve huzur hayatı bahşedeceğinin bilinmesi; müminleri, sonuna kadar gayret sarfetmeleri ve yeryüzünde zafer kazanılıncaya, ya da Cennet elde edilinceye kadar güç ve kabiliyetlerinin son zerresine kadar çarpışmaları için kuvvetli ve teşvik edici rol oynar.
Ve Rasulullah da sahabelerine şehitliğin faziletlerini ve mükemmeliyetini vaaz ederek, çok güçlü bir saik meydana getirdi. Enes, Rasulullah'ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir: "Cennet'e giren kimse bir daha dünyaya geri dönmek istemeyecektir veya dünyadan şehid olmaktan başka hiçbir şey istemeyecektir. O, kazandığı şereften dolayı dünyaya on kere gönderilip, onunda da şehid olmayı dileyecektir." (Buharı ve Müslim). Ebu Katade anlatıyor: "Rasulullah aramızda ayakta durdu ve Allah yolunda mücahede etmenin ve Allah'a iman edip bağlanmanın en hayırlı işler olduğundan bahsetti. Bir adam doğruldu ve sordu: 'Söyle, ey Allah'ın Elçisi! Eğer ben Allah yolunda öldürülürsem, bütün günahlarım silinecek mi?' Rasulullah @cevap verdi: 'Evet, tabiî eğer Allah yolunda, mükâfatını ancak Allah'tan bekleyerek, tahammül gösterir ve gerilemeksizin ileri atı-lırsan'." (Müslim).
Bu açıkça göstermektedir ki Allah yolunda mücahede etmek ve mümini Allah yolundan alıkoyanları yok etmek için kararlılıkla ileri atılmak bir insanın bütün günahlarını affettirecek kıymette bir davranıştır. Mümin kişi, bütün zorluklara katlanmalı ve çarpışmanın ağır yükünü taşımalıdır, fakat hangi şartlar altında olursa olsun korkup gerilememelidir, çünkü bu Allah'ın müsamaha göstermediği bir günahtır. Bilakis, Allah sarsılmaz bir kaya gibi çarpışmayı emretmiştir: "Allah, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (61: 4).
Böyle mücahidlere başarı ve büyük mükafat verilmiştir, fakat seller gibi akan düşmanın karşısında zayıflık gösterip gerileyenlere ağır cezalar takdir olunmuştur: "Ey inananlar, inkâr edenlerle toplu halde karşılaşırsanız, onlara arkalar(ınız)ı döndür(üp kaç)maym. Kim o gün, savaşmak için bir tarafa çekilmek, yada başka bir birliğe katılmak dışında arkasını döner (kaçar)sa o, Allah'tan bir gazaba uğrar, onun yeri cehennemdir, o ne kötü bir varılacak yerdir." (8: 15-16).
Müminler stratejik bir çekilmeden men edilmiş değillerdir, fakat onlara yasaklanan, kendi canlarını kurtarmak maksadıyla korkakça ve dağınık bir kaçışla kesin bir yenilgiye yol açmaktır. Böyle bir kaçış şüphesiz iğrenç bir günahtır, çünkü bu hareket bencilce canını kurtarmak için yapılır ve cehennemde ağır bir azabı gerektirir. Savaş alanından alçakça kaçan kişi, bunu, kendi canını uğruna çarpışmaya çıktığı davadan daha çok sevdiği için yapar. Rivayet edildiğine göre, Ra-sulullah , bu hareketi şu sözlerle lanetler: "Üç günah vardır ki hayrı boşa çıkarır; şirk, ana-baba hakkını ihlâl etmek ve Allah yolunda çarpışırken savaş alanından kaçmak."
Böyle bir kaçış lanetlenmiştir, çünkü korkakça ve şerefsiz bir davranış olmaktan başka çok ciddî sonuçlara yol açar: "Bir askerin kaçması, bir takımın kaçmasına ve o da bir alayın veya bütün ordunun bozguna uğramasına yol açabilir. O zaman İse, ordunun bozguna uğramasıyla muhtemelen bütün ülke harap olabilir. (Ebû'l Alâ Mevdûdî, The Me-aning of theQur'an, Cilt IV, sf. 130-151). İşte böyle savaşın azgın zamanlarında, müminlere dua ederek Allah'ın yardımını istemeleri ve Allah'ı zikretmeleri tavsiye edilmiştir, çünkü bunlar mücahidlere sebat etme ve metin olma kuvveti kazandırırlar: "Ey inananlar, bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın ki, başarıya ensesiniz." (8: 45).
Müminlere, kendilerinden maddî olarak üstün görünen düşman karşısında soğukkanlı olmaları, Allah'a güvenmeleri tavsiye edilmiştir; çünkü düşmanın sayıca fazlalığı onları korkutmamalı ve çarpışma şevk ve kararlılıklarını zayıflatmamalıdır. "... Allah'a kavuşacaklarına kanaat getirenler ise şöyle dedi: 'Nice az bir topluluk var ki, Allah'ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Allah, sabredenlerle beraberdir.' " (2: 249). Şu ayet vahyolununca, müminlerin itimat ve imanları daha bir arttı: "Ey Peygamber, müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa, (onlar) iki yüz (kâfir)İ yenerler. Sizden yüz kişi olsa (onlar), kâfirlerden bir kişiyi yenerler. Çünkü o kâfirler, anlamaz bir topluluktur." (8: 65).
Bu ayetteki "anlamazlar" sözü bir bakıma burada kullandığımız "maneviyat" kelimesiyle aynı mânayı ifade etmektedir. "Anlama", "maneviyat"tan (kişilerin cesaret ve şe-kavetini vs. yukarda tutmasını ruhî ve zihnî durum) daha ilmî bir terimdir. Çünkü, şurası açıktır ki uğruna çarpıştığı gayeyi hakkıyla anlayarak bu gayenin, erişilmediği takdirde anlamsızlaşacak olan hayatından daha kıymetli olduğunu idrak eden kişi, neyin uğruna çarpıştığını anlamayan kişiden çok daha büyük dövüşme gücüne sahip olacaktır, ikisinin maddî güçleri eşit olsa bile. Bunların da ötesinde, gerçeği, Allah'ın varlığını, kâinatta Allah ile kendi durumu arasındaki bağlantıyı, dünyadaki hayat ve ölümü, Ahi-ret hayatını, Hak ile bâtıl arasındaki ayırımı ve bâtılın Hakk'a üstün gelmesinin akibeti-ni hakkıyla idrak eden kimse, ülkesi, ulusu veya aşireti uğruna çarpışan kimseden çok daha güçlüdür, hatta bu karşısındaki kişi davasını iyice anlamış olsa bile. Böylece, açıktır ki, gayelerinin idrakinde olan müminler, onlarla aynı kapasitede olan kâfirlerden on kat daha güçlüdür. Fakat bu anlayışla beraber bu gücü elde etmek için cesaret ve sebat da gösterilmelidir.
Bu eğitim, müminlerin arasında büyük bir bağlılığın husule gelmesine yardım etti ve sayıca, silahça ne güçte olursa olsun, düşmana karşı çarpışmak için şevk ve kararlılıklarını kuvvetlendirdi. Müminlere en asil ve en hakikî bir gaye, yani insanların barış dolu ve mesut bir hayat sürebileceği adalet, merhamet ve iyilik ilkelerine oturtulmuş bir toplum tesis etme gayesi sunulunca bahsettiğimiz bu sadakat ve İrade gücü daha da gelişti; "Siz, insanlar İçin çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah'a inanırsınız..." (3: 110).
Şu da akla getirilmelidir ki, Allah, Önderlik şerefim insanlar önünde şahitlik etme mecburiyetiyle birlikte müzakere etmektedir. Bu şereflilik hâli beraberinde çok ağır sorumluluklar da taşımaktadır. Nasıl ki Rasulullah @ onlara örnek teşkil ediyorsa, müslüman toplumun da yaşayan bir merhamet, adalet ve doğruluk örneği olması ve bu toplumdan yükselen sesleri ve faaliyetleri bütün dünyaya doğruluk, adalet ve merhametin ne mânaya geldiğini anlatmalıdır. Bu vazife onlardan şunu talep etmektedir: "Yeryüzünde fazilet, doğruluk ve adaleti tesis etmek ve pratik olarak bâtılın kökünü kazımak ve Allah-tan başka İlâh olmadığını iman ederek, bu inancın_ gereklerini hayata nakşetmek." (Ebû'l Âlâ Mevdudî, The Meaning of the Qur'an Cilt I, sh. 120-121 ve Cilt II, sh. 54).
Aynı mana Bakara Suresi'nde şu sözlerle ifade edilmektedir: "Böylece sizi vasat bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun..." (2: 143). Vasat ümmet demek, sınırları aşmayan hakikî ve asil bir toplum demektir. Orta yolu izleyen, bütün dünya uluslarına karşı tarafsız olarak kesin bir adaletle muamele eden ve diğer uluslarla olan bütün ilişkilerini doğruluk ve adalet temeline dayandıran bir toplum demektir. (Mevdûdi, a.g.e. aynı yer.)
Böylece, bu hususlar, İslâm toplumunun hedef ve gayesinin üstünlüğünü teşkil ederler, çünkü bu toplum muayyen bir gaye için yaratılmıştır, bu nedenle de hayvanlar gibi yiyip, içip ölmekten ibaret hayatı olan diğer toplumlar gibi değildir. Kur'an-ı Kerim, İslâm toplumunun gayesini şu sözlerle beyan etmektedir, "... İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz ve Allah'a inanırsınız..." (3: 110). Ve yine Hadid Suresi'nde şunları okuyoruz: "Andolsun, Biz elçilerimizi açık delillerle gönderdik ve onlarla beraber Kitab'ı ve (adalet) ölçü(sün)ü indirdik ki insanlar adaleti yerine getirsinler. Ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan demiri indirdik ki Allah, kimin (ondan istifade ederek) gaybda (görmediği halde) Allah'a ve Rasulü'ne yardım edeceğini bilsin, (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür." (57: 25).
Bu ayet, peygamberlerin gaye ve hedefini bildirmektedir. Peygamberlere açık işaretler, Kitap ve adalet, merhamet ve doğruluk temelleri üzerine yükselenbir toplum yaratabilmeleri için Hakk'ı tesbit edebilme melekesi verilmiştir. Onlara, böyle bir toplumu tesis edebilme ve bu toplumun kuruluşunda diğer insanları yardıma davet edebilme ve muhalefete maruz kaldığında veya saldırıya uğradığında dinlerini müdafaa etme, gerektiğinde de bu yolda kuvvet kullanma izni verilmiştir. İslâm toplumunun hedefinin çok yüce olması ve diğer insanlık hedeflerinden üstün olması dolayısıyla, sınırlı ve mahallî hedefleri gerçekleştirmek, bu davalarını savunmak veya bu uğurda çarpışmak için diğer herhangi bir grubun gösterdiği gayretten çok daha büyük bir hırs, kararlılık ve cesaretle, müminlerin dinlerini savunmalarına ve bu uğurda savaşmalarına neden olan ek bir saik sağlanır.