- Teşkilat-ı mahsusa

Adsense kodları


Teşkilat-ı mahsusa

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Fri 25 May 2012, 01:23 pm GMT +0200
TEŞKİLAT-I MAHSUSA
Fatih GÜLDAL • 43. Sayı / DOSYA YAZILARI


Osmanlı Devleti’nde Batılı tarzda istihbarat örgütü 20. yy’ın başında İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kurulmuştur. Her ne kadar daha önceleri Sultan Abdülhamid tarafından bir hafiye teşkilatı oluşturulmuş ve teşkilatın ülke çapında ciddi bir ağı kurulmuşsa da istihbaratın kurumsallaşması daha sonraları gerçekleşmiştir. Kuruluş itibariyle komitacılığa uzak durmayan cemiyet, Balkanlar’da eşkıyalara karşı yürütülen mücadelelerden dolayı bu işte tecrübe kazanmış kimselerden oluşuyordu. Adına Teşkilat-ı Mahsusa olarak 1913’ten sonra rastladığımız ama bir şekilde Fedai Zabitân ya da başka isimlerle 1911’den beri varlığını sürdüren bu gizli örgüt profesyonel yapıya Enver Paşa’nın elinde bürünmüştür. İTC’nin kurulduğu günlerden itibaren özellikle Sultan Abdülhamid’e karşı girişilen ve ilerleyen yıllarda da onu tahttan indirecek kadar etkili olan cemiyet, faaliyetlerinin çoğunu kurduğu bu gizli teşkilatla gerçekleştiriyordu. Balkanlar’da isyan bayrağının İTC tarafından çekilmesiyle II. Abdülhamid’e karşı gerçekleştirilen eylemlerin (ki bunlar sultanın bölgedeki valilerine, Balkanlar’daki isyanları bastırmak için gönderdiği komutanlara yönelik suikastlar ve bölge halkının meşrutiyet lehinde ayaklandırılması gibi faaliyetlerdi) yine bu yapılanma vasıtasıyla gerçekleştirildiği bilinmektedir. Abdülhamid’in hafiyelerinden çekinen teşkilatçılar sıkı bir gizlilik içerisinde varlıklarını sürdürüyor ve üyeler bir seramoni eşliğinde yemin edip artık geri dönüşü olmayan bir yola girerek teşkilata kabul ediliyorlardı. Aslında Enver Paşa’nın kontrolündeki bu örgütün yanında İTC’nin lider triosundaki Cemal ve Talat Paşalar da kendi himayelerinde -biraz da birbirleriyle rekabet hâlinde oldukları için- birer haber alma ağı kurmuşlarsa da bunlar Teşkilat-ı Mahsusa kadar profesyonel ve beynelmilel olamamışlardır.

Teşkilat-ı Mahsusa I. Dünya Savaşı’nda yarı resmî bir hâl alarak Harbiye Nezareti kontrolünde daha sistematik ve organize işlere imza atmıştır. Fas’tan Tunus’a Afganistan’dan Hindistan’a Rusya içlerinden Cava’ya kadar geniş bir saha içerisinde etkili operasyonlar gerçekleştirmiştir. Kanal harekâtında Cemal Paşa ile birlikte hareket edilmiş, Kafkaslarda Rus askerlerine âni saldırılar düzenlenmiştir. Hindistan’da Müslümanlarla görüşen teşkilat üyeleri, onları halife yanında İngilizlerle mücadele etmek için ikna etmeye çalışmışlardır. Aslında burada teşkilatın faaliyetlerini ana hatlarıyla ikiye ayırmalıyız: Birincisi, İTC’nin iç politikada yapmak istediklerini gayr-ı resmî yollarla sağlamaya çalışmak, ikincisi ise ilerleyen yıllarda vatanın bütünlüğünü koruma adına Trablusgarp Savaşı’yla başlayıp Balkan Harbi ve I. Dünya Savaşı ile son bulan uluslararası çalışmalar yapmak.

İlk duruma verilecek en uygun örnek 1913 yılında gerçekleşerek ülke içerisinde büyük ses getiren, İttihat ve Terakki’nin yönetimine tam anlamıyla hâkim olduğu Bab-ı Âli baskını olmalıdır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın silahşörlerini de yanına alan Enver Paşa, hükümet binasını basarak mevcut iktidarı cebren istifa ettirir. Bu esnada teşkilatın ele avuca sığmayan ve ileride İTC’ye darbe yapma girişiminde dahi bulunacak olan mensuplarından Yakup Cemil, Harbiye Nazırını kendi inisiyatifini kullanarak tabancasıyla yere serer. Sâbık Sultan’dan geride kalanları ortadan kaldırmak, özellikle I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı aleyhinde faaliyetlerde bulunan Ermenileri tedip ederek gerektiğinde etkisiz hâle getirmek teşkilatın iç siyasete yönelik diğer faaliyetlerindendir.

Dışarıda ise teşkilatın ilk önemli uluslararası görevi, İtalyanlar tarafından işgal edilen Trablusgarp’ın direnişini örgütlemekti. Bölge ile kara bağlantısının kesilmiş olması Osmanlı ordusunun kuzey Afrika’daki bu son toprak parçasına asker gönderememesine neden oluyordu. Fakat tek kurşun dahi atılmadan vatan toprağının elden çıkmasına razı olmayan bazı subaylar, bölgeye gizli yollardan gidip oradaki kabilelerle işbirliği yaparak İtalyanlara karşı beklenmedik bir direniş sergilediler. Mustafa Kemal, halı tüccarı kılığında, ileride teşkilatın ilk başkanlığını da üstlenecek olan Süleyman Askeri ise genç bir molla kisvesinde sahte pasaportlarla ve tabiî ki askeri görevlerinden istifa etmiş gözükerek bölgeye hareket ettiler. Başta Enver Paşa olmak üzere Kuşçubaşı Eşref, Fethi Okyar, Tunuslu Şeyh Şerif Tunusi ve civar yerlerden gelen birçok gönüllü bölgenin direnişi için var güçleriyle çalışarak İtalyan ordusunu kıyı bölgesinde hapsetti. Gayr-ı nizami harp konusunda mahir olan bu insanlar Balkan Savaşı çıkana kadar bölgede önemli başarılar elde ettiler.

Homojen bir yapısı olmayan teşkilat mensuplarının sosyal statüleri ve fikir dünyaları birbirinden çok farklıydı. Emekli ya da muvazzaf subaylar, çeteciler, ilim ve din adamları, gazeteciler, doktorlar, mühendisler, hapishaneden çıkarılmış tutuklular gibi değişik sosyal sınıflara mensup kişiler bazı ortak noktalarda buluşmuşlardı. Aslında Pantürkizm’den Panislamcılığa, oradan Osmanlıcılığa kadar çok farklı yerlerde duran bu insanlar bir şekilde vatanın kurtuluşu, dünya Türkleri ve Müslümanlarının emperyalist işgallere karşı birlikte hareket etmesi gayesi ile bir araya gelmişlerdi. Enver Paşa konjonktüre göre bu üç siyasî düşünceyi de etkin olarak uygulama niyetindeydi. Bu anlamda Enver Bey, Emiri Efendinin İTC programındaki Panislamizm’den Ziya Gökalp’ın ise Türkçülüğünden ilham almış görünüyordu.

TEŞKİLAT BAĞIMSIZ BİR DEVLET KURUYOR

Örgütün ikinci önemli görevi Balkan Savaşları’yla elden çıkan Edirne’nin ana vatana katılması ve bölgede müstakil bir devlet kurulmasıyla karşımıza çıkmaktadır. Edirne’nin geri alınması sırasında Türk ordularının Meriç nehrini geçmeyeceği taahhüdü verilmişse de Batı Trakya’ya gönderilecek gayr-ı resmî bir ekibin gerek Osmanlı çıkarlarına gerekse orada yaşayan İslamları korumak adına önemli hizmetler sağlayabileceği düşünülmekteydi. Süleyman Askeri ve Kuşçubaşı Eşref gibi üst düzey teşkilat mensuplarının kararlılığıyla Batı Trakya ele geçirildi. 1913’ten, aynı yıl içerisinde yapılan Osmanlı-Bulgar anlaşmasına kadar geçen süre zarfında bölgede bayrağı, ordusu, hatta posta pulları bulunan bağımsız Garbi Trakya Hükümet-i Müstakilesi kuruldu. İki ay kadar süren bu hükümet Osmanlı Bulgar anlaşması gereğince feshedildi. Bu karara bölgede çalışmalar yapmaya başlayan teşkilatı mahsusa yetkilileri karşı çıkarak uzun süre direndiler. İTC Cemal Paşa’yı bölgeye göndererek teşkilatçıları ancak ikna edebildi.

I. Dünya Savaşı’yla birlikte Teşkilat-ı Mahsusa’nın değişim süreciyle Sultan Reşad tarafından da tanınan, Harbiye Nezaretine bağlı, ciddi bir ödeneği olan ve mensuplarının sayısı her geçen gün artan teşkilat, uluslararası operasyonlara elverişli bir hâl aldı. Şüphesiz abartılı bir rakam olmakla beraber bu dönemde otuzbin mensubunun bulunduğu söyleniyordu. Savaşla birlikte teşkilatın faaliyetleri daha sistematik bir hâle gelirken amaçları da yeniden düzenlendi. Teşkilat İngilizlerin, Rusların ve Fransızların sömürgesinde bulunan Müslümanları bu güçlere karşı ayaklandırmak, farklı ülkelerden istihbarat almak, sabotaj (demiryolu, telgraf, köprü vs) yapmak gibi sınır ötesi bazı operasyonlar düzenledi. Böylece teşkilat gerçekten de insanüstü bir gayretle Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Kuzey Afrika, Arap eyaletleri, Hindistan, Orta Asya, Cava, Sumatra gibi Osmanlı Coğrafyası’na pek de yakın olmayan bölgeleri dahi çalışma alanı içerisine almıştı. I. Dünya Savaşı’nın en şiddetli günlerinde henüz tarafını belli etmeyen Bulgarları daha hızlı bir şekilde İttifak Devletleri yanında savaşa sokmak için Sırbistan tarafına Bulgar sınırından çeşitli saldırılar yapılıyordu. Hatta Sırbistan sınırında bulunan Valendova adlı yerleşim bölgesinde yapılan bir sabotajla yıkılan bir demiryolu, köprünün Bulgaristan’ın savaşa girmesini çabuklaştırdığı dönemin kahramanlarının hatıratlarında bulunmaktadır

Bu dönem teşkilatın en faal olduğu dönemidir. Tüm Osmanlı Coğrafyası’nda örgütlenen teşkilat üyeleri, var güçleriyle mücadele eder ve hedefleri uğruna ölmekten geri durmazlar. M.Akif Ersoy da bu anlamda teşkilata hizmet eder. Onu bazen Necid çöllerinde bazen de Almanya’da Müslüman esirlere propaganda yaparken görürüz. Yine Doğu Anadolu’da büyük bir nüfuza sahip olan Said Nursi, etkisi altındaki insanları bir araya getirir.  Bu süreç içerisinde teşkilatla özdeşleşmiş iki isimin yaşadıkları olaylar, ilgi çekici olmakla beraber mensupların karşılaştıkları zorlukları göstermek açısından da önemlidir. Teşkilatın ilk resmî başkanı olarak adlandırılan ve görev yaptığı bölgelerde çok ciddi başarılara imza atan Süleyman Askeri, Nisan 1915 yılında yaralı olmasına rağmen çetesini terk etmeyerek Basra yakınlarında Şuaybiye’de İngilizlere karşı saldırı tertip eder. Ancak İngilizlerin çok daha güçlü olmalarından dolayı bu taarruz başarısız olur. Bunu gururuna yediremeyen komitacıların en önemli ismi, silahını şakağına dayayarak intihar eder. Yine adını daha liseli yıllardan itibaren Abdülhamid’e karşı yaptığı isyanlarla duyurmuş olan ve Teşkilat-ı Mahsusa ile ilgili en ciddi bilgileri hatıralarından öğrendiğimiz Kuşçubaşı Eşref, Enver beyin emriyle Yemen’de savaşan Osmanlı ordusuna maddî yardım götürmek için küçük bir arkadaş grubuyla birlikte yola çıkar. Çölde yirmibine yakın bedevinin saldırısına uğrar. Uzun bir direnişten sonra yaralı bir şekilde esir edilir. Öyle ki Araplar çölde adını efsaneleştirerek “uçan şeyh” olarak adlandırdıkları bu meşhur gerillayı yakaladıklarına inanamazlar. İlerleyen günlerde Kuşçubaşı Eşref, Malta’ya sürgüne gönderilir.

Her ne kadar I. Dünya Savaşı kazanılamadıysa da Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri üzerlerine düşen görevleri eldeki imkânlar nispetinde yapmaya çalışmışlardır. Teşkilatçılar savaşın mağlubiyetle bitebileceği gerçeğini de hiçbir zaman unutmadılar. Gelecekte bir Kurtuluş Savaşı yapılabileceği ihtimâline karşı ciddi anlamda silah, cephane ve altını Anadolu’nun çeşitli yerlerine gömdüler. Bunlar içerisinde Kuşçubaşı Eşref’in Salihli’deki çiftliği, en önemli yerlerden birisidir. İTC’nin savaşın bitimiyle birlikte yönetimden düşüp ileri gelenlerinin yurt dışına kaçmasıyla teşkilat resmen son bulmuştu. Enver Paşa şüphesiz kendi gayretleriyle oluşturduğu bu büyük teşkilatın devamından yanaydı. Bu amaçla Taşkilat-ı Mahsusa’yı fesh ederken onun yerine Umum Âlem-i İslam İhtilal Teşkilatı adında yeni bir yapılanmayı oluşturarak başına eski teşkilatçılardan Süvari kaymakamı Hüsameddin Ertürk Bey’i getirirken aklında Anadolu’ya tekrar geri dönmek vardır. Fakat Sakarya Savaşı’yla Mustafa Kemal Paşa’nın kurduğu oluşum netleşince Enver Paşa da Türkiye ile ilgili planlarına son verir. Buna rağmen eski silahşörler varlıklarını çeşitli yollarla devam ettirirler. Mustafa Kemal Paşa bu yapılanma içerisinde kendisine muhalif olanları etkisiz hâle getirirken Celal Bayar, Kılıç Ali gibi davasına inananları etrafında toplamayı bilmiştir. Aslında Teşkilat-ı Mahsusa, kurumsal olarak lağvedilmiş olsa da zamanla oluşacak istihbarat yapılanmalarına dâhil olarak hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmamıştır. Karakol, Felah, Hamza Grubu, Müdafa-i Milliye ilerleyen yıllarda da Millî İstihbarat Teşkilatı da bu yapılanmadan etkilenmiş olmalıdır.

Hiç şüphe yok ki teşkilat mensupları ülkelerini seven ve onu daha iyi bir duruma getirmek isteyen vatanseverlerden oluşmaktaydı. Enver Paşa’nın “Tanımlamakta güçlük çektiği, tasarlamakta engel tanımadığı büyük devleti kurmak için” var güçleriyle savaştılar. Bu idealleri uğruna bazı iç hesaplaşmalar dahi yaşanmıştır. 1913 Bâb-ı Âli baskınında Enver Paşa’nın yanında yer alıp dönemin Harbiye Nazırı’nı öldüren Yakup Cemil, I. Dünya Savaşı yıllarında İTC’ye muhalif olarak savaş bitmeden İngilizlerle barış yapılmasını ister. İstekleri kabul edilmediği için ikinci Bâb-ı Âli baskınını gerçekleştirerek Harbiye Nazırı olmasında payının olduğunu düşündüğü Enver Paşa’yı alaşağı etmeye çalışır. Fakat bunu gerçekleştiremeden yakalanır ve öldürülür. İdamı sırasında son söz olarak “Yaşasın İttihat ve Terakki” diye bağırması teşkilat mensuplarının haleti ruhiyesini gösterir niteliktedir.

Yakın geçmişimizde Susurluk olaylarının yaşandığı günlerde bazı yazarlar ülke içerisindeki derin devlet ya da kontrgerillanın varlığını açıklarken bu durumun tarihî kökenlerini İTC’nin yapılanmasına özellikle de Taşkilat-ı Mahsusa’ya kadar götürdü. Yine son günlerde yaşananlar, bazı kalemleri bu hafızayı tekrardan yoklamaya itti. İTC’nin iktidarı ele geçirmek, sonra da varlığını korumak adına yasa dışı bazı suikastlar, provakatif eylemler yaptığı bilinmektedir. Yine de teşkilatın savaş zamanında yaptıkları hizmetlerle iç politikaya yönelik çalışmaları birbirinden ayrılarak değerlendirilmelidir. Bir döneme damgasını vuran teşkilat ile ilgili elimizde yeteri kadar kaynak bulunmaması konuyla ilgili kapsamlı değerlendirmeler yapmaktan bizi alıkoymaktadır. Teşkilatın yazışmalarıyla ilgili az da olsa bazı belgelerin Adriyatik kıyılarında bulunan bir depodan ele geçirilmiş olması konunun ne kadar geniş kapsamlı bir hâlde olduğunu gösteriyor. Yazılı eser olarak elimizde teşkilat mensuplarının çok sonraları yazdığı hatıratlar bulunmaktadır ki bunların değerlendirilmesi de titizlikle yapılmalıdır. Sonuç olarak etkilerinin hâlâ devam ettiği söylenen bu gizli yapılanma gündemle ilgili konular çerçevesinde gündeme gelmeye devam edecektir.