- Tebük seferinden geri kalanlar

Adsense kodları


Tebük seferinden geri kalanlar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sun 19 June 2011, 07:53 pm GMT +0200
16— Tebük Seferinden Geri Kalanlar:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye girince, ilk önce Mescide gidip orada iki rekât namaz kıldı. Sonra herkesle beraber oturdu. Tebük seferine gitme­yip geri kalan seksen küsur kişi Rasûlullah'a (s.a.) gelip mazeretlerini arzet-meye ve özürlerini yemin ederek teyide başladılar. Rasûlullah (s.a.)» onların dış görünüşlerine bakarak özürlerini kabul etti, kendileri için istiğfarda bu-lunup kalplerindeki gerçek durumlarını Allah'a havale etti. O sırada Kâ'b b. Mâlik, Allah Rasûlü'ne (s.a.) geldi. Selâm verince Rasûlullah (s.a.) kızgın bir şekilde tebessüm edip: "Buraya gel!" dedi. Kâ'b şöyle anlatıyor: Gittim, önüne oturdum. Bana dedi ki: "Niçin geri kaldın?. Sen beni desteklemek üzere Aka­be'de bîat etmemiş miydin?*' "Evet. Allah'a yemin olsun ki ben, şu anda senden başka kimin yanına otursam ileri süreceğim mazeretlerle onu ikna edip gazabından kurtulacağımı zannederim. Çünkü münakaşa etmeyi bilirim. Fa­kat ben -Allah'a yemin olsun ki- şunu çok iyi biliyorum: Bugün seni benden hoşnut edecek yalan sözler söylersem, çok geçmeden Allah yalanımı ortaya çıkarıp seni hakkımda gazaplandırır. Şayet seni hakkımda gazaplandiracak doğruyu söylersem, Allah'ın beni affedeceğini umarım. Vallahi hiç bir maze­retim yoktu. Vallahi hiç bir zaman da bu seferden geri kaldığım zamanki gibi güçlü ve varlıklı olmamıştım." dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "İş­te bu, doğru söyledi." dedikten sonra: "Kalk, Allah senin hakkındaki hük­münü bildirinceye kadar bekle." dedi. Kâ'b anlatmaya devam ediyor: Kalk­tım, SelemeoğuUanndan bir grup adam da benimle beraber yürüyor ve bana diyorlardı ki: "Vallahi, bundan önce senin herhangi bir günah işlediğini gör­medik. Ne çare ki diğer geride kalanlar gibi Hz. Peygamber'e (s.a.) özür be­yan edemedin. Şayet öyle yapsaydın Rasûlullah'ın (s.a.)senin için de Allah'­tan mağfiret dilemesi yeterdi." Beni bu şekilde kınama hususunda o kadar ısrar ettiler ki, geri dönüp kendimi yalanlayıp özür beyan etmeyi düşündüm. Sonra onlara: "Benim durumumda başka biri var mı?" dedim. "Evet, senin söylediğin gibi söyleyen iki kişi daha var, onlara da sana dendiği gibi denil­di." dediler. "Onlar kim?" diye sordum. Mürâre b. er-Rebî el-Âmirî ve Hi­lâl b. Ümeyye el-Vâkıfı olduğunu söylediler. Bu iki şahıs da Bedir harbine katılmış örnek müslümanlardandı. Onların adım duyunca, geri dönmekten vazgeçip yoluma devam ettim.

Rasûlullah (s.a.), Tebük seferinden geri kalanlar arasından, müslüman-lann -üç kişi olarak- sadece bizimle konuşmasını men etti. Herkes bizden uzak­laştı ve bize karşı değiştiler, dünya bile eskiden bildiğim dünya değildi. Elli gün bu hal üzere devam ettik. Diğer iki arkadaşıma gelince evlerine kapandı­lar, ağlayıp durdular. Ben, içlerinde en güçlüsü ve en dayanıklısı idim. Dışarı çıkıyor, namaz için cemaate iştirak ediyor, çarşı-pazar dolaşabiliyordum, fa­kat hiç kimse benimle konuşmuyordu. Rasûlullah'a (s.a.) geliyor, namazdan sonra oturduğu meclise varıyor, selâm verip kendi kendime diyordum ki: "Aca­ba selâmımı almak için dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı?" Sonra O'na yakın bir yerde namazımı kılıyor, Rasûlullah'a (s.a.) göz atıyor, ben namaza yöneldiğimde bana doğru döndüğünü, ben O'na yönelince de yüz çe­virdiğini görüyordum. Herkesin benden bu şekilde yüz çevirmesinin uzayıp gittiği bir sırada Ebu Katâde'nin bahçe duvarına tırmandım. Ebu Katâde, am­camın oğluydu ve çok sevdiğim biriydi. Selâm verdim, Allah'a yemin olsun ki selâmımı almadı. Dedim ki: "Ey Ebu Katâde! Allah aşkına soruyorum* benim Allah'ı ve Rasûlü'nü sevdiğimi biliyor musun?" Hiç cevap vermedi. Dönüp tekrar sordum-, yine cevap vermedi. Tekrar sordum, bu defa dedi ki:

"Allah ve Rasûlü bilir." Bunun üzerine gözlerim yaşardı, ağladım ve tekrar dönüp duvara tırmandım ve gittim.

Bir aralık Medine çarşısında yürürken, Şam bölgesinden bir çiftçiye rast­ladım. Gıda maddesi getirmiş satıyor ve bana: "Kim Kâ'b b. Mâlik'i göste­rir?" diye soruyordu. Sonunda bana geldi ve Gassân kralından bir mektup verdi. Mektupta şöyle deniliyordu:

"Haber aldığıma göre arkadaşın sana eziyet ediyormuş. Allah seni zelil ve zayi olacak bir mevkide kilmamıştır. Hemen bize gel, lâyık olduğun gibi davranalım." Mektubu okuyunca dedim ki: "Bu da bir başka belâ!" Mek­tubu, tandırda yakmaya azmettim ve yaktım. Elli günün kırk günü doldu­ğunda Hz. Peygamber'in (s.a.) bir elçisi bana gelip: "Rasûlullah (s.a.) sana, ailenden ayrı kalmanı emrediyor." dedi. Diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. "Boşayayım mı, yoksa nasıl bir ayrı kalma kastediliyor?" dedim. "Hayır, boşamayacâksın, yalnızca uzak duracaksın ve ona yaklaşmayacak­sın." dedi. Bunun üzerine kanma dedim ki: "Ailenin yanma git. Allah bu konuda hükmünü bildirinceye kadar orada kal." Hiiâl b. Ümeyye'nin karısı geldi ve: "Ya Rasûlallah! Hilâl b. Ümeyye çok ihtiyar, kendisine hizmet ede­cek kimsesi de yok, kendisine hizmet etmemi kötü görür müsünüz?" dedi. "Hayır, fakat sana yaklaşmasın." buyurdu. Karısı dedi ki: "Vallahi, o hiç yerinden kımıldamıyor. O günden şu ana kadar da durmadan ağlıyor." Kâ'b diyor ki: Bu olay üzerine ailemden bazıları bana: "Sen de Rasûlullah'tan (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'nin hanımının ona hizmet etmek için izin aldığı gibi yapıp, izin isteseydin." dediler. Ben: "Vallahi, o konuda gidip izin istemem. Hem Rasülullah'ın (s.a.) bana ne karşılık vereceğini nerden bileyim, çünkü ben genç bir adamım." dedim.

Bu şekilde on gün daha bekledim. Allah Rasûlü'nün (s.a.), başkalarını bizimle konuşmaktan men ettiği günden bu yana tam elli gün geçmiş oldu. Ellinci günü sabahı, evlerimizden bifinin damında sabah namazını kılmış, Allah Teâlâ'nın zikrettiği hal üzere canım sıkılmış ve bütün genişliğine rağmen dünya başıma daralmış bîr vaziyette otururken, Sel dağının tepesinde en yüksek sesle birinin, "Ey Kâ'b b. Mâlik!" diye bağırdığını duydum. Hemen secdeye ka­pandım; çünkü Allah'ın (c.c.) beni feraha çıkaracak hükmünü bildirdiğini anladım. Rasûlullah (s.a.) sabah namazını kılınca, Allah'ın, tevbelerimizi kabul ettiğini bildirdi. Bu haberden sonra herkes bizi müjdelemeye başladı. Bir grup müjdeci diğer iki arkadaşıma doğru giderken, atlı bir şahıs ile Eşlem kabile­sinden bir başka şahıs bana doğru koşuyorlardı. Eşlem kabilesinden olan şa­hıs, bir tepeye çıkmış bana bağırıyordu. Onun beni müjdeleyen sesi, attan önce gelmişti. Hemen üzerimdeki elbiseleri çıkarıp müjdeciye giydirdim. Vallahi bundan başka da hiç elbisem yoktu. Hemen ödünç elbise bulup giydim, sü­ratle Rasûlullah'a (s.a.) gittim. İnsanlar grup grup beni karşılıyor, tevbemin kabulünden dolayı tebrik ediyor ve: "Allah'ın tevbeni kabul buyurması mü­barek olsun!" diyorlardı.

Kâ'b diyor ki: Mescide girdiğim sırada Rasûlullah (s.a.) etrafındakilerle beraber oturuyordu. Talha b. Ubeydullah kalktı, bana doğru gelip, Denimle tokalaşıp tebrik etti. Vallahi Talha'dan başka kalkıp yanıma gelen olmadı. Talha'nın bu ilgisini hiç unutmuyorum. Rasûlullah'a (s.a.) selâm verdiğim­de, yüzü sevinçten parlayarak bana şöyle dedi: "Sana anandan doğduğun gün­den itibaren yaşamış olduğun en güzel bir günün hayırlı müjdesi var." Ben: "Bu müjde senden mi, yoksa Allah'tan mı, ya Rasûlallah?" diye sordum. "Bilakis Allah katından." diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a.) bir şeye sevindiği zaman yüzü ay parçası gibi parlardı. O'nun bu halini biliyorduk. Gelip Rasülullah'ın (s.a.) önüne oturunca: "Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemin kabulü dolayısıyla bütün malımı Allah ve Rasûlü'ne bağışlamak istiyorum." dedim. "Malının bir kısmını kendine sakla, bu senin için daha hayırlıdır." buyurdu. Ben de: "Hayber'deki hissemi alıkoyayım." dedim. Sonra dedim ki: "Ya Rasûîallah! Allah Teâlâ, beni doğruluğum sebebiyle kurtardı. Bun­dan böyle hayatta olduğum müddetçe doğrudan başka bir söz söylemeyece­ğim." Allah'a yemin olsun ki, bunu Rasûlullah'a (s.a.) söylediğim günden bugüne kadar, doğru sözlülükten dolayı Allah'ın beni imtihan ettiği ölçüde imtihana tabi tuttuğu başka bir şahıs tanımıyorum. Vallahi, o günden itiba­ren hiç bilerek yalan söylemedim. Bundan sonrası için de Allah'ın beni ya­landan koruyacağını umarım. Bunun üzerine Allah Teâlâ Rasûlü'ne: "An-dolsun ki Allah, Peygamber'e uyan Muhacirler iîe Ensar'ın ve Peygamber'in tevbelerini kabul etti."[138] âyetinden, "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun."[139] âyetine kadar inzal buyurdu. Allah'a yemin olsun ki, İslâm nimetine erdirdikten sonra Allah'ın bana lütfettiği en büyük nime­ti, Hz. Peygamber'e (s.a.) karşı doğru sözlü olmak ve yalan söyleyip helake düşmekten kurtulma nimetidir. Allah (c.c.) yalancılar hakkında vahyini in­zal buyurduğu zaman, herhangi bir şahsa söylenecek en ağır sözü söyledi ve: "Siz yanlarına döndüğünüz zaman, kendilerinden yüz çeviresiniz diye size karşı Allah'a yemin edecekler."[140] âyetinden, "Allah, o fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz."[141] âyetine kadar inzal buyurdu.

Kâ'b dedi ki: Allah Teâlâ'mn, ''Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesi-ni de..."[142] âyetiyle ifade ettiği geri kalıştan maksat, Tebük seferinden geri kalış değildir. Aksine Hz. Peygamber (s.a.) seferden döndükten sonra, geri kalanlar gelip özür beyan etmişler ve bunu da yeminle desteklemişlerdi. Ra­sûlullah (s.a.) da onların mazeretini kabul etmiş, kendileri adına mağfiret di­lemişti. Fakat bu üç kişi, gelip mazeret beyan etmemişler, bu konuda geri kal­mışlar; Rasûlullah (s.a.), haklarındaki Allah'ın hükmünü bildireceği ana ka­dar onları tehir etmişti. İşte âyet-i kerimedeki geri kalıştan maksat, bu maze­ret beyanındaki geri kalıştır.[143]

Osman b. Saîd ed-Dârimî, Abdullah b. Salih—Muâviye b. Salih—Ali b. Ebî Talha—İbn Abbas yoluyla gelen bir rivayetinde, "Münafıklardan di­ğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi işle kötü işi (nifak) birbirine ka­rıştırdılar. "[144] âyet-i kerimesiyle ilgili olarak dedi ki: Tebük seferinde Ra­sûlullah (s.a.) seferden döndüğü zaman bunlardan yedisi kendilerini mesci­din duvarına bağladılar. ^Mescid'den dönerken yanlarından geçen Rasûlullah (s.a.): "Kendilerini duvara bağlayan bu şahıslar kimler?" diye sordu. "Ebu Lübâbe ve arkadaşları. Sizden geri kalmışlardı da ey Allah'ın Rasûlü! Hz. Peygamber (s.a.) gelip bağlarını çözüp kendilerini mazur gördüğünü açıkla-yıncaya kadar bağlı kalacaklar." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) bu­yurdu ki: "Allah'a yemin ederim ki, Allah onları azad etmedikçe ben, ne bağ­larını çözerim, ne de özürlerini kabul ederim. Çünkü onlar, benden yüz çe­virdiler ve müslümanlarla birlikte sefere gitmediler." Hz. Peygamber'in (s.a.) bu cevabı onlara ulaşınca dediler ki: "Allah bizi azad etmedikçe biz kendi bağlarımızı çözmeyeceğiz." Bu olay üzerine: "Münafıklardan diğer bir kıs­mı da günahlarını itiraf ettiler, (evvelce yapmış oldukları) iyi işle kötü işi bir­birine karıştırdılar. Umulur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." âyet-i kerimesi nazil oldu.[145] Âyetin son kısmındaki "olur ki, umulur ki" mânasına gelen bir kelime olması­na rağmen, Allah için kullanıldığında kesinlik ifade eder. Âyet-i kerime nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.), bağlarını çözmesi ve mazeretlerinin kabul edil­diğini bildirmesi için bir şahıs gönderdi. Onlar da mallarıyla birlikte Rasûlul-lah'a (s.a.) gelip: "İşte bizim malımız, bunları sadaka olarak kabul et ve bi­zim için Allah'tan mağfiret dile." dediler. Allah Rasûlü (s.a.): "Mallarınızı almam hususunda bir emir gelmedi." buyurdu. Bunun üzerine: "Onların mal­larından, kendilerini temizleyeceğin, yücelteceğin bir sadaka al ve onlara dua et."[146] (Yani onlar için mağfiret dile) âyeti ile: "Çünkü senin duan, onlara huzur verir." âyet-i kerimesi nazil oldu ve Rasûlullah (s.a.), sadakalarını ka­bul edip onlar için mağfiret diledi. Diğer üç kişi kendilerini mescid duvarına bağlamışlardı. Tevbeleri kabul edilecek mi, yoksa azaba mı dûçâr edilecek­ler, bunu bilmeden bekletildiler, tâ ki Allah (c.c): "Andolsun ki Allah, o güçlük saatında Peygamber'e uyan Muhacirler'le Ensar'ın ve Peygamberdin tevbesini kabul etti."[147] âyetinden, "Savaştan geri kalmış üç kişinin de..." ve "Bundan sonra Allah, tevbe ettikleri için onların tevbelerini kabul etti."[148]âyetlerine kadar inzal buyurdu. Atıyye b. Sa'd da bu rivayeti destekle­miştir.[149]


[138] Tevbe, 9/117.

[139] Tevbe, 9/119.

[140] Tevbe, 9/95.

[141] Tevbe, 9/96.

[142] Tevbe, 9/118.

[143] Buharî, 64/81; Müslim, 2769. Âlimler bu hadisten birçok hüküm elde etmişlerdir: l)Yemin teklif edilmeden yemin etmenin caiz olması. 2) Zaruret olduğu zaman amacın gizlenmesi. 3) Hayır İşleyemeden kaçırdığı fırsatlara esef etmek. 4) Esef ettiği fırsatın tekrar eline geç­mesini temenni etmek. 5) Gıybeti reddetmek. 6)

Bİd'atçılarla alâkayı kesmek. 7) Yoldan gelen kimsenin önce mescide girmesi ve namaz kılması. 8) Dış görünüşe göre hükmetmek. 9) Özürlerin, mazeretlerin kabul edilmesi. 10) Doğruluğun fazileti. İ1) Allah ve Rasûlü'ne itaat etmeyi yakın bir dostun sevgisine tercih etmek. 12) Yeni bir nimete nail olan kimseyi müjdelemenin müstehap olması. 13) Yeminin niyetle tahsis olması. 14) İnsanın, yanına gelen birisiyle musafaha etmesi ve onun için ayağa kalkması. 15) Şükür secdesi yapmanın müstehap olması.

[144] Tevbe, 9/102.

[145] Tevbe, 9/102.

[146] Tevbe, 9/103.                                                                 

[147] Tevbe, 9/117.

[148] Tevbe, 9/118.                                                                                     

[149] Abdullah b. Salih zayıf bir râvi olduğu için bu hadisin isnadı zayıf kabul edilmiştir, ah b. Ebî Talha'nınİbn Abbas'tan rivayeti mürseklir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 4/106-111
.