- Tefsir ve İcaz

Adsense kodları


Tefsir ve İcaz

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Sat 25 September 2010, 02:44 pm GMT +0200
Tefsir ve İ´caz

Tefsir Doğuşu Ve Gelişmesi
Kur´anın Kur´anla Tefsiri
Kur´an´ın Mantük Ve Mefhumu.
Nass Ve Zahir
Kur´an´da Teşbih Ve İstiare
Mecaz Ve Kinaye
Kur´an´ın Ahenginde İ´caz



Tefsir Doğuşu Ve Gelişmesi


Hiç şüphesiz bugün elyazması ve´basma kitaplarda müşahede ettiğimiz tefsir birçok merhalelerden geçmiştir. Tefsir hareketi, çok erken sıralarda; Allah Kitabının ilk şârihi Peygamber (s.a.v.) in döneminde ortaya çıkmıştır. Rasulullah (s.a.v,) kalbine indirileni insanlara açıklıyordu. Saha-: be-i Kiram, Rasuluilah (s.a.v.) aralarında bulunduğu halde Kur´an tefsirine cur´et edemiyorlardı. Çünkü büyük yükü o yükleniyor ve onu hakkıyla yerine getiriyordu. Ama Rasuluilah vefat edince Allah´ın Kitabını bilen, sırlarına vakıf olan ve onun irşadı ile hidayeti bulan sahabenin, bildiklerini açıklama hususunda kendilerine düşen payı yerine getirmekten ve anladıklarını izah etmekten başka alternatifleri yoktu. Onlardan müfessir olanlar pek çoktur. Ancak meşhurları on kişi olup şunlardır: «Dört halife, İbnu Mesud, İbnu Abbas, Übeyy b. Ka´b, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa el-Eş´arî ve Abdullah b. Ez-Zübeyr. Dört halife arasında en çok Hz. Ali (r.a.) dan rivayette bulunulmuştur. Diğer üç halifeden yapılan rivayetler ise, azdır. Bunun sebebi, vefatlarının daha önce olmasıdır.» [1]

Bu on kişi arasında «müfessir» lakabını almaya en layık olan, ilmine Rasulullah (s.a.v.) in şehadet ettiği ve onun için «Allah´ım onu dinde fakîh kıl ve ona te´vili öğret.» [2] sözüyle dua ettiği, onu «Tercümanu´l-Kur´-an» diye isimlendirdiği Abdullah b. Abbas´tır. Lâkin insanlar, İbnu Ab-bas´tan olduğundan fazla rivayette bulunmuşlar ve bazıları ona yalan isnat etme ve sözlerinin arasına kendi sözlerini katma cüretinde bulunmuştur. Hatta İmam Şafiî: «İbnu Abbas´tan tefsirle ilgili olarak rivayet edilenler­den ancak yüz civarında rivayet sahihtir» demiştir. [3]

Bu on kişi dışında sahabeden tefsir konusunda kendisinden bir miktar rivayette bulunanlardan bir kısmı da şunlardır: Ebu Hüreyre, Enes b. Malik, Abdullah b. Ömer, Câbir b. Abdillah ve mü´minlerin anası Hz. Aişe´dir, Ancak ilk on kişiye nazaran bunlardan yapılan rivayetler azdır.

Sahabe kavillerini İslâm âleminin çeşitli şehirlerinde bulunan tabiînden değerli bir topluluk alıp nakletti. Böylece Mekke´de müfessirierden bir tabaka, Medine´de ikinci bir tabaka ve Irak´da bir tabaka doğdu. İbnu Teymiyye şöyle demektedir: «Tefsir konusunda insanların en bilgilileri, Mekke ehlidir. Çünkü aralarında İbnu Abbas´ın ashabından olan Atâ b. Ebi Rabah, İbnu Abbas´ın mevlâsı İkrime, Said b. Cübeyr, Tavus vs. gibi değerli zatlar vardır. Kûfe´de de İbnu Mesud´un ashabı vardı. Medine´deki tefsir ehli ise, oğlu Abdurrahman b. Zeyd´in kendisinden rivayette bulunduğu Zeyd b. Eslern ve Maiik b. Enfes gibi zatlar vardı.» [4]

Etbauttabiîn de, tabiînden ilgili rivayetleri alarak, kendilerinden önceki kavilleri toplayıp tefsirle ilgili eserler tasnif ettiler: Süfyan b. Uyeyne, Vaki´ b. el-Cerrah, Şu´be b. el-Haccâc, Yezîd b. Harun ve Abd b. Humeyd gibi.[5] Böylece bunlar, daha sonra hemen hemen bütün müfessirlere kaynak olan İbnu Cerîr et-Taberî´ye [6] zemin hazırladılar. Daha sonra âlimler tefsirlerinde değişik eğilimlere yöneldiler. Böylece rivayet ve dirayet diye iki gurupta toplanacak tefsirler ortaya çıktı. Rivayet tefsiri, Sahabe, Tabiîn ve Etbauttabiîne dayanan ve onları kaynak edinen tefsirdir. Dirayet tefsirinde ise çeşitli metodlar takip edilmiş ve farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu tefsir nev´i, Kur´an hidayetine yakınlık ve uzaklığına göre övülmüş veya Verilmiştir.

a- Rivayet tefsirlerinin en önemlisi, İbnu Cerîr et-Taberînin «Camiu´i-Beyân fî Tefsiri´l Kur´an» isimli eseridir. Bu tefsirin özellikleri: Senedlerini bir kritiğe tabi tutmakla birlikte sahabe ve tabiînin kavillerini alarak aralarında tercihler yapması. Hükümlerin bir çoğunu istinbat etmesi. Manaya açıklık kazandıran i´rab vecihleri üzerinde durması. Ancak, -senedlerin durumu bilinir düşüncesiyle - bazen senedleri zikretmemekte, hatta bazen dikkatleri çekmeden sahih olmayan rivayetleri zikretmektedir.

et-Taberi´nin değerine yakın hatta bazı hususlarda ondan daha üstün olan diğer bir rivayet tefsiri, İbnu Kesîr (Imadu´d-Dîn Ebu´l-Fidâ İsmail b. Umar el-Kureşî ed-Dımeşkî1) in tefsiridir. İsnadda titizlik, ifade kolaylığı ve düşüncede açıklık bu tefsirin meziyetlerindendir.

es-Suyûtî (öl. H. 911), «ed-Durru´l-Mensûr fî Tefsîri´l-Me´sûr» isimli değerli tefsirini aynı metodla yazmıştır. Eserin isminden de anlaşılacağı gibi es-Suyûtî, İslâmî düşünceye beşerî açıklamalardan daha yakın olan me´sur sahih haberlere dayanarak bu eseri yazmıştır.

Lâkin rivayet tefsirleri genellikle şiddetli tenkidlere maruz kalmışlardır. Çünkü bu tefsirlerde sahih rivayetler sahih olmayan rivayetlere karıştığı gibi, İslâmı ve talimatını yozlaştırmak isteyen zındıklarla yahudi ve mecûsîle-rin gayretleri de karışmıştır. Ayrıca mezhep taraftarlarıyla çeşitli fırka ehlinin Kur´an manalarını toplama ve onları kendi hevâları doğrultusunda sun-

ma düşkünlüklerini de unutmamalıyız. Onun için rivayet tefsirlerini seçen kişi ifadesinde ihtiyatlı olmalı, rivayetlerde hassas davranmalı ve çokça sened zikretmek hususunda itinalı olmalıdır.

b- Re´y ile tefsire gelinoe bu konuda âlimler ihtilâfa düşmüş; kimi onu haram saymış, kimi de oaiz olduğunu söylemiştir. Lâkin ihtilafları hakikatte, şuna racidir: Kesin bir deli! olmaksızın, Allah´ın muradının o şekilde olduğuna katı karar vermek veya Allah´ın Kitabını tefsir etmeye çalışan kişinin, dil kurallarını ve şer´î üslûbu bilmemesi, yahut yalan ve iftiraya dayanarak kendi nefsi arzularından bazısını Kur´an âyetleriyle desteklemesi-dir. Ama kişi, gerekli şartları taşıyorsa re´yi ile Kur´an´ı tefsir etmeye çalışmasında bir sakınea yoktur. Hatta Kur´an´ın kendisi âyetlerinin düşünülmesi ve talimatının anlaşılması için böyle bir içtihada davet ettiğini söylersek hakikattan uzaklaşmış olmayız. Nitekim Yüee Allah şöyle buyurmaktadır: « (Öyle olmasa) Kur´an´ı iyiden iyi an!a(yıp hakkı tanıjmazlar mı? Daha doğrusu onların kalbleri üzerinde (kat kat) kilitler vardır.» [7] « (Bu Kur´an) âyetlerini iyiden iyi düşünsünler, temiz akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyz kaynağı bir Kitaptır.» [8] es-Suyutî, ez-Zerkeşı´nin re´y ile tefsirin oaiz olabilmesi için kaçınılmaz şartlarla ilgili olarak «el-Burhan» da anlattıklarını özetler ve bu şartların dört noktada toplanabileceğini söyler-.

Birincisi: Zayıf ve mevzu rivayetlerden sakınmakla birlikte Rasûlullah´tan nakilde bulunmak.

İkincisi: Sahabînin sözünü almak. Sahabe sözünün mutlak olarak merfu hükümde olduğunu söyleyenler olmuştur. Bazıları da bundan maksadın, nuzûl sebepleri gibi hakkında ictihad mümkün olmayan hususlar olmalıdır, der.

Üçüncüsü: Dil kurallarına uymak ve âyetleri, Arap dilinin müsait olmadığı şekilde açıklamaktan sakınmak.

Dördüncüsü: Sözün gerekli kıldığını ve şer´î kanunun kendisine delâlet ettiğini almak.

Peygamber (s.a.v.) in İbnu Abbas için söylediği: «Allah´ım onu dinde fakih kıl ve ona te´vili öğret.» duası bu dördüncü nevidir.

Bu şartları haiz tefsirlerin en meşhurları, er-Râzî´nin [9] «Mefatîhu´l -Gayb», el-Beyzavî´nin «Envaru´t-Tenzîi ve Esraru´t-Te´vîl» Ebu´s-Suûd´un[10] «İrşadu´l-Akli´s-Selîm ilâ Mezâya´l-Kur´ani´l-Kerîm», en-Nesefî´nin[11] «Medariku´t-Te´nzîl ve Hakaiku´t-Te´vîl» isimli tefsirleri iie el-Hâzin´in[12] «Lubabu´t-Te´vîl fî Maâni´t-Tenzîl» isimli tefsiridir.

er-Razî tefsirinde kelâma dair mantıkî deliller getirme hususunda ilahiyatçı filozofların metodunu takibeder. Kevnî konularla özellikle ilgilenir. Tefsiri üzerinde durduğu âyet veya âyetler topluluğunu birkaç meseleye ayırır. Sonra Ehl-i Sünnet ve´l-Cemâatin akidesini savunarak uzun uzadtya izahat verir.

el-Beyzâvî tefsirinde Ehl-i Sünnetin metodu üzere deliller zikretmeye önem verir. Di! kurallarına dikkat çekmeyi kaçırmaz. Ancak sûre sonlarında o sûrenin faziletiyle ilgili olarak rivayet ettiği hadislerde dikkatli olmayıp bu husustaki rivayetlerinin çoğu sahih değildir. eİ-Beyzâvî´nin birçok haşiyesi vardır. Bu haşiyelerin en üstünü Şihab e!-Hafâcî´nin haşiyesidir.

Ebu´s-Suûd´a gelince, Ehl-i Sünnet akaidine uygun olarak delilleri zikretmekle birlikte Kur´an i´cazı ile ilgili konulan ortaya koymaya da önem verir. Bu konuda usiûbu parlak ve Kur´an´tn belâğî yönünün zevkine varması sağlıklıdır.

Nesefî ise, ilk planda Ehl-i Sünnetin bakış açısını savunma ve bid´atla hevâ ehline cevap verme yolunu takibeder. Tefsiri, i´rab ve kıraat vecihleri-ni muhtevidir. Kısa, hatta çok veciz bir şekilde Kur´ahî belagatın parlaklığına daima işaret eder.

el.-Hâzin´e gelince, me´sûre önem vermekle birlikte senedierini zikretmez. Eseri, ihtiva ettiği kıssa ve israiliyat sebebiyle avam tabakasının pek çok hayran olduğu bir kitaptır.

Re´y ile tefsir, bütün iyi şartları haiz olsa bile kat´î nasla sabit me´sûre ters düştüğü takdirde eaiz değildir. Çünkü re´y ictihaddır ve nasstn bulunduğu yerde içtihada yer yoktur. Ama re´y ile tefsir ve rne´sûr ile tefsir arasında bir çelişki yoksa onlardan her biri diğerini destekler mahiyettedir. Bu, tefsir kitaplarında müşahade ettiğimizin çoğunluğunu teşkil eder. Buna misal olarak hakkında birçok kavi! bulunan «... İşte onlardan kimi nefsine zulmedendir, onların bazısı mutedildir, onlardan bir kısmı da. Allah´ın izniyle hayrat (ve hasenat yarışlarında öncü ol(up kazan)andır,» [13] âyetinin tefsirini vermek mümkündür. Öncü olup kazanan, iyilikleri daha fazla olandır. Mutedil olan, iyilikleri ve kötülükleri eşit olandır. Zalim ise, bazı haramları işleyendir. Bu bir görüşe göredir. İkinci bir görüşe göre, Öncü olup kazanan, ihlâs sahibi olan kimsedir. Mutedil, riyakar olandır. Zalim ise, nimeti inkâr etmeyip ona hakkını da vermeyendir. Üçüncü bir görüşe göre ise. Öncü olup kazanan, sırf hayır İşleyendir. Mutedil, iyi ameli kötüsüne karıştırandır. Zalim ise, Allah´ın emirlerini zamanında yapmayıp durmadan erteleyendir, vs. [14] Görüfdüğü gibi bu kaviller arasında herhangi bir çelişki yoktur.

c- Çeşitli İslâmî fırkaların tefsirleri - hakikatte -re´y tefsiri içerisinde mütalaa edilirler. Ancak kınanmış olan kısma girerler. Çünkü bu tefsirlerin müellifleri onları sırf nevalarını desteklemek veya özel zevklerine yardımcı olmak gayesiyle telif etmişlerdir. Mutezile ile tasavvuf ehlinin ve batınî-lerin tefsirleri bu tefsir çeşidine girer.

Mutezilî tefsirlere hakim olan karakter akılcılık ve kelam mezhebidir. Tefsirlerinde de «iyi, aklın iyi gördüğü ve kötü de, akim kötü kabul ettiğidir.»[15] meşhur kaidesi hakimdir. Bu tefsirlerde hadisler ikinci plandadır. Âyetlerin manaların! açıklamak için onlara pek nâdir müracaat ederler. Bu aksla eğilimin tefsir alanında en mükemmel mümessili ez-Zamahşerî´dir. (öl. H. 538). Belagat yönleri üzerinde duran, i´caz vecihlerini tahkik eden, ve bunları yaparken «şöyle dîye sorarsan, ben de böyle cevap veririmi) metodunu kullanan ez-Zamahşerî, «el-Keşşâf» isimli kitabıyla bu eğilimin temsilcisi sayılır. Bununla birlikte rivayet tefsirlerinde sıkça rastlanan isra-İliyat bu eserde yoktur. İbaresi de beliğ ve veciz olup lüzumsuz uzatmalara dolmamıştır.

Tefsirinden bir örnek: «Allah onların kalblerine de, kulaklarına da mühür basmıştır, Gözlerinin üzerinde bir de perde var.» âyetini açıklarken şöyle der: «Mühür basma» neden Allah´a isnad edilmiştir? Halbuki bunun O´na isnad edilmesi, çirkin bir fiile delâlet etmektedir... Bu konuda delilimiz şu âyetlerdir: [16] «Kullara zulmedecek değilim» «Biz onlara zulmetmedik. Lâkin zalim olanlar onlardı.» «Allah kötülüğü emretmez»... Daha sonra, mühürlemenin Allah´a isnad edilmesini, istiare veya mecaz olarak izah eder. Yani Mühürleyen, şeytan veya kâfir kişidir ve Allah, ona bu gücü verdiği ve ona imkân tanıdığı için mühür vurma işi Allah´a isnad edilmiştir. [17]

Tasavvuf? tefsirlere, onları Kur´an anlatımından uzaklaştıran şatahat hakimdir. Ayrıca tefsirlerine hakim olan bu şatahat onları anlaşılmaz hale sokmuştur. Ancak ruhî işlerle meşgul olan ve tasavvuf! üslubu öğrenip bu üslûba yatkınlık kazananlar onları anlayabilir.

Bu tür tefsirlerin en meşhuru, birçok âlim ona nisbetini sahih görmekle birlikte H. 638 yılında vefat eden Şeyh Muhyiddin İbnu Arabîye nisbet edi-îen tefsirdir.

Bu tefsirden bir örnek: «Âyetlerimizi inkâr ile kâfir olanlar (var ya) onları muhakkak ki ateşe atacağız. Derileri piştikçe, azabı tadıp durmaları için, onları başka derilerle (yenileyip) değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.» [18] âyetinin te´vilini yaparken şöyle diyor: «Âyetlerimizi inkâr etmekle kâfir olanlar» Yani sıfat ve fiillerimizin tecellilerinden habersiz bırakılanlar. Çünkü âyetin roatlam-da ilim, hikmet ve mülk ile İbrahim âline tecelli etmiştir. «Onları muhakkak ateşe atacağız» Erdemliliğe tutkunluk ateşine. Çünkü onları Allah´ın sıfat ve fiillerinin tecellilerinden alıkoyan örtü derinliğine ve gerekliliğiyle birlikte istidatları bulunduğu için duygu ve fıtratları bu erdemliliği arzu etmektedir. Yahut Allanın kahır sıfatlarının tecellilerinden durumlarına uygun şekilde onları mağlubiyet ateşine atacağız. «Derileri piştikçe» çismânî örtüleri soyulup kaldırılır, «Başka yeni derilerle değiştiririz.» Onların dışında yeni örtülerle değiştiririz. «Azabı tatsınlar diye» mahrumiyet ateşini «Şüphesiz ki Allah mutlak gaübtir.» Güçlüdür, onları mağlup eder ve ruhlarındaki sıfatların zelii olmasıyla onları zelil kılar. Ruhlarında mevcud olan, erdemliliklere ulaşma çırpınışlarına rağmen asla ona ulaşmamaları sebebiyle onları bu tutkularının ateşiyle yakar. «Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.» Gazab ve cismânl lezzetlere meyilleri ve benzeri duygularla kendi kendileri için seçtikleri azaptan onlara münasip olanı ile onları cezalandırır. İşte bu sebeple durmadan karanlık perdeleri değiştirilerek yerlerine başkaları getirilir. [19]

Bir nevi ruhi sezgi üzerinde kaim olan duygusal zevk bu açıklamalara hakimdir. Bundan dolayı bu açıklamalarda sebepsiz yere birçok kapalı ifadeler bulunmaktadır. Din ise, zevk sahiblerînin zevklerine ve coşkun kimselerin coşkularına dayandırılamaz.

İşârî tefsir de tasavvufî tefsire yakındır. İşârî tefsir, âyetin zahir ve batın arasını uzlaştırma gayretiyle birlikte âyetleri zahirlerinin dışında te´vil etmektir. el-Âlûsî´nin (öl. H. 1270) «Rûhu´l-Meânı» isimli tefsiri bu tefsir çeşidine girer. el-Âlûsî, âyetleri zahir manalarına göre tefsir ettikten sonra rumuz ve işaretler yoluyla çıkarılan gizli bazı manalara işaret eder. Şu âyetin tefsirinde olduğu gibi: «Hani sizden (Tevrat ile âmil olacağınıza dair) sapasağlam söz almıştık, «Tur» u da (tepenize iniverecek bir durumda) üstünüze kaldırmıştık (ve demiştik ki:) Size verdiğimiz (Kitab)ı (n hükümlerini) kuvvetle tutun onda onlar (la amel etmek luzumunju hatırlayın. Tâ ki sa-

kınmış olasınız.»[20] Hani fiil ve sıfatların tevhidi ile ilgili olarak aklî delillerle sizden sapasağlam söz almıştık. Üzerinize de akıl «Tur»unu dikmiştik. Tâ ki manaları ve sözlerini anlayasmız. Yahut Allah Teâlâ «Tur» ile kalb durumunda olan Musa´ya ve irşad ortamında onu, gerekli olan üst makam ve hakimiyetine işaret etmiştir. Ve dedik ki: «Alın» kabul edin, İyiyi kötüden ayıran akıl kitabından «size verdiğimizi.» Ondaki hikmet, bilgi, ilim ve kuralları anlayın ki şirk cehalet ve fasıklıktan konmasınız. Ama sonra siz bundan yüz çevirip süfli yöne yöneldiniz. Şayet Allah, bir müddet sîze mühlet verme hikmeti olmasaydı hemen cezalandırılacaktınız, büyük musibete uğrayacaktınız.)) [21]

Kur´an´ın zahirini ihmal edip batını ile yetinen ve «...nihayet aralarına, bir kapısı bulunan bir sûr çekilmiştir; (Mü´minler içerde, kâfirler ise dı-şarda kalmıştır.} Sûrun içi rahmet doludur, dış yanında azab...» [22] âyetini kendilerine deli! olarak ileri süren bâtını tefsirlere gelince, onlar şeriatın temeline ve dil kurallarına ters düşen bozuk te´villerden başka birşey ihtiva etmezler. Bâtınî tefsirler, tasavvuf? tefsirlerle işârî tefsirlerden daha çok Kur´an anlatımından uzaktır. Her ne kadar hepsi Kur´an´ın zahirine ters ise de...

d- Bununla birlikte bazen tefsirlerden belli bir çeşidine müracaat etmek mecburiyetinde kalırız. Şayet belagat meseleleri üzerinde duruyorsak Ez-Zemahşerİ´ye başvururuz. Kelâmla ilgili bîr konuyu inceliyorsak, er-Râzî´ye müracaat ederiz. Ama Kur´an´m irabını öğrenmek istiyorsak, Ebu Hayyan´ın «el-Bahru´l ~Muhit»ine bakarız. Onda nahivle ilgili bir çok mesele ve kıraatla ilgili meseleler vardır. Onu, re´y ile tefsir arasında mutatla etmek için birşey bulamadığımız gibi hadislere pek az yer verdiğinden dolayı da rivayet tefsirleri arasına da sokamıyoruz.

e- Son asırda çağdaş bazs âlimlerin yeni çabalarının mahsûlü olan tefsirler yazılmıştır. - Hîc şüphesiz - bunlar arasında en az başarıya ulaşan; Tantâvî Cevherî´nin «el-Cevâhîr fî tefsıri´I-Kur´an» isimli eseridir. Onun eserinde tefsir hariç hersey vardır. Muharnmed Reşid Rızâ´nın «Tefsîru´l-Menâr» ına gelince, müellif daha çok seleften gelen rivayetlere başvurarak onlarla çağın gerektirdikleri arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışır. Çoğu zaman bu gayretlerinde başarıya da ulaşır. Ama bazen bazı zayıf rivayetlere tutunarak inatla onları savunur. Ancak hareket noktası olan metodu - genel olarak - Kur´an üslûbunu anlamadaki derinliğine ve Kur´an´t, hidayet ve icaz kitabı olarak incelediğine delâlet eder. Seyyid Kutub´un tefsiri «Fî Zi-lâli´l-Kur´an» da İse, ifade ve tasvir konusunda Kur´an´ın üslûbunu anlama hususunda başarılı bakışîar mevcuttur. Ancak bu tefsirin hedefi Kur´ani

prensipleri yeni nesle kolay bîr diüe anlatmaktır. O, öğretici olmaktan çok yön verici bir tefsirdir.

Rivayet tefsin şayet istinbat güzelliği, kültür genişliği ve tercih hususunda yeterliliği haiz ise, kabul görme yönüyle tefsirlerin ilkidir. Bununla birlikte onunia yetinmeyi öğütîüyor değiliz. Bir âyet veya âyetlerin te´vil için çeşitli tefsirlere müracaat kaçınılmazdır. Ancak çeşitli tefsirlere müracaat ettikten sonra kendimize görüşlerin en doğrusunu seçeriz. Ama konuyla ilgili sahih bir haber bulursak, onu alır ve başkasını atarız. Çünkü nassın bulunduğu yerde içtihada yer yoktur. [23]



Kur´anın Kur´anla Tefsiri
Kur´an´ın Mantük Ve Mefhumu


Kuranın bir kısmını tefsir eder.[24]

Müfessirler, başka âyetle karşılaşıldığında delâlet daha da vuzuha kavuşan her bir âyetle karşılaştıklarında bu cümleyi tekrar ederler. Kur´an tefsirinde bu metoda başvurmaları haklarıdır. Çünkü Kur´an´ın delâleti, incelik ve şumüllülük yönüyle daha üstündür. Her nerede tahsis edilmesi gereken bir âm, takyid edilmesi gereken bir mutlak ve tafsîl edilmesi gereken´ bir mücmel nas ile karşılaşırsak başka bir yerde onu tahsis eden, takyid eden veya tafsil eden bir nasla karşılaşırız. İşte Kur´anda mevcud olan bu şümullü delâlet, her biri, Kur´an´ın kendisine davet ettiği her düşünce-ve tasvir ettiği" her tabloya bariz olan bir alâmete işaret eden özel terimler koymaları hususunda âlimlere rehberlik etmeye ehildir. İşte bu noktadan hareketle İslâmî çalışmalarda Kur´an´ın mantuk (anlam) ve mefhumu, âm ve hassı, mutlak ve mukayyedi, mücmel ve mufassalı gibi terimler ortaya çıkmıştır. Bu terimlerin ve benzerlerinin tarifi yapılmış ve onlara delâlet eden pekçok misal zikredilmiştir. Böylece bu terimlerle ilgili âlimlerin biribirinden farklı rnetodları doğmuştur. Onlardan kimi bunları teşriî bir metod üzere inceler ki bunlar usûlcülerdir. Kimi mantıkî bir temel üzere İnceler ki bunlar keigmcılardır. Başkaları da - biz de bu araştırmamızda onlara dahiliz.-dil ve edebiyat açısından bu terimlere bakmayı tercih ederler. Ki, Kur´an´in meramını anlatmak hususunda takip ettiği üslûbu zevkle ve arzu ederek inceleyebilsinler.

Bu terimler arasında öncelikle bilinmesi gereken Kur´an´m mantûk (anlam) ve mefhumudur. Çünkü bu iki terim lafız ve manadan çıkarılan Kur´anî delâlet nevilerini açıklayarak nassi, zahirî ve müevveli, hitabın muhtevasını vasıf, şart ve hasrı ihtiva ederler. Bu meseleyi, Allah´ın Kitabında dağınık halde bulunan çeşitli «misallerle» açıklayacağız.

Mantûk´un tarifinde şöyle demişlerdir: «Sözün söylendiği yerde lafzın kendisine delâlet ettiğidir. [25] Mantûk´un tarifinde âyeti telaffuz etmek bile onun neye delâlet ettiğini anlamaya yeterli olduğunu göz önünde bulundurmuşlardır. Bu lafzın, kendisinden başkası için kullanılmış olmasına ihtimal bulunmadığı snass» İçin gerçekten apaçıktır. Yüce Allah´ın şu sözünde olduğu gibi: «...hacc günlerinden (ihramlı olarak) üç, döndüdüğünüz vakit yedi gün olmak üzere oruç tutmak {vacib olur ki) bunlar tam on (gün) eder.» [26]Burada lafzın, âyetin ifade ettiği on günün dışında başka bir-" şeye ihtimali mümkün değildir. Kendisine karşı tercih yapılan başka bir manaya muhtemel olmakla birlikte akla ilk gelecek manaya delâlet eden «zahir» nass da mantûk´un bir çeşididir. Çünkü akla gelebilen râcih manaya delâleti sözün söylendiği anda tamamlanmaktadır. Söylenen lafızdan râcih olan, kendisine karşı tercih yapılandan önce gelir. Yüce Allah´ın şu sözü bunu açıklamaktadır: Bununlaberaber her kim bunlarda da çaresiz kalırsa, tecâvüz etmemek ve zaruret miktarını aşmamak üzere yiyebilir.» [27] Âyette geçen kelimesi ikimanaya gelir: Bunlardan bîri cahil manası olup bu mercuh (kendisine karşı tercih yapılan) manadır. İkinci mana râcih olup zalim (tecâvüz eden) manasıdır. Çünkü âyetin siyakından akla gelebilen ilk mana budur. [28] Zahirine hamledilmesi mümkün olmayan ve siyakın tayin ettiği başka bir manaya hamledilen «müevvel» de mantûk´un bir çeşididir. Çünkü kendisine hamledilmesi mümkün olmayan zahiri, mercuh ve siyakın tayin ettiği manası ise râcihtir. Neredeyse lafzın kendisi onu ifade etmekte ve ondan haber ver­mektedir, Buna misal. Yüce Allah´ın şu sözüdür: «Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir.» [29] Beraberliği, Allah´ın zatının yakınlığına hamletmek mümkün değildir. [30] Ama bunun kudret, ilim ve gözetme ite te´vil edilmesi sahih bir mana olup yapmacığa kaçmadan lafzın anlamının kendisinden bu mana anlaşılmakta ve insan onu hemen kavramaktadır.

Mefhumun tarifinde ise şöyle demişlerdir-, «Sözün söylendiği yerin dışında kendisine delâlet ettiğidir.» [31] Tarifinde, sözün delâleti için biricik yot olarak zihindeki manayı göz önünde bulundurmuşlardır. Şayet manaya hüküm olarak da muvafık ise, buna mefhum-İ muvafık ismi verilir. Şayet muvafık değilse, ona da mefhum-i muhalif denir. [32] Bu iki mefhumun her birinin kendisine bağlı fer´leri vardır. Mefhum-i muvafık şayet kabui edilme ve değerlendirme hususunda evlâ olan manaya delâlet ediyorsa buna «fahva´l-hitab (söylenen sözün muhtevasına giren) » İsmi verilir. «Onlara «öf» bile deme» [33] nassmın ebeveyni dövmenin haramhğtna delâlet etmesi gibi. Çünkü onlara «öf» demek haram kılmmtşsa onları dövmek evle-viyetle haramdır. Şayet eşit manaya delâlet ediyorsa ona da «lahnu´l-hitab (söylenen sözden anlaşılan mana) » ismi verilir: «Gerçek yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş ofurlar. Onlar çılgın bîr ateşe (cehenneme) gireceklerdir.» [34] âyetinin, yetimlerin mallarint yakmaya da delâlet etmesi gibi. Çünkü haram kılınmaktan maksat, yetimlerin mallarının telef edilmesidir. Bunun yenilmesi suretiyle olsun, yahut yakılması şeklinde olsun aynıdır. [35]

Mefhum-i Muhalif de birkaç kısımdır. Bu kısımların en önemlileri şunlardır: Mefhum-i vasfı, mefhum-i şartı ve mefhum-i hasrî. [36]

Mefhum-i vasfînin çerçeveei genişletilerek sadece sıfat ile yetinilme-miş aksine, vasıf ifade eden hal, zarf ve sayı gibi hususlar da şümulüne alınmıştır. [37]

Sıfata misal: «Eğer bir fasık size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir millete fenalık edersiniz de sonra ettiğinize pişman olursunuz.» [38] Bu âyetin mefhumu, muhalifinden fâsık olmayanın getirdiği haberin iç yüzünü araştırmamamız gerektiği anlaşılmaktadır.[39] Şayet fısk yerine adalet ile nitelenen biri bir haber getirirse onu hemen kabul eder ve haberine hüsn-ü zan besleriz. İşte âlimler buna dayanarak adalet sahibi bir kişinin rivayet ettiği bir haberi kabul etmemizin vacib olduğunu çıkarıyorlar.

Hâl´a misal: «Ey iman edenler, sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın. Tâ ki (ayık olup) ne dediğinizi bilinceye kadar.» [40]Âyetten maksat mü´miniere sarhoş edici şeyleri yasaklama hususunda tedriçtir. Namaza, ancak ayık iken; namaz kılanın ne dediğini bilecekken yaklaşılır. Kişs sarhoşken yaptığını şuurlu olarak yapmaz. Onun için sarhoş oldukları halde mü´minlerin namazı caiz olmaz.

Zarfa misal: «Arafattan indiğiniz zaman Meş´ar-i Haram´da anın.» [41] Âyet, Allah´ın özel olarak zikredileceği mekânı belirtmiştir. Şayet bu mekânın dışında bir yerde Allah zikredilirse, istenenin dışında birşey yapılmıştır. [42]Taabbûdî olan bîr hususun illeti aranmaz. Çünkü Şâriin istediği şekilde onu yerine getirmek, Allah´a itaat etmeye bir delildir. Onu arttırmak da, eksiltmek gibi ma´siyettir ve işi yerli yerine oturtmamaktır. Yüce Allah´ın «Hacc bilinen aylardır» [43] sözünde de aynı şey söylenir. Bu, hacının ihrama gireceği zaman zarfının tayindir. Şayet bu ayların dışında ihrama girerse haccı sahih olmaz. [44]





Üçüncüsü: Cinsi tarif eden « Jt » takısı ile marife kılınan ister müfret olsun ister çoğul olsun umum ifade eder. Müfrede misâl: «Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin.» [45] çoğula misâl-, «Mü´mtnler saadete ermişlerdir.» [46]

Dördüncüsü: İzafet ile marifelik kazanan çoğul. Misâl: «Allah çocuklarınız hakkında sîze vasiyet eder...» [47] «Mallarından sadaka el.» [48]

Beşincisi: Şart isimleri: Misâl: «Bunları yapan günaha girmiş olur.» [49]

Altıncısı: Nefi siyakında gelen nekre. Misâl: «Hazinesi Bizim katımızda olmayan hiçbir şey yoktur.» [50]

Bu kelimeler onları tahsis eden bir durum varid olmadıkça umum ifade eder. Tahsis ediciler ise pek çoktur. Öyle ki bazı âlimler, tahsisi kabil olmayan ve umum üzere kalan bir nassın olmadığını tasavvur ederler. [51] es-Suyûtî, umum ifade etmek üzere kalan bir misal bulmaya gayret etmiş ve onu şu âyette bulmuştur: «Sizlere, analarınız, kızlarınız, kızkardeşleri-niz, halalarınız, teyzeleriniz.........haram kılındı.»[52] Bu mahremlerinhepsinde umum devamlıdır. Aslında umum üzere kalanı bulmak için bu kadar yorulmaya gerek yoktu. Umum üzere kaian âmm Kur´anda mevcuttur. Lâkin tahsisi istenen amma nazaran umum üzere kalanı daha azdır. Kesinlikle umum ifade etmek üzere kalan ve ne tahsis ne de tebdile ihtimali olmayana misâl olarak şu âyetlerde geçen ilâhî kanunları verebiliriz-. «Her diri şeyi sudan yarattık.» [53]«Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere nzıkları Allah´ın üzerinedir.» [54]«Her ümme-tin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık bir saat geri de kalamazlar, öne de geçemezler.» [55]

Gerçekten çoğu zaman umum ifade eden bir hüküm geldi mi, onun umum ifade etmesini engelleyen bir karine beraberinde mevcuttur. Misâl: «Medinelilere ve eivarlarındaki çöl bedevilerine, Rasûlullah´ın emrine aykırı hareket etmek (ve yaptığı savaştan geri kalmak) uygun olmadığı gibi, kendisinin,, bizzat katlandığı zahmetlere onların da katlanmaya rağbet etmemeleri yaraşmaz.» [56] Burada Medine ehlinden ve çöl bedevilerinden ancak cihada gücü yetenler kastedilmiştir. Âciz olanları bu ifade kapsamaz. Çünkü akıl, onların, bu hükmün dışında kalmalarını gerektiriyor. «Bu beyti hacc (ve ziyaret) etmek Allah´ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.» [57]âyetinde de durum aynıdır. Burada da ancak mükellef olanlar kastedilmiştir. Çocuk ve deliler bunun şümulüne girmez. Akıl, bunu gerektirir. Kendisiyle husus kastedilip ifadeye güzellik ve düşünceye açıklık kazandıran belâğî bir maksatla umum olarak getirilen de vardır. Şu âyetle olduğu gibi: «Yoksa onlar Allah´ın fazlından insanlara verdiği şeylere (nimetlere) karşı haset mi ediyorlar.?» [58] Burada insanlardan maksat tek kişidir ve o da Allah´ın Rasûlü Muhammed (s.a.v.) dir. Âyette tekil değil de çoğul getirilmesi, onun insanlık için en üstün örnek olmasıdır.

Şayet Allah Peygamberine «Ey Peygamber, Allah´tan sakın» [59] şeklinde hitap ediyorsa, vaz´î delâlet yoluyla hitap bütün ümmete şâmil değildir. Başka bir delil ile onları kapsar ki o da, ona uymakla emrolunmaları-dır. Ama hitabın ona has olduğuna delâlet eden bir delil varsa o zaman ümmet hitabın şümulüne girmez.

Övme ve yerme âm olanı umum dışına çıkarmaz. Misâl: «Altını ve gümüşü yığıp ve biriktirip de onları Allah yolunda harcdmayanlar (yok mu) İşte bunlara pek acıklı bir azabı muştula.» [60] «Hakikaten iman edip de iyi amel (ve hareket) lerde bulunanlar (a gelince): Onların konaklan da firdevs cennetleridir.» [61]

b- Kur´an´ın hâssına gelince, o, tek bir ferde delâlet eden - Muhammed gibi - yahut neviden birine delâlet eden - adam gibi - yahut da belli bir kemiyet ve sayıya delâlet eden - iki, on, bin ve kavim, millet, gurup gibi - lafızlardır. [62] Kur´an´ın hâss lafzı mutlak veya mukayyet olabileceği gibi emir veya nehiy de olabilir.




ip-iikten ayirtedilmesinin ne anlama geldiği kapalı kalacak ve çeşitli ihtir nal-ler sözkonusu olacaktı.[63]

Ya da mücmeli açıklayan ondan ayrı olarak başka bir âyette gelir. [64]Meselâ: «O gün birtakım yüzler Rablerine bakıp parlayacaktır.» [65] âyeti, kıyamette Allah´ın görülmesinin caiz olduğuna delâlet etmektedir. İşte bu âyetle, «Gözler O´nu görmez (O´nu bihakkın idrak edemez) » [66] sözü açıklanmış olmaktadır. Çünkü bu âyetin aslında Allah´ın görülmesini r.ed mi ettiği yahut O´nu ihata edip kapsamayı mı reddettiği açık değildi ve bunların her ikisi de muhtemel idi. [67]

Mücmelin açıklanması, Peygamber sünneti ile de olabilir. [68] Çünkü Kur´an ve Sünnet daima hakkı ibraz hususunda biribirlerine yardımeı ve destek olurlar. Öyleki onlardan her biri diğerinin umûmunu tahsis ve icma-lini tebyin eder. [69]

Bu daha çok sözlük manalarından alınıp şer´î manalarda kullanılan kelimelerde vaki olur.: «Namaz» gibi. Namazın söz ve fiillerini Rasûlullah (s.a.v.): «Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, öylece kılın.» hadisi ile açıklamıştır, Zekatın miktarlarını da Rasûlullah açıklamış yine hacc esnasında nasıl davranılacağını o bildirmiştir. [70]

Yine[71] âyetinde geçen nin ne olduğunu o açıklamış ve şöyle buyurmuştur: «Hiçbir gözün görmediği, kulağın duymadığı ve beşerin kalbinde tahayyül etmediği; (kısacası) bildiğinizin (üstünde) birşeydir.» [72]

Sünnetin Kur´an´ı desteklemesi ve mücmelini açıklamasıyla ilgili olarak İmam Ebul-Hakem b. Berrecan [73]«el-İrşad Fî Tefsîri´l-Kur´an» isminde bir eser yazmış ve şöyle demiştir: «Peygamber (s.a.v.) ne demişse Kur´an-dandır; uzak veya yakın aslı onda mevcuddur. Anlayan onu anlamış olsun, anlamayan anlamamış olsun o, mutlaka vardır.» [74]



Nass Ve Zahir


Nass ile, söylenişine sebep olan asıl manaya kendi sigasıyla delâlet eden kastedilir.[75] Yüce Allah´ın: «Allah aiış-verişi heial ve ribayı haram kıldı» [76] âyetinde olduğu gibi: Bu söylenişte kastedilen asıl mana; helal olan a!ış-verişle haram olan faiz arasında her türlü benzerliği reddetmektir. [77]

Bu hükümle amel etmenin gerekliliği bedihîdir. Çünkü bu, Kur´an´ın hedef aldığı şeylerdendir ve Kur´an´ın ifadesinin ona delâleti apaçık bir şekilde ortadadır. ;

Zahire gelince, onunla başka bir şeye muhtaç olmadan kendi ibaresinden hemen anlaşılan kastedilir. Lâkin kendisinden anlaşılan mana siyakından asıl olarak kastedilmiş değildir. [78] Yüce Allah´ın şu sözünde olduğu gibi: «Sizin için helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet adaletli olamayacağınızdan endişe ederseniz bir tane ile yetinin.» [79] Bir karîneye baş vurmaksızın akla gelen ilk mana, kadınlardan helal olanlarla evlenmenin mubah olduğudur. Lâkin âyetin siyakından asıl olarak kastedilen bu değildir. Çünkü âyetin söyleniş sebebi, sayıyı dörde veya bire inhisar ettirmektir.

Zahir ile de amel etmek vacibtir. Çünkü lafız, görünürdeki manasından ancak bir karine ile başka manaya çekilir. Şayet karine var ise, görünürde olan mananın başkası ile amel edilir. [80]



senecek durumda birşey kalmamıştır. Şayet veya denilseydi, bu mana ifade edilmemiş olurdu. O zaman ifade, saca ak düşmenin genelde (yani beyazlığın siyahlıktan fazla olduğu) manasından ötesi anlaşılmazdı. sözü de bunun benzeridir. Yani ateş evin tamamını sarmıştır. Tamamını kaplamıştır. Her tarafını sardığı gibi ortası da alev almıştır. Ama dediğinde bu mana ifâde edilmez. Aksine, evin ateşe tutulması ve bir zaman evin tamamını kapsadığı ve her tarafının içerisinde olduğu anlamına gelmez. Kur´an´dan bunun benzeri Yüce Allah´ın «Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık.» [81] âyetidir. Burada fışkırmak mana yönüyle kaynaklar içindir. Ama lafız yönüyle, tutuşmanın boşa isnad edilmesinde olduğu gibi burada da şumulluluk ifade edilmiştir. Yani yer tamamen kaynaklar olmuştur ve her yerden su fışkırmaktadır. Şayet lafız zahirine hamledilip veya denilmiş olsaydı bu mana ifade edilmemiş olurdu. 0 zaman mana, suyun yeryüzünün çeşitli yerlerinde bulunan kaynaklardan fışkırdığı şeklinde olurdu. [82]

Bu metni - uzunluğuna rağmen - olduğu gibi nakletmeyi tercih ettik ki, yapacağımız tasarruflarla düşüncesinin güzelliğini bozmuş olmayalım. Böylece ortaya çıkmıştır ki - bu ifadeleriyle - Kur´anî tasvire tutkundur. Üstün hayallerine düşkündür. Her ne kadar asrının belagat ehli gibi Kur´an´ın cüz´i bir anlık bakışı üzerinde durur ve genel özelliklerini tam olarak kapsamıyorsa da alıcı; uyum içerisindeki üslûbunun idrakindedir.

Daha sonra el-Vâsıtî er-Rummânî [83] (öl. H. 384) «el-İ´câz» isimli kitabıyla gelir. Aslında bu kitabında er-Rummânî yeni- bir görüş getirmiş değildir. Kur´an üslûbu için daha üstün bir araştırma da değildir. Daha sonra el-Kadî Ebû Bekr el-Bakıllânî (öl. 403) gelir ve «İ´cazu´l-Kur´an» isimli meşhur eserini yazar. el-Bakıllânî bu kitabında Kur´anî belagatın konularının çoğunu almıştır. Ancak kitabının genişliğine ve şumulluğuna rağmen çağında i´caz konusunda hakim düşüncenin tasvirinden başka birşey değildir. Kitapta kelâmı meselelere o kadar yer verilmiştir kî bu eser, Kur´an´da-ki sanat güzelliğini inceleme özelliğini yitirmiştir.

Bütün bunlardan şu neticeye varıyoruz ki, Kur´an´ın belağatini araştıran eski âlimler, sırf sanat ortamının çok uzağında bulunan pek çok mesele ile uğraşmışlardır. Böylece konu başlıkları ve taksimata dalmaları, Allah Kitabının tasvir ve ifadesinde kullandığı ve ruhları silkeleyip duyguları coşturan ve gözyaşlarını çoğaltan ortak genel özelliklerini idrâk etmelerine fırsat vermemiştir.

Ancak son asırdaki Arap edebiyatı atılımı araştırmacıların gözlerini, Kur´an-ı Kerim´deki sanat güzelliği unsurlarına dair yeni makalelere çevirmiştir. el-Menar´ın sahibi Reşid Rıza´nın Kur´an´ı anlama konusunda başarılı bakışları vardır. Üstadı Muhammed Abduh´un da aynı şekilde başarıları mevcuttur. Reşid Rıza, kendi tefsirinde onun bu görüşlerine yer vermektedir. Mustafa Sadık er-Rafiî´nin de «Tarihu Âdâbi´l-Arab» isimli kitabının ikinci cildinde bu alanda parlak sözleri olmuştur. er-Rafiî bu cildi Kur´an ve nebevî belağate tahsis etmiştir. Bütün bunlardan sonra Seyyid Kutub´un «et-Tasvîru´l-Fennî fi´l-Kur´an» isimli kitabında Kur´anî güzelliği anlama hususunda zekîce buluşları, doğru istinbatları ve olgun fikirleri mevcut olup bu konulardaki görüşlerini gayet parlak bir uslûb ile anlatmıştır.

Mustafa Sadık er-Rafiî, Kur´anda mûsikî nazım konusuna özel bir İlgi göstermiş ve görüşünü şöyle belirtmiştir: «Onda mevcut olan mûsikîyi kimse ortaya koyamaz. Harflerinin ses ve mahreçleri itibariyle mevcut tertiplerinden ve seslilik ile sessizlik, şiddet ve rahavet, tefhîm ve terkik gibi hususlarda biribiriyle tam bir uyum içerisinde olmalarından dolayı bu musikî ancak kendisine hastır.» [84]

Görüşünün daha iyi anlaşılabilmesi için serdettiği misallerden bazısını zikretmemiz gerekiyor. Şayet nazım içerisindeki Kur´an lafızlarını inceleyecek olursan görürsün ki sarfı ve luğâvî harekeleri kelimenin vazedilişi ve terkib içerisinde fesahat yönüyle harflerin kendilerinin mecrasındadır. Onlardan bazısı diğer bazılarına zemin hazırlar ve biribirlerine destek olurlar. Onları harflerin sesleri ile tam bir uyum içerisinde görürsün. Musikî nazımda onlarla tam bir ahenk sağiarlar. Hatta bazen harekenin, herhangi bir sebebten dolayı telaffuzu ağır olabilir. Ona tatlılık ve akıcılık kazandırıla-maz. Hatta bazen sözde hem harf ve hem de hareke yönünden eksiklik payı vardır. Ama bu durumda olan bir harekenin Kur´an´da kullanılışına şaşarsın. Görürsün ki ondan önceki harf ve harekelerin sesleri dilde ona zemin hazırlamış ve onu çeşitli nağme ve musikî ile kuşatmıştır. Öyleki o ortam içerisinde telaffuzu ağır olan hareke artık bir tatlılık ve incelik kazanır. Artık tam yerli yerinde kullanılmıştır ve bu yerde hafif telaffuzu ve güzelliğiyle en uygun harekedir.

Buna misal olarak kelimesinin çoğulu olan kelimesini ele alalım. Bu kelimede ötre harekesi, hem nûn hem de zâl´da ard arda geldiği için ağırdır. Kaldı ki bu harflerin kendileri dile ağır gelen harflerdir. Özellikle sözde fasıla olarak geldikleri zaman. Bütün bunlar ağırlığı




kün değifdir. Hatta bunları isbatlayan deliller sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bu konular, Kur´an´ın beiağatinden çok Kur´an felsefesine girer. Ayrıca fesahat ehli olan Arablara bunlarla meydan okunmamıştı. Kur´an Arablara, üslûbuna benzer getirmek, ifadesi gibi ifade etmek, ulaşılamayan tasvir gücüne ulaşmak hususunda meydan okumuştu. Bu yüce Kitabın i´cazı, ancak onun sihridir. Onun bu sihri, vahyin ilk döneminde kafbleri etkilemiştir ve henüz o zaman teşri ile ilgili âyetleri, gaybî konularda haber verişleri ve hayatla insan hakkındaki büyük küllî bakışı inmiş değildi.

«Kur´an İlimleriyle ilgili gelenekçi kitaplardan birine - Meselâ es-Su-yûtî´nin el-İtkan´ına - selef âlimlerine nisbetle i´caz vecihlerînden biri olması itibariyle ondan sadece Kur´an´ın üslubuyla ilgili olanları çıkarmak için şöyle bir göz gezdirecek olursak birçok konuyla karşılaşırız. Bu konuların başlıkları, çağımız i´caz anlayışımızın ileri sürdüklerine birçok işaretler vardır. Lâkin konular okunduğunda Kur´an´ın güzelliğiyle ilgili,detaylı bir malumatla karşılaşmayız. Ancak şu görüşe varırız ki; eski âlimlerimiz meseleleri konulara ve maddelere ayırmaya ve az sayıdaki misallerden birçok belagat kaidesi üretmeye fazla düşkün idiler. İşte es-Suyutî, «el-itkan» ına Kur´an belağatini ilgilendiren bütün konulan, sayısı küçümsenemeyecek önceki kitaplardan emanet ve ihlasla nakledip derlemiştir. Bu kitabında Kur´an´ın teşbih ve istiaresini, kinaye, ta´riz, hakikat ve mecazını, hasır ve ihtisasını, i´câz ve itnabtnt, haber ve inşâsını, cedel, mesel, ve yeminlerini incelemiştir. Hemen hemen Kur´an´ın edebî sanatlarıyla İlgili ne varsa hepsini kitabına dercetmiştir. Öyle ki, neredeyse müfessirlerden birinin Kur´an güzelliğiyle ilgili nerede güzel bir sözü varsa onu kaçırmamıştır. Ama - uslûb unsurunu üstün tutmamız ve i´câzda onu temel unsur olarak almamıza rağmen - bu geleneksel konu ve araştırmalardan Kur´an´ın gerçek sihir kaynağını bulamıyoruz. Ancak şuna kuvvetle inanıyoruz ki bu sihir, Kur´an üslûbunun kendisinde saklıdır. Her parça ve sahnesinde mevcuttur. Şimdi de «el-Itkan» in bazı başlıklarıyla Kur´an´dan delilleri ve es-Suyutî´nin yorumlarını ele alalım ve sonra da kendi anlayışımızı ve bizee güzellik yerlerini serdedelim. Başlıklarımızın aynı olmasında bir sakınca yoktur. Çünkü dış ve şeklî ıstılahlar, Kur´an´ın içte ve derinde olan ruhaniyetinden birşey de­ğiştirmez. [85]



Kur´an´da Teşbih Ve İstiare


es-Suyutî bu konuda teşbihin tarifini, edatlarını ve iki tarafı yönü itibariyle kısımlara ayırır. Hatta teşbih yönü itibariyle onu müfred ve mürekkeb olmak üzere ikiye ayırarak şöyle der: «Mürekkeb teşbihte, biribirine eklenmiş durumlardan çıkarılmasıdır.» «... Koça koca kitaplar taşıyan eşeğin hali gibi» [86] Burada teşbih eşeğin ahvalinin toplamıdır ki o da, kitaplarıtaşıma yorgunluğuyla birlikte en faydalı şey olan kitaplardan istifade hususunda eşeğin mahrum olmasıdır. Yine «Dünya yaşayışının hali gökten indirdiğimiz bir su gibidir....» sözünden tâ «sanki dün de yerinde yokmuş gibi onu ta kökünden koparılıp biçilmiş bir hale getirmişiz...» [87] sözüne kadardaki misalde olduğu gibi. Burada on cümle vardır ve terkip hepsinin toplamından meydana gelmektedir. Öyle ki bunlardan biri kaldırılacak olursa teşbih zarar görür. Çünkü burada maksat çabuk son bulma, nimetlerinin tükenmesi, insanların ona aldanması gibi yönlerden dünya hayatının ahvalini, gökten inerek çeşitli bitkileri yeşerten ve oniarın güzelliğiyle tıpkı kıymetli elbiseler giyinerek süslenen gelin gibi yeryüzünü süsleyen yağmurun ahvaline benzetmektedir. Nihayet onun sahipleri, onun âfetlerden korunmuş olduğunu sanırlar. Ama birden Allah onu kesip kavurur; sanki dün hiç yokmuşçasına.» [88]

Dünya hayatının teşbihi üzerinde bir miktar duralım. Benzetme yönünü bulma hususunda es-Suyutî isabet etmiştir. Ama bu tablodaki - hemen zail olacak kısa dünya hayatı tablosu - gerçek güzellik konusuna gelince, es-Suyutî on cümlenin biribiriyle ilgileri ve her cümlenin ihtiva ettiği farklı zamanlarda çizilen haya! tablosunun eni ve boyu konusunu incelemiyor. Çünkü tasvir edilen genel tablodaki merhalelere uygun olarak hayalî tabloları bu arzedişteki farklılıklar mürekkeb teşbihin bir cüzü değildir. es-Suyutî sadece genel manayı zikretmiş ve bunda muvaffak da olmuştur. Bu arada bizim de tasvirin onda geciktiği ve yavaş davrandığı yahut hemen ona doğru kayıp süratli bir şekilde davrandığı merhalelere işaret etmemiz gerekiyor ki fırça ve renklerle tasvir edilemeyen bu mu´ciz Kur´an tablosu kuru ve cansız kefimelerle çizilip tamamlansın.

Bu tabloda, bitki merhalelerinin arzedilîşinde kısaltıct ve sürati ifade eden vesileler kullanılmıştır. Hemen ardından gelmeyi bildiren «fe» tabloları büyük bir süratle gözler önüne seriyor: Yağmur yukarıdan iner inmez hemen yeryüzü biribjrine dolanan bitkilerle örtülüyor. Birden insanlar meyvelerini yemeye ve hayvanlar otlamaya koyuluyor. «Dünya hayatının hali, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki onunla yeryüzünü insan ve hayvanların yediği bitkileri hemen örtüveriyor.» Lâkin yeryüzünde yaşayıp onun bu can alıcı bitkilerinden faydalananları bir gurur .tutuveriyor ve devamlı yaşaya-caklarmış gibi eğlenceye dalıyorlar. Sanki yeryüzünü ve kendilerini onda ebedî kılma gücüne sahip imişlercesihe. Ondan faydalanmaya dalıyorlar. Nimetler içerisinde yüzüyor ve parlaklığından büyüleniyorlar. Burada şekillerin evveli bilinip nihayeti bilinmeyen tabloların uzayıp gidişini ifade kullanılmıştır. Böylece insan gururunun vasıfları uzayıp gidiyor. Ondaki her vasıf ağır ve gecikici bir ifade taşıyor. Yere gelince, o, iki defa dehşete kapılıyor ve iki harekette bulunuyor: Bir arıda cilvesinin günündeki gelin gibi cicili-bicili oluyor. Süslenmenin ardına ardına koşuyor ve onu şevkie istiyor. Kendi süslenmiyor ama süslendiriyor. Yeryüzündeki insanlara gelince onlar da kabardıkça kabarıyor; kasıldıkça kasılıyorlar. Tekebbürlerinden yanakları kan patlayacakmış gibi kızıllaşıyor. Zan ve hayal mahsûlü olsa bile yeryüzünde herşeye güç yetinebileceklerine İnanıyorlar. Lâkin zan, haktan birşey ifade etmez ki. Bu uzun umutlar, hepsi ama hepsi bîr göz kirpisi kadar geçici ve hayal mahsulü. Hemen yok olup gidecekler. Gece veya gündüzün bir anında o yere Allah´ın emri gelir ve bu yalancı hayaller bir anda yok oluverir. «Onun emri, bir şeyi dilediği zaman, ona ancak «ol» demesinden ibarettir. O da oluverir.» [89] Bir bakarsın ne o şa´şaa ve ne o güzellik vardır. O gururlu insanlar, tahayyül edilemeyecek kadar za-vailıîaşmışlardir. O yerdeki ot ve nağmeler yok olmuş o yemyeşil otiar çer-çöpe dönüp rüzgarın önünde savunulmaktadır. «Yer zinet ve ihtişamını takınıp süslendiği, sahipleri de ona (biçmeye, yemişlerini, mahsûllerini toplamaya) herhalde kadir olduklarını sandıkları bir sırada geceleyin veya gündüzün ona {don gibi, kasırga gibi, sel gibi) bir âfetimiz gelivermiştir ki sanki dün de yerinde yokmuş gibi onu tâ kökünden koparılıp biçilmiş bir hale getirmişizdir. İşte biz düşünecek bir kavim için âyetleri böyle açıklarız.» [90]

es-Suyuti bundan sonra aynı başlık altında istiareden bahseder ve rükünleri itibariyle onu beş kısma ayırır. Her kısım için de bol bol misai getirir. Nihayet «Nefeslendiği dem sabaha ki» âyetine gelince onu, duyularla algılanabileni, duyularla algılanabilen için yine duyularla algılanabilir bir vecihle istiare babına sokmuştur. Şu sözü bunu açıklamaktadır: «Nefesin azar azar çıkması, fecrin yavaş yavaş doğuşu için istiare olarak alınmıştır. Burada nefesin çıkışı ile fecrin doğuşu tedriç yoluyla aynı şekilde gelişmektedir ve bunun hepsi duyularla algılanabilir durumdadır.» [91] Ama es-Suyutî buradaki teşhis sanatının Kur´an´da apaçık olan alametine dikkat çekmeyi kaçırmıştır. Bu âyette sabaha hayat verilmiştir. Sanki o, nefes alıp veren bir canlıdır. Hatta duygu ve coşkuları olan bir insandır. Onun aralıklardan doğup parlayarak gülümsemesiyle ve yavaş yavaş nefes almaya başlamasıyla hayatta dirilmeye ve parlamaya başlar. es-Suyutî Yüee Allah´ın: «Hayır, Biz hakkı batılın tepesine (indirip) atarız da o, bunun beynini parçalar.» [92] sözünü okuduğunda bunda sadece akılla algılanabilen için aklî bir vecihle duyularla algılanabileni istiare olarak görür. Atmak ve beyni parçalamak istiare olarak alınmışlar ve her ikisi de duyularla algılanabilir şeylerdir. Hak ve bâtsl ise kendileri için istiare yapılan şeylerdir ve ikisi de aklîdir.» [93] Atmak ifadesinin söylemek istedikleri ve beyni parçalamak-ta ki parlaklık bu izah iie kapalı kalmaktadır. Lâkin nassın güzelliği, neredeyse kendi kendisini açıkça anlatacaktır. Âyette - mücerred bir mana olan - hakkın daha çok güçlü ve sert bir cisme benzetildiğini ve onun, zayıf ve güçsüz olan bâtılın tepesine bir darbe indirmesiyle bâtılın neredeyse yer bir olup ruhunun çıkacağın! tahayyül ettiğimiz zaman bu misalde hem tec-sim, hem teşhis ve hem de tahyîl bir araya gelmiştir. Tecsim, hakkın ağır darbe ile tasvir edilmesinde, teşhis, hakkın batılın beynine vurup onu parçalamasında, tahyîl ise, vurma hareketinin anlattığı ağırlık çeşidini, sonra beyne vurulması ve beynin parçalanmasının tasavvurunda mevcuttur. Bu şiddetli sesler, sanki kırılıp ufaltılan bâtılın kemiklerinin yankısıdır. es-Suyu-tî, cehennemin vasfı ile ilgili olarak Yüce Allah´ın şu sözlerini okuduğu zaman: «Onun içine atıldıkları zaman onun kaynar haldeki bed sesini işittiler. Öfkesinden hemen hemen çatlayacak gibi olur o.» [94] Bu parlak tabloda akılla algılanabileni duyularla algılanabilen için bir istiareden başka birşey görmez. Halbuki bu tabloya hayat ve hareket kazandıran âyette cehennemin teşhisidir. Cehennem kin ve öfke ile doludur, mücrimler kendisine atıldıkları zaman bu kinini boşaltmak istemektedir. Sanki onların o çirkin görünüşlerine tahammül edip sabred em emektedir. Onun için de homurdanıp sesler çıkararak ve fıkır fıkır kaynayarak alevlerinin diliyle onları yalamaktadır. Neredeyse o kararmış yüzlerine tahammül edememesinden dolayı öfkesinden göğsü çatlayacaktır. Bu tabloda sadece aklî olan birşey hissî olan birşey için istiare yoluyla kullanılmış değildir. Aksine cehenneme bir insan şahsiyeti istiare alınmıştır; cehennem vicdanî tepkiler göstermekte ve duygusal hareketlerde bulunmaktadır. Ağlayıp feryat edenler gibi sesler çıkarmaktadır. Öfkelenip hiddetlenmektedir. Keskin duygulara sahip bir cana sahiptir.

Kur´an´ın edebî tabloları hususunda geçmiş âlimlerin yapmış oldukları tahsillerin, bu Yüce Kitabın güzelliğini duymalarına imkân vermediğini İddia ediyor değiliz. Bizim söylemek istediğimiz: Onların bu güzellği duymaları haliyle, belâğî kaideyi birinci planda tutan metodlarına göre idi. Lâkin kai-deleştirmenin pekçok zararı vardır. Bunlardan en önemlisi de duygu donukluğudur ki, böylece çizilen tablonun sanat değerini kaybetmesine sebeo oluyor. Onun için geçmiş âlimlerimizden Kur´anî suretin güzelliğini ortaya çıkaran bazı tahlillerini takdirle anmayı bir görev biliyoruz. es-Suyutî «Şimdi sen ne i!e emrolunuyorsan (kafalarını çat-latırçasma) apaçık bildir.» [95] âyetini açıklarken belagat ehlinin, «tebliğ et» yerine «(kafalarını catlatırcasına) apaçık bildir» kullanılarak bu husus-daki istiare konusuyla ilgili olarak görüşlerini özetler. Onun yaptığı yorum, burada istiarenin, hayallendirme ile birlikte mücerred manevî birşeyin bir nevi tescimi olduğunu idrak ettiğine işaret etmektedir. O şöyle demektedir: Camı kırma anlamı taşıyan ve dolayısıyla duyularla algılanabilen kelimesi, tamamen aklın algıladığı «tebliğ» için kullanılmıştır. Hiç şüphesiz kafalarını çatlatırcasma apaçık olarak bildir manasında olan «es-Sad´» her ne kadar tebliğ etme manasına ise de «tebliğ et» kelimesinden daha beliğdir. Çünkü kafalarını çatlatırcasma anlatmanın etkisi, tebliğ etmenin etkisinden daha güçlüdür. Bazen tebliğ etkili olmayabilir, ama kafalarını çat-latfrcasına apaçık anlatmak mutlaka etkili olacaktır.» [96] Sanki es-Su-yutî başka bir ifade ile şöyle demektedir: Rasûlullah (s.a.v.) in kendisiyle emrolunduğu tecsim edilmiş ve çabuk kırılan, yarılma ve kırılmaya kabil olan bir nesne olmuştur. O halde onu güçlü bir şekilde fırlatıp parçalasın. Bu ifadeyi okuyan okuyucuya da öyle tahayyül edilir ki, bu kırılıp dağılan nesnenin seslerini duyurmaktadır. Bu, onun tebliğinin, kalbleri etkileyip onla ra nufûz ettiğini gösteren en etkin ifadedir. Bu istiarenin zevkine varışını şu âyette de gözlemek mümkün: «Derken orada yıkılmak isteyen bir duvar buldular da o, bunu doğrultuverdi.» [97] es-Suyutî şöyle diyor: «Duvarın yıkılmak üzere meyletmesini o memleket halkının hak yoldan ayrılışlarına benzetmiş ve akıl sahiplerinin özelliklerinden olan «isteme» yi duvara nis-bet etmiştir. [98] Yine «Hepiniz, toptan sımsıkı Allah´ın ipine sanlın. Parçalanıp ayrılmayın.» [99] âyetini açıklarken şöyle diyor. Kulun Allah´tan yardım dilemesini, O´nun koruyuculuğuna olan güvenini ve kötülüklerden kurtulmayı, bir çukura yuvarlanan kişinin yüksekten sarkıtılan ve sağlamlığına güvendiği halata tutunmasına benzetmiştir.»\ es-Suyutî «O gün biz onları biribiri içinde dalgalanır bir halde bırakmışızdır.» [100] âyetini açıklarken de şöyle demektedir: «Aslında dalga suyun hareketidir. İsti öre yoluyla hareketleri için de dalga kullanılmıştır ki bu kelime şaşkınlıklarını ve bu şaşkınlığın çokluğunu en şümullü şekliyle içine almaktadır,» [101] Özet olarak tecsim, teşhis ve tahyîl´i geçmişlerin kullandığı «teşbih, istiare ve benzeri» ifadelerle değiştirmek istemiyoruz. Çünkü bu gibi değişik isimlendirmeler, konunun özünü ortaya çıkarmayan şekilciliklerdir. Oysa biz Kur´a-nî tablolardaki canlılık, hareket ve sanat uyumunu görmek istiyoruz. Bu, gizlenemeyecek kadar apaçıktır ve ihmal edilemiyecek kadar güçlüdür. O halde duygulara hitap eden yahut hayalî olan tabloyu ifade ederken tercih edeceğimiz ifade, ya eskilerin, canlılık ve ruh taşıyan ifadeleri olacak ya da kapalılıktan uzak ve kolay; hayatı, bizzat kendi fırçasıyla ve parlak renkleriyle çizen modern ifadeler olacaktır. [102]



Mecaz Ve Kinaye


Teşbih ve istiare konusundaki incelememizde Kur´an´tn ifade metodunu tasvir ederken eski âlimlerimizin - Aiiah onlardan razı olsun ve onları razı etsin, ayrıca ilimlerinden bizi müstefid etsin- bir miktar düzeltme yapmamıza ihtiyaç vardı. Bu miktarda bir düzenleme teşbih ve istiare için kaçınılmazdı. Bu iki konu dışında kalan konuların tasavvur ve anlaşılmasında tadilata ihtiyaç yoktur. Onları eski kitaplarda bulundukları şekliyle inceleyebiliriz. Çünkü bu konular gene! düşünce yahut veciz ifadeye girmektedir ki, eskiler bunun taksimatında ve ona bol bol misal vermede büyük bir mesafe katetmiş ve onu eşit olarak her nassta terkibin ruhundan anlamış­lardır. Bu hususta teşbihle ilgisi bulunmayan genel mecaz, kinaye ve ona işaret çeşitleri, İcaz, musâvât ve ıtnab, haber inşâ ve buna benzer konulardaki incelemeleri biribirine eşittir. Bu konularda ve delillerini inceleme sırasında özel zevkine dayanarak eski mefhumlara birşeyler ekleme isteğinde olan çıkabilir. Lâkin onun yapacağı bu ilaveler konunun temel karakterini değiştirecek nitelikte olmayacaktır. Çünkü geçmiş âlimlerimiz bu hususta bizden daha çok asıl kaynağa yakın idiler ve Arap dilinin uslûb özelliklerini ve bilhassa Kur´an üslûbunu incelemeye bizden daha yetkili idiler. Herhangi birimizin, onların mülâhaza ve rehberliklerine yapacağı ilâve, aslında onların ateşinden bir bir kıvılcım ve nurlarından bir parıltıdan başka birşey değildir.

Kur´an´ın mecazından bahsettiklerinde onlara kulak verelim ve mecazî ifade şekilleri hakkında hoş karşıladıklarını hoş karşılayalım. İlgi yönü benzeme olan aklî mecaz hususunda onlarla beraberiz. Bu, terkiblerde vuku-bulmuştur. Kelimenin sözlük manasının dışında kullanılışı olan ve müfred kelimede sözkonusu olan ve lugavî mecaz olarak isimlendirdikeri mecaza biz de katılıyoruz. Ama burada mecazların her birinin kısımları hususunda onlarla beraber konuya dalmıyoruz. Bunun tafsilatı için belagat kitaplarına müracaat edecek ve yine de getirdikleri misallerin bir kısmını zikrederek onlara tabi olacağız. Aklî rnecâz, iki tarafından biri hakiki ve diğeri hakiki olmayandır. Yüce Allah´ın «Artık onun anası «Hâviye» dir.»[103] sözünde olduğu gibi. Bunun açıklamasında şöyle demişlerdir: «Annenin isminin «el-Hâviye» olması mecazdır. Yani nasıl anne çocuğunun işlerini üstleniyor ve ona sığınak oluyorsa cehennem de kâfirlerin işlerini üstlenir ve onlar için bir dönüş yeri sığınaktır.» [104] Bu, gerçekten yerinde bir anlayıştır. Özellikle sadece bu terkib üzerinde durur ve onu beraberindeki âyetler içerisinde mütalaa etmezsek tam yerindedir. Ama onu beraberindeki âyetlerle alır ve hepsini bir arada okursak: «Ama kimin detartılan hafif gelirse, artık onun anası «Hâviye» (uçurum) dir. Onun mahiyetini sana bildiren nedir? harareti çetin bir ateştir.» [105] Tablonun tamamından başka lâtif bir mana ortaya çıkmaktadır. Manevî ameller tes-cid edilmiş ve maddî ölçülerle ölçülmüştür. Meğer, o çok hafifmiş, terazinin kefesi hemen yukarı kalkmıştır. Onun hafifliğinin ve kefenin yukarıya kalkışının karşılığı ancak cehennem dibinde kızgın ateşler içerisinde derin bir uçurumdur. Suçlu kişinin ondan başka anası ve sığınağı yoktur. Ne kötü sığınaktır o!

Bütünün ismini cüz için kullanmak lugavî mecazdandır. «Ölüm korkusuyla yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar.» [106] âyetinde olduğu, gibi. Burada parmaklardan maksat, parmak uçlarıdır. İfadede parmakların kullanılmasındaki nükte, kaçışlarındaki mübalağa olup bu, parmak uçlarını kulaklarına tikayışları alışageldiklerinin dışında bir tıkamadır. Aynı zamanda bu, psikolojik durumlarını ortaya koymaktadır. Öyle bir korkuya kapılmış sağa-sola kaçışıyorlar ki, ne yapacaklarını bilemiyorlar.

Bazi âlimlerin Kur´an´da mecazın varlığını reddetmeleri gerçekten gariptir. «Zahiriyye, [107] Şafiî´lerden, İbnu´l-Kass [108] Maiikîlerden İbnu Hu-veyzmendâz [109] bunlar arasındadır. Onlara göre mecaz, yalanın kardeşidir ve Kur´an bundan münezzehtir. Konuşmacı ancak daralınca ve hakikati getiremeyince mecâze başvurur. Bu ise´Allah için muhaldir.» Lâkin Kur´-anî üslûbun güzelliğinin zevkine varanlar bu şüphenin bâtıl olduğukanaa-tındadırlar. «Şayet Kur´an´dan mecaz kaldırılırsa, güzelliğinin bir kısmını yitir. miş sayılır. Belagat ehlinin hepsi, mecazın hakikattan daha beliğ olduğunda ittifak etmişlerdir. Şayet Kur´an´da mecazın bulunmaması gerekli olsaydı onda hazfın, îe´kidin ve kıssaların tekerrürü île başka hususların da bulunmaması gerekirdi.» [110]

Bazı âiimler kinayeyi mecazın bir çeşidi kabul ettiklerinden Kur´an´da mecazın, bulunmadığını ileri sürenler kinayenin de mevcut olmadığını söylerler. Lâkin kinayenin anlamı mecazın anlamından farklıdır. O, öyle bir lafızdır ki onunla manasının gereği kastedilir. Buna göre o, Kur´an´da pek çoktur. Çünkü remz ve işaret hususunda usiûbların en beliğidir. Manayı sarahaten söylemenin uygun düşmediği yerde Kur´an´ın, manaya rumuz-farla işaret etmesinde bir hedefi vardır. Allah evlilik ilişkisinden - tenasülden - bahsetmek isteyince «Kadınlarınız sizin tarlalannızdır. O halde taria-niza dilediğiniz gibi geiin,» [111] sözünde ondan «tarla» diye sözeder. Ka-n-koca arasındaki İlişkinin niteliğini tamamlamak için - ondaki içli-dışlı olma ve içiçeliği- her birini diğerine eibise olmakla ifade eder. «Onlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.» [112] Bize ifade edebini öğreten şu âyetler de bu kabildendir. «Yahut kadınlara dokunursanız...» [113] «Oruç (günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı.» [114]«Vaktaki o, (eşini) örtüp bürüdü, o da hafif bir yük yüklendi de...» [115] Bu gibi konularda en güzel kinayelerden biri de şudur: «Onlarki mahrem yerlerini korurlar.» [116] Çünkü burada mahrem yerden maksat, elbiselerin açık yerleridir. [117]İnananların elbiseleri şüphe için açılmaz. İnanan kadınların da zırhları kötülük için açılamaz. Aksine inanan erkek ve kadınlar tertemiz insanlardır, elbiseleri temizdir. Etekleri iffetlidir. Yüce Allah´ın şu sözünde ifade ettiği şekliyle: «Elbiseni (bundan sonra da) temizie (mekte devam et.) » [118] Buradaki temiz tutmaktan maksat, nefs iffeti ve etek temizliğidir. [119] Onun için bu nevi İfadeye «kinayeden kinaye» diye isim verirler. Yüee Allah´ın şu sözünün tevilinde de müfessirler aynı şeyi söylerler: «Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza eden İmran kızı Meryem´i de (Allah bir misal olarak irâd etti.) Biz bundan doiayı ona Ruhumuzdan üfür-dük.» [120] Namusunu muhkem bir kale gibi muhafaza etmesi, eteğinin temizliğinden ve tam olan iffetinden kinayedir. [121]

Kinaye Kur´an´da, kesin netice konusunda önemi olmayan mukaddimelerle yetinme için de kullandır. Aslında kullanılan ifadelerle netice bellidir ve onu açıkça zikretmeye ihtiyaç yoktur. «Ebu Leheb´in iki eli kurusun. (Kendisi de) kurudu (helak oldu ya) »[122] misalinde olduğu gibi, bu, onun cehennemlik olduğundan kinayedir. Onun varacağı yer alevdir. «Hem odun hammalı olarak! (Karısının boynunda bükülmüş bir ip de olduğu halde.»[123] Karısı dedikodu taşır, onun varacağı yer de cehenneme odun olmaktır. [124] Eli de bağlanmış olarak. Açıktır ki burada kinaye tasvir edilmek istenen akibeti bir çırpıda özetlemiştir.

Kur´an-ı Kerim Allah´ın zat ve sıfatlarıyla ilgili büyük dîni hakikatferi kinaye yoluyla remz ve işaretle anlatmaya büyük önem verir. Bu öyle bir uslûbtur ki mübalağa ona güzellik verir. Çünkü o, mücerred düşünceyi maddi şekle yaklaştırmaktadır. Böylece onda mübalağa belağate ve korkutma hayale dönüşür. Allah, cömertlik ve kereminin genişliğiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: «Hayır, (Allah´ın) iki eli de acıktır. Nasıl dilerse öyle infak eder.» [125] Bu anlamı, kulun israfından ve malı sağa-sola sa­vurmasından kinaye olarak aynı kelimeyi kullanmayı tercih ederek şöyle buyurur: «Onu büsbütün de açıp saçma.» [126] Yani infâk ve vermede aşırı gidip hiçbir hususta elini intaktan çekmeyip uzatan gibi alma. Rumuzun kullanıldığı bu ortamda, gaybî meselelerle ilgili kinaye güzelliğini «anahtarlar» da arayabiliriz: «Gaybın anahtarları O´nun yanındadır. Kendinden başkası bunları bilmez.» [127] Yine rızıkların ve kaderlerin ezelîliğiyle ilgili kinaye güzelliğini «hazineler» kelimesinde bulabiliriz: «Hiçbirşey (hariç) olmamak üzere (hepsinin) hazineleri bizim nezdimizdedir. Biz on (lar) ı malum bir miktar dışında indirmeyiz.» [128]

Kur´an-ı Kerim bazen kinaye remzinin yanında durmayan, aksine onu geçip tarize vanp konuşan bir tabloyu hayalinde canlandırmanı ister. Kinayede lafız zikredilip manasının gereği kastediliyor idiyse, ta´rizde lafzı zikreder ve manasından olmayan birşeye işaret edersin. «Bu sıcakta savaşa çıkmayın, dediler. De ki: Cehennemin ateşi daha sıcak.» [129] misalinde olduğu gibi. Şayet sözü zahirine göre alacak olursak Cehennem sıcağının fazlalığını ve onun dünya sıcağından daha fazla olduğunu haber vermektir. Halbuki bu, Kur´an´a muhatap olanlar tarafından biliniyordu ve kas­tedilen sadece bu olsaydı onu zikretmeye bile ihtiyaç yoktu. Lâkin gerçek hedef, sıcaklığın fazlalığı bahanesiyle savaştan geri kalanları ta´rizdir.,Onların cehenneme döndürüleceklerini ve onun o benzersiz ısısıyla karşılaşacaklarını onlara haber vermektir.

Âyetten anladığımız budur. Lâkin es-Sübkî. «el-İğrîz fi´l-Farkı beyne´l-Kinayeti ve´t-Ta´rîz» [130] isimli kitabında bu iki uslûb arasındaki anlayış metoduna uyarak başka bir yol takip eder ve şöyle şöyle der: «Kinaye, kendi manasında kullanılan ve onunla manasının gereği kastedilen lafızdır. Manada lafzın kullanılması hasebiyle o, hakikattir ve sözlük manasının dışında bir mana ifade etmesi caizdir. Bazen de kendisiyle mana kastedilmez, aksine, gerekilen ile gereken kastedilir ki, o zaman mecaz olur. Misal: «De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır.» Aslında burada kastedilen cehennem ateşinin daha sıcak olduğunu haber vermek değildir. Çünkü onun böyle olduğu malumdur. Aslında bununla onun gereği kastedilmiştir

ki o da, onların varacakları yer o ateştir. Cihad etmedikleri takdirde onun sıcaklığıyla karşılaşacaklardır. Ta´rîze gelince, başkasına işaret olsun diye kendi manasında kullanılan lafızdır. Misal: «Belki bu işi onların şu büyüğü yapmıştır.» [131] Burada iş, ilâh olarak edinilen putların büyüğüne isnad edilmiştir. Çünkü akıllarıyla bir değerlendirme yapsalar, putların büyüğünün de bu işi yapmaktan âciz olduğunu bilirler. Halbuki ilâh âciz olamaz.» [132]Hiç şüphesiz telvih ve ta´rizin manası «Belki bu İşi onların şu büyüğü yapmıştır.» sözünde açıktır. Lâkin «De ki: Cehennem daha sıcaktır.» sözünde de daha az açık değildir. Onun için bu misallerin her ikisi de kinaye­den daha beliğ olan ta´rîz için misal olmaya elverişlidir. [133]



Kur´an´ın Ahenginde İ´caz


Kur´an - her sûre ve âyetinde, her bölüm ve fıkrasında, her tablo ve kıssasında ve her başlangıç ve sonucunda - âheng ve musikî ölçülülükle dopdolu üslubuyla mümtaz bir mevkidedir. Öyle ki bu konuda bir sûreyi diğerinden üstün tutmak, yahut bir bölümü ile diğeri arasında mukayese yapmak büyük bir hatadır. Lâkin bir sûrenin özei bir anlatıma sahip olduğuna işaret edince, apaçık bir uslûb mucizesini takrir edip onu delil ve misallerle te´yid ediyoruz demektir. Değilse, o, ahenk ve nağmelerinde varlık musikîsinin çeşitliliği kadar çeşitlidir.

Nesir ve şiirin meziyetlerini hep birden ihtiva eden Kur´an anlatımının fevkaladeliğine işaret ederken - Üstad Seyyid Kutub´la birlikte- şu sözlerini tekrar edersek herhalde hatalı davranmış olmayız: «Kur´an-ı Kerim, ne-sirin ve şiirin özelliklerini bir araya getirmiştir. Tek kafiye ve şiirin tefîlât vezinlerini bir tarafa bırakarak bununia genel hedeflerinin hepsini ifade etmekte tam bir hürriyete sahip olmuştur. Aynı zamanda şiirden iç musikîyi, tefaîle ihtiyaç bırakmayan vezinde yakın fasılaları ve kafiyelere ihti­yaç bırakmayan tek kafiyeyi almış ve bunları sözkonusu ettiğimiz özelliklere eklemiştir. Böylece nesir ve şiirin özelliklerini bir araya getirmiştir.» [134] .Bu iç musikî âyetlerinden her bir âyetinin tek kelimesinde bile mevcuttur. Neredeyse her biri, -ahenk ve nağmesiyle- parlak veya sönük renkleri ince veya kalın gölgesi oian tam bir tabloyu yalnız başına tasvir etmektedir.Şu âyette sözkonusu edilen, Allah´a bakan mutlu yüzlerin parlaklığından daha parlak bir renk ve asık suratlı kötü yüzlerin kararmişlığmdan daha asık ve çirkin renk gördün mü?: «Nioe yüzler vardır ki, o gün güzelliğiyle parıldar. (O yüzler), Rablerine bakarlar. Niee yüzler de vardır ki, o gün somurtup kararmıştır. (Böylece kararmış yüzler, başlarına gelecek felaketle) bel kemiklerinin kırılacağını anlarlar.» [135] Mutlular tablosunda kelimesi en parlak rengi yalnız başına tasvir etmekte ve kötüler tablosunda kelimesi en çirkin rengi yalnız başına tasvir etmektedir.âyetinde tekrar edilen «sin» harfinin fısıltısını duyduğumuz zaman hafif bir gölge ve çıkardığı yumuşak sesle içimizde bir ferahlık duyarız. Gönlümüz.ona bir yatkınlık duyar. Ama âyetini [136] okuduğumuz zaman veya kelimelerinin yerinde kullanılan kelimesinde çekilen «ye» harfinden sonra korkutucu ve insanın içini daraltıcı «döl» harfinin korkutuculuğu ve uyarısı kalbe korku salıyor.Allah Teâlâ´nin[137] sözünüokuduğumuz zaman bu tablodaki bütün sesteri de canlandırıp sürüne sürüne uzaklaşmayı ifade eden kelimesinden başkasına sözlükte rastlayamazsın. Sanki ateşin o korkunç sesini ve neredeyse kişiyi yakalayacağını hisseder gibisin.[138]sözünde geçen kelimesini duyduğun zaman cehennemi saran öfke sanki seni de sarıyor.el-Hakka s

hafız_32
Sat 25 September 2010, 03:29 pm GMT +0200
el-Hakka sûresinin fasılalarının çoğunda tekerrür eden sessiz «he» yi tekrar okuduğunda içinde bir huzursuzluk duyarak okursun [139] sözlerine gelir bunları da okur ve saltanatı kaybolan kişinin, solundan kitabım alan kişi olduğunu unutursun. Ne sen ve ne de saltanatın! Âyetleri böyle bir huzursuzluk ortamında okursun.[140] sözlerini okuduğun zaman irinli suyu yudumlamaya çalışan kâfirin bu çirkin durumundan dudaklarının çekildiğini ve bir tiksinti duyduğunu hissediyorum. kelimesinde tiksinme ve nefrete sebep olan bir ağır davranış ve gecikme duyarsın.[141] âyetinde geçen kelimesinin katılığını hissettiğini duyuyorum. Neredeyse, o kötülerin yüzükoyun yere serilmiş ve o halde bırakılmış olduklarını, kimsenin onlara aldırış edip değer vermediğini gözünün önünde canlandıracaksın,

720. et-Tekvîr sûresi: 15-18. Âyetlerin mealleri: «Andederim o (geceleri} geri dönüp (aydınlık saçan) ekip akıp yuvalarına giden (yıldız)lara..Karanlığa yoneidiği zaman ge­ceye, nefeslendiği dem sabaha..,»

Bütün bunlar, tam bir tabloyu ifade eden tek kelimede verilebiliyorsa, acaba kelimelerin bir uyum içerisinde olan âyetin yahut bütün âyetleri belli bir düşünce etrafında kenetlenen sûrenin durumu nasıldır?

Kim Allah Teâlâ´nın: «Üzerinize ateşten (dumansız) bir yalınla (kara) bir duman salıverilecek. Öyleki birbirinizi kurtaramayacak, yardımlaşama-yacaksmız.»[142] âyetini okur da sonra bu tek âyetin atmosferinde ateş kıvılcımlarının uçuştuğunu ve kötü kimselerin buradan oradan kaçışmaya çalışırken başlarının üzerinde alevlerin uçuştuğunu tahayyül etmez. Kim Kur´an-ı Kerimden - Uzun olsun kısa olsun, Mekkî olsun Medenî olsun - bir sûre okusun da onun o parlak üslûbu kalbini uyarmasın, onun o hayret verici ahenk ve ölçülülüğü duygularını sarsmasın,

Meselâ kişi bir «er~Rahman» sûresini okursa hayretler içerisinde sorar: O uyum içerisinde devam eden ahenk ölçülülüğü nereden başlıyor; başından mı, ortasından mı yoksa sonlarından mı? Sonra bir bakıyor ki musikî ahenk hepsini kaplamış: Fasılalarında, makta´lannda, lafızlarında, harflerinde", anlatım akışında velhasıl en küçük parçasında; harfinde bile bir ölçülülük ahenk vardır.

Bu temele göre Kur´an´ın - gerek her sûre bir bütün olarak ve gerekse rastgele ineeleneeek cüzler - arasında tam bir ahenk ölçülülüğüne sahip oluşu ona eşsiz bir makam kazandırmıştır. Bu temel üzere Kur´an´dan çeşitli dualardan bazı tavırlar aktarmak istiyoruz. Böylece ondaki o oezbedici âhenkte büyüleyici noktaları kendi kulağımızla duymuş olacağız.

Dua - tabiatı tibariyîe - Allah´a yükselen hitabın bir çeşitidir. Yakara-rak dua eden kişinin yaptığı duanın gönlüne hoş gelmesi ancak sözlerinin seçilmiş olmasıyla gerçekleşir. Hiç şüphesiz Peygamber (S.A.V.) Me´sûr dualarında duaya başladığı zaman sözlerini kesik kesik söylemeye, latif secilere yahut parlak tıbaka ya da şifa verici âhenge önem verdiği görülür. Kur´an-ı Kerim ise, Peygamberin, sıddîkların ve salih kimselerin dili üzere bir dua irâd etti mi mutlaka en tatlı nağmeler ve parlak büyüleyici bir uslûbla irad eaer! Rağbet yahut korku olarak, bir şeyi arzu ederek veya. ondan irkilerek, İyiliğe bir an önce kavuşma yahut bir kötülüğün giderilmesini istiyerek salih kimselerin Kur´an´da yakarışlarının pek çok olduğunu hatırladığımız zaman, Allah´ın Kitabînin her bölümünde mevcud olan ahengin sırlarını idrak etmiş oluruz.

Dua arasında yükselen nağme her kelimesinde bir tablo çizmesi ve her seda da haya! için geniş bir alan açması Kur´an´ın büyüleyiciliğinden-dir. Meselâ - Hz. Zekeriyya´nın duasını okuduğumuz zaman - her kelimede irkilen, ağızdan her çıkan kelimede korkusunun bir cüzünü ve nurun bir parıltısını dile getiren saygı değer bir yaşlı kişi tasavvur ediyoruz. Bu saygı değer yaşlı zat - vakarına rağmen - coşkulu duyguları olan, kesik ve titrek

sesli, uzun nefesli biri olarak karşımıza çıkıyor ve kelimelerinin yarlkısı kalblerimizde derin etkilere sebep oluyor. Hatta Zekeriya (a.s.) in kederini, elemini ve neslinin kopukluğa uğraması korkusunu dile getiren, mihrabta ayakta durmuş namaz kıldığı bir sırada aczini ifade ederek Rabbının adını gizli bir sesle anması ve sabah - akşam Rabbının adını tekrar etmesi şeklinde yapılan bu samimi duası taşlaşmış kaibleri bile harekete geçirecek durumdadır. O, bu duasında samimi ve pâk bir inançla yanmış kişinin durumunu dile getirerek şöyle diyor.

«Ey Rabbim, hakikat ben... Benim kemiğim yıprandı. Başımın saçı tutuştu. Ey Rabbim, ben sana dua etmem (neticesinde) etmişsem bedbaht {ve mahrum) olmadım. Gerçekten ben, akramdan (yerime gelecek) akrabamdan endişeye düştüm. Karım da kısırdır. Onun için bana bir çocuk ihsan buyur. Ki bana da mirasçı olsun. Rabbim Sen onu çok rızâ sahibi kıl.» [143] . .

Kalem, her âyetin fasılasının şeddeli «ye» ile bitmesindeki ve dururken tenvinin elife dönüşmesindeki tatlılığı ifade etmekten âcizdir. Şiirdeki ıtlak elifi gibi telaffuz edilen bu yumuşak ve sesi salıveren elif, Rabbını gizli sesle çağırıp dua eden Zekeriyya´nın duası kelimeleriyle tam bir uyum içerisindedir.

Bu müzikal ortamın tamamını, kimsenin bulunmadığı bir yerde yalnız başına Allah´a yakaran bir Peygamber tasavvur ederek duyduk. Neredeyse göklere yükselen bu gizli seslere kulak kabartacak ve onları dinieyece-ğiz. Ya bir de, Allah´ın kendilerini «göklerin ve yerin yaartılışında düşünen» akıl sahipleri dîye nitelediği sıddîk ve salihier topluluğunu tasavvur edersek, evet erkek-kadın, genç ve yaşlılardan müteşekkil olan bu cemaat, beraber yükselen bir koro halinde ve yumuşak seslerle Allah´a yakarışlarını tasavvur edelim. Hep birden şöyle diyorlar:

«Ey Rabbimiz. Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen (bundan) pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru. Ey Rabbimiz, gerçekten sen kimi o ateşe sokarkan şüphesiz onu hor ve hakir edersin. (Orada) zalimlerin hiç bir yardımcıları da yoktur. Ey Rabbimiz, doğrusu biz, «Rabbinize inanın» diye imana çağıran bir davetçiyi işitip hemen imana geldik. Ey Rabbimiz, artık bizim günahiaımızı yarlığa. Kusurlarımız: ört, canımızı da iyilerle beraber al. Ey Rabbimiz, Senin peygamberlerine karşı bize vd´dettiklerini ver bize. Kıyamet günü yüzümüzü kara çfkarma. Şüphe yok ki sen asla sözünden dönmezsin.» [144]

´(Rabbimiz» kelimesinin tekrar edilmesi kalbleri yumuşatmakta ve onlarda imana tazelik kazandırmakadir. Kendisinden önce «elif» bulunan «râ» harfinin üzerinde durulması, sesin yumuşak ve terennümle çıkmasına sebep olmakta ve kulaklara saz tellerinin en tatlısından daha tatlı gelmek tedir!

Bu iki duanın tavrında yumuşaklık ve tazelik var ise, Kur´anî diğer bazı dualarda bir heybet ve korku vardır: İşte Hz. Nuh (a.s.), gece-gündüz demeden kavmini hakka davet ediyor. Gizli açık onlara öğüt vermekte ısrar ediyor. Onlarsa küfür ve inatlarında ısrar ediyorlar. Hidayetten âdeta kaçıyorlar. Kendisi anlattıkça onların sapıklık ve inatları artıyordu. Hz. Nuh ne yapsın! Artık onlardan ümit kesmişti. Haliyle öfke ile ve hınç dolu söz-lerie dolup taşacak ve bu sözler, o heybetli musikîsi ve sert ölçüleriyle yüzlere çarpacaktır. Kavminin helakini içeren bu duasını okurken öyle sanı­yorum ki, dağların un ufak olduğunu, göğün bir hınçta yüzünü ekşittiğini, denizlerin coşan dalgalara sahne olduğunu tahayyül ediyorsun. Şöyle diyor:

«Ey Rabbimiz, yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma! Çünkü eğer Sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar. Kötüden, öz kâfirden başka da evlat doğurmaz(lar). Ey Rabbimiz, beni, anamı, babamı, iman etmiş olarak evime giren kimseleri, (kıyamete kadar gelecek) erkek mü´minleri ve kadın rnü´minleri Sen yariığa. Zalimlerin helakinden başka bir şeyini de arttırma.» [145]

Kur´an´ın bazı tablolarında öfkeli ve kızgın hançereleri bütün hınç, sıkıntı, kısıklık ve boğukluğuyla mahbus seslerini çıkarmalarına müsaade eder. Bu hançereler pişman olmuş kâfirlerindir ve hesap günü durumları budur. Şimdi de alevlerin yüzlerini yaladığı o mücrimlerden bir topluluğun sözlerini dinleyelim. Pişmanlıklarını dile getirerek kesik ve boğuk seslerle İçlerindeki sıkıntıyı boşaltmaya gayret ediyorlar. Sanki bununla bellerini çökerten yükü hafifletecek ve çektikleri şiddetli azabı azaltacaklar: Kiyamet günü artık yaptıklarına pişman olmuşlar ve şöyle yalvarıyorlar :

«Ey Rabbimiz, hakikat biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar, demişlerdir (diyeceklerdir). Ey Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver. Onları büyük bir lanetle rahmetinden kov.» [146] Kur´an-i Kerim´deki ahengi ortaya koymak için, yukarıda anlatılanların dışında dua «örneklerine» yer verecek olursak sözü uzatmış olacağız. Burada meseleye kısaca dokunmak istedik. Zaten bu kitabımız da bundan daha fazlasına müsait değildir. Çünkü bu kitapta hedefimiz, ilk plânda Kur´an ilimlerine yönelmektir. Bu hedefimize uygun olarak Kur´an ilimlerinin birçoğuna temas ettik. Tarihî devirlerini nazar-ı itibara alarak onları incelemeye çalıştık. Sonra sözü uzatmadan tasvir, ifade ve akıllan hayrete düşüren sanat uyumu hususlarında Kur´anİ i´câzdan sözettik.

Bundan sonra... Ahengin durumu Kur´an´da işte bu: Onda fasıla, şiirdeki kafiye gibi tefîlâîla ve vezinlerle kıyaslanıp hareke ve sükûnierte kurallara bağlanmıyor. Onda nazım, boş sözlerle uzatmalara yahut fazlalık ve tekrarlara, ya da hazıf ve eksikliklere dayalı değildir. Onda lafızlar uydurmaca olarak oraya getirilmiyor ve kapalılık ile garabet düşünülmeden yan yana istif edilmiyor. Aksine onda fasıla-her türlü kayıttan bağımsızdır. Nazım, hiç bir sanata esir değildir. Sözler, her türlü kapalılıktan uzaktır.: O, maksadını eksiksiz ve tam olarak yerine getiren bir uslûbtur. Yumuşaklık yahut sertlik, serinkanlılık yahut coşkululuk bu görevini ifâ etmesini engellemez. Fidanlıkları sulayan suyun akışı gibidir o. Yahut kaîbleri etkisine alan şiddetli rüzgar gibi .engel tanımadan eser de eser! [147]








--------------------------------------------------------------------------------

[1] el-Itkan, 2/316.

[2] el-Burhan, 2/161.

[3] el-Itkan, 2/319.

[4] Bu metni es-Suyutî, nakletmektedr. Bk. el-ltkan, 2/323.

[5] Bk. e!-Burhan, 2/159.

[6] Bk. es-Suyutî Tabakatu´l-Müfessirîn, s. 30-31; Şezeratu´z-Zeheb, 2/260-261; Tarihu Bağdad, 2/162.

[7] Muhammed sûresi: 54.

[8] Sâd sûresi: 29.

[9] Fahru´d-Din Muhammed b. Umar er-Râzî: H. 606 yılında vefat etmiştir. (Bk. Vefeya-tu´1-A´yan, 1/474).

[10] Muhammed b. Muhamrned b. Mustafa b. Ahmed b. et-Tahavî: H. 982 yılında vefat etmiştir.

[11] Ebu´l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefî: H. 710 yılında vefat etmiştir.

[12] el-Hazin, Alâu´d-Din Aiî b.´ Muhammed b. İbrahim el-Ekrğdâdi: H. 741 yılında vefat etmiştir.

[13] Fâtır sûresi: 32.

[14] Geri kaviller için bk. el-ltkan, 306. İbnu Kesîr, 3/254-256.

[15] İslâm Ansiklopedisi´nde mutezile ile ilgiü sakıncası olmayan bir inceleme vardır, Bk. Ertcyclop. de l´islam, art. Muîazila 111/841-7.

[16] Tefsiru´l-Keşşaf, 1/26-27.

[17] el-Keşşâf, 1/28. Muhammed b. Bahr el-lsfahânî´nin [Öl. H. 322) «Camiu´t-Te´vtl li Muhkemi´-Tenzîl» isimli eseri de Mutezile tefsirlerinin meşhuriormdandır. -Ibnu´n- Nedim´in de belirttiği gibi - ondört cilttir. Ancak matbu olanı, er-Râzî´de nakledildiği miktar olup Said el-Ensörî tarafından seçilip derlenmiş ve ayrıca basılmıştır.

[18] en-Nisâ sûresi: 55.

[19] Tefsîru´ş-Şeyhn-Ekber, 1/152.

[20] et-Bakara sûresi: 63.

[21] Rûhu´l-Moânî, 1/282.

[22] e!-Hadîd Sûresi: 13.

[23] Dr. Subhi es-Salih, Kur?an İlimleri, Hibaş Yayınları: 231-238.

[24] el-Burhan, 3/175.

[25] el-ltkan, 2/52.

[26] ei-Bakara sûresi: 196.

[27] ei-En´am sûresi: 145.

[28] el-Burhan, 2/206.

[29] el-Hadîd sûresi: 4 .

[30] ei-Burhan, 2/206.

[31] et-ltkan, 2/53.

[32] e!-!tkan, 2/53.

[33] el-İsrâ Sûresi: 22. (Bk. el-ttkan, 2/53).

[34] en-Nİsâ sûresi: 10,

[35] Bedru´I-Mütevellî Abdulbösıt, Muhaclarât fî Usûli´l-Fıkh, 1/181.

[36] el-ltkan, 2/53.

[37] el-ltkon, 2/53. -563. e!-HucÛrat sûresi: 6.

[38] el-Hucurat süresi.6.

[39] el-ltkan, 2/53.

[40] en-Nisâ sûresi: 43.

[41] el-Bakara sûresi: 198.

[42] el-ltkan, 2/53.

[43] el-Bakara sûresi: 197.

[44] el-ltkan, 2/53.

[45] ei-Maide sûresi; 38. .

[46] el-Mû´minûn süresi; 1.

Not: Bu konuda geçen misaller âyetlerin arapcalorıyla karşılaştırıldıklarında daha

iyi anlaşılırlar,

[47] en-Nisö Sûresi: 11.

[48] et-Tevbe sûresi-. 103.

[49] el-Furkan sûresi: 68.

[50] el-Hîcr sûresi: 21.

[51] Kadı Celâluddin el-Bulkinî şöyle demektedir. «Bunun misali-yani umum ifade et­mek üzere kalanın misali - hemen hemen yoktur. Çünkü her umum İfade edeni tahsis eden birşey tahayyül edilebilir. Meselâ «Ey insanlar Rabbinizden sakınma sözünden, mükellef olmayan çıkarılır ve bu onu tahsis eder. Yine «Ölü eti size haram kılındı» sözünün kapsamından, mecburiyet hali ve balık ile çekirge çıkarılır ve bunlar onu tahsis eder.

[52] en-Nisâ sûresi: 23.

[53] el-Enbiyâ sûresi: 30.

[54] Hûd sûresi: 6.

[55] Yûnus sûresi: 49.

[56] et-Tevbe sûresi: 120.

[57] Âlu İtnrân süresi: 97.

[58] en-Nisâ sûresi: 53.

[59] ei-Ahzab sûresi: 1.

[60] et-Tevbe süresi: 35.

[61] el-Kehf sûresi: 107.

[62] Hallaf, a.g.e., s. 224.

[63] el-Burhan, 2/215.

[64] el-ltkan, 2/31.

[65] el-Kıyame sûresi: 22-23.

[66] el-En´am sûresi: 103.

[67] el-Burhan, 2/216.

[68] el-ltkan, 2/31.

[69] el-Burhan, 2/129.

[70] el-ltkan, 2/131; Kars. el-Burhan, 2/184.

[71] es-Secde sûresi: 17.

[72] el-Burhan, 2/130.

[73] Abdusseiam b. Abdurrahman b. Abdisselâm: ibnu Berrecan olarak bilinir. Kendi cağında dil ve nahiv bayrağının taşıyıcısıdır. H. 627 yılında vefat etmiştir. (Bk. Buğye-tu´l-Vuât, s. 306; Şezeratu´z-Zeheb, 5/124.)

[74] el-Burhan, 2/129.

Dr. Subhi es-Salih, Kur?an İlimleri, Hibaş Yayınları: 239-248.

[75] Hallâf, İlmu Usûli´1-Fıkh, s. 189-190.

[76] e!-Bakara sûresi: 275.

[77] Hallaf, a.g.e., s. 138.

[78] Hallaf, İlmu Usûli´l-Fıkh. s. 188.

[79] en-Nisâ sûresi: 3.

[80] Hallaf, a.g.e., s. 189.

Dr. Subhi es-Salih, Kur?an İlimleri, Hibaş Yayınları: 249.

[81] el-Kamer sûresi: 12.

[82] Delâilu´i-İ´câz, s. 79-80. Ayrıca bk. Şerîf er-Radî, Telhîsu´l-Beyân, s. 220.

[83] Sözkonusu risalesi el-Hattabî´nin aBeyanu İ´câzi´l-Kur´an» ve Abdu´l-Kahir el-Cürcâ-nî´nin «er-Risaletu"ş-Şâfiye» isimli risalesiyle «en-Nuketu fî İ´câzi´l-Kur´an» ismi altında Kahire´de basılmıştır.

[84] er-Rafiî, Tarihu Adâbi´l-Arab, 2/225.

[85] Dr. Subhi es-Salih, Kur?an İlimleri, Hibaş Yayınları: 256.

[86] el-Cum´a sûresi: 5.

[87] Yûnus sûresi: 24.

[88] el-lîkan, 2/70,

[89] Yasin sûresi: 82.

[90] Yûnus sûresi: 24.

[91] ei-ltkan, 2/74.

[92] el-Enbiyâ sûresi: 18

[93] el-ltkan, 2/74.

[94] el-Mülk sûresi: 7-

[95] el-Hİcr sûresi: 94.

el-Hİcr sûresi: 94.

[96] el-ltkan, 2/75.

[97] el-Kehf sûresi: 77.

[98] el-ltkan, 2/76; Kars. el-Burhan, 2/291: Ibnu Kuteybe, TeVtlu Müşkili´l-Kur´an, s. 10.

[99] Âlu İrtıran sûresi: 103. Bk. el-ltkan, 2/76.

[100] el-Kehf sûresi: 100.

[101] el-ftkan, 2/74; Kars. Mecâzâtu´l-Kur´an, s. 217.

[102] Dr. Subhi es-Salih, Kur?an İlimleri, Hibaş Yayınları: 256-260.

[103] el-Karia sûresi: 9.

[104] el-lîkan, 2/60.

[105] el-Karia sûresi: 8-11.

[106] ei-Bakara sûresi: 19.

[107] Bunlar zahir ehli olup daima nasslann zahirini esas kabul ettiği için ez-Zahiri ola­rak şöhret bulmuş Davud b. Ali b. Halefin etbaıdır.

[108] İbnu´l-Kass, Ahmed et-Taberî, Ebu´l-Abbas: Şafiî fakîhierdendir. «Edebu´l-Kadi» telifleri arasındadır. H. 335 yılında vefat etmiştir. (Tabakatu´ş-Şafiîyye, 2/103.)

[109] . İbnu Huveyzmendâz: Maliki Mezhebi âlimlerindendir. H. 400 yılı dolaylarında vefat etmiştir.

[110] el-ltkan. 2/59.

[111] el-3akara sûresi: 223. (Bk. ei-ltkan, 2/79).

[112] el-Bokara sûresi: 187 (Bk. el-Burhan, 2/304; Mecâzâtu´l-Kur´an, s. 354).

[113] en-Nisâ sûresi: 43.

[114] ei-Bokara sûresi: 187.

[115] el-A´raf: 189. {Bk. el-Burhan, 2/304).

[116] el-Mü;minûn sûresi: 5,

[117] Bk. el-Burhan, 2/305.

[118] el-Müddessir süresi: 4.

[119] Mecâzâtu´l-Kur´an, s. 353; Te´vîlu Müşkili´I-Kur´an, s. 107.

[120] et-Tahrîm sûresi: 12.

[121] el-ltkan, 2/79. Ayrıca bk. el-Burhan, 2/305-306.

[122] Ebu Leheb sûresi: 1.

[123] Ebu Leheb sûresi: 4-5.

[124] el-Burhan, 2/308.

[125] eİ-Maıde sûresi: 64. (Bk. el-Burhan, 2/308; el-!tkan, 2/79.)

[126] el-İsrâ sûresi: 29.

[127] el-En´am sûresi: 59. (Ayrıca Bk. Mecâzâtu´l-Kur´an, s. 136).

[128] el-Hicr sûresi: 21.

[129] et-Tevbe sûresi: 81.

[130] es-Sübkî, Takiyyu´d-Din Aii Abdu´l-Kâfî: H. 756 yılında vefat etmiştir. «el-İğrîz» isimli kitabı Keşfu´z-Zunûn´da zikredilmiştir. (Keşfu´z-Zunûn, 1/130.)

[131] el-Enbİyâ sûresi: 63.

[132] el-ltkan´dan naklen, 2/81.

[133] Dr. Subhi es-Salih, Kur?an İlimleri, Hibaş Yayınları: 261-265.

[134] Seyyid Kutub, et-Tasvıru´l-Fennî fi´i-Kur´an, s. 86.

[135] el-Kıyame sûresi: 22-25.

[136] Kaf sûresi: 19. Meali: « (Bir gün bakarsın ki) ölüm baygınlığı, gerçek olarak gelmiş. «İşte bu, senin kaçıp durduğun şey» (denilmiş) tir.»

[137] Âlû İmrân sûresi: 185. Meali: « (O vakit) kim o ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa arlık o, muhakkak

muradına ermiş olur.» (Kars. el-Keşşâf, 1/235).

[138] el-Mülk sûresi: 8. Meali: «Öfkesinden hemen hemen çatlayacak gibi olur o.1»

[139] el-Hakka sûresi: 28-29. Mealleri: «Malın bana bir fayda vermedi. (Bütün) saltanatım benden ayrılıp mahvoldu.»

[140] İbrahim sûresi: 17. Meali: «Ona (orada) irinli sudan içirilecektir. Öyle ki o, bunu zoraki içmeye çalışacak, bir türlü boğazından geçiremiyecek...» (Kars. Keşşaf, 2/297).

[141] eş-Şuara sûresi: 94-95. Mealleri: «Artık onlar da, o azgınlar da, İblis orduları da toptan yüzleri koyun (cehennemin) içerisine atılmışlardır,..»

[142] er-Ralıman sûresi; 35. Kars. Ibnu Ebi´l-Usbu´, Badîu´l-Kur´an, s. 222.

[143] Meryem sûresi: 4-6.

[144] Âlu İmrân süresi: 191-194.

[145] Nûh sûresi: 26-2S.

[146] el-Ahzâb sûresi: 47-î

[147] Dr. Subhi es-Salih, Kur?an İlimleri, Hibaş Yayınları: 266-271.

Ayşegül Yıldırım koü
Fri 16 November 2018, 07:19 am GMT +0200
Rabbım sizlerden razı olsun ilminizi ziyadelestirsin.

Bilal2009
Fri 16 November 2018, 11:38 am GMT +0200
Rabbim bizlerin ilmini artırsın Rabbim paylaşım için razı olsun

ceren
Fri 16 November 2018, 04:25 pm GMT +0200
Esselamu aleykum. Rabbim razı olsun bilgilerden kardeşim. ....

Sevgi.
Fri 16 November 2018, 04:56 pm GMT +0200
Rabbim bilgiler için razı olsun inşaAllah