saniyenur
Mon 23 July 2012, 11:55 am GMT +0200
Tecrübe Kaynakları
İslâm ilk defa insanlıkla yüzyüze geldiği zaman, hâkim düzenin meydan okuyuşuna karşı, sahip olduğu tek güç insan fıtratıydı. İnsan fıtratı İlâhî rehberlikten habersiz geçen yüzyılların enkazı altında kalmasına rağmen İslâm'ın yanında yer aldı. însan fıtratı kendini Özgürleştirmeye muktedirdi ve enkazı temizleyebilmesi için İslâm'a olumlu cevap vermesi yeterliydi.
Bu, müstesna insan neslinin, soylu rehberlerinin zirvede oldukları önemli bir devirdi. Söylediğimiz gibi, Allah'ın emrettiği ve hoşnut olduğu bir durumdu. Öyle ki, bu emsalsiz örneğin normal hayat şartlarında gerçekleştirilmesi mümkündü, bu yol izlenerek gelecekte de insan kapasitesinin sınırlan içinde tekrarlanabilirdi.
Bu, çevrenin tabiî bir sonucu değildi; daha çok, takip edeceği yolu, liderini, ileri doğru harekete geçirici itici gücünü bulmuş insan potansiyelinin kullanılmasıyla elde edilmiş bir neticeydi.
Ne var ki, bir bütün olarak insanlık bu mümtaz şahsiyetlerin ulaştıkları zirvede uzun süre kalacak teçhizata henüz sahip değildi. İslâm, yeryüzünde şaşırtıcı bir biçimde, tarihte eşi olmayan bir hızla yayılmış, insanlar büyük kitleler halinde Allah'ın dinine girmişlerdi. Ancak, bu müslüman kitleler, seçkin insanların aldıkları derin, eşsiz ve kademeli eğitimi görememişlerdi. O zaman, İslâm'a bağlılık yemini eden kitlelerde halâ yaşayan, cahiliy-ye devri kalıntılarının etkisiyle, bütün müslümanlar yüksek zirvelerden aşağılara doğru düşmeye başladılar. Yalnızca, insan fıtratının kaynaklarını harekete geçiren ve dosdoğru yolda kurtuluşa erdiren, eşsiz, şümullü ve tedricî bir eğitimden geçmiş o seçkin topluluğun yaptığı gibi büyük bir hamle toplumu yüceltebilirdi.
Sonuçta İslâm toplumu bin yıldan daha uzun bir süre zirvede olmasa da dünyadaki diğer toplumlardan daha üstün durumda kaldı. Gerçekten de, diğer toplumlar İslâm'dan istifade ettiler.
İnsanlık tarihindeki bu emsalsiz ilerleme, sonra bin yıl yükseklerde bir hayat kuşkusuz beyhude bir çaba ya da diğer insanları bozguna uğratmak amacıyla değildi. Bu, arkalarında, ilk karşılaştıklarından çok farklı bir dünya bırakma çabasjydı.
Etkileyip, değiştirmemek hayat ve insan ile ilgili âdetullah'a uygun değildir. İnsanlık, uzun zaman süreci içerisinde bir bütündür, hem de tecrübe birikimini kullanan, bilgi kaynaklarını biraraya toplayan canlı bir organizmadır. Cahiliye örtüleriyle örtülmesine, körlük ve karanlık hâkim olmasına rağmen bu kaynaklar insanlar arasında her zaman ve her yerde kullanılmaya devam edilmiştir.
İlk vahiy yıllarında, İslâm'ın çağrısı, muhatap olarak yalnızca insanın içinde bulunduğu durumla çelişen bir insan potansiyeli bulmuştu. Yalnız, önceki vahiylerin sahip olduğu önemsiz potansiyel bunun haricindedir. Ki, bunlar, İslâm gibi tüm insanlıktan çok belirli kavimlere gönderilmişti. Bugün ise insanlığın hizmetinde bu potansiyelden başka, İslâm'a inanan, onun yönetiminde yaşamış ve İslâm'dan etkilenmiş ilk İslâmî hareketten kazanılmış kaynaklar vardır. Ayrıca, çorak topraklarda elde edilmiş acı insanlık tecrübelerine de sahibiz.
Başlangıçta, İslâm vasıta olarak sadece insan potansiyeline güvenerek karşısına çıkan ilkeleri, fikirleri, değerleri, ölçüleri, sistemleri ve kurumlan bâtıl ilan edip, sonuna kadar onlarla savaştı. Sonra, İslâm, bir İnsan topluluğunda, bir zaman diliminde kendi ilkelerini, fikirlerini, değerlerini, ölçülerini, sistemlerini ve kurumlarını oluşturdu. Bunlar daha sonraları geniş bir İslâm dünyasında uzun zamanlar boyunca uygulandılar. Sonuçta bunlar 1400 yıldır neredeyse bütün insanlıkça tanındı. Uygu-lanmasa, denenmese de bütün insanlık için bir gaye, bir ümit oldular.
Bundan dolayı, İslâm, insanlığa ilk beyan edildiği günkü kadar garip görünmedi. Önceden olduğu gibi, onu duygularına ve âdetlerine aykırı bulmadılar. Şurası bir gerçek ki, insanlık İslâm'ı o eşsiz devirde seçkin ilk müslüman neslin uyguladığı gibi uygulayamadı. Modern çağı da içine alan kimi zamanlarda İslâm'ın bir bölümü uygulanırken özü anlaşılmadı ve öze uygun hareket edilmedi. Diğer bir gerçek de, ilk müslümanların bir adımda ulaştıkları zirveye İnsanlığın halâ düşe kalka tırmanmaya çalışmasıdır.
Bütün bunlara rağmen, insanlık zihnen, İlâhî olarak belirlenmiş yolun gerçek yapısını anlamaya ve izlemeye, ilk vahiy yıUarındakinden daha yatkındır.
Sarih örnekler bu noktayı açıklığa kavuşturacaktır. Bu hususta, ayrıntılara girmeksizin bir kaç örnek vereceğiz. Bunun iki sebebi var; birincisi, bu tartışma İslâm inancı geniş başlığı altında toplanan unsurların kısaca gösterilmesine yöneliktir. İkincisi, ilk îslâmî hareketin tüm insanlık hayatı ve diğer yeryüzü dinleri üzerindeki etkileri o kadar çok, o kadar önemli ve yoğun ki, bir yazarın sadece bir eserinde bunları anlatması imkânsızdır. Bu etkiler o ilk devirden bu yana insan hayatının içine nüfuz etti ve gözleyici, kendini tümüyle göstermeyen bir biçimde bütün insanlığı geniş ölçüde etkiledi.
Kısaca şunu söylemek mümkündür: Yeryüzünde varolan İslâm dini İsimli bu evrensel vakıa, insan hayatında ilgilenmediği tek bir nokta bırakmadı. Etkisinin yoğunluk dereceleri farklı olmasına rağmen gerçekliği inkâr edilemez. Tarihteki büyük olaylardan her biri, doğrudan veya dolaylı olarak bu önemli olaydan -daha kesin söylemek gerekirse- bu geniş evrensel olgudan türemiştir.
Avrupa'da Luther ve J. Calven'in Öncülüğündeki dinî reform hareketi, Avrupa'nın bugün dahi beslendiği rönesans, feodalizmin yıkılışı ve asilzadelerin yönetiminden kurtuluş, İngiltere'de Magna Carta'yı ve Fransız devrimini ortaya çıkaran insan hakları ve eşitlik hareketi, Avrupa'nın ilmî şöhretinin kaynağı tecrübî metod... Genellikle tarihin en büyük gelişmeleri arasında kabul edilen bütün bunlar büyük îslâmî hareket ve esas olarak derin bir şekilde bu hareketten etkilenmiş olaylardan hâsıl olmuştur.
Dr. Ahmed Emin The Dawn of islam (İslâm'ın Doğuşu) isimli kitabında şöyle yazar: İslâm'ın etkileriyle hıristiyanlar arasında meydana gelen hareketlerden biri milâdî. 8. yüzyılda (H. 2-3. yüzyıl) Septimania'da ortaya çıktı. Bu hareket, "insan, günahlarının affı için yalnızca Allah'a yalvarmahdir" diyerek, papazlar önünde günah çıkarma olayına karşı çıktı. İslâm'da ne papazlar, ne keşişler ne de hahamlar vardır, tabiî olarak İslâm günah çıkarma olayını kabul etmez.
Benzer şekilde, dinî tasvirleri ve heykelleri tahrip eden bir hareket (Ikonoklast) ortaya çıktı. Milâdî 8 ve 9. yüzyıllarda (H. 3 ve 4. yüzyıllar) resim ve heykellerin takdisini inkâr eden bir hıristiyan mezhebi kuruldu. Roma imparatoru III. Leo milâdî 726 yılında resimlere ve heykellere tapınmayı yasaklayan, 730 yılında da böyle bir tapınmayı putperestlik sayarak geçersiz kılan bir emir yayınladı. Aynı biçimde V. Constantine ve IV. Leo.da heykellere tapmaya karşıydılar, ama, Papa II. ve III. Gregory, Germanius, Constantinople Patriği ve İmparatoriçe irene bu tapınmanın yanında yer alıp, bunu desteklediler. İki grup arasında ayrıntılarına burada giremeyeceğimiz sert mücadeleler oldu. Yalnızca şu noktaya dikkat çekmek isteriz ki, bazı tarihçiler resim ve heykelleri tahrip çağrısının İslâm'dan etkilendiğini kabul ederler. Resimleri ve haçları yakan Turenne başpiskoposu Claudius (bu göreve M. 828/H. 213'de tayin edilmiş-ti)un da müslüman Endülüs'te doğduğu ve yetiştiği söylenir.
Teslis İnancını az çok monoteistik (tek tanrıcı) biçimde yorumlayan ve İsa'nın ilâhlığını reddeden bir hıristiyan grup dahi vardı.
Barbar haçlı orduları milâdî XI. yüzyılda müslüman doğudan geri dönerlerken beraberlerinde müslüman toplumların hayat biçimlerini de getirdiler. Bünyesindeki bütün sapmalara rağmen bu toplumdaki en Önemli Özellik -Barbar haçlıların ülkelerinin aksine- yönetenle yönetilenin boyun eğdiği yasaların birliği ve bu yasaların bir aristokratın arzusundan veya feodal beylerin saçma isteklerinden ortaya çıkmamasıydı. Dahası bu toplumun, meslek ve ikâmet yeri seçiminde şahsî serbestlik, özel mülkiyet ve servette tasarruf hakkı, tevarüs edilen sınıf sisteminin yokluğu, kişinin herhangi bir zamanda kendi emeği ve gücüyle toplumda daha yüksek mevkilere yükselebilme imkânı gibi Özellikleri vardı. Feodal düzen altında yaşayan bir Avrupalı daha önce böylesine çarpıcı özelliklere şahit olmamıştı. Zira, o, kanun olarak yalnızca efendisinin arzularının esiri, toprağa bağımlı bir köle idi ve bağlı bulunduğu sınıf, soyuna göre belirleniyordu. Böylece -Avrupa toplumunun hayatındaki diğer ekonomik tesirlerin beraberinde- sesler yükseldi. Bunlar Avrupa'yı müslüman toplumlar düzeyine çıkarma-sa da, feodal sistemi tedricî olarak yıkan, diğer zaruretlerden olmasa da kişiyi toprağa kölelikten kurtaran olaylardı.
Endülüs üniversitelerinden; uluslararası hâle gelmiş, doğu İslâm medeniyetinin etkisinden, İslâm mirasının Avrupa dillerine çevirilerinden 14. yüzyıldaki Avrupa rönesans hareketine ve sonraki dönemlere gelindi. Yine, ilmî harekete, özellikle tecrübî metodla ulaşıldı."
Brifault da The Making of Humanity (İnsanlığın Anlaşılması) adlı kitabında şöyle belirtmektedir: "İlim, Arap medeniyetinin modern dünyaya en önemli kalkışıydı, ancak onun sonuçlarının elde edilmesi yavaş oldu. (Batılı yazarların, İslâm medeniyetini Arap medeniyeti olarak adlandırmalarına dikkat edilmeli. Bu hareket, İslâm ismi onlara hoş gelmediğinden dolayı kasıtlı olarak yapılır. Buna rağmen İslâm o kadar geniş ki... Bir de İslâm toplumunda ırkî düşmanlıkları yeniden canlandırmak isterler). Arap medeniyetinin İspanya'da meydana getirdiği özellikler, bu medeniyet karanlık bulutların ardında kaldığı yüzyıllar boyunca ürünlerini ortaya koyamadı. Avrupayı canlandıran yalnızca ilim değildi. İslâm medeniyetinin diğer birçok etkileri Avrupa'yı aydınlığa garketmişti. İslâm kültürünün etkisinden kaynaklanmamış bir tek durum olmamasına rağmen, bu etkiler en açık ve en önemli bir biçimde modern dünyayı sürekliliği ve ayırdedici gücüyle beslemiş olan tabiî bilimler ve ilmî araştırma ruhunda görülür."
Brifault şöyle devam eder: "İlmimizi, Arapların şaşırtıcı olmayan keşiflerine veya orijinal teorilerine borçluyuz; ama daha da önemli olan bir şey var - ilmin bizzat varolması. Gördüğümüz gibi kadim dünya, ilmin varolmadığı bir dünya idi. Astronomi ve matematik Yunanlılara yabancı ilimlerdi ve başkalarından ithal edilmişlerdi, Yunan kültürüyle karıştırıldığı hâlde benimsenmemişti. Yunanlılar kanunları sistemleştirmişler ve teoriler ileri sürmüşlerdi. Ancak dikkatli araştırma metodlan, pozitif verilerin toplanması, bilim de analitik (çözümlemeci) yaklaşım, dikkatli ve sürekli gözlem, zihnî araştırma gibi olguların tümü Yunan mantalitesine yabancıydı. Bizim 'bilim' olarak nitelediğimiz şey, yeni araştırma ruhu, deney ye gözlem araçlarıyla yapılan tetkikler neticesinde ortaya çıkan bakir alanların birer üründür. Bu bilim matematikteki gelişmelerin, Yunanlılarca bilinmeyen aşamalara ulaşmasının sonucu olarak Avrupa'da ortaya çıktı. Bu anlayış ve araştırma metodlannı Avrupa'ya Araplar getirdi."
Bundan önce de şöyle der: "Roger Bacon, Oxford'da Endülüslü ilim adamlarının izleyicilerin gözetimi altında Arapça ve Arap ilmini tahsil etti. Ne Roger Bacon, ne de ondan sonra gelen adaşı Francis Bacon tecrübî metodun kâşifleri unvanına sahip olamazlar. Roger Bacon, ancak müslüman ilim ye metodolojisinin hıristiyan Avrupa'ya aktarıcısı oldu. O, çağdaşlarına gerçek bilginin elde edilebilmesinin tek yolu olarak Arapça ve Arap ilimlerini öğrenmelerini tavsiye etmekten hiç bir zaman vazgeçmedi. Tecrübî metodun mucidinin kim olduğu tartışması Avrupa medeniyetinin kaynağının nasıl tahrif edildiğinin bir örneğidir. Bacon dönemi boyunca Arapların metodu geniş bir sahaya yayıldı, Avrupa'nın her yerinde insanlar bu metodu öğrenmek için büyük gayret gösterdiler."
Roger Bacon ilimler hakkındaki bilgisini nereden almıştı? Tabii ki, Endülüs'ün müslüman üniversitelerinden. Cepus Mojus isimli kitabının optikle ilgili beşinci bölümü, gerçekte İbni Heysem'in el-Menâzir isimli eserinin bir kopyasıdır.
New- York Üniversitesinde profesör olan Dreyber The Struggle Between Religion and Scimce (Din ile îlim Arasındaki Mücadele) adlı kitabında şunları yazmaktadır: "Müslüman ilimadamlan zihnî ve teorik metodların gelişmeyi sağlayamayacağını ve gerçeğin ancak, bu metodların olayların gözlenmesiyle birleştirilmesi hâlinde bulunabileceğini biliyorlardı. Böylece araştırmalarında şiarları tecrübî metodun ve duyguların pratik sonuçları oldu."
"Bu ilmî hareketin sonuçları, çağlanndaki endüstrinin gelişkinliğinde görülür. Çağımızın ürünü olarak düşündüğümüz ilmî teorilerini, onların yazmalarında görünce şaşırmaktan kendimizi alamıyoruz. Bunlardan biri, -modern bir teori olduğu sanılan- canlıların evrimidir. Oysa, bu teori müslümanlann okullarında öğretilmiştir. Müslümanlar bu teoriyi bizim yaptığımızdan daha ileri götürerek katılara ve minerallere uygulamışlardı. (İslâm'ın ve İslâm düşüncesinin haklılığını göstermeye çalışan batılı yazarların bu ve benzeri açıklamalarına dikkat edilmelidir. Evrim teorisini kiliseden ve kilisenin tanrısından kurtulma gibi sorunları olmayan müslümanlar ilmî araştırmalarıyla kurdular. Müslüman ilim adamları yaratılışın safhaları arasmda bir sıralama gözlediler. İşe en basit safhadaki bitkilerin hayat nitelikleriyle başladılar. Bitki hayatının safhaları zirvede en aşağı safhadaki hayvan hayatıyla birleşiyor, sonuçta hayat tekâmül ediyordu. Ancak müslümanlar bunların hepsini Allah'ın dilemesi ve kudretine bağlıyorlardı. Buna karşılık, Darwin evrimde herhangi bir tabiatüstü unsurun varlığını inkâr etmek istemişti. Bunun nedeni, onun, genel olarak bilime ve bilimsel düşünceye düşman kilise ile onun tanrısından kaçmasıydı. Müslümanlann araştırmaları ise tam tersine insanlan manevî unsurlarından mahrum bırakıp, hayvanî hassalarını öne çıkararak onlara herhangi bir saygısızlıkta bulunmamıştır. İslâmî öğreti insanın hür yaratıldığını açıkça beyan eder. Eğer nisan canlılar sıralamasında, fıtratı, zihni ve ruhî kapasitesi ile zirvede bulunuyorsa, bu herşeyi varoldukları düzende yaratan Allah'ın, onu bu şekilde yaratması sebebiyledir. O zaman, müslümanlar teoriyi ilk ileri sürenler olmalarına rağmen, temelde çok büyük bir farklılık vardır.) Onlar kimyayı tıbba uyguladılar, mekanikte ise yer çekimi kanunlarını tarif edebilecek kadar ilerlediler. Işık ve görme ile ilgili teorilerinde Yunanlıların fikirlerini değiştirmeyi başarmışlardı. Yunanlıların 'görme, gözün bakılan nesneye ışınlar yaymasıyla oluşur' düşüncesinin tam tersini doğruladılar. Işınların yansıma ve kırılmalarını biliyorlardı. Hasan İbnü'l-Heysem, ışık ışınlarının atmosfer boyunca takip ettikleri yolun kavis şeklinde olduğunu keşfetti. Aynı zamanda ay ve güneşi ufukta gerçekten belirmeden önce gördüğümüzü, battıktan sonra da kısa bir süre onları biraz daha görebileceğimizi ispatladı."
İslâmî yol ve hayatın, insanlık hayatı ile tarih, dünya tarihinin ana hareketleri üzerindeki etkilerini gösteren bu örneklerle yetinmeliyiz. Bunlar bütünüyle, çoğu kez unuttuğumuz çok boyutlu büyük gerçeği ifade ederler. Biz çağdaş medeniyetin yapısına baktığımızda, budalaca ve bilgisizce bu medeniyet üzerinde bir payımızın bulunmadığını, onu etkilemiş olmadığımızı bu medeniyetin bizden ve tarihimizden daha büyük olduğunu düşünürüz. Kendisine yabancı olduğumuz tarihimizi bile düşmanlarımızın ağzından Öğreniyoruz. Oysa onların tek amacı İslâm'a uygun bir hayatın imkânsızlığını kalplerimize yerleştirmektir. Bizim ümitsizliğimiz, düşmanlarımızı, dünyanın dizginlerini tekrar ele geçirmek için yapacağımız hamlelerden koruyarak onlara üstünlük kazandırıyor. Onlar ne söylerse kabul edip, sonra da papağanlar ya da maymunlar gibi tekrarlıyoruz. Bizi buna zorlayan nedir?
Burada asıl konumuz bu değil. Şu anda yalnızca, insanlıkça çok iyi bilinen ilk îslâmî hareketin geniş etkilerini ana hatlarıyla göstermeye çalışıyoruz. İnsanlık bugün, insan fıtratına ek olarak yeni bir kaynak oluşturacak bu etkileri anlamaya ve düşünmeye daha yakındır.