meryem
Wed 16 February 2011, 11:52 am GMT +0200
Tevhîd- İbadet- Emanet- İman - İslâm - Selâm
Çoğu kez belirttiğimiz gibi, İslâm'da 'adem-i mutlak' yoktur ve Allah vardır. Kâinat Allah'ın isimlerinin tecellilerinden ibarettir. Kâinata bakan müslüman varlıkların görünür yanlarının ötesinde Allah'ın Hakim, Rahim, Rezzak, Vedud, Halik, Rabb, Melik, İlah, Muhyi, Mümit gibi isimlerini bulur.
Kainatın küllî varlığı nur maddeyle birleşince Allah'ın çeşitli isimlerinin yanısıra, bunların hepsinin üstünde ismine mazhar varlıkların tek tek 'nefs'lerini oluşturur. 'Nefs' her varlığın 'ben'i olup, onu diğer varlıklardan ayıran yanıdır. Bu hem bir takım niteliklerle, hem de bedende kendini gösterir; bu bakımdan, varlıklar bir takım ortak özelikleri dolayısıyle 'familya' veya 'türler' halinde bulunsalar da, her türün içindeki varlıkların da tek tek kendilerine özgü nitelikleri vardır; en basit bir gerçek olarak, birbirinin her bakımdan tıpkısı iki insan bulmak mümkün değildir.
Varlıkların var oluş gerçeklerini oluşturan 'nefs'leri değildir; bütün bu nefslerin gerisinde Allah'a dayanan, O'nun hakk olmasından kaynaklanan 'ruhî hakikat' vardır. Bu 'hakikat' kâinatın tümünde aynı hakikattir ve dışta çoklu görünen kâinat özde tek bir gerçeklikten ibarettir. O 'kün-ol emirleriyle sürekli Allah' tan gelip Allah'a dönen ve görünmesi, ortaya çıkması için şiddetle ve hesaplanamaz bir hızla 'yok olup yeniden görünür kılınan' bir oluş, bir olaylar 'dizisi'dir. İşte, bu kâinatın varlığı ve taşıdığı nitelikler hiç bir zaman kendinden değil, bütünüyle Allah'tandır ve kâinat her şeyiyle Allah'a muhtaç bir durumdadır; bu bakımdan, şu anda varsa hemen bir sonraki anda da var olacak diye bir kural olmayıp, bunu belirleyecek olan da yalnızca Allah'tır. Demek ki, Rahim, Hakim, Razzak, Halik, gibi İlâhî İsimler'in tecellisinden ortaya çıkan ve bir boşluğu dolduran 'eşya' yığını değil de, sürekli ve art arda bir oluştan ibaret olan kanat bu isimlerin ötesindeki, daha doğru bir deyişle İsimler'i tanınması için 'ayet'leri olarak ortaya koyan bir 'Vahid'in, Hakk ve varlığı kendinden 'Var' demeğe lâyık tek Varlığa 'asılı' dır. Şu halde, temelde Var Olan Vahid Olan'dır, bu Vahid Olan isimlerini tecelli ettirerek kâinatı 'yaratır'; İsimler çok çeşitli varlıklara 'nefs' biçerler; ama bütün bu 'nefs'lerin gerisinde sadece Vahid vardır; hattâ 'var' demeğe lâyık, O'ndan başka hiç bir şey olmadığından bu Vahid 'Ehad'dir de. İşte, kâinattaki 'nefsi' çoklukların ötesindeki Vahid'i, Tek ve Mutlak Varlığı görebilmek TEVHİD'dir; demek oluyor ki, Tevhid çoklukları, nefsleri aşıp Küllî Hakikat'ı ve Hakk'ı görebilmektir. [402] Tevhid'i anlayabilen bir kişi kâinatın bütünüyle Allah'a bağlı olduğunu, varlığını O'nun var olmasından aldığını kavrar. Kâinataki bütün gözlerin, kulakların, ellerin ve ayakların O'nun olduğunu bilir. Tüm varlıkların 'nefs'leriyle O'nu gizleyen, ama bir bakıma da O'nu tanıtan birer 'ayet' olduğunu farkeder ve 'ayetler'e takılıp kalmadan zikr'le-, tefekkür'le ibadetlerle O’ na varmaya çalışır. Kendisnin O'nun karşısında bir 'hiç' olduğunu ve ancak O'na kul olmakla varlığını gerçekleştirebileceğini anlar; bütün gücüyle O'na kul olmaya çalışır:
“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün uzayıp kısalması ve birbiri ardısıra gelişinde lübb sahipleri için ayetler vardır. Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine Allah'ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışını düşünürler; “Sen bunu 'batıl' olarak yaratmadın, Seni bundan tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru, Rabbimiz, muhakkak Sen birini ateşe attın mı, onu perişan etmişsindir zalimler için yardımcı yoktur. Rabbimiz, muhakkak 'Rabbinte'e iman edin' diye nida eden münadiyi duyduk da iman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi 'birrlerle beraber vefat ettir. Rabbimiz, rasûllerine va'd ettiğini ver , bize ve bizi Kıyamet günü perişan etme; muhakkak Sen va'dinden caymazsın.” (A. İmran: 190-4).
Allah-ü Tealâ'nın tüm isim ve sıfatları sonsuz ve sınırsızdır; oysa sınırsızın tanınması mümkün değildir; işte Allah (C.C.) tanınmak için sınırsız sıfat ve isimlerine farazi bir hat çekerek kâinatı yaratmıştır; bu bakımdan, yukarıda belirttiğimiz gibi kainat Allah'ın isimlerinin tecellisinden ibarettir. Fakat, kâinatta -cinn ve İblis'in dışındaki- varlıklarda Allah'ın 'irade ve ilim’ sıfatları yoktur; oysa, Allah'ın bütünüyle tanınması ve tüm isimlerinin tecellisi için irade ve ilim sıfatlarına da mazhar bir varlığın bulunması gerekir; işte bu varlık da 'insan'dır. İnsanda 'irade ve ilim' sıfatlarının yanısıra, kâinatta cilvelenen tüm diğer îlâhî isimler de yansır. Bu bakımdan, insan kâinatın yoğun bir özetinden ibarettir, kâinata 'makro-kosmos' denirken, insana 'mikro-kosmos' denilir. Bedeni ve nefsiyle kâinatın dengi olan insan kalbiyle, irade ve ilmiyle kâinatı aşar, bu nedenle kâinattaki ve kendindeki ayetleri aşarak varlığının özüne inmesi(hicret) ve hem kendini, hem de Rabbi'ni tanımakla insan 'ademiyet'ine ulaşır. İnsana eşyanın bilgisine varma imkânı verilmiştir; bilmek kuşatmayı gerektirdiğinden, kâinatı bilen insan öz varlığıyla kâinattan daha büyüktür. Onun 'ruh'u kâinata tutulduğunda tüm kâinatı aydınlatır; bu yüzden güneşe Kur'an'da 'sirac-kandil', aya 'münir-ışık saçıcı' denirken, tüm isimlere sahip ve insanın en yetkin halinin temsilcisi olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.).'ya (siracün münîr - ışık saçan kandil' denir. Şu halde, insan kâinatın hem ruhu, hem de aklıdır.
İradeye sahip olmak, önünde iki seçenek bulunmak demektir. Şu halde, tüm isimlerini yansıtarak ve böylece Kendi Beni'nin önüne farazi bir hat çekerek insanın 'ben'ini yaratan Allah (C.C,) insanın önüne iki yol açmıştır. Bu yollardan birisi insanın 'ben'ini Allah’ın önüne koyup, “Sen sensin, ben benim” demekle 'nefs' ini mutlaklaştırarak 'heva'sının, arzularının peşinden koşması, diğeri ise nefsinden ruhuna doğru hicretle Allah'a kul, kâinata efendi olmasıdır.
İşte, 'İlim ve özellikle irade'yle birlikte Allah'ın karşısında insana verilen 'benlik-nefs-ene' göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği büyük bir 'EMANET'tir. Bu 'emanet' öylesine ağırdır ki, nefsi aşmayı ve onun önüne Şeytan'ın çizerek süsleyip püslediği yola dalmadan Allah'a kul olmayı, görmesini O'nun görmesi, eylemini O'nun eylemi, iradesini O'nun iradesi haline getirmeği gerektirir. İşte, dağlar, gökler ve yer böyle bir 'emanet'i yüklenmekten kaçınmış, Allah'ın iradesine pasif bir teslimiyeti irade sahibi olarak kâinata efendilik yapmaya tercih etmişlerdir:
“Biz emanet'i göklere, yere ve dağlara sunduk da onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular, insan ise onu yüklendi. Muhakkak o çok zalim ve çok cahildir”(Ahzab: 72).[403]
İnsanın zalimliği ve cahilliği varlığını, bilgisini, yeteneklerini kendinden bilerek iradesini nefsinin yönünde kullanması ve böylece Allah'ın karşısında 'ben’ diyerek yeryüzünde tağutlaşmasına yol açar. Bu şekilde, kâinata varlık kazandıran Alah'ın isimlerindeki birliği görmeyerek her bir insanın 'nefs'ine yönelmesi tek tek bireyleri 'hakikat'ın ölçüsü haline getirir; dolayısıyla yeryüzünde insanlar sayısınca 'hakikat', insanlar sayısınca 'rabb ve melik'ler ortaya çıkar. Kuşkusuz herkesin 'ben' deyip kendini hakikatin ölçüsü ve 'rabbi kabul ettiği, iradesine nefsinin arzularıyla yön verdiği bir çevrede farklı farklı nefslerin, arzuların çatışması, bunun sonucunda da yeryüzünde fesat çıkması kaçınılmaz olur. Her insanın keyfince gitmesi tam bir 'anomi' doğuracağından bir takım güçlü, varlıklı, kurnaz ve zeki olanlar diğer insanlardaki 'insan üstü bir varlığa ibadet etme' ihtiyacından da yararlanarak yeryüzüne düzen vermeğe girişirler. Bu da insanların 'müstekbir-müstaz'af olarak ikiye ayrılması, zulmün ve fesadın 'kara ve denizi' kaplamasıyla sonuçlanır. Allah sınırsız bir rahmet sahibi olarak fesaddan, kullarının yeryüzünü ve kendilerini harap etmesinden hoşlanmaz; bu nedenle onlara hakikati gösterecek, Kendi yolu'na çağıracak elçiler gönderir. Bu elçiler insanın hayatını yönlendirecek, O'nu nefsin, arzularının ve başka insanların 'kulluğundan', (onlara İBADET etmekten) kurtaracak ilkelerle gelirler.
Kâinat'ta irade sahibi varlıkların, yani cin, şeytan ve insanın dışındaki tüm varlıklar - nuranî varlıklar olan melekler dahil - Allah'a tam bir teslimiyetle teslim olmuş durumdadırlar; bunlar Allah'ın kendilerine vahyettiği işlerini eksiksiz yerine getirmektedirler.
“..Sonra duman halindeki göğe yöneldi de, ona ve arza “ister isteyerek, ister istemeyerek gelin” dedi; “isteyerek geldik” dediler. Onları iki günde yedi gök haline getirdi ve her bir göğe işini vahyetti” (Fussüet: 12).
“Rabbin bal arısına”dağlardan evler edin, ağaçlardan ve yaptıkları kovanlardan da; sonra meyvelerden ye ve baş eğerek Rabbinin yolarına koyul” diye vahyetti” (Nahl: 68-9).
“Göklerde ve yerde olanlar O'na teslim olmuşlardır” (A. İmran: 83).
İşte, Allah'ın vahyi doğrultusunda hareket eden kâinattaki varlıklar Allah'a teslim olmuş durumdadırlar; yani onlar İSLÂM üzeredirler. İşte, Allah'ın elçileri insanları da İslâm üzere olmaya çağırırlar.
İSLÂM 'Se-Li-Me' fiil kökünden gelir; bu fiilin masdarı olan 'Silm’ 'selâmette olma, zahir ve batın afetlerden uzak bulunma, sulh, esenlik’ demektir. [404]İşte, kâinatta İslâm üzere olan varlıklar böyle bir 'sulh ve selâmet'in içindedirler; Allah'ın elçileri de insanları kendileriyle, hemcinsleri ve çevreleriyle kavgayı bırakıp afetlerden korunmaya, Allah'ın koruması altına sığmaya çağırırlar:
“Ey iman edenler! Hep birlikte silm'e girin, Şeytan'ın adımları ardınca gitmeyin. Muhakkak o sizin apaçık düsmammzdır” (Bakara; 208).
İnsana düşman olan Şeytan insanı felâketlere ve afetlere çağırır. Oysa Allah Selâm'dır, her şeyi selâmette kılmış, Kendi'ne teslim olan varlıklara sulh ve esenlik vermiştir. Onlar kendileriyle, çevreleriyle, kısaca her şeyle tam bir denge ve sulh içindedirler; herhangi bir acı ve ızdırap duymamaktadırlar. Aynı şekilde, iradelerini Allah'ın iradesi ve farazi benliklerini Allah'ın Ben'i, veya 'Hüve-O' içinde eriten Allah'ın kulları da böylesi bir sulh ve selâmet üzeredirler; Allah'ın Selâm ismi onlarda bütünüyle hakimdir:
“Alemler içinde Nuh'a selâm olsun! Musa ve Harun'a selâm olsun! İbrahim'e selâm olsun! Yasin Ailesi'ne selâm olsun!..” (Saffat: 79, 109, 120, 130..).
Allah'ın elçileri insanları da selâmete erdirmek, Allah'ın Selâm ismine herkesi mazhar etmek ve böylece yeryüzünde de sulh ve selâmeti gerçekleştirmek için onları Allah'a teslim olmaya çağırırlar. Bu çağrıya icabet edenler, çağrının muhtevasını kalben kabul etmiş ve ona bağlanmış olurlar ki, bu da 'itikat' şeklinde İMAN' dır.
İman'ın niteliği İslâm alimleri tarafından çok tartışılmıştır. Bazıları “İman kalben tasdiktir” derken, bazıları “yalnızca dille ikrardır” demiş, daha başkaları “kalple tasdik dille ikrardır” tanımında bulunurken, “kalple tasdik, dille ikrar, gereğiyle ameldir” şeklinde tarif edenler de olmuştur. [405]
Bizce, “İman bütünüyle ameldir” diye Hadis ehlinin görüşü daha doğrudur. Bu konuda şu tür hadislerle karşılaşıyoruz:
“Ma'rifet kalbin fiilidir, çünkü Allah şöyle buyutut: “Lâkin Allah sizi kalplerinizin kazandığıyla sorguy. çeker”(5).
“Cennet ehli Cennet’e, ateş ehli ateşe girer ve sonra Allah “kalbinde hardal tanesi kadar iman olanı ateşten çıkarın” der.”(6) [406]
“Rasûlüllah'a “hangi amel daha faziletlidir” diye soruldu: “Allah'a ve Rasûlû'ne iman” dedi.” (7)[407]
İmam-ı Buharı Sahih'inde “İman ameldir; çünkü, Allah “bu cennet ki, ona yaptıklarınızla varis olursunuz” buyuruyor ve bazı ilim ehli “Rabbine andolsun, onların hepsine yaptıklarından sorarız” ayeti hakkında “Lâ ilahe ill Allah” sözünden” dediler babı” adlı bir bab da ayırmıştır. [408] Demek ki, insanlar yalnızca yaptıklarından, yani amellerinden sorulacaklardır. Amelin tamamı da 'Lâ ilahe ill'Allah'tır, yani 'iman'dır.
Cafer es-Sadık da aynı şekilde “iman nedir, amel midir, yoksa amelsiz söz müdür?” sorusuna “iman tümüyle ameldir, söz bu amelin bir' parçasıdır” şeklinde cevap vermiş ve bunu şöyle açıklamıştır:
“İman haller, dereceler, tabaka ve menzillerdir. Allah Tebareke ve Tealâ imanı Ademoğlu'nun azalarına farz kılmış ve her bir azaya ondan bir kısmı taksim etmiştir. Bunlardan ilki kalptir ki, insan onunla akleder, onunla fıkheder ve onunla anlar, o azalarının ancak onun emriyle hareket ettiği bedenin emiri durumundadır. Bu azalar iki göz, iki kulak, iki el, iki ayak, fecr, dil ve kendinde yüzün bulunduğu baştır. Bunlardan her biri imandan bir bölüme vekil kılınmıştır.
“Allah kalbe imandan ikrar, ma'rifet, akd, rıza ve teslimi farz kılmıştır; o “ilâh yok, ancak Allah vardır, ortağı yoktur, tek bir ilâhtır, bir arkadaş ve çocuk edinmemiştir; Muhammed O'nun kulu ve rasûlüdur” diyerek teslim olup rıza göstermeli, buna bağlanmalı ve kitap ve nebilere inanmak gibi Allah katından gelen her şeyi de kabul etmelidir. Allah'ın kalbe ikrar ve ma' rifet olarak farz kıldığı budur ve bu onun amelidir. Allah, şöyle buyurur: “Kalbi imanla mutmain olup, zorlanan hariç; göğsünü küfre açan ise..” “Dikkat edin, kalpler Allah'ın zikriyle mutmain olur.” “Ağızlarıyla iman edip, kalpleri iman etmeyenler..” İşte, Allah'ın ikrar ve ma'rifet olarak imandan kalbe farz kıldığı budur ve bu imanın başıdır. Allah dile sözü ve kalbin itikad ve ikrarını belirtmeği farz kılmıştır. Şöyle buyurur O:
“İnsanlara husn söyleyin.” “Allah'a ve bize indirilene ve size indirilene iman ettik; ilâhımız ve ilâhınız birdir, biz O'na teslim olmuşlarız” deyin. “İşte bu da dilin amelidir. Allah kulağa Kendisi'nin haram kıldıklarını duyup onlardan uzak kalmayı, nehyettikierirden de uzaklaşmayı ve halâlları ve güzel şeyleri duyup onları dinlemeği farz kılmış ve şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak Kitap'ta size indirdi ki, Allah'ın ayetlerine küfr edildiğini ve onlarla alay edildiğini duyduğunuzda başka bir söze dalmalarına değin onlarla oturmayın.” Sonra Allah unutma durumunu bundan istisna etti: “Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra zalimler kavmiyle oturma.” Yine, şöyle buyurdu O:
“Sözü işitip onun en güzeline uyan, kullarıma müjdele; onlar Allah'ın hidayet ettikleridir ve onlar lübb sahipleridir.” “Muhakkak mü'minler kurtuldu; onlar namazlarında huşu içindedirler. Onlar lâğv'den kaçınırlar. Ve onlar zekâtı yerine getirirler (zekât için işlerler).” Yine şöyle buyurdu:
“Boş söz(lâğv) işittiklerinde ondan yüz çevirirler ve “bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size” derler. “Boş söze uğradıklarında kerim olarak geçip giderler.” Bu da Allah'ın imandan kulağa farz ettiğidir ve bunlar kulağın amelidir. Allah göze haram kıldıklarına bakmamayı ve helâl kılmadıklarından uzak durmayı farzetmiştir. Bu onun amelidir ve imandandır. Şöyle buyurur O:
“Mü'minlere gözlerini sakınmalarını ve ferclerini korumalarını söyle.” ”Mü'min kadınlara gözlerini sakınmalarını ve ferclerini korumalarını söyle.” Gözün sakınılıp fercin korunması, başkalarının avret yerlerine bakmamak ve kendi avret yerlerinin de görülmemesini sağlamaktır. Kur'an'da ferci korumak konusundaki diğer emirler zinadan korumak, ama bu ayette bakılmaktan korumaktır. Allah ellere haram kıldıklarını tutmayıp, emrettiklerini tutmayı emretti ve sadaka, sıla-i rahm, Allah yolunda cihad ve namaz için taharette her iki ele de bazı şeyler farz kıldı; şöyle buyurdu O:
“Ey iman edenler, namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın..” “Küfredenlerle karşılaştığınızda boyunları vurma var, ta ki onları sindirinceye değin. O zaman bağı sıkıca bağlayın; artık ya lütfen bırakır, ya da fidye alırsınız; harp, ağırlıklarını bırakıncaya kadar.” Vurmak elledir, bu da Allah'ın imandan ellere emrettiğidir. Allah ayaklara Kendi'ne isyana yol açacak şeylere gitmemeği emredip, razı olacağı şeylere yürümeği farz kıldı ve şöyle buyurdu:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; ne yeri delebilirsin, ne de dağların boyuna ulaşabilirsin.” “Yürüyüşünde iktisad üzere ol ve sesini kıs, doğrusu seslerin en çirkini eşşeğin sesidir.” Allah yüze gece ve gündüz namaz vakitlerinde Kendi'ne secd etmeği farz kıldı ve şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler! Rükûya varın, secde edin, Rabbiniz'e ibadet edin ve hayrı işleyin, umulur ki kurtulursunuz.” Bu yüz, İki el ve iki ayağın hepsi üzerine borçtur. Bir başka yerde şöyle buyurdu O:
“Muhakkak mescidler Allah içindir, o halde Allah'tan başkasını çağırmayın.” Allah taharet ve namazdan bedenin azalarına farz kıldıklarını farzetti ve öyle ki, Nebîsi'ne Beyt-i Makdis'ten Kabe'ye döndürdüğünde “Allah imanınızı zayi edecek değildir; muhakkak Allah insanlara karşı çok acıyıcı ve çok merhametlidir” buyurdu; burada namazı iman olarak adlandırdı. İşte, kim azalarına Allah' in imandan emrettiklerini yaptırır ve böylece Allah'a kavuşursa tam bir imanla kavuşmuş olur ve Cennet ehlindendir; kim de Allah'ın emirlerinden bazılarına ihanet ederse eksik imanla Allah'a varır.” [409]
Alıntıladığımız bu uzun açıklama imanın artıp eksilmesi sorununu da cevaplamaktadır. Görüldüğü gibi, imanın ana merkezi kalp olup, marifet, kabul ve tasdikin aracıdır. Bu kabul kalpte ne kadar'güçlü olursa , bedenin azaları da imandan üzerlerine düşeni o derecede yerine getirirler. İmanın kalpte güçlenmesi de bedenin üzerine düşeni yapmasıyla, tefekkür, zikr ve her türlü ibadetlerle mümkündür. O halde, imanda kuşkusuz bir artma ve eksilme söz konusudur. Ehl-i Sünnet kelâmcıların çoğu böyle bir şeyi kabul etmemişlerse de, onlar öncelikle basit bir kabulden ibaret olan ve ağızla “Lâ ilahe ill'Allah” demekle yerine getirilip, kişinin kanım ve malım 'haram' kılan imanı söz konusu yapmışlar ve bununla gerçek imanı kasdetmemişlerdir. ' İman birinci derecede böyle bir kabulden ibarettir. İslâm'ın egemen olduğu bir toplumda 'Lâ ilahe ili'Allah' deyip İslâm'ın hakimiyetini kabullenene öncelikle “Müslüman” denilir ve bu kişi iman'a, izafe olunur, yani kendisine 'mü'min' muamelesi yapılır. Nitekim hadis-i şeriflerde “Ben “Lâ ilahe ill'Allah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emr olundum, bunu dediklerinde canlarını ve mallarını benden kurtarırlar, hesapları ise Allah'a kalmıştır” [410] buyurulmuştur. İşte bu ilk derecede iman, daha doğrusu İslâm, İslâm Dini'nin hakimiyetine teslim olmaktır. Ama böyle bir kişi münafık da olabilir; gerçekten mü'min olup olmadığını Allah bilir. Fakat, bu kişi, özellikle namaz da kılıyorsa tekfir edilmez. Bu konuda Kur'an'da şöyle Duyurulur:
“Bedeviler iman ettik” dediler. De ki, “siz iman etmediniz, fakat “İslâm olduk” deyin, fakat henüz iman kalplerinize girmedi..” (Hucurat: 14).
“Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınızda iyi anlayıp dinleyin ve size selâm verene dünya hayatının geçici menfaatini gözeterek “sen mü'min değilsin” demeyin,.” (Nisa: 94).
İşte, diliyle “Lâ ilahe ill'Allah” diyen insan öncelikle müslümandır ve iman'a. izafe olunarak mü'min kabul edilir, kendisi tekfir olunmaz. Yalnız gerçekten 'mü'min' olup olmadığı bilinmediğinden 'müslüman' olarak isimlendirilir. Bu konuda gelen bir rivayette Sa'd b. Ebî Vakkas şöyle der: “Rasulüllah bir defasında insanlar arasında taksimde bulundu. “Ya Rasûlellah, falana da ver, çünkü o mü'mindir” dedim. Bunun üzerine Nebi “müslim de” buyurdu. Ve bu konuşma bu şekilde aramızda üç kez sürdü, Rasûlüllah üç kez “müslim de” buyurdu.” [411]
“Lâ ilahe ill'Allah” diyen kişi tekfir olunmaz. Rasûlüllah münafıklara “Müslüman” muamelesi yapmıştır. Aynı şekilde, Üsame b. Zeyd bu konuda başından geçen bir olayı şöyle anlatmaktadır:
“Rasûlüllah bizi bir seriyye içinde göndermişti. Cüheyne kabilesinden Hurukat'a bir sabah baskını yaptık; o sırada ben bir adama eriştim. O “lâ ilahe ill'Allah” dedi, fakat ben kargımı ona sapladım. Bu işten gönlüme bir şüphe düştü ve bunu Rasûlüllah'a söyledim. Rasûlüllah “Lâ ilahe ill'Allah” dediği halde onu niçin öldürdün?” dedi. Ben de, “ o bunu silâhtan korktuğu için söyledi” dedim. “Onun kalbini yardın da, bunu neden söyleyip söylemediğini mi öğrendin” buyurdular. Bunu o kadar tekrar ettiler ki, keşki henüz o gün müslüman olmuş olaydım diye temenni ettim.” [412]
İmam Muhammed el-Bakır idman kalpte karar bulan ve kendisiyle Allah'a kul olunan, amelin Allah'a itaat ve emrine teslimiyetle kendini doğruladığı şeydir, İslâm ise söz veya davranışla zahir olandır. Her fırkadan insanlar (İslâm toplumu içindekiler) İslâm üzeredir ve onunla kan akıtılmaktan korunur, miras paylaşılır, nikâh caiz olur. Namaz, zekât, oruç ve hacc üzerinde İslâm olarak ittifak edildi. İslâm'la küfr'den çıkılır ve iman'a, izafe olunur. İslâm iman'la, müşterek değildir, fakat îman islâmla, müşterektir” derken, İmam Sadık ise, '”İman dille ikrar, kalple itikad(bağlanma) ve erkânıyla ameldir. İman bir evdir, İslâm bir evdir, küfr de bir evdir. Kul mü'min olmadan müslim olur ve müslim olmadan mü'min olunmaz. Kul Allah'ın nehyettiği günahlardan birini işlediğinde iman'dan çıkar ve iman ismi kendinden düşer; İslâm ismi ise üzerinde kalır. Eğer tevbe ve istiğfar ederse iman'a döner. İnsanı küfr'e düşürense ancak gerçek kendine iyice belli olduktan sonra diretmek ve haramı helâl, helâli haram kabul etmektir” açıklamasında bulunur. [413]
Küfr bahsinde belirttiğimiz gibi, Allah'ın yasaklarını çiğnemek insanı fiilî küfr'e düşürmektedir. Nesh konusunu anlatırken aktardığımız ayetlerin de ifade ettiği üzere, İslâm'ın hakim olduğu bir toplumda “ölçüde tartıda hile yapmak, zina etmek, yetimin malını yemek, bile bile bir mü'mini öldürmek, mü'min ve suçsuz kadınlara iftira atmak” gibi ameller karşısında cehennem, va'd edilmekte ve bunlar küfr gerektirici ameller olarak değerlendirilmektedir. Aynı şekilde, Hacc emrinden sonra “kim terk ederse” anlamında “kim küfr ederse” buyurulmakta(A. İmran: 97), Maide Suresi beşinci ayette ise helâl ve haramlar açıklandıktan, kadınlarla evlenmek için kurulacak ilişkinin sınırları çizildikten sonra “kim imana küfrederse” denilerek, imandan sonra emredileni yapmamak ve nehyedileni işlemekle İman'ın gereğinin yerine getirilmemesinin imana küfr, yani imanı gizleme, onu örtme demek olduğu ifade edilmektedir. Yine, hadislerde hayanın, cihadın, orucun, kadir gecesini İhya etmenin, cenazeye katılmanın... imandan olduğu belirtilmekte, ünlü bir hadiste de “Kişi mü'minken zina etmez, mü'minken çalmaz..” [414]buyurulmakta, yine daha başka hadislerde “Mü'min'e sövmek fısk, onunla savaşmak küfürdür.” “Benden sonra birbirinizin boynunu vurarak kâfirlere dönmeyin” [415] denilmektedir. Bütün bunlar, sahih rivayetlerle gelen “İman dille ikrar, kalple tasdik (itikad) ve erkânıyla ameldir” [416] hadisinin ifade ettiği gerçeğin değişik yönleridir.' İşte, gerek .İslâm'ın hakim olduğu bir toplumda bu hakimiyete boyun eğerek “Lâ ilahe ill'Allah” denmiş olsun, gerek İslâm davetçisinin davetine “Lâ ilahe ili'Allah' diyerek bağlanılmış olsun, böylece kişi İslâm'e, girer ve iman'a. izafe olunur. Bundan sonra, eğer 'münafık' değil de kalben tasdikinde samimiyse “Ey iman edenler” denilerek gelen emirleri yerine getirmek, yasaklardan da kaçmakla,, hattâ din tekerleğinin çubukları olan zikr, tefekkür, ihlâs, zühd gibi yollarla ve nafile amellerle hem İman'dan bedeninin azalarına düşen kısımları yerine getirir, hem ma'rifete ulaşır ve kalbindeki tasdiği güçlendirir. İşte bu iman'ın artmasıdır; kişi sürekli aynı durumda kalamayıp zaman zaman geriye doğru adımlar da atar. Nefsine ve şeytana uyarak yasakları çiğner, emirleri yerine getirmez, bu da imanın eksilmesidir. “İman artmaz, eksilmez” şeklinde hadisler rivayet edilmişse de, bunların uydurma olduğu belirtilmiş, fakat güvenilir hadisçiler “İmanın artılıp ekşiteceğini” belirterek, bu konudaki rivayetlerin sıhhatinde ittifak etmişlerdir. [417]Nitekim, bu husus Kur'an'da şu ayette en belirgin biçimde ortaya konur:
“İttika edip iman ettikleri ve salih ameler işledikleri, sonra ittika edip iman ettikleri, sonra itika edip ihsanda bulundukları takdirde..” (Maide: 93).
Takva ve ihsanı da anlatırken belirtiğimiz gibi, kişi Allah'tan korkarak O'na sığınır; bunun üzerine iman eder ve kalbî kabul şeklindeki bu imanını bedenine yayarak salih amelerde bulunur. Böylece takvası artar ve “Ey iman edenler, iman edin..” ayetinde de ifade olunduğu üzere, yine iman eder ve takvası daha da güçlenir ve ihsan mertebesine ulaşır. İşte, gerçek iman budur, kurtulmaları, kesin olanlar bunlardır ve Kur'an bunların niteliklerinden şöyle söz eder:
“Allah'ın ahdini yerine getirenler ve misakı bozmayanlar; Allah'ın birleştirmesini emrettiği şeyi birleştirenler, Rabblerine huşu duyanlar ve hesabın kötülüğünden korkanlar; Rabblerinin teveccühünü dileyerek sabredenler, namazı kılanlar, kendilerini rızklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infak edenler ve kötülüğü iyilikle yok edenler...” (Ra'd: 20-22)
. “Onlar görmeden Rabbleri karşısında huşu duyarlar ve Saat'ten titrerler” (Enbiya.: 49).
“Namazlarında huşu içindedirler; lağviyattan yüz çevirirler; zekâtlarını yerine getirirler (zekât-arınma için yaparlar); perelerini korurlar...emanetlerine ve ahâlerine riayet ederler; namazlarına devamlıdır…”(Müminun: 1-9).
“Rabblerine haşyet içinde titrerler.. Rabblerine döneceklerinden kalpleri titreyenler. Hayırda yarışırlar ve ileri giderler” (Mü'minun: 57-61).
“Rahman'ın kulları yeryüzünde alçakgönüllülük içinde vakarla yürüyenler ve cahiller kendilerine muhatap olduklarında 'selâm' diyenlerdir. Rabbleri için secde ve kıyamda geceleyenlerdir... İnfak ettikleri zaman ne aşırı gidip ne de cimrilik eden ve bu ikisi arasında orta yol tutanlardır; Allah dışında başka bir İlâh çağırmayanlar, Allah'ın haram kıldığı nefsi hakk dışında öldürmeyenler ve zina etmeyenlerdir. Yalana şahitlik etmeyenler, boş ve kötü lâkırdıya rastladıklarında vakarla geçenlerdir..” (Furkan: 63-72).
“Büyük günahlardan ve fevahişten kaçınırlar ve öfkelendiklerinde bağışlarlar; Rabblerine icabet ederler, namazı kılarlar ve işleri aralarında şura iledir, kendilerine rızk olarak verdiğimizden infak. ederler; kendilerine bir taşkınlık yapıldığında yardımlaşırlar” (Şura: 36-9).
“Ayetlerimize ancak, anıldıkları zaman secdeye kapanıp, büyüklenmeden Rabblerini hamd ile teşbih edenler inanır; yanları yataklardan uzaklaşır, Rabblerine korku ve umutla dua ederler.”(Secde: 15-16).
“Geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak boyun büken, Ahiret'ten çekinen ve Rabbinin rahmetini uman..” (Zümer: 9).
“Gecenin az bir kısmında uyurlar, seherlerde istiğfar ederler” (Zariyat: 17-8).
“Adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar; sevdikleri halde miskine, yetime ve esire yedirirler; “biz sizi Allah'ın yüzü için doyuruyoruz, sizden karşılık veya teşekkür beklemiyoruz, doğrusu biz surattan astırdıkça astıran bir günden korkarız”(derler)” (İnsan: 7-10). İmanın artıp eksilmesiyle ilgili olarak Kur'an'da da açık ayetler vardır:
“Mü'minler, Allah anıldığı zaman kalpleri ürperenler ve O'nun ayetleri kendilerine okunduğunda imanları artanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir” (Enfal: 2).
“Ne zaman bir sure indirüse, içlerinde “bu hanginizin imanını artırdı?” diyen olur. İman edenlerin imanını artırmıştır o..” (Tevbe: 124.).
“Mü'minler orduları gördükleri zaman “bu Allah' In ve Rasûlü'nün bize va'd ettiğidir; Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir” dediler ve bu onların ancak iman ve teslimiyetteniz artırdı” (Ahzab: 22). İman arttığı gibi, küfr ve münafıkların hastalıkları da artar:
“Onların kalplerinde hastalık vardır ve Allah hastalıklarını artırdı” (Bakara: 10).
İşte, iman'dan her azaya farz kılınan bölümler ve özellikle İslâm dininin toplumsal düzeyde uygulanmasında farz-ı kifaî hükmündeki kurallar -yöneticilik ve diğer işler gibi- insan üzerinde birer EMANET'tir. öncelikle insanın benliği kendine bir emanettir ve insan Allah'tan aldığı benliğini ve varlığını Allah'a satarak bu emanet'i yerine getirmelidir. İkinci olarak, imandan azalarına düşeni yaparak bu emanet'i yerine getirmeli; üçüncü olarak da, kendine koruması veya bir başka nedenle tevdi edilen, herhangi bir eşyaya veya göreve ihanet etmeyerek, bu emanet'i yerine getirmeli, dördüncü olarak özellikle toplumsal hayatta emr'i, emaret ve diğer kamu görevlerini ehline vererek bu emanet'i de yerine getirmelidir:
“Muhakkak Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder..” (Nisa: 58).
Bu şekilde’ emaneti yerine getiren kişi emin kişidir. Allah'ın risaleti en önemli bir emanettir ve bu da bütünüyle emin olan elçiler aracılığıyla, yine bütünüyle emin olan nebilere tevdi edilir:
“Onu Er-Ruh'ul-Emin indirdi, kalbine uyarıcılardan olasın diye” (Şuara: 193).
“Muhakkak ben size emin bir rasûlüm” (Şuara: 107, 125, 143, 162..).
“Emin, mü'min ve emanet” kelimelerinin kendinden türediği “Emn”, her türlü korku ve şüpheden uzak olmak; bütünüyle mutmain bulunmak demektir. [418] Öncelikle mü'min, yani her şeyin kendine emanet edildiği ve emanete, söze asla ihanet etme ihtimali olmayan ve her türlü emniyetin kaynağı olan Allah'tır. İnsanlar ise kendilerine emanet edilen öz varlıklarına ve bu öz varlığı gerçekleştirmek için Allah'ın başta kalp olmak üzere bedenlerinin tüm azalarına yüklediği emanet'e riayet ederek mü'min olurlar. Azalarından kalp emaneti yerine getirmezse o mü'min de müslim de olamaz. Diğer azalarının ihaneti ölçüsünde ise mü'min ve güvenilir olma sıfatından kaybeder.
Bu şekilde, her azasıyla emaneti yerine getiren insan bütünüyle Allah'a teslim olmuş, silm'e girmiş ve emanet'i yerine getirme kural ve yollarının bütünü olan İslâm'ı gerçekleştirmiş demektir. Demek ki, İslâm din olarak, mü'min olma kural ve yollarının bütünüdür. Ve, tam anlamıyla mü'min olan insan tam olarak İslâm'ı gerçekleştirmiş, tam anlamıyla müslim olmuş insandır ve onun görevi de budur:
“Ancak müslimler olarak can verin” (Bakara: 132).
“Canımı müslim olarak al ve beni salihlere kat” (Yusuf: 101).
İşte İslâm din olarak, kainataki tüm varlıkların tabi olduğu ve insandan da iradesiyle tabi olması istendiği 'hayat'tır, yaşama yoludur. Kâinattaki varlıkların hayatı İslâm'dır ve insan da hayatını, bütünüyle İslâm'a göre ayarlamak, İslâm'ı hayatına 'hayat' yapmakla yükümlüdür. Bunu gerçekleştirdiğinde önce kendi içinde selâm'a,, selâmete kavuşur; sonra’ bu insanlardan kurulu toplum bir selâm toplumu ve yaşadıkları
yer de selâm yurdu (Dar'üs-Selâm) olur. Fakat, her hal û kârda yeryüzünün selâm yurdu olması güç olduğundan, gerçek Selâm Yurdu Cennet'tir; çünkü orada “fenasız beka, fakrsız gına, hastalıksız sıhhat ve zilletsiz izzet” [419] vardır. Allah da insanları bu yurda çağırır:
“Allah Selâm Yurdu'na çağırır” (Yunus: 25).
Selâm kendine ulaşmaya çalışan müslümanlar arasında da yayılması gereken bir şiardır; müslümanlar birbirlerine selâm vermekle, onların kendilerinde, yeryüzünde ve Cennet'te selâm üzere olup, dar'üs-Selâm'a. kavuşmaları için dua etmiş olurlar. Kendinde selâm durumunu gerçekleştirenlerin, yani bütünüyle iman edip İslâm üzere olabilenlerin kalbi selim kalptir; her türlü rics'ten, kir, pas ve şüpheden uzak bir kalptir; kurtulmak için de kalb-i selim sahibi olmak gerekir:
“O gün ne mal, ne de oğular fayda verir; Allah'a selim kalpte gelen dışında” (Şuara: 88-9).
Allah'ın vahyettiği İslâm'a karşılık Şeytan da insanlardan edindiği velilerine kendi dinini vahyeder. Eğer insanlar bu dine uyarlarsa Şeytan'a ibadet etmektedirler. Kur'an Şeytan'a ibadeti men eder;
“Ey Adem oğulları! Ben Şeytan'a ibadet etmeyin diye size ahd vermedin mi? (Yasin: 60).
Alah'ın imandan insanın her bir azasına yüklediği emanetleri yerine getirmek, bunları yerine getirmenin yolunu ve kurallarını bildiren dini İslâm'ı yaşamak Allah'a ibadet etmektir ve bütün peygamberler insanları Allah'a ibadet etmeğe çağırmışlardır. Yani, ibadet iman’ın yaşanma biçimidir; kalbin itikadı dışında bedenin kalan azalarıyla ortaya konan imandır.[420]
İnsanın mü'min ve müslim olmasıyla yeryüzünde de Allah'a ibadet edilmiş olunur. Kevnî yönden insan dahil her varlık Allah'a ibadet ediyorsa da, teşriî yönden insan şeytan'a da ibadet edebilir. Fakat, onun fradesiyle Allah'a ibadet etmesiyle Allah'ın ilâh, melik ve rabb isimleri insanın hayatında da egemen olur; kâinatın yönüne olduğu gibi yeryüzüne de teşriî düzlemde ancak Allah tasarruf eder ve böylece fiilî alanda da Tevhid gerçekleşir. [421]
[402] Abdulkerim Süruş Evrenin Yatışmaz Yapısı, cev. Prof. H. Hatemi, İnsan yay.; 1. GazzalI, Filozofların Tutarsızlığı, çev. B. Karlığa; Nur Kandili, çev. Y. Arıkan, 'Arifler Yolu'nda, Elifte yay.; Martin Lings, Yirminci Yüzyılda Bir Veli, Yeryüzü yay.
[403] Bediurzaman S. N. Sözler, Otuzuncu Söz.
[404] Es-Sabunî, Matûridiyye Akaidi, 175-184; Taftazanî, Şerh'ul-Akaid, 276-287; Ahmed S. Kılavuz, İman - Küfür Sınırı; Sabit Ünal, Fıkhı Ekber ve İzahı, DİB yay. 48-50.
[405] Müfredat, 239.
[406] Buharî, Kitab'ül-İman, I, 12-13.
[407] Buharı, I’ 14; Müslim, HN: 135.
[408] Buharî, I, 13-14.
[409] Küleynî, Usul-i Kâfî, III, HN: 1513.
[410] Tirmizî, HN: 2733; Müslim, HN: 33, 34, 35. Buhari ve İ. Mace'nin rivayetiyle Müslim'in bir rivayetinde 'namaz kılıp zekat verinceye değin ilâvesi' de vardır.
[411] Buharî, I. 14; Müslim, HN: 236-7.
[412] Müslim, HN: 158-159.
[413] Usul-i Kâfi, HN: III, 1507, 1508.
[414] Buhari, Müslim, Tirmizî ve Nesai'nin rivayetleri için bk. Keşf'ül-Hafa, II. 507.
[415] Müslim, HN: 116-120. İ. Mace, HN; 69.
[416]İ Mace, HN: 65.
[417] Aliyy'ül-Kari Firuzabadî'nin “iman söz ve ameldir, artar eksilir, artmaz eksilmez” şeklinde gelen hadislerin mevzu olduğunu söylediğini belirtir: Mevzuat-ı Aliyy'ül-Kari Tercemesi, A. Serdaroğlu, Ank, 1966, s: 50, Acluni ise, “iman söz ve ameldir, artar eksilir” hadisinin sahih olduğunu, Buharî'nin “bu hadisi 1080 şeyhten yazdım” dediğini nakleder:'Keşf'ül-Hafa, I, 22. Bununla ilgili Buharı, Müslim ve İ. Mace'nin 'Kltab'ül-İman' bölümlerinde hadisler vardır, Kur'an'ın da açıkça delâlet ettiği bu gerçekler karşısında tartışmaya girmek, hattâ hadis aramak bile gereksiz olmalıdır.
[418] Müfredat: 25.
[419] a.g,e. 239.
[420] Tevhid'in özellikle “fiillerde Tevhid” kısmı ve ibadetle ilgili olarak diğer çalışmalarımıza ve özellikle Pınar yayınları arasından çıkan Mekke - Rasûller'in Yolu adlı çalışmamızın 'Tevhid - Allah'a İbadet ve Allah'a Teslimiyet' bölümüne bakılabilir.
[421] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 531-550.