hafız_32
Thu 7 October 2010, 10:00 am GMT +0200
8- Tebük Gazvesi
Sebebi: İbn Sa'd ve ötekilerinin nakline göre: Medine ile Şam arasında ticaret için gidip gelen müslümanlara Enbat'tan bir haber ulaştı. Buna göre Rumlar kendi liderlikleri altında, Lâhım, Cüzam ve benzeri Hristiyan - Arap kabilelerinden çok kalabalık bir ordu derlemişler. Öncü birlikleri de Bulka topraklarına varmış bile.
Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) hemen çıkış emri verdi. Yine Ta-berâni'nin Ümrün bin Husayn'den rivayetine göre de Rum ordusu, kırk bin savaşçıdan oluşmaktaydı[121].
Zamanı: Olay, Hicretin dokuzuncu yılı Receb ayı içinde oldu. Mevsim yazdı. Sıcak çok şiddedliydi. Halk maişetini te'min gayretin-deydi. Bu günler Medine'nin mahsûl dönemiydi. Güzel de mahsûl vardı. Bu yüzden, Resûlullah (s.a.v.) her zamanki âdeti hilâfına, bu gazada, gidilecek yön ve maksadı açıkça belirtmişti. Kâab bin Mâlik der ki:
Resûlullah hiçbir gazaya gitmemiştir ki; onu gizli tutmasın. Bu sefer ise çok sıcak bir mevsimde, uzak, çetin bir sefere ve kalabalık düşmana karşı gidiyordu. Onun için müslümanlara, savaş hazırlıklarım son derece tam yapmalarını açıkladı[122].
Bu durumda, bu gazve için çıkılacak sefer nefislere ağır gelmişti. Bu seferde çok çetin bir çile ve imtihan gözüküyordu. Münafıklar da fırsat bulup orada burada fitnelerini ortaya vurduğu gibi, imanın sadakati de ashabın göğsünde dalgalanıyordu.
Münafıklar birbirine: «Bu sıcakta çıkılır mı?» diyordu. Bir başkası bakıyorsun, Resûlullah (s.a.v.)'a gelip'[123], bana izin ver, beni ağır imtihana tâbi tutma. Herkes bilir ki kadınlara benden fazla düşkün kimse yoktur. Korkuyorum, Rumların sarışın güzellerini görürsem, hiç sabredemem, diyordu. Resûlullah ise ona izin veriyor. Abdullah İbn Übey İbn Selûl de Medine yakınında dostlarıyla birlikte ordugâh kurmuştu. Ne var ki, Resûlullah hareket ettiğinde onlar orada kaldı[124].
Bu hâli belirten âyet-i kerîmede şöyle beyan buyuruluyor:
«Geride kalanlar, olduğu yerde oturmalarından memnundular. Allah yolunda nefis ve mal ile cihadı hoş görmediler. Onlar dedi ki, bu sıcakta savaşa mı gidilir? Öteki onlara, kavrayabilesiniz ki; cehennem ateşi çok daha sıcaktır» dedi. Öbür âyette : «Bana izin ver, beni fitneye itme, diyor. Halbuki onlar fitnenin çukuruna düştüler. Çünkü cehennem kâfirleri tümüyle kuşatıcıdır[125]» meâliyle açıklar durumu.
Mü'minler ise her yönden gelip Resûlullah (s.a.v.)'ın çevresine toplanıyordu. Resûlullah dâ\ imkânı olanların, savaş için mallarından bağışta bulunmalarını ve binek hayvanı getirmelerini tavsiye etmişti. Birçoğu bunun üzerine, malım, âdeta bütünüyle bağışladı; Hz. Osnian ise bütün teçhizatıyla devesini Resûlullah'a teslim edip, bin dinar da nakit para bağışladı[126]. Bunun üzerine Resûlullah: «Bundan sonra Osman'ın yapacağı hiçbir şey zarar vermez[127]» buyurdu.
Hz. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirdi. Ömer (r.a.) ise malının yarısını bağışlamıştı. Tirmizi, Zeyd bin Eslem'den, o da babasından nakline göre; Ömer İbn Hattâb demiştir ki; «Resûlullah bize sadaka emretti. Benim de elimde mal bulunduğu güne rastlamıştı. Şimdi Ebû Bekir'i geçebilirim diye düşündüm; eğer bir gün onu geçmem mukadderse!.. Ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.v.) : «Ev halkına ne bıraktın?» dedi. Ben de, bu kadar da geri kaldı dedim. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirmiş. Resûlullah ona da sordu: «Ebû Bekir, ehline ne bıraktın?» deyince; «Allah ve Resulünü» diye cevab verdi, tşte o zaman anladım ki; Ebû Bekir'i hiçbir sahada ve asla geçemiyeceğim.. .[128]»
Bu hadis sahih ise, ulemadan bir grubun dediği gibi, Tebük gazvesi münâsebetiyle vârid olmuştur bu tesbit.
Yine bir ağlayıcılar diye adlandırılan taife gelmişti, o gün Re-sûlullaha. O'ndan savaşa gidebilmek için binek hayvanı istediler. O da şöyle cevab verdi: Sizi bindirecek şey bulamam. Bunlar, gözü yaşlı geri döndüler. Çünkü kendilerinin de binek alma güçleri yoktu. Gazaya gitme imkânları kalmamıştı.
Resülullah (s.a.v.) otuz bine varan bir müslüman ordusuyla yola çıktı[129].
Kendilerinden şübhe edilmeyecek bir takım insanlar da geride kalmıştı. Bunlar arasında, Kâab bin Mâlik, Hilâl bin Ümeyye, Me-rûre bin Rebiî ve Ebû Hayseme vardı.
tbn îshâk'm dediği gib,, bu kişiler dürüst kimselerdi, tslâmın-dan şübhe edilmezdi. Hattâ Ebû Hayseme sonradan yola çıkıp Tebük'te Resülullah'a yetişmişti bile...
Taberâni, îbn îshâk ve Vâkıdî'nin rivayetine göre; Ebû Hayseme de, Resülullah (s.a.v.) birkaç günlük yol aldığı halde, geriye dönmüş; sıcak bir günde evine varmıştı, tki karısını kendi bostanın-daki çardakları altında buldu. İkisi de onu kendi çardağına çağırıp soğuk su ve sofra hazırladılar ona. Oraya girince, çardağın kapısına dikilip, karılarının kendisi için yaptıkları hazırlığa baktı; bir de kadınlarına şöyle konuştu: «Resûlullah güneş altında fırtınada ve sıcakta iken, Ebû Hayseme serin gölgede, hazır yemek ve güzel kanlarıyla malının başında bulunuyor, yakışır mı? Vallahi bu insafa sığmaz». Ve devam etti: «Vallahi ben hiçbirinizin çardağına girmem. Dönüp Resülullah'a yetişmem lâzım». Bunun üzerine hemen azık hazırladılar. Hemen bineğini tepip yürüdü ve Resûlullah (s.a. v.)'a ulaşmak için yola koyuldu. Daha Tebük'e varırken kavuştu onlara Ebû Hayseme müslümanlara yaklaşınca, hepsi birden, bir süvari geliyor dediler. Resûlullah: «Ebû Hayseme olsun!..» buyurdu. Onlar da: «Gerçekten Ebû Hayseme bu! diye hayrette kaldılar». Adam devesini çökertip Resûlullah (s.a.v.)'a doğru yaklaştı. Aley-hissalâtü vesselam ise: «îyi ettin yoksa mahvolmuştun, Ebû Hayseme!» dedi. Sonra da serencamını Resülullah'a anlattı ve O da ona hayır dualarda bulundu. Yâni bu seferde bütün müslümanlar son derece meşakkat ve büyük yorgunluğa katlanmışlardı. Meselâ imam Ahmed ve başkalarının rivayetine göre, iki veya üç kişi bir deve ile yolculuk yapıyorlarsa, öyle hale geldiler ki, develeri keserek etini yiyip, suyunu içmekte buldular çareyi.
Yine İmam Ahmed'in Müsned'inde nakline göre, Ebû Hüreyre diyor ki: Tebük seferinde halk müthiş aç kalmıştı. Bazıları Resûlullah (s.a.v.)'a gelerek, bize izin verirsen su taşıdığımız bineklerimizi kesip etlerini yer, yağlarını da eritiriz diye arzda bulundular: O da, «Yapabilirsiniz» buyurdu. Fakat bu anda Hz. Ömer (r.a.) yetişti: «Yâ Resûlâllah, eğer bunu yaparlarsa binek hayvanı kalmaz» dedi. Keşke sen onları toplayıp da rızık için duâ etsen. Olur ki, Cenâb-ı Hak onlara genişlik verir...» diye teklifte bulundu. O (s.a.v.) da halkı çağırdı. Bir de sergi istedi. Onlar ellerinde ne varsa getirip sergi üstüne koydular. Kimi bir avuç darı, kimi un, kimisi de yanında kalan ekmek kırıntıları... Ne bulduysa getirip cins cins biriktirdiler. Sonra ona duâ buyurdu Resûlullah. Ardından da onlara: «Şimdi herkes kabını getirip, ondan ihtiyacı olduğu kadar alsın», buyurdu. Ordugâhta, doldurulmadık hiçbir kab kalmadı. Herkes de yedi ve doydu. Yine de yaygı üzerinde baştaki kadar yiyecek vardı. Resûlullah bu hal karşısında: «Ben Allah'tan başka ilâh bulunmadığına, benim de O'nun Resulü olduğuma şehadet ederim. Yine: Bu iki şehadeti can ü gönülden söyleyip kendisine yöneleni Allah'ın cehennem ateşinden koruyacağına kesinlikle şehadet ederim[130]» buyurdu.
Tebük'e varınca, burada bir hazırlık, ya da savaşla karşılaşmadılar. Daha önce toplanıp savaşa geldiği söylenenler dağılmış, sır olmuşlardı. Oradayken Eyle Meliki Yuhanna ona geldi. Ve Resûlullah (s.a.v.)'a cizye vermek üzere barış yaptı. Ehl-i Cerbâ da geldi. Erzûh halkı da gelip anlaşma yaptılar. Cizye vermeyi kabullendiler. Resûlullah da, yazılı olarak onlara emân verdi.
Daha sonra ordu hareket edip, Hicr (yâni Semûd kavminin ülkesi)'ne vardı. Resûlullah (s.a.v.) ashabına: Kendi kendilerine zulm edenlerin evlerine girmeyin ki, onlara olan sizin de başınıza gelebilir; halinize ağlarsınız, dedi ve başını çevirdi, hızla yürütüp vadiden kısa zamanda geçirdi ordusunu[131].
Buradan da, Resûlullah artık, Medine'ye müteveccihen hareket etti. Medine'ye yaklaştıklarında, ashabına şöyle seslendi: Burası Ta-be'dir. Burası Uhud. Bizi seven, bizim de sevdiğimizdir[132].
Yine ashabına şöyle dedi: Medine'de öyle bir topluluk var ki şu an, hangi vadiyi geçtiniz, hangi mesafeyi adımladınızda, onlar da sizinleydi. Dediler ki, yâ Resûlâllah, ama onlar Medine'de!.. «Ama onları Medine'de özürleri tuttu», buyurdu.
Resûlullah o senenin Ramazan ayında Medine'ye dönmüştü. Yâni sefer iki aya yakın sürmüş oldu. [133]
Geriye Kalanlar Mes'elesi:
Resûlullah Medine'ye varınca, doğru mescide girdi. İki rek'at namaz kıldı. Ve mescidde oturdu, başladı arkada kalanlar gelip özür beyân etmeye. Hallerini anlatıp yemin ve kasemle, kasden geri kalmadıklarına inandırmaya çalışıyorlardı. Sefere katılmayan kimseler seksen kadardı. Resûlullah bazılarının ifadelerini ve özürlerini mâkul gördü ve onlar nâmına istiğfarda bulundu. Ancak Kâab bin Mâlik ile iki arkadaşının durumu ise, haklarında âyet nazil olup, tevbelerinin kabul edildiği belirtilinceye kadar te'hir edildi.
Nitekim Kâab bin Mâlik kendi macerasını -bu konuda Buhârî ve Müslim'in naklettiği uzunca bir hadis ile- şöyle anlattı: Ben çok iyi biliyordum kendimi ki bu gazveye kadar hiç bu derece hazır ve güçlü olmamıştım. Buna rağmen seferden geri kalmıştım. Tabiî müslümanlarla birlikte savaşa hazırlanmaya gitmiş fakat hazırlıksız dönmüştüm Kendi kendime diyordum ki; buna gücüm yeter (yâni savaşa hazırlanmak için bir mâniim yok). Ama ben böyle te-reddüd edip dururken halk ciddiyetle hazırlanmıştı. Ben henüz hazır değildim. Ben tam hazır olup yola koyuluncaya kadar da ordu ayrılıp çok uzaklaşmıştı. Arkadan yetişmek düşündümse de onu da başaramadım. Keşke öyle yapsaydım. Artık Resûlullah (s.a.v.) yola çıktıktan sonra ben halk arasında dolaşıyordum ama münafıklardan ve bir de gerçek özürlü kişilerden başkası yoktu. Bu durum da beni çok üzüyordu. Resûlullah'm dönmekte olduğunu işitince ise esas üzüntüm başladı. Başladım bir yalan uydurma düşüncesine. Onun beni azarlamasından beni kurtaracak bir çâre arıyordum. Bütün ev halkımla da müşavere edip, akıl aldım. Ama onun şehre ulaştığını işitince artık (çâre de bitmiş) telâşım da son bulmuştu. Ona herşeyi dosdoğru söylemeyi kararlaştırıp huzuruna vardım. Fakat, selâm verince, selâmımı acı bir tebessümle aldı. Ve «yaklaş» dedi. Önüne vanp oturdum, şöyle sordu: «Neden geriye kaldın?» Sen Akabe'de böyle bir vazifeyi omuzlamaya söz vermemiş miydin?» «Evet, dedim, vallahi ben senden başka kimin önüne otursam, dünya insanlarından herkesi kandırabilecek söz bulur ve mazeretimi kabul ettirebilirdim. Çünkü Allah bana güçlü bir mantık bahsetmiştir. Fakat muhakkak biliyorum ki; bugün sana yalan söylesem, seni ikna etsem yarın Allah beni yalanlar ve hilemi ortaya çıkarır. Ama sana doğruyu söylersem umarım ki; Allah beni sıdkım-dan ötürü mağfiret eder. Vallahi benim herhangi bir özrüm yoktu. Ve esasen senden geri kaldığım şu gazada sahip olduğum imkân ve güce başka hiçbir zaman da ulaşamamışımdır». Resûlullah bunun üzerine: «îşte bu doğru sözdür. Kalk git ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükmü bekle», buyurdu. Kalktım, fakat yolda, Benî Seleme'den birtakım insanlar rastladı. Beni zorlamaya (yâni öbürleri gibi mazeret uydurmak için) iknaya çalıştılar. Onlara dedim ki, benim halime başka düşen var mı? Evet dediler, iki kişi daha var. Onlar da senin gibi doğruyu söylediler, sana verilen cevabı aldılar... Kim onlar? dedim.-Dediler ki: Merâre bin Rebi ile Hilâl bin Umeyye... Bu iki zâtın bende güzel hâtırası vardı. Bedir'de bulunmuş sâlih kişilerdi.
Ve Resûlullah (s.a.v.), müslümanları bizimle yâni bu üç kişi ile; gazadan geri kaldığımızdan ötürü, konuşmaktan men etti. Halk bizden yüz çevirdi, münâsebeti kesti. Öyle ki: Yeryüzü bana dar gelmişti. Elli gün elli gece tanıdığım dünyadan başkasındaydım. Öbür iki arkadaşım da evlerine kapanmış ağlıyorlardı. Ama ben halk arasına giriyor dolaşıyordum. Çünkü ben onlar arasında en genci ve güçlüsüydüm. Mescide çıkar, müslümanlarla namaz kılar, çarşı pazar dolaşırdım. Ama kimse konuşmazdı benimle. Resûlullah'a gelir selâm verirdim; «Namazdan sonra mecliste oturduğu halde acaba dudakları kıpırdıyor mu, benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?» diye düşünürdüm kendi kendime. Yanında namaz kılar, göz ucuyla hep onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakar, namazdan ayrılıp kendisine bakınca yüzünü çevirirdi.
Bir gün Medine çarşısında gezerken, Şam tarafında Naptîlerden biri rastladı. Medine'ye yiyecek maddeleri satmaya gelmişti. Baktım, Kâab İbn Mâlik'i bana gösterir misiniz diye soruyor. Halk beni göstermeye başladı. O da bana yaklaşıp bir mektup uzattı. Gas-san Meliki'nden geliyordu. Bir de açtım mektubu, şunları yazıyor: *îmdi öğrendiğimize göre sahibin sana eziyet ediyormuş. Halbuki Allah seni cehennemlik ve işkencelik yaratmadı... O halde gel bize sana yardım ederiz. Bunu okur okumaz, «îşte bir belâ da bu dedim», ve karar verdim, götürüp mektubu tandırda yaktım.
Bu elli günlük çilenin kırk günü geçmişti ki, bir haber geldi. Resûlullah (s.a.v.) emrediyor, hanımından ayrı kalacaksın... Peki bo-şayayım mı, ne yapayım dedim. Hayır dediler, sadece beraber yat-mıyacaksın. Meselâ, babasının evine gönderebilirsin. Karıma hadi git babanın evine dedim. Ta Allah benim hakkımdaki hükmünü indirip bildirinceye kadar.
Bundan sonra on gün daha bekledim. Artık elli gün olmuştu. Resûlullah bizi başkalarıyla konuşmaktan men edeli ellinci gün sabahıydı, namazı kılmış, evin damında üzüntü içinde oturuyordum. Tam da Cenâb-ı Hakk'ın tarif ettiği halde -Nefsime dünya karanlık, yeryüzü dar geliyordu». Bir de Sal' dağının üzerinden yüksek bir ses geldi: «Müjdeler sana Kâab bin Mâlik» diye haykırıyordu. Secdeye kapandım. Anlamıştım, artık berâtımın geldiğini. Evet, sabah namazını müteakip Resûlullah bizim tevbemizin indallah kabul edü--diğini açıklamıştı. Halk başladı bizi tebrike gelmeye. Arkadaşlarıma da koşanlar vardı... Beni müjdeleyen sesin sahibi gelince hemen elbiselerimi çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o an başka bir elbisem de yoktu. Onun için birinden emânet alıp giydim. Ve hemen Resûlullah'a gittim. Halk bölük bölük beni karşılıyor, tev-bemin kabulünden ötürü beni tebrik ediyorlardı.
Mescide girdim. Resûlullah, çevresinde cemaatıyla oturuyordu. Talha bin Ubeydullah kalkıp bana koştu, elimi tutup tebrik etti. Zaten orada oturan Muhacirlerden ondan başkası da kalkmadı. Ve beti Talha'nın bu davranışını asla unutmadım. Kâab devam ediyor: Resûlullah (s.a.v.)'a selâm verdiğimde, yüzünde memnuniyet parılda-yarak: «Seni tebrik ederim. Anadan doğduğundan bu yana en hayırlı günündesin» buyurdu. Ben, yâ Resûlâllah, bu af sizin tarafınızdan mı, Allah tarafından mı? diye sordum. O da: «Hayır, bizzat Allah tarafından...» buyurdu. Ben bu sefer heyecandan: «Ben tevbemin kabulü sebebiyle Allah ve Resulü uğruna bütün malımı dağıtacağım» dedim. Fakat Resûlullah (s.a.v.): «Yok, bir kısım malın sana kalsın, daha iyi olur »buyurdu. Ben de: «Yâ Resûlâllah, beni Allah doğruluğumla kurtardı. Bundan böyle de artık, doğruluktan asla ayrılmayacağım dedim. Allah Resulü de: «Allah, peygamberini, Muhacir ve Ensâr'dan ötürü afvettiği gibi...» diye başlayıp: «O halde doğrularla beraber bulun»'a kadar olan âyetleri indirmişti.[134]
İbretler Ve Öğütler
1- Bu gazveye ön bir açıklama: İslâm, Arap yarımadasında yerleşip istikrara kavuşmaya yüz tutmuştu. Onun hâkimiyeti, gönülleri, ruhları kuşatmıştı artık... tşte bu hali Hristiyan Rumlar uzaktan uzağa izliyor ve korkuyla, kinle ona karşı hazırlanıyorlardı.
Bizanslılara gelince, onlar Hristiyanlığa gerçekten inanarak tutunmuş değillerdi. Sadece bölge halklarını sömürmek için bir meta' olarak kullanıyorlardı. O yüzden de Hristiyan inancıyla istedikleri gibi oynuyor, değişiklik yapıp yeni şeyler ekleyebiliyorlardı. Böylece onun esas ve saf akidesini kendi putçu görüşleriyle karı$tırıp, Hak ile bâtıl içice bir garibe oluşturmuşlardı. İslâm ise bütün Resul ve Nebilerin diliyle tebliği tekrarlanan ve o güne ulaşan değişmez hakikatin dini olarak artık Allah'ın sultasından ve hâkimiyetinden başka tüm sultaları yıkıp, insanlığı, aydınlığa çıkarmak için gelmişti. O halde, Allah'ın hüküm ve sultasının dışında kimsenin, efendilik ve hâkimiyet hakkı olamaz, kimse kendinde bir otorite bulamazdı...
Bütün gerçekleriyle, Hristiyanlıktan onu tanıdıkları halde, Bizanslılar bu yeni zuhur eden dini, halka tehlike diye gösterme gay-retindeydiler. Çünkü diktatör ve zâlim yöneticilerin hiçbirinin saltanatına fırsat vermiyorlardı. Ama halka, onların varlığını tehdid eden bir akım gibi gösteriliyordu.
tşte Rum diktatörlerinin ve Hristiyanlığı şeklen kabullenen tebaasının, Arap yarımadasında zeminine oturan bu dinden başka korku ve sıkıntıları yok gib'ydi. Gayeleri de tabii ezilmişler üzerindeki sultalarını sürdürmekti.
Bu yüzdendir ki, Mekke fethini ve İslâm'ın yarımadadaki sürekli zaferini işitmeleri onları ürkütmüştü Ve hemen Şam ve Hicaz arasında kuvvet toplamaya başladılar. Böylece, ileride kendi saltanatlarını tehdid edecek olurlar diye erken karşı çıkmak istiyorlardı. Yine Rumları bu ihtimam ve tedbirlere zorlayan şeylerden biri de, ilerde müslümanlarla aralarında büyük ve tehlikeli kapışmaların olacağıydı. Ama hikmet-i ilâhi, mes'ele için bu gazayı yeter buldu. Bunca meşakkat ve ona sarfedilen büyük sabır ve gayret müslümanların cihad ödevine yetf.. Haniya bu uzun mesafeyi, Medine ile Tebük arasını gidiş ve gelişle kat'etmek için bedeni ve mali çok büyük bir fedakârlık göstermişti müslümanlar, (Bu da te'-sirini gösterdi). Yâni yukarıda görüldüğü üzere, bu sefer yorgunluğu, çilesi, güçlük ve tehlikesi, mal sarfı bakımından başlı başına bir savaş, hem en çetin savaştı... Ancak acaba Allah'ın emrettiği cihad hangisiydi? Acaba o sadece mal ve nefsi bezletmek miydi Allah'ın şeriat ve dini uğruna? Evet Allah'ın kulundan istediği tamamen bu idi. Kâfirlerin oyununu bozmak âsilerin kalblerine iman ve hidâyet ruhunu sızdırmak için, Allah bundan öte bir fedakârlıktan onları korumuş, bu kadarla başarmalarını nasib etmişti.
Bu meşakkat ordusu, gerçekten de bu çetinler çetini gazvede mal ve bedenî fedakârlığın son haddine vardırmıştı. En güzel istirahat imkânlarını feda edip, işkencenin en çetinini tercih etmişlerdi. Hem de envâ-ı türlüsünü tadmışlar; böylece de imanlarında sadakatlerini isbat, Allah'a sevgilerini izhar etmişlerdi. Allah'ın des-
teği ve zaferi hak olmuştu onlara. Onları savaşmaktan muaf tutmuş, düşmanın kalbine korku salmaları onların savaşı olmuş, düşman dağılıp Allah'ın hükmüne boyun eğmek zorunda kalmıştır.
îşte böylece, Rumların boyun eğip, cizye vermeye razı olması kolaylaşmıştı. Onların bu seferde çektikleri zorluğa bedel bir kolaylıktı. Çünkü onlar Nebi (s.a.v.)'leriyle birlikte sırf ilâhî rıza için bunlara tahammül etmişlerdi. [135]
2- İbretler Ve Hükümler:
Bundan dolayı, bu gazvede birçok ders ve hükümler bulacaksınız. Bir kısmını aşağıya dercediyoruz;
a) Mal ile cihadın önemi: îslâm düşmanlarına karşı uygulanacak cihad, gazaya çıkmaya münhasır değildir. Aksine sefere çıkmak tek başına hiç yeter değil. Yâni cihad; savaş, silâh, mal ve nafakaya dayanır. Müslümanlar için, her birinin gücüne göre ve esasen cihadı yürütecek derecede bağışta bulunması kaçınılmaz ödevdir. Tabii, bu herkesin zenginlik ve ihtiyaçlarıyla oranlı bir sorumluluktur.
Nitekim fukahâ da, devlet cihad için gerekli nafakayı te'minde güçlük çekerse, halka gücü ve ihtiyaç nisbetinde vergi yüklemesini caiz görmüştür. Yukarıda bu geçmişti. Ancak ulemanın bu ittifakı, devlet malının bu iş için tahsis edilmiş bir nafaka ya da gayr-i meşru bir mal olmamasına bağlıdır. Çünkü halkın malı, asker ve savaş ihtiyaçlarına harcanma bakımından devletin malından daha elverişli değildir.
tşte gördünüz, Osman bin Affân Cr.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a üç-yüz deve ve onların gerekli koşum malzemesiyle, ikiyüz gümüş uki-ye de nakit getirmişti. O da bunun üzerine, «Osman'a bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez» buyurdu. Bu ise,.Hz. Osman'ın ne kadar büyük yardım ve fedakârlıkta bulunduğunu gösterir. Hattâ bu, Resûlullah'ın onun hakkındaki «Bundan sonra Osman'a yapacağı hiçbir şey zarar vermez» sözünü Hz. Osman (r.a.)'ın siyâset ve idaresini tenkid sadedinde ona dil uzatanlara, onun hilâfet dönemindeki yönetimine itiraza kalkanlara uyan ve tenkiddir.
O tip kişiler, onun siyâsetine dair yazarken zaaf ve iltimas ta'-birlerini kullanmakta ve böylece müsteşriklerin yapageldikleri ve bekledikleri lâfı etmiş olmaktadırlar, tslâm tarihinin safahatını işlerken, bazı tarihçilerin bu vebalin altına girdikleri, onu değerlen dirme adı altında müsteşriklerin plânladığı oyuna gelip onu suçladıkları olur. Siyer ilmini de buna âlet ederek; hedeflerine varmış olur müsteşrikler.
Kendisini evc-i bâlâda gören, arındırıp durultanlar, Hz. Osman'ın idaresi üstünde lâf ederken kendi kamburlarım ve iç hastalıklarını örtmek isterler. Bir döner onu eleştirir, bir de bakarsınız, siyerinde menkıbelerini anlatarak onu överler gûyâ...
Hz. Osman'ın hilâfetinde farzı muhal hatâ bile görse, azıcık edebi olan kişi Resûlullah (s.a.v.)'ın: «Bundan sonra Osman'a yaptığı hiçbir hatâ zarar vermez» fermanı karşısında artık onu tenkide veya idaresini kötülemeye utanır, en azından!
b) Ebû Bekir hadisi ve ondan bir takım haram ve çirkin bidatler türetmek için üstüne eklenenlere dair birkaç söz:
Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisten söz ejtmiştik! O bütün malım Resûlullah (s.a.v.)'a getirmiş, O da: »Ehline ne bıraktın?» diye sorunca, «Onlara da Allah ve Jlesûlünü bıraktım» buyurmuştur. Bazı kimseler ise bu hadîs üzerine bazı şeyler uydurmuşlar. Gûyâ Resûlullah demiş ki: «Ebâ Bekir! Allah senden razı oldu, sen de On'dan razı mısın?» O da bundan heyecanlanıp sevincinden coşmuş, Resûlullah'm huzurunda kalkıp oynamış. Ve demiş ki: «Ben nasıl olur da Allah'tan razı olmam?..» Buradan yürüyerek de bunun Mevlevilik ve öbür bazı tasavvuf kliklerde görülen, zikir halkasmdaki raks ve sema'ın caiz olduğuna delil teşkil ettiğini iddia etmişlerdir.
Delil diye aldıkları şey, yukarıda arzettigimiz üzere tamamen uydurma ve hadisin sonuna bir ilâvedir, iftiradır. Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah huzurunda raksettiği, hiçbir sahih veya mevzu hadis kitabında mevcut değildir.
Yâni asıl hadisin geçtiği, Tirmizi, Hakim, Ebû Dâvud kitablarımn hiçbirinde böyle bir ek yok. Hani olsa da zaif olsa, o da yok. Meselenin kendisine gelince; delilin sabit olması şöyle dursun, aleyhinde kesin delil var. Onun, yâni raks ve sema'ın haram olduğu açık delillere dayalıdır. Çünkü ulema raksın çalgıyla birlik yapılmasını haram görmüştür. Bunda icmâ var. Çalgısız oyunu ise ulemanın cumhuru mekruh görmüştür. Durum ne olursa olsun, zikrullaha raks katmak ise, .meşru bir ibâdete haram veya mekruh işi katmak gibi bir cinayet olur. Bu demektir ki; adamlar delilsiz olarak, Allah'a yaklaştırıcı diye ibâdeti değiştirmişler, ya da öyle bir davranışı haramlık veya mekruhluktan çıkarmışlardır.
Eh buna benzer işleri de ucuna ekle artık. Elfaz-ı zikirde bulunmayan birtakım sözlerle sesi yükseltmek, boğazlarını yırtacak gibi bağırıp çağırmak. Birtakım şair ve bestecilerin dizdirdiği nağmelerle aşk ve nefsin coşması adı altında terennüm ve müzik de buna bağlı.
Şimdi kıyaslayalım bakalım; Allah'ın emredip Resulünün ve onun ashabının yaptığı zikre kıyasla, bunlar nasıl zikir olabilir? Ve bu davranışlar ne tür bir jbâdet olur? Halbuki biliyoruz, Ce-nâb-ı Hakk'ın meşru kılıp, kitabında bildirdiği, Resulünün de hayatında uygulayıp gösterdiği ibâdet azaltılamaz, artırılamaz.
Bu anlattıklarımızın da çeşitli devirlerde îslâm şeriat âlimlerinin topluca beyan ettikleri esaslar olduğunu aklımızdan çıkarmayalım, ^ncak bazı bidatçılar buna ters beyanda bulunmuş, şaz davranış göstermiş olabilirler. Bu da herkesin bildiği gibi, Allah'ın 'zin vermediğini, bid'atı yaşamak, sonunda birçok haramı helâl saymak gibi büyük felâketlere götürmüştür insanları. Bir zaman aşk ve vecd adı altında, başka bir zamanda bakarsın sorumluluktan âzâde olmak gib: saçma sapan yorumlarla kamufle edilir bunlar.
Seçkin îslâm ulemasından tzz bin Abdüsselâm'ın, ilmi, dini ve tasavvuf yetkisine bağlı beyanını görünüz şimdi:
«...Oyun ve alkışa gelince, bu kadınca bir hafifliktir. Ancak yalancı san'atkâr ve züppeler, yapar bu işi. Peki nasıl olur da bir insan; Resûlullah'ın «En hayırlı nesil benim dönemimdekiler, sonra onları takib edenler, sonra da onları takib edenler» buyurması karşısında aklı karışmış, gönlü coşmuş olarak kalkıp şarkı ve türkü nağmelerine ayak uydurarak oynayabilir. Haniya, bu insanların hiçbirinden asla buna benzer bir davranış görülmemiştir[136]».
İbn Hâcer de «Keffü'r-Rüâ'» kitabında buna benzer ifade kullanmıştır.
İmam Kurtubİ ise, bu bid'atın niceliği ve haramlığını son derece geniş bir tafsilâtla vermektedir. Bu zâtın görüşünü tam öğrenmek isteyen, tefsirine müracaat etmelidir. «...Onlar ki, Allah'ı ayakta, otururken veya yatarken herhalde zikrederler...» ve «Yeryüzünde cakalı yürüme! Çünkü sen ne yeri delebilirsin, ne de boyunla dağlara ulaşabilirsin» âyet-i kerimelerinin tefsiri bahsine bakılmalıdır. Burada kısa kesmemiz, fazla uzatmamamız uygundur. Yoksa bu konuda imamların serdettiği bütün delilleri serebilirdik. Yâni geçmiş ve sonraki ulemanın nasıl kafi bir ittifakta bulunduğunu ve asla ayrılığa düşmediğini anlamamız için[137] Tabii şuurunu kaybeden, irâdesi elinden giden, zikir anında böyle bir kendinden geçme haline düşen kimsenin durumu söylediğimiz genel hükmün dışındadır. Çünkü bu durumda teklifi hükmün taallûku kalmaz. îzz bin Abdüsselâm'ın kendisi için bahsettiği heyecanlanıp, kalkıp zıplaması da buna hamledilir. Çünkü kitabından naklettiğimiz gibi o nassı bilen bir kişi olarak, aklı üstündeyken bunu nasıl yapardı?[138].
c) Münafıklar: Karakterleri ve İslâm için tehlikelerinin ciddiyeti:
Tebük seferi, Kitâbuîlah'ın beyanı ve onu tafsil eden ilgili hadisten anlaşılıyor ki, başka hiçbir gazve bu dereceye ulaşmamıştır. Nitekim Tevbe süresindeki âyetleri, daha doğrusu bir bölümü okuyunca görürsünüz bunu. Ayrıca bu âyetlerde ağırlık merkezini, Allah yolunda «mal ve nefisle cihad»ın önemi teşkil eder. Bu da müs-lümanlann, dinlerindeki sadakatin delili olarak belirir. Aynı zamanda mü'min ile münafık arasındaki farkı da tesbit eder. Buna bağlı olarak da müslümanın, eğer gerçeten müslümansa, asla rahata ve safaya meyletmeyip karşısına çıkacak, kendisini engelleyecek her zorluğu nasıl yenip Allah yolunda hep ilerlediğini, ana prensip olarak açıklar. Zaten ilgili hadîste de, münafıkların niyetlerindeki fecaat ve gizli plânları uzun anlatılmıştır.
Bu hadi teki ders ise, her asırda müslümanlar için baş tehlikenin, nifak olayı ve münafıklar olduğunun açıklanması olacak. Bu şu demektir: islâm bir dâvadır ki, başta cihadı ve güçlüklere karşı dayanmayı esas alır. Böylece de, doğru ile yalancı anlaşılır, mü'mi-nin imanı da münafıkm karanlık ruhundan seçilir.
Tebük olayı ise, bu Kur'ani dersin başlıca malzemesi olmuştur. Çünkü, bu gaza ile müslümanlar her zamankinden çok tecrübe-lenmiş ve ilâhî uyarı ve ihbara mazhar olmuşlar. Böylece de Medine'de peçe düşüp nifak açığa çıktı. Samimi müslümanla münafık tam anlamıyle anlaşılmış, tanınmış oldu. Bunun üzerine de, ardı ardına âyetler gelip, onları suçüstü yakalayıp sırlarını müslümanla-ra bildirererek, her zaman ve her yerde onları tanıyıp, şerlerinden sakınmalarının yolunu gösterdi. «O savaştan geri kalanlar, Resûlul-lah'a karşı oturdukları yerde huzurluydular.» Allah yolunda mal ve canlarıyla savaşmayı da hor görmüşlerdi. Hattâ «Bu sıcakta yolculuk yapılma/.» demişlerdi. Bilselerdi ki bu, cehennem ateşine göre çok hafif kalırdı... Az gülüp çok ağlasınlar o halde. Şimdi Allah seni onlardan bir taifeye rasfclatırsa ve çıkış için izin isterlerse de ki, asla benimle çıkamazsınız, düşmanla da benimle birlik savaşa-mazsınız. Çünkü siz ta başta oturup kalmayı seçtiniz. O halde arkaya asılıp duranlarla hemhal olup oturun[139]».
Şimdi sen, bir bu âyetlerin başına, bir sonuna bak: Münafıkların durumuna ne derece önem verildiğini, onlardan ne kadar çarpıcı "ifadeyle söz edip, sakınma tavsiye edildiğini sezeceksin. Bu hiçbir şey değil, müslüman için, en büyük aldanma ve belâya uğramanın, münafıklardan, hiç başkasından Üeğil sadece bu tiplerden geldiğini anlatır. Ve düşmanlarının onlara saldırma yolu da sadece ve sadece nifak kapısından ve münafıklar yönünden mümkün olur. Müslümana hiçbir düşmanı da, münafıkların hazırladığı tuzağı hazırlamaz, hazırlayamaz. Zaaf, fesad ve tefrika gibi iki mikrop da kimseden değil yalnız münafıklardan bulaşır... Nitekim Cenâb-ı Hak apaçik bildiriyor: «Onların sizinle birlikte savaşa çıkması da size birsey sağlamaz, ancak fesad getirirdi. Aranıza girer, kulağınız duya duya sizi fitne aramaya sevkederlerdi. Halbuki Allah, zâlimleri çok iyi tanır[140]».
Bunların tehlikeleri de gizlidir. Çünkü İslâm adına savagır görünürken, ona kendi silahıyla oyun hazırlarlar. Dinin hükümleriyle, «Islâh» ediyoruz diyerek oynarlar. Dinin ruhuna, şeriatın özüne dönüyoruz diyerek yürürler. Ondan (telfik yoluyla) karma hükümler elde etmeye çalışırlar. Maksad efendilerine ve dostlarına şirin görünmek ve kendi geleceklerini tahakkuk ettirmektir. İstikbâl hazırlamaktır.
Bu bahisten müslümanın çıkaracağı en mühim ders ise şudur: Müslüman dış düşmandan açıkça gelenden bir korunursa, münafık tiplerden bin korunmalı. Ve savaşacaksa, ilk hedefin bunların olduğudur. Yâni aralarına nifak sokan bu tipleri yok etmek olmalı ilk ödev... [141]
d) Ehl-i kitab ve cizyet
Bu gazvede, Ehl-i Kitab'dan cizye almanın meşru olduğunun delili de vardır. Böylece onlar da mal ve canlarını kurtarmış olurlar, Yukarıda görüldüğü üzere, Resûlullah (s.a.v.) Tebük'e varınca, Rumlar dağılıp kaybolmuşlardır. Hristiyan-laşmış Araplar ise ona gelip barış yaptılar. Cizyeyi kabul ettiler. Resûlullah (s.a.v.) onlara buna dair emirname ve talimat yazdı. Cizye ise esasta ( mâli bir vergi olup, müslümanların zekât vermesine denk bir ödevdir. Ancak aralarında elbette çok büyük fark var. Zekât hem dini, hem idarî esasa bağlı (hem ibâdet, hem vatandaşlık ödevi) iken, cizye sadece idarî bir sorumluluk esasına dayanır. O halde, cizyeyi vermek üzere itaat eden ehl-i kitab, kendi nefsinde dini benimseyip ona bağlanmasa da, idari yönden îslâm ahkâmına boyun eğmiş, itaati kabullenmiştir... İslâm cemiyetine girmiştir. O halde, onların îslâm ahkâmına muhalif bir tavır almaları, umumî hükümlere ters davranmaları mümkün değildir. Ancak kendi kana-atlerince dinlerinin gereği olanı yaparlar. Şarap içmek gibi...
İmdi, kitab ehliyle, dinsizler ve putperestler arasındaki farka gelince; kitab ehli kendi dinlerini muhafaza ettikleri halde, islâm toplumu içinde kaynaşıp, genel ahkâma uyabilir. Halbuki putçular-la katı dinsizlerin (mülhid) İslâm toplumuyla herhangi bir yönden ilgi kurup münasebette bulunması mümkün değildir. Çünkü ilhad ve puta tapıcılığın İslâm ahkâmıyla yakınlık gösteren hiçbir ilkesi yoktur. Yâni temelde ve teferruatta tamamen zıt nizamlardır, diyalog imkânı yoktu
e) Geçmiş ve lanete uğramış kavimler
Resûlullah'ın, Semûd kavminin harabelerinden geçerken söyledikleriyle görüyoruz ki-, müslümanların o türlü milletlerin yurtlarına girmesi, Allah'ın helak ettiği eski kavimlerin yerinde iskânı hoş görülmemiştir. Hattâ kalıntılarının yanından geçmek bile... Sadece onların başına gelenlerden ibret almak için görmek mümkündür. Allah'ın O Resule ve müslümanlara rahmet ve afiyet vermesini dilemek için... Çünkü bu harabeler Cenâb-ı Hakk'ın o kavme gada-bının müşahede edildiği yerlerdir. Ve onların dilinde bu ilâhî ga-dab ve sebebi tescil edilmiştir. İlâ nihâye de duracak... Şübhesiz Allah bu izleri gelecek her milletin ibret alması için bırakmıştır. Basireti olan görecektir. Nitekim birçok âyet-i kerimede de belirtilip yor. Demek ki, insanın bu tür kalıntıları, tarihî nakışları bina yapılarını incelerken, ondaki mânâyı ve ilâhi muradı düşünmeden, kay-gusuz, şuursuz görüp geçmesi müthiş bir yanılgıdır. Esasen yeryüzünde bu türden ne dersler alınacak şeyler var. Ve sanki hep «Ey basiret sahipleri, bizden ibret alın» diye lisan-ı hâl ile insanlığa sürekli ihtar etmektedirler. Ama insanların bunu duyacağı mı var? Şeytanları onlara ne telkin ederse ona bakarlar. Ve sadece kalıntının, tarihine, san'at değerine, üslûbuna bakıp geçerler,
f) Şimdi bir de Resûlullah'ın münafıklara karşı kullandığı idâri metodla, müslümanlara karşı davranışı arasındaki ince farka dikkat edelim:
Gördük ki bu seferde birçok münafık geri kaldı. Sonra gelip bin türlü yalan ve dolanla özür dilediler. Resûlullah da onların dış yüzlerine göre mazeretlerini kabul etmiş oldu. Ama iç âlemlerin-dekini aziz ve celil olan -Allah'a havale etti. Onlarla musafaha etti.
Az bir miktar da mü'mirilerden vardı, sefere çıkmayan. Ama bunların gönlünde bir şübhe veya nifak yoktu. Zaten de, O'na gelip özür beyan edip af dilerken, herşeyi gerçeğiyle itiraf etmişlerdi. Özür uydurmadan, yalan söylemeden müsamaha dilemişlerdi. Halbuki bunlara yüz vermedi, onları cezalandırdı, ellerini bile tutmadı. Allah'ın ferman indirmesine kadar, bu zevatın ne çileler çektiğini de yukarıda gördünüz.
Niçin acaba? Neden münafıklara böyle hoşgörüyü, sadık mü'-minlere bunca sert cezayı tercih etti?
Cevab: Bu makamda şiddet ve sıkıntı, yüceliğe ve şerefe dair bir işarettir. Münafık asla buna ulaşamaz. Haniya, nasıl nail olabilir bir münafık; hakkında âyet inerek afve d ildiğinin bildirilmesi gibi bir iltifata?
Zaten münafıklar ne halde bulunursa bulunsunlar kâfir damgasıyla damgalıdırlar. Onların bu dünyada gösterip durdukları da, âhirette esfel derekede kalmalarım önleyemiyecek tabiî. Ama şâri-i Mübin (c.c.î, onları zahirde göründükleri ve gösterdikleri dünyevi tavırla karşılamamızı, öyle adlandırmamızı ve ahkâmı da buna göre uygulamamızı emreder. Öyleyse içlerinde gizlediklerini ve sözlerinin altında yatanı, tahkik kendilerinden sâdır olan yalandan ötürü, dünyada iken muahaze etmemizi caiz görmez. O halde biz mü1-minlere nasıl sade (ahkâm ve muameleyi) zahire göre uygularsak, onlara da hâl ve akidelerinde zahirde gördüğümüze göre tavır takınırız.
tbnü'l-Kayyım şöyle der: Allah kullarının cürümlerine karşı böyle muamele eder. Mü'min kulunu te'dip eder, çünkü o kendi nez-dinde sevgili ve şereflidir. Onu az bir zilletle uyarıp sakındırır... Ama kendi gözünden düşenlere ve emrine ters gidenlere gelince, günahla barıştırır, o günah işledikçe de (iyice azıtsın diye) ona ni'-metini artırır[142].
Görülüyor ki, Kâab'dan nakledilen bu uzunca hadiste çok önemli ders ve ibretler var. Şimdi onları özetliyelim i
Birincisi: Dini sebeble tehcir caizdir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müslümanları Kâab ve iki arkadaşıyla uzun bir süre konuşmaktan men etmiştir. tbnu'l-Kayyım bunu şöyle açıklar: Buradan anlaşılıyor ki hu tür hacredilmiş kimsenin selâmını almak vâcib değildir[143]. Çünkü bu Kâab'ın söyledilrinde vardır: «Ben çıkıp müslümanlarla birlikte namaz kılıyordum. Resûlullah'a gelince de o namaz sonu mecliste otururken ona selâm veriyordum. Ve bakıyordum dudakları kıpırdayıp benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?»
Yâni bu halde selâmı çevirmesi vâcib olsa elbette alırdı ve c da bunu işitirdi...
İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, Kâab'ı imtihan için verdiği başka bir iptilâ. Öyle bir deney ki, insan mü'minin bu iman derecesini, Allah'a bağlılığını tasar] ayamadığı gibi, nerdeyse, Azîz ve Celil olan Mevlâ'nın bu derece imtihanını caiz görmüyor hâşâ!.. Görüldü ki, Gassan meliki, ona övücü ve büyütücü bir mektup göndermiş, onu, kendisinden yüz çevirerek bu derece ezaya sevkeden müslüman cemaatı terketmeye da'vet etmişti. Kendi ülkesine gitmesini de tavsiye etmişti. Kendisine orada ikram olunacağına söz vermişti.
Bu ise Kâab'a en büyük belâ idi. Çok daha ağır imtihandı... Ama bu imtihan da onun İman gücünü ve Mevlâsına olan sevgi ve bağlılığını isbata yaramıştı. Ne ayaklan kaymış, ne de zelil olmuştu. Bugün Kâab'ın önüne sunulanlar bir kimsenin önüne konsa, onun denendiğinden tek biri ile denense!.. Ama hepsi geçti de o, bütün iman ve İslâm'ını tehdid edenlerin hiçbirisine iltifat etmedi, çilenin altında ezilmedi...
Üçüncüsü: Şükür secdesi ibâdetde meşrudur. Kâab (r.a.)'m kendisine, tevbesinin kabul olduğunu haber veren müjdecinin sesini duyunca yaptığı secde buna delildir. İbnü'l-Kayyım bu hususta da şunu söyler: Hz. Ebû Bekir (r.a.i'de kendisine Müseylimetü'1-Kez-zâb'ın katlı haberi ulaşınca böyle secde etm:şti. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) Hâricilerden «Zû Sedye»nin ölüsünü görünce böyle secde etmişti. Resûlullah (s.a.v.) da, Cebrail'in, kendisine, salât ü selâm getiren kimseye Allah'ın on kere selâm edeceğini müjdelemesi üzerine şükür secdesi etmişti[144].
Dördüncüsü: İmam Züfer'den başka bütün Hanefîlere göre, bir kimse malının hepsini sadaka vereceğini adaşa, zekâta tabi malından başkasını vermesi gerekmez. Sadece onu vermesi yeter. Delilleri ise şudur galiba; Kâab (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a: Ben tev-bemin kabulüne karşı bütün malımdan el çekip çıkarak Allah ve Resulü için sadaka edeceğim, demiş de O'da: «Hayır, malının bir kısmını kendine sakla» diye emir vermişti. Malını nezr edince, hepsini vermesi gerektiği görüşüne meyledenler ise derler ki; Kâab'in Resûlullah'a söylediği «nezr» sigasıyla hakikî mânâda değildir. Bu sadece bir istişaredir, O'nunla (s.a.v.),O da bir kısmını vermesini tavsiye etmiştir[145]. Umarım ki, siyakı kelâma da, Resûlullah'ın cevabına da yakın görüş budur. [146]
9- Hz. Ebû Bekir (R.A.)İn Dokuzuncu Hicret Yılındaki Haccı
Resûlullah (s.a.v.) Tebük seferi dönüşünde, Hacc yapmak istedi. Fakat müşrikler Harem'in çevresinde bulunduğu ve çıplak tavaf ettikleri için buna gönlünün yatmadığını bildirdi. Hz, Ebû Bekir'i gönderdi. Hz. Ali'yi de onunla görevlendirdi. Onlara, müşriklerin, bu yıldan itibaren hacca gelmemelerini ve dört ay içinde de İslâm'a girmelerini; aksi halde ise mes'elenin savaşla bitirileceğinin ihtar edilmesi emrini verdi.
Buharı (r.a.) Kitâbül-Meğazî'de Ebû Hüreyre'den şunu nakleder: «Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir'i, Veda Haccı'ndan önce, görevlendirdiği hacC esnasında Nahr günü; «Bu yıldan sonra hiçbir müşrikin hacc edemiyeceğini ve çıplak tavafın yasaklandığını ilân emrini verdi.»
Muhammed bin Kâ'b el-Kurazî ve ötekilerin nakline göre de : Resûlullah (s.a.v.), Hz. EbûBekir'i dokuzuncu Hicrî yılda, Hacc emi-ri olarak gönderdi. Hz. Ali'yi ise, Berâe sûresinden, 30 veya 40 âyeti halka okumak üzere gönderdi. O da, Arefe günü âyetleri halka okudu ve müşriklere dört ay mühlet verildiğini duyurdu. Zilhicce'-nin yirmisinden itibaren, Muharrem, Safer, Rebiülevvel dahil Rebi-ül'âhir'in de onuna kadar... Bu emri, müşriklerin konak yerlerini dolaşarak okudu:
«Bu yıldan sonra bir müşrik Kabe'yi ziyaret edemiyecek ve kimse de orayı çıplak tavaf edemiyecek.»
îmam Ahmed ise, Mahrez tbn Ebî Hüreyre'den, o da babasından şunu rivayet eder:
«Ben Ali bin Ebî Tâlib ile beraberdim. O Berâe süresiyle Mek-kelilere Resûlullah tarafından gönderilmişti. (Oğul) sordu: Nasıl ilân ediyordunuz?» O da : «Biz şöyle sesleniyorduk : Cennete mü'minolmayan giremez. Kimse de Beyt'i çıplak tavaf edemez. Resûlullah ile aralarında anlaşması olanlara ise dört ay mühlet vardır. Dört ay geçince de, Allah ve Resulü müşriklerden beridir... Bu Beyt'e bu yıldan sonra herhangi bir müşrik haccedemez...» Ve der ki; o kadar bağırdım ki, sesim kısıldı.»
Bu, tam Allahü Teâlâ'mn irâdesiydi. «İlân Allah ve Resûlünden-dir, Hacc-ı ekber günü insanlığa; Allah ve Resulü, müşriklerden beridir. Tevbe ederseniz tabii sizin için daha hayırlıdır. Yüz çevirdiğiniz takdirde ise, bilin ki; Allah'ı âciz bırakamazsınız. Öyleyse, inkarcıları elim azabla müjdeleyin!...»
İbn Sa'd ise şunu nakletti: «Nebî (s.a.v.î, Hz. Ebû Bekir'i Hacca gönderdiğinde, Medineli 300 kişi ile yola çıktı. Onunla birlikte, yirmi kurbanlık işaretleyip, kesilmek üzere gönderdi. [147]
İbretler Ve Öğütler
1- Hacda müşrik âdetleri :
Geçen bahislerde görüldü ki, Kabe ziyaretini Araplar, İbrahim aleyhisselâmdan miras olarak aldılar. Yâni Hanif dininin kalıntıla-rındandı. Ne var ki; şirk unsurları da katılmış, hattâ şirk daha ağır basıyordu...
Ibn Âizin nakline göre; müşrikler müslümanlarla birlikte hacca gelir ve onları yanıltmak için şöyle bağırırlardı: «Senin ortağın yoktur, ancak sensin ortak. Sen' ona sahipsin, hem de onun sahip olduğuna...»
Onlardan bazısı, çırılçıplak tavaf ederler, bunu da Kabe'ye ta'zim sayarlardı. Birisi şöyle derdi: «Dünyadan zulüm bulaşmış hiçbir şey üzerimde olmadan, anamdan doğduğum gibi tavaf ettim[148]».
Bu rezaletler ta Hicrî dokuzuncu yıla kadar devam etti. Hz. Ebû Bekir haccedip, Hz. Ali ile onları uyarınca, Mescid-i Haram'ın bunlardan arınması ilân edilmiş ve bir daha tekerrür etmemiştir.
2- Harb ilanı ile anlaşmanın feshi:
Muhammed tbn İshâk ve bazılarına göre, müşrikler iki sınıftı, bir kısmı üe Resûlullah arasında dört aydan kısa bir anlaşma vardı, onlar dört aya iblâğ edildi. Fazla olanlar ise bu ilân ile dört aya indirildi. (Çünkü bunların anlaşmaları süresiz ve sınırsızdı). Kur'ân-i Kerim Berâe sûresinde bunu dört aya indirdi. Sonra, onlarla müslünaanlar arasında harb olacak. Müslüman olmazlarsa, nerde bulunurlarsa öldürüleceklerdi.
Bu mühlet de Arefe gününden itibaren başlıyor ve RebiüTâhir'-in onunda bitiyordu.
Denildi ki, - Küleybî'nin görüşü bu - bu dört aylık müddet, Re-sûlullah ile aralarında dört aydan az anlaşması olanlara idi.
Fazla olanlar ise, önce belirtilen zamana kadar sürecekti. Bu da; -Anlaşmanız olan müşriklere gelince, ahdi bozmazlarsa onlara tanıdığınız müddeti tamamlayın. Çünkü Allah müttefikleri sever» kavl-i keriminde vardır...
Birinci görüş daha doğru ve yerindedir. Çünkü, Berâe sûresi, Küleybi'n:n görüşüne destek olmuyor. Fakat ResûluIIah'ın, müşriklerle olan anlaşmasını te'kid ediyor, yeni birşey getirip, değişiklik yapmıyor. Yoksa, Hz. Ali'nin bu sûreyi özel olarak gidip müşriklere ilân etmesinin bir anlamı olmazdı. Resûlullah'ın gönderişi ne anlam taşırdı?
3- Cihadın gerçek anlamına başka bir işaret:
Bu dikkat çekmeden anlıyacağm; cihadın - müsteşriklerin onca arzusuna rağmen- Islâmi anlamının, savunma harbi olmadığıdır...
Şimdi, Cenabı Hakkın kavlinde, Necid kavmi gibi bazı müşrik azınlıkların Mekke çevres i nd ek ilerinin nasıl uyarıldığını incele gör:
«Allah'tan, ahidleştiğin müşriklere bir berâettir. Dört ay daha dünyada serbestsiniz. Ama Allah'ı âciz bırakamıyacağımzi ve Allanın, inkarcıları ezeceğini unutmayın.»
Yine Allah ve Resulünden bir duyuru da şu, «(Hacc-ı Ekber gününde) Allah da, Resulü de müşriklerden beridir... Tevbe ederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ama imtina ederseniz, o zaman da iyi bilin ki; Allah acizliği kabul etmez, inkarcılara ise elim azabı müjdeleyin.
Sizin ahidleştiğinizde kusur etmeyen müşriklere gelince, onlar size karşı çıkmadığına göre, onlara verdiğiniz müddeti tamamlayın ve bilin ki, Allah müttefikleri sever.
Haram aylarını atlatınca ise, müşrikleri nerde bulursanız öldürün. Onları yakalayın, takib edin, kuşatın ve pusular kurun... Tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse, yollarını serbest bırakın ki, Allah Gafur ve Rahîm'dir».
Bu âyetlerde söylenen apaçıktır. Artık İslâmî cihadın asıl an-lam ma dair, savunma harbine yorulacak zihne takılan hiçbir şey kalmaz.
Bilinen birşey ki; Berâe sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'iri son nazil olan sûrelerinden olup, birçok âyeti cihadla ilgili ve hepsini karara bağlayıcı niteliktedir... Aynı zamanda, daha önce savunma harbini bildiren cihad âyetlerinden; meselâ:
«Kendilerine zulmedilenlere, savaş için izin verildi. Allah onları zafere ulaştırmaya kadirdir» meâlli âyetlerle bu âyetler arasında bir nesh olayına çağrışım yaptıracak bir durum ise hiç görmüyorum. Çünkü, cihad aslında, hücum veya savunma esasına göre meşru kılınmadı. Sadece, i'lâ-i kelimetullah için, tslâm toplumunu oluşturmak ve yeryüzüne ilâhî devleti hâkim kılmak işin meşru kılındı. Artık bu hedefe hangi usul ve vasıta ile ulaşılırsa, ona uymak zaruri olur. Bu vesile bazen, bazı şartlardan ötürü, barış yoluyla, öğüt - nasihat ve eğitim şeklinde sürer. O zaman cihad sadece böyle anlaşılır. Başka şartlar doğar, yine irşad, nasihat ve tevcih yanında; savunma harbi de yapılabilir. O zaman da bu tür cihad meşru olmuş olur.
Ama öyle şartlar doğar ki; saldırı şeklinde cihadı gerektirir.
O zaman da en güzel cihad odur... Demek olur ki; şartlar cihadın şeklini ta'yin ve sınırını tahdid etmektedir. Tesbit işi (yâni şartları ve gereklerini ta'yin işi) ise, günün uyanık ve ihlâs sahibi devlet
başkanının basiretine bağlıdır.
Bununla şunu ifâde etmek isteriz: Her üç türlü sebeb ve tarz cihadın tahakkuku için meşrudur. Ancak geleceği kestiren muhlis devlet başkanı (veya lider) in tesbiti önemli. Uygulama değişebilir fakat bir durumun neshi söz konusu olamaz...
Hz Ebû Bekir'in haccına gelince: Bu, müslümanları eğitmek ve Haccın gereklerini kavratmak içindi. İşte bundan sonra da asıl îslâmi Hacc, yâni Veda Haccı olacak. O'nun Emîri ise Muhammed (s.a.v.) olacaktı[149].
10- Dırar Mescidi
lbn Kesir'in, Katâde, Said bin Cübeyr, Urve ve ötekilerden naklettiğine göre, Medine'de Hazrec kabilesinden «Ebû Âmir Rahib» isminde bir kişi vardı. Câhiliyye döneminde hrlstiyan olmuştu. (Haz-recliler arasında da çok sayılan biriydi).
Resûlullah (s.a.v.) Medine'ye gelip, müslumanları toparlayınca, İslâm'ın sesi yükselmişti. Ebû Âmir bunun karşısında baklayı çıkardı ve Resûlullah'a karşı düşmanlığını açığa vurdu. Önce Mekke'ye kaçıp Kureyş müşriklerine sığındı, onları müslünıanlarla savaşmaya da'vet etti. Ama baktı ki, İslâm sürekli gelişip yayılıyor, bu sefer de Bizans'a sığınıp Herakliyus'u yardıma çağırdı. O da, Resûlullah'a karşı ona yardım sözü verdi. Ebû Âmir orada kaldı ama Medine'deki dostlarına, münafıklara mektup yazarak Herakli-yus'un kendine verdiği sözü iletti. Aynı zamanda geldiğinde kendisine tahsis edecekleri bir mekân hazırlamalarını, yâni bir nev'i irtibat bürosu kurmalarını, bundan böyle orada görüşebileceklerini tavsiye etti. Onlar da Küba mescidi yanına bir başka mescid yapmaya kalktılar. Nitekim de Resûlullah (s.a.v.) henüz Tebük seferine çıkmadan yapıyı tamamlayıp bitirdiler. Aynı zamanda Resûlullah'a gelerek o mescidlerine da'vet ettiler. Orada namaz kılmakla onların mescidinde namaz kılınabileceğini isbat etmek istediler. Aynı zamanda bu mescidi soğuk gecelerde zayıf ve yaşlılar namaz kılması için inşâ ettiklerini bildirdiler. Ama Allah onu orada namaz kılmaktan korudu ve onlara şöyle cevab verdi: «Şu an biz sefer hazırlığındayız, inşâallah dönüşte...» Oraya bir veya yarım günlük mesafe kala Cebrail indi. Mescid-i Dırar'ın durumunu bildirdi. Mü'min cemâati bölmek için hangi kâfirliğin döndüğünü haber verdi. Resûlullah da, adamlar gönderip yıktırdı, yerle bir ettirdi[150].
Bunun üzerine inen âyetler şöyleydi: «O mescidi, mü'minleri bölmek, kendi küfürlerini desteklemek, daha önce Allah ve Resulüne savaş açana yardım etmek için mescid edindiler. îyi niyetli olduklarına da yemin edebilirler. Ama Allah şahid ki bunlar yalancıdırlar. Sen orada asla namaz kılma. İlk gün takva üzere kurulan mescid namaza daha lâyıktır. Ki orada temizliği isteyen kimseler vardır. Allah da temizleri sever». Cenâb-ı Hakk'ın kavlindeki «Dırar» sözü ise o mescidi Küba mescidine karşı şer niyetiyle yaptıklarını anlatır.
Yine «O ilk günde takva üzere yapılan mescid» kavl-i şerifi de Küba mescidini bildirir. [151]
Dersler Ve İbretler
Bu mescid olayı, artık münafıkların Resûlullah'a ve onun sahabeleri olan gerçek müslümanlara karşı girişe geldikleri tuzakların zirvesini ifade eder. Halbuki bu sefer artık mes'ele sadece nifakla da kalmamış, müslümanlara karşı açıkça bir suikast görünümüne varmıştı. Bunun için de artık Resûlullah bunları bilme-mezlikten gelemezdi. Şimdi artık yeni bir tavırla davranacaktı. Ce-nâb-ı Hak vahy ile ona durumu ve tavrı işaret buyurdu. Bu artık münafıkların gerçek yüzünün anlatılması, öteden beri kullandıkları maskenin sıyrilmasıydı. Sonucu da o meşhur yapının yerle bir edilip mescid diye yutturmaya çalıştıkları hiyle evinin yıkılması olacaktı... Çünkü onlar burasını sırf nifaklarını tezgâhlamak için bir gözetlemek, müslümanlara karşı tuzaklarını düzenlemek için bir mekân olarak yapmış, müslümanları bölmek için vasıta diye düşünmüşlerdi.
Münafıkların bu son hiylesinin hikâyesi daha önce zikri geçen nifak olaylarıyla birlikte bize onlar hakkındaki îslâm şeriatının hükmünü tam bir demet halinde sunmaktadır.
Yâni onlar, dünyada dinden göstermelik olarak ve inanmadıkları halde yalandan takındıkları zevahiriyle muamele görürler. Ama iç âlemleri Allah'a havale edilip, hükmü âhirete bırakılır. Yine onlardan, müslümanlara karşı sâdır olan, hiyle ve suikastlar, nasslara bağlı olarak suçlarınca karşılık görür. Nitekim de hiyle ile bina ettikleri herşey tahrib edilip silinmiştir.
Zaten ResûluIIah'ın onlar hakkındaki bütün tutum ve uygulamaları buna işaret ettiği gibi, ulemanın ciddi araştırma sonucu onun işaret ettiği usulde birleştikleri de ikinci bir kesin delildir. Şimdi münafıkların bu gizli tuzaklarının ilk adımım biçim ve vasıtalarıyla iyi düşününce göreceksiniz ki; her asır ve tarihte nifak tabiatı aynıdır. Münafıkların kullandığı ve istismar ettiği vasıta edindiği şeyler de değişmiyor. Onlar hep alçaklık ve korkaklık, âdi hiyleler, aydınlığa kapalı ve hep karanlık işler peşindedir. Ve onlar bu yüzden, hep emperyalistlerin ayaklarına secde edegelmislerdir. Böylece kendi ülkelerinde müslünt&nlara galip gelmek için onlardan İs-timdad etmektedirler. Öyle ki kendi milletlerinden olan mü'min-Iere, müslümanlara rastladı mı müslümanlık tavrına bürünür, hattâ onun icablannı da yapar görünürler. Hattâ halkı dine teşvik bile ettikleri olur. Ama b'r fırsat bulup da dinin gerçeklerinden birinde yoruma elverir bir yön bulduklarını, ya da o dinin da'vetçilerine saldırmalarına bir yol buldular mi; hemen ilân ederler ki, onun esasr larını ortaya çıkarmak, ya da düşmanlarından hâinlere karşı eyleme geçmektedirler (!)
Bütün bunlardan sonra deriz ki; Resûlullah'ın bu uygulaması bize içinde Allah ve Resulüne karşı âsi olunan her günah mahalli yakılır, yıkılır ve bu mahallerin esas maksadı halkın nazarında iyi ve hoş yerlerle gizlense de aynı muameleyi görür.
Resûlullah (s.a.v.)'m uygulaması bu olunca, (Dırar Mescidi'ne karşı) artık, açık ve alenen Allah'a ısyân için kurulmuş fuhuş ve günah yuvaları hakkında tutumun ne olmalıdır? Hz. Ömer (r.a.î'in içinde içki satılan bir köyü toptan yıktırdığı bir gerçek. Yine «Fü-veysık» diye nükte yaptığı, Rüveysid es-Sakafi'nin dükkânını da yakmıştır. Ve bunda da ulemanın herhangi bir ihtilâfı mevcut değildir[152].
11- Sakîf Hey'eti Ve İslâm'a Girişleri:
ibn îshâk'ın nakline göre, Resûluîlah (s.a.v.) Ramazan içinde Tebük'ten Medine'ye dönmüştü. Aynı anda Sakif kabilesinin temsilcileri de onu ziyaret etmişti.
Aralarında istişarede bulundular. Ve kendi kendilerine çevrelerinde Araplardan kimsede savaşa mecal yoktur diye karar verdiler. Öyleyse ne yapsınlardı, hepsi bey'at edip islâm'a girdiler. Bir de hey'-et çıkardılar. Başlarında »Kinâne bin Abdi Yaleyl» vardı. Medine'ye yaklaşınca Muğire bin Şu'be'ye rastladılar. O da onlardandı. Onları karşıladı ve Resûlullah (s.a.v.)'m yanına girince hangi usulden hoşlanacağını onlara öğretmeye çalıştı ise de, onlar yine câhiliyye -usulüne göre ona selâm verdiler.
Resûlulîah Sakîf hey'etini mescidde kabul etti. Orada bir çadır kurup Kur'an dinlemelerini ve halkın namaz kılışını görmelerini sağlamak istedi.
Hey'et birkaç gün orada kaldı. Onlar Resûlullah'ı ziyaret ediyor ve tartışıyorlardı. O sürekli bu kişileri îslâm'a da'vet ediyordu.[153]
İbn Sa'd'ın nakline göre ise: Resûlullah her yatsı sonu onlara geliyor, onlarla ayaküstü konuşuyordu, ta yoruluncaya kadar[154].
Mûsâ bin Ukbe de meğazisinde, şunları naklediyor: Osman bin Abdü'l-Âs da bu hey'etteydi. Ve en gençleriydi. Onlar Resûlullah ile musahabeye gidince onu hayvanlarının yanında bırakıyorlardı. Osman da hey'etin her dönüşünde onu serbest bırakınca gidip Resû-lullah'a din hakkında bilgi soruyor ve Kur'an okuyordu. Osman o derece görüştü ki onunla, dinde bilgi sahibi oluverdi. Resûlullah'ı uykuda bulursa, Hz. EbûBekir'e giderdi. Osman, bunu da arkadaşlarından saklıyordu. Resûlullah bütün bunlarla onu sevmişti. Nihayet İslâm'ı benimsediler. Ama Kinâne bin Abdi Yaleyl, Resûlullah'a şöyle dedi: Zina için ne dersin? Kabilemiz bu işe düşkündür ve bir türlü vazgeçiremedik... O da, haramdır size, nitekim Cenâb-ı Hakk: «Zinaya yaklaşmayın. O muhakkak çok çirkin ve sonu feci olan bir yoldur» buyurur, dedi.
Onlar bu sefer: «Peki faiz için ne dersin? Hani o bizim malımızdır"», dediler. Cevab şu idi: Malınızın aslı (kapitali) size aittir. Bakın Allah ne emrediyor: «Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve kalan faizlerinizden vazgeçin, eğer gerçekten mü'min iseniz[155]». Bu sefer de peki içki hususunda görüşün ne? Ülkemizin geliri budur. Ve bundan vazgeçemeyiz çünkü, deyince de, Resûlullah; «Onu da Allah kesinlikle haram kıldı» buyurup içkinin haramhğını bildiren âyetleri okudu.[156]
İbn îshâk der ki: Aynı şekilde kendilerinin namazdan muaf tutulmasını da teklif ettiler. Resûlullah'ın cevabı şöyle oldu : «Namazsız dinde hayır yoktur.» Bundan sonra gizli bir istişareye giriştiler. Sonra dönüp Resûlullah (s.a.v.)'a bütün bunları kabullendiklerini bildirdiler. Ancak bir tek şeyde müsamaha istediler: Putları olan Lâfı üç yıl süreyle yıkmamasını teklif ediyorlardı. Resûîullah (s.a.v.) bunu şiddetle reddetti. Sene sene indiler de, en son sadece bir ay müsaade istediler. Fakat onların hiçbir mehil istememeleri ihtar edildi, tbn İshâk der ki: Sakîfliler bu mühleti, kabilelerinin sefihleri, kadınları ve kötü niyetli kimselerinin şerrinden emin olmak için istiyorlardı. Zamanla iman kalblerine yerleşsin istiyorlardı. O zaman yıkılırdı bu put. En sonunda ise, Resûlullah'a dediler ki: Biz Lâfı yıkamayız. O halde yıkması size... O da, tamam ben adam gönderip yıktırırım, siz âzâde olun buyurdu. Onlar izin alıp ayrıldılar. Resûlullah onlara dönüş izni verdi ve ikramda bulunup uğurladı. Başlarına da Osman bin Âs'ı reis tâyin etti. Çünkü onu, îslâm'a hepsinden çok istekli ve kabiliyetli görmüştü. Hattâ birçok sûre bile öğrenmişti daha Medine'den ayrılmadan. Resûlullah (s.a.v.) hemen arkalarından bir hey'et gönderdi. Başlarında Hâlid bin Ve-lid, aralarında Ebû Süfyân b:n Harb ile Muğire bin Şu'be de vardı. Bunlar gidip Lâfı yıkmakla vazifeliydi. Ve öyle yaptılar. Fakat Sakîf kadınları çıkıp ağlaşmaya başladılar. Mersiyeler söyleyip fer-yâd ediyorlardı. Put kırılırken Muğire baltasını vurdukça Ebû Süfyân; «Ah yazık. Vah vah...[157]" gibi sözlerle, Lât için ağlaşan, inleyen 'au kadınları taklid edip, alaya alıyordu...
İbn Sa'd ise Tabakat'ında Muğire'den şunları nakleder: Sa-kifliler müslüman oldu. Ben Araplardan hiçbir kimsenin bu derece tam müsîüman olanına rastlamadım. Aynı zamanda, onlar arasında Allah ve Kitabına hiyle yapacak kimsenin çıkmasına da ihtimal veremem[158]
Hey'etlerin Ardı Ardına Gelip Allah'ın Dinine Girmesi
tbn îshâk diyor ki; Resûlullah Mekke'yi fethedip, Tebük'ten sağ salim dönünce Sakifliler müslüman olup, bey'at etti. Ardından da her taraftan Arap hey'etîer gelmeye başladılar. Zaten Araplar hep Kureyş'in müslüman olmasını bekliyor, onları gözetliyorlardı. Çün kü onlar âdeta o milletin imâmı, öncüsü idiler. Beyt-i Haram'm sakinleriydiler. İsmail (a.s.)'in torunları ve Arapların lideri durumundaydılar. Mekke fethedilip, Kureyş İslâm dairesine girince, Araplar anladılar ki; Resûlullah ile savaşmak, ona düşmanlık artık mümkün olmadığı gibi, doğru da değil... Ve İslâm'a girmeye başladılar, bölük bölük. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın beyan buyurduğu gibi: «Allah'ın yardımı ulaşıp fetih müyesser olunca; insanların da fevc fevc Allah'ın dinine girdiğim görünce; Artık Allah'ına hamd edip O'nu teşbih et. O'na sığın ki O tevbeleri çok kabul eder...[159]»
Biz ise şu an, bu hey'etlerin gelmesi ile ilgili tafsilâtı sunmayı gerekli görmüyoruz. Çünkü bu haberlerin tafsilâtı değil, ibretler almaktır gaye... [160]
Dersler Ve İbretler
Şimdi, Taife sefer yaptığı gündeki, o kabilenin Resûlullah'ı karşılamaları olayını, o şerli karşılamayı anıyoruz. Onu şirretlik ve vahşetle topraklarından çıkarmışlardı hani Beyinsiz güruhu onun üzerine sürmüş de, çocuklara taşlatmışlar, onunla alay etmişlerdi, îşte bu Sakif kabilesiydi. Şu anda onlara yol açıldı, sadık ve samimî müslüman olup Resûlullah'a itaat ettiler. Hatırlayalım, Zeyd bin Hârise'nin o an Resûlullah (s.a.v.Ta söylediğini, onlar Tâiften Mekke'ye mahzun dönerken; «Nasıl gireceğiz oraya yâ Resûlâllah, onlar bizi çıkarmıştı?» O'nun (s.a.v.) cevabı şöyle olmuştu: «Zeyd, çıkışı da, çıkış kapısını da Allah çok İyi bilir ve hazırlar. Yine O, dinine yardım edip Nebisine sahip çıkacaktır muhakkak».
Bugünkü tecelliler ise, Resûlullah'm Zeyd'e söylediklerinin belgesi oldu. îşte Tâif, işte Mekke ve bir sürü Arap kabile ve ailesi. Nihayet kulak verip İslâm'ı anlamış ve bölük bölük gelip ona dahil olmaktadır. Şimdi gel düşünelim azıcık... Düşünelim Sakîf kabilesinden gelen o ezâ, cefa ve kem davranışları. Kendilerinden izzet ve ikramla karşılamaları, kabul göstermeleri umulurken, o çirkin tavırlar ne idi? Bütün bunların bir zerresi bile insan nefsinde iz bırakabilecekken, rastgele bir insanın gönlünde bile derin iz bırakıp, intikam veya hiç değilse bir karşılık duygusu aşılayacak hallerken... Peki nerede bunlar? Resûlullah'm nefsinde Sakif'e karşı ne var? Tâif i günlerce kuşatıyor, sonra vazgeçip dönüyor. O'na deniyor ki Sakîf e beddu et. İltifat etmiyor buna. Aksine elini açıp duâ ediyor: *Yâ Rab! Sakif'e hidâyet ver ve hepsini mü'min olarak bize döndür...» Allah, Resulünün duasını kabul edince de, Sakîf hey'eti Medine'ye geliyor. Hz. Ebû Bekir ile Muen're bin Şu'be de bu durumu ona müjdelemek için yarışıyorlar Çünkü hepsi Resûlullah'm bundan ne kadar memnun olacağını biliyorlardı. Yâni Sakîf'in müslüman olup yola gelmesine. Ve nitekim, karşılayıp onlara ikramda bulunuyordu. Ve ardından da günlerce onlarla uğraşıyor, yaktini onlara nasihat edip dinî ta'lim ve telkinle geçiriyordu.
Halbuki onlar ne hiyleler düşünmüş, ona karşı ne fesad kalb-le ezalar etmeyi tasarlamışlardı. Halbuki o şimdi onlara sadece hayır ve saâdet-i dâreyn diliyor, onları bu yola irşada çalışıyor... Onlar ne kadar zevk almışlardı O'na ezâ ettikçe, O'na saldırdıkça. Ama O, şimdi onlara îslâm ni'metini ikram etmek, onları Allah nezdinde de makbul kılmak için uğraşıyor, zevk alıyor.
Görüyorsunuz bu rastgele bir insalun tabiatında olan sev değildir. Bu hak bildiği ilkeye, hayırlı akideye çağırıcıdır. Bu, hiç değil, ancak «Nübüvvet» tavrıdır. Ve ancak, Aleyhissalâtü vesselam efendimizin yöneldiği tek hedef ve maksad gereğidir: O da bu dâvanın galip gelip sonuç vermesi, Rabbinin de bu yüzden kendisinden razı olması... O halde, bu uğurda en ağır elem ve sıkıntı da, en büyük huzur ve neş'e de bu yüce hedefe varmak isteyen kul için hiç de önemli ve etkili olamazdı.
Bu idi işte İslâm! Kin ve hıyanet bilmez, insana asla kötülük düşünmez, cihadı emreder. Ama kin ve hıyanete asla cevaz vermez. Kuvvet tavsiye eder ama egoizme ve kibre asla yüz vermez. Rahmete çağırır ama güçlük ve ağır yük getirmez. Sevgiyi öğretir ama sadece Allah yolunda.
O halde, gerek Sakîf, gerek öbür kabile hey'etleri gelip Medine'de İslâm'a boyun eğen hey'etler hep «şerefli bir zafer» va'dinin ifasıydı. Yâni Cenâb-ı Hakk'ın va'd-i sâdıkının tahakkukuydu bunlar.
O gelen heyetlerin yansıttığı ibretler bunlardır, deyip yetine-llm. Buradan çıkarılabilecek ders ve hükümleri ise şöylece sıralamak mümkün:
a) Müslüman olması umulan müşriklerin mescide inmesi, orada misafir edilmesinin cevazı: Gördük ki; Resûlullah Sakif hey'etini Mescidde karşıladı ve onlarla orada görüşüp, dini telkin etti. Bu tutum bunun müşrikler için câ'.z olduğunu gösterir. Kitab ehli içinse, elbette caiz olur... Nitekim de Resûlullah (s.a.v.) Necrân hristiyan-larını, Kur'an dinlemek ve İslâm'ı öğrenmek niyetiyle geldiklerinde orada karşılaşmıştı.
Zerkeşi der ki: «Bilesin ki, Nevevİ ve Râfil tr.a.) gibi zevat, müslümanların izni ile (Harem müstesna) mescidlere kâfirlerin girmesini caiz görürler. Şu şartlarla:
Birincisi: Zımmîlerle yapılan akitte, mescide girme yasağı konmadı ise. Çünkü böyle bir kayıt varsa, izin verilemez.
İkincisi: İzin verecek olan müslümanın buna tam ehliyeti olmalı.
Üçüncüsü: Kur'an dinleyip, öğrenmesi ve sonunda da İslâm'a girmesi umuluyorsa. Ya da binayı tamir gibi bir maksatla girmesi zarurî ise. Bu hususta da, Kaadi Ebî el-Fâruki'nin görüşü bir kazly-ye teşkil eder: «Sırf bilgi ve Kur'an dinlemek için girenin İslâm'a gelmesi içindir, yoksa mescide sokulmaz!..» Bu durumda bize onların mescidlere girmesine İzin verme yetkisi yok demektir. Yâni günü müzde cereyan ettiği üzere muhtelif ecnebi ülkelerden gelenlerin sırf bir san'at ve tecrübe kaygusuyla ya da siyasi alâka kurma gibi yollarla, mescidlere girmesi böyledir. (Turistik maksatla gelen felâket kılıklı kadın - erkeğin hükmü buna kıyaslansın artık).
Uyumak, yemek yemek vb. işler İçin izin isterse, o zaman, «Rav-za» da dendiği gibi: Bu halde izin verilmesi abes olur. Zahirde caiz olsa da, Nevevi'den başkaları ise, bu halde onlara izin vermemiz caiz olmaz derler... Fâruki ise; bu mânâda, hesap, dil ve buna benzer şeyleri öğretmek için girmelerine gelince o da, aynı anlama gelir. Açıktır ki; yasağın maksadı; zararı, mescidin kirlenmesini ve namaz kılanların huzurunu kaçırmanın önlenmesidir[161].
Biz de deriz ki zararın en büyüğü teşviştir. O da, açık saçık ve çok çirkin manzaralı gâvur madamlarının namaz kılan insanın arasında dolaşmasıdır. Uyumak, yemek yemek için girmek neyse, camiin tezyinatını, mimarî özelliğini tanımak için gelmek d
Sebebi: İbn Sa'd ve ötekilerinin nakline göre: Medine ile Şam arasında ticaret için gidip gelen müslümanlara Enbat'tan bir haber ulaştı. Buna göre Rumlar kendi liderlikleri altında, Lâhım, Cüzam ve benzeri Hristiyan - Arap kabilelerinden çok kalabalık bir ordu derlemişler. Öncü birlikleri de Bulka topraklarına varmış bile.
Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) hemen çıkış emri verdi. Yine Ta-berâni'nin Ümrün bin Husayn'den rivayetine göre de Rum ordusu, kırk bin savaşçıdan oluşmaktaydı[121].
Zamanı: Olay, Hicretin dokuzuncu yılı Receb ayı içinde oldu. Mevsim yazdı. Sıcak çok şiddedliydi. Halk maişetini te'min gayretin-deydi. Bu günler Medine'nin mahsûl dönemiydi. Güzel de mahsûl vardı. Bu yüzden, Resûlullah (s.a.v.) her zamanki âdeti hilâfına, bu gazada, gidilecek yön ve maksadı açıkça belirtmişti. Kâab bin Mâlik der ki:
Resûlullah hiçbir gazaya gitmemiştir ki; onu gizli tutmasın. Bu sefer ise çok sıcak bir mevsimde, uzak, çetin bir sefere ve kalabalık düşmana karşı gidiyordu. Onun için müslümanlara, savaş hazırlıklarım son derece tam yapmalarını açıkladı[122].
Bu durumda, bu gazve için çıkılacak sefer nefislere ağır gelmişti. Bu seferde çok çetin bir çile ve imtihan gözüküyordu. Münafıklar da fırsat bulup orada burada fitnelerini ortaya vurduğu gibi, imanın sadakati de ashabın göğsünde dalgalanıyordu.
Münafıklar birbirine: «Bu sıcakta çıkılır mı?» diyordu. Bir başkası bakıyorsun, Resûlullah (s.a.v.)'a gelip'[123], bana izin ver, beni ağır imtihana tâbi tutma. Herkes bilir ki kadınlara benden fazla düşkün kimse yoktur. Korkuyorum, Rumların sarışın güzellerini görürsem, hiç sabredemem, diyordu. Resûlullah ise ona izin veriyor. Abdullah İbn Übey İbn Selûl de Medine yakınında dostlarıyla birlikte ordugâh kurmuştu. Ne var ki, Resûlullah hareket ettiğinde onlar orada kaldı[124].
Bu hâli belirten âyet-i kerîmede şöyle beyan buyuruluyor:
«Geride kalanlar, olduğu yerde oturmalarından memnundular. Allah yolunda nefis ve mal ile cihadı hoş görmediler. Onlar dedi ki, bu sıcakta savaşa mı gidilir? Öteki onlara, kavrayabilesiniz ki; cehennem ateşi çok daha sıcaktır» dedi. Öbür âyette : «Bana izin ver, beni fitneye itme, diyor. Halbuki onlar fitnenin çukuruna düştüler. Çünkü cehennem kâfirleri tümüyle kuşatıcıdır[125]» meâliyle açıklar durumu.
Mü'minler ise her yönden gelip Resûlullah (s.a.v.)'ın çevresine toplanıyordu. Resûlullah dâ\ imkânı olanların, savaş için mallarından bağışta bulunmalarını ve binek hayvanı getirmelerini tavsiye etmişti. Birçoğu bunun üzerine, malım, âdeta bütünüyle bağışladı; Hz. Osnian ise bütün teçhizatıyla devesini Resûlullah'a teslim edip, bin dinar da nakit para bağışladı[126]. Bunun üzerine Resûlullah: «Bundan sonra Osman'ın yapacağı hiçbir şey zarar vermez[127]» buyurdu.
Hz. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirdi. Ömer (r.a.) ise malının yarısını bağışlamıştı. Tirmizi, Zeyd bin Eslem'den, o da babasından nakline göre; Ömer İbn Hattâb demiştir ki; «Resûlullah bize sadaka emretti. Benim de elimde mal bulunduğu güne rastlamıştı. Şimdi Ebû Bekir'i geçebilirim diye düşündüm; eğer bir gün onu geçmem mukadderse!.. Ve malımın yarısını getirdim. Resûlullah (s.a.v.) : «Ev halkına ne bıraktın?» dedi. Ben de, bu kadar da geri kaldı dedim. Ebû Bekir ise tüm mal varlığını getirmiş. Resûlullah ona da sordu: «Ebû Bekir, ehline ne bıraktın?» deyince; «Allah ve Resulünü» diye cevab verdi, tşte o zaman anladım ki; Ebû Bekir'i hiçbir sahada ve asla geçemiyeceğim.. .[128]»
Bu hadis sahih ise, ulemadan bir grubun dediği gibi, Tebük gazvesi münâsebetiyle vârid olmuştur bu tesbit.
Yine bir ağlayıcılar diye adlandırılan taife gelmişti, o gün Re-sûlullaha. O'ndan savaşa gidebilmek için binek hayvanı istediler. O da şöyle cevab verdi: Sizi bindirecek şey bulamam. Bunlar, gözü yaşlı geri döndüler. Çünkü kendilerinin de binek alma güçleri yoktu. Gazaya gitme imkânları kalmamıştı.
Resülullah (s.a.v.) otuz bine varan bir müslüman ordusuyla yola çıktı[129].
Kendilerinden şübhe edilmeyecek bir takım insanlar da geride kalmıştı. Bunlar arasında, Kâab bin Mâlik, Hilâl bin Ümeyye, Me-rûre bin Rebiî ve Ebû Hayseme vardı.
tbn îshâk'm dediği gib,, bu kişiler dürüst kimselerdi, tslâmın-dan şübhe edilmezdi. Hattâ Ebû Hayseme sonradan yola çıkıp Tebük'te Resülullah'a yetişmişti bile...
Taberâni, îbn îshâk ve Vâkıdî'nin rivayetine göre; Ebû Hayseme de, Resülullah (s.a.v.) birkaç günlük yol aldığı halde, geriye dönmüş; sıcak bir günde evine varmıştı, tki karısını kendi bostanın-daki çardakları altında buldu. İkisi de onu kendi çardağına çağırıp soğuk su ve sofra hazırladılar ona. Oraya girince, çardağın kapısına dikilip, karılarının kendisi için yaptıkları hazırlığa baktı; bir de kadınlarına şöyle konuştu: «Resûlullah güneş altında fırtınada ve sıcakta iken, Ebû Hayseme serin gölgede, hazır yemek ve güzel kanlarıyla malının başında bulunuyor, yakışır mı? Vallahi bu insafa sığmaz». Ve devam etti: «Vallahi ben hiçbirinizin çardağına girmem. Dönüp Resülullah'a yetişmem lâzım». Bunun üzerine hemen azık hazırladılar. Hemen bineğini tepip yürüdü ve Resûlullah (s.a. v.)'a ulaşmak için yola koyuldu. Daha Tebük'e varırken kavuştu onlara Ebû Hayseme müslümanlara yaklaşınca, hepsi birden, bir süvari geliyor dediler. Resûlullah: «Ebû Hayseme olsun!..» buyurdu. Onlar da: «Gerçekten Ebû Hayseme bu! diye hayrette kaldılar». Adam devesini çökertip Resûlullah (s.a.v.)'a doğru yaklaştı. Aley-hissalâtü vesselam ise: «îyi ettin yoksa mahvolmuştun, Ebû Hayseme!» dedi. Sonra da serencamını Resülullah'a anlattı ve O da ona hayır dualarda bulundu. Yâni bu seferde bütün müslümanlar son derece meşakkat ve büyük yorgunluğa katlanmışlardı. Meselâ imam Ahmed ve başkalarının rivayetine göre, iki veya üç kişi bir deve ile yolculuk yapıyorlarsa, öyle hale geldiler ki, develeri keserek etini yiyip, suyunu içmekte buldular çareyi.
Yine İmam Ahmed'in Müsned'inde nakline göre, Ebû Hüreyre diyor ki: Tebük seferinde halk müthiş aç kalmıştı. Bazıları Resûlullah (s.a.v.)'a gelerek, bize izin verirsen su taşıdığımız bineklerimizi kesip etlerini yer, yağlarını da eritiriz diye arzda bulundular: O da, «Yapabilirsiniz» buyurdu. Fakat bu anda Hz. Ömer (r.a.) yetişti: «Yâ Resûlâllah, eğer bunu yaparlarsa binek hayvanı kalmaz» dedi. Keşke sen onları toplayıp da rızık için duâ etsen. Olur ki, Cenâb-ı Hak onlara genişlik verir...» diye teklifte bulundu. O (s.a.v.) da halkı çağırdı. Bir de sergi istedi. Onlar ellerinde ne varsa getirip sergi üstüne koydular. Kimi bir avuç darı, kimi un, kimisi de yanında kalan ekmek kırıntıları... Ne bulduysa getirip cins cins biriktirdiler. Sonra ona duâ buyurdu Resûlullah. Ardından da onlara: «Şimdi herkes kabını getirip, ondan ihtiyacı olduğu kadar alsın», buyurdu. Ordugâhta, doldurulmadık hiçbir kab kalmadı. Herkes de yedi ve doydu. Yine de yaygı üzerinde baştaki kadar yiyecek vardı. Resûlullah bu hal karşısında: «Ben Allah'tan başka ilâh bulunmadığına, benim de O'nun Resulü olduğuma şehadet ederim. Yine: Bu iki şehadeti can ü gönülden söyleyip kendisine yöneleni Allah'ın cehennem ateşinden koruyacağına kesinlikle şehadet ederim[130]» buyurdu.
Tebük'e varınca, burada bir hazırlık, ya da savaşla karşılaşmadılar. Daha önce toplanıp savaşa geldiği söylenenler dağılmış, sır olmuşlardı. Oradayken Eyle Meliki Yuhanna ona geldi. Ve Resûlullah (s.a.v.)'a cizye vermek üzere barış yaptı. Ehl-i Cerbâ da geldi. Erzûh halkı da gelip anlaşma yaptılar. Cizye vermeyi kabullendiler. Resûlullah da, yazılı olarak onlara emân verdi.
Daha sonra ordu hareket edip, Hicr (yâni Semûd kavminin ülkesi)'ne vardı. Resûlullah (s.a.v.) ashabına: Kendi kendilerine zulm edenlerin evlerine girmeyin ki, onlara olan sizin de başınıza gelebilir; halinize ağlarsınız, dedi ve başını çevirdi, hızla yürütüp vadiden kısa zamanda geçirdi ordusunu[131].
Buradan da, Resûlullah artık, Medine'ye müteveccihen hareket etti. Medine'ye yaklaştıklarında, ashabına şöyle seslendi: Burası Ta-be'dir. Burası Uhud. Bizi seven, bizim de sevdiğimizdir[132].
Yine ashabına şöyle dedi: Medine'de öyle bir topluluk var ki şu an, hangi vadiyi geçtiniz, hangi mesafeyi adımladınızda, onlar da sizinleydi. Dediler ki, yâ Resûlâllah, ama onlar Medine'de!.. «Ama onları Medine'de özürleri tuttu», buyurdu.
Resûlullah o senenin Ramazan ayında Medine'ye dönmüştü. Yâni sefer iki aya yakın sürmüş oldu. [133]
Geriye Kalanlar Mes'elesi:
Resûlullah Medine'ye varınca, doğru mescide girdi. İki rek'at namaz kıldı. Ve mescidde oturdu, başladı arkada kalanlar gelip özür beyân etmeye. Hallerini anlatıp yemin ve kasemle, kasden geri kalmadıklarına inandırmaya çalışıyorlardı. Sefere katılmayan kimseler seksen kadardı. Resûlullah bazılarının ifadelerini ve özürlerini mâkul gördü ve onlar nâmına istiğfarda bulundu. Ancak Kâab bin Mâlik ile iki arkadaşının durumu ise, haklarında âyet nazil olup, tevbelerinin kabul edildiği belirtilinceye kadar te'hir edildi.
Nitekim Kâab bin Mâlik kendi macerasını -bu konuda Buhârî ve Müslim'in naklettiği uzunca bir hadis ile- şöyle anlattı: Ben çok iyi biliyordum kendimi ki bu gazveye kadar hiç bu derece hazır ve güçlü olmamıştım. Buna rağmen seferden geri kalmıştım. Tabiî müslümanlarla birlikte savaşa hazırlanmaya gitmiş fakat hazırlıksız dönmüştüm Kendi kendime diyordum ki; buna gücüm yeter (yâni savaşa hazırlanmak için bir mâniim yok). Ama ben böyle te-reddüd edip dururken halk ciddiyetle hazırlanmıştı. Ben henüz hazır değildim. Ben tam hazır olup yola koyuluncaya kadar da ordu ayrılıp çok uzaklaşmıştı. Arkadan yetişmek düşündümse de onu da başaramadım. Keşke öyle yapsaydım. Artık Resûlullah (s.a.v.) yola çıktıktan sonra ben halk arasında dolaşıyordum ama münafıklardan ve bir de gerçek özürlü kişilerden başkası yoktu. Bu durum da beni çok üzüyordu. Resûlullah'm dönmekte olduğunu işitince ise esas üzüntüm başladı. Başladım bir yalan uydurma düşüncesine. Onun beni azarlamasından beni kurtaracak bir çâre arıyordum. Bütün ev halkımla da müşavere edip, akıl aldım. Ama onun şehre ulaştığını işitince artık (çâre de bitmiş) telâşım da son bulmuştu. Ona herşeyi dosdoğru söylemeyi kararlaştırıp huzuruna vardım. Fakat, selâm verince, selâmımı acı bir tebessümle aldı. Ve «yaklaş» dedi. Önüne vanp oturdum, şöyle sordu: «Neden geriye kaldın?» Sen Akabe'de böyle bir vazifeyi omuzlamaya söz vermemiş miydin?» «Evet, dedim, vallahi ben senden başka kimin önüne otursam, dünya insanlarından herkesi kandırabilecek söz bulur ve mazeretimi kabul ettirebilirdim. Çünkü Allah bana güçlü bir mantık bahsetmiştir. Fakat muhakkak biliyorum ki; bugün sana yalan söylesem, seni ikna etsem yarın Allah beni yalanlar ve hilemi ortaya çıkarır. Ama sana doğruyu söylersem umarım ki; Allah beni sıdkım-dan ötürü mağfiret eder. Vallahi benim herhangi bir özrüm yoktu. Ve esasen senden geri kaldığım şu gazada sahip olduğum imkân ve güce başka hiçbir zaman da ulaşamamışımdır». Resûlullah bunun üzerine: «îşte bu doğru sözdür. Kalk git ve Allah'ın senin hakkında vereceği hükmü bekle», buyurdu. Kalktım, fakat yolda, Benî Seleme'den birtakım insanlar rastladı. Beni zorlamaya (yâni öbürleri gibi mazeret uydurmak için) iknaya çalıştılar. Onlara dedim ki, benim halime başka düşen var mı? Evet dediler, iki kişi daha var. Onlar da senin gibi doğruyu söylediler, sana verilen cevabı aldılar... Kim onlar? dedim.-Dediler ki: Merâre bin Rebi ile Hilâl bin Umeyye... Bu iki zâtın bende güzel hâtırası vardı. Bedir'de bulunmuş sâlih kişilerdi.
Ve Resûlullah (s.a.v.), müslümanları bizimle yâni bu üç kişi ile; gazadan geri kaldığımızdan ötürü, konuşmaktan men etti. Halk bizden yüz çevirdi, münâsebeti kesti. Öyle ki: Yeryüzü bana dar gelmişti. Elli gün elli gece tanıdığım dünyadan başkasındaydım. Öbür iki arkadaşım da evlerine kapanmış ağlıyorlardı. Ama ben halk arasına giriyor dolaşıyordum. Çünkü ben onlar arasında en genci ve güçlüsüydüm. Mescide çıkar, müslümanlarla namaz kılar, çarşı pazar dolaşırdım. Ama kimse konuşmazdı benimle. Resûlullah'a gelir selâm verirdim; «Namazdan sonra mecliste oturduğu halde acaba dudakları kıpırdıyor mu, benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?» diye düşünürdüm kendi kendime. Yanında namaz kılar, göz ucuyla hep onu süzerdim. Ben namaza durunca bana bakar, namazdan ayrılıp kendisine bakınca yüzünü çevirirdi.
Bir gün Medine çarşısında gezerken, Şam tarafında Naptîlerden biri rastladı. Medine'ye yiyecek maddeleri satmaya gelmişti. Baktım, Kâab İbn Mâlik'i bana gösterir misiniz diye soruyor. Halk beni göstermeye başladı. O da bana yaklaşıp bir mektup uzattı. Gas-san Meliki'nden geliyordu. Bir de açtım mektubu, şunları yazıyor: *îmdi öğrendiğimize göre sahibin sana eziyet ediyormuş. Halbuki Allah seni cehennemlik ve işkencelik yaratmadı... O halde gel bize sana yardım ederiz. Bunu okur okumaz, «îşte bir belâ da bu dedim», ve karar verdim, götürüp mektubu tandırda yaktım.
Bu elli günlük çilenin kırk günü geçmişti ki, bir haber geldi. Resûlullah (s.a.v.) emrediyor, hanımından ayrı kalacaksın... Peki bo-şayayım mı, ne yapayım dedim. Hayır dediler, sadece beraber yat-mıyacaksın. Meselâ, babasının evine gönderebilirsin. Karıma hadi git babanın evine dedim. Ta Allah benim hakkımdaki hükmünü indirip bildirinceye kadar.
Bundan sonra on gün daha bekledim. Artık elli gün olmuştu. Resûlullah bizi başkalarıyla konuşmaktan men edeli ellinci gün sabahıydı, namazı kılmış, evin damında üzüntü içinde oturuyordum. Tam da Cenâb-ı Hakk'ın tarif ettiği halde -Nefsime dünya karanlık, yeryüzü dar geliyordu». Bir de Sal' dağının üzerinden yüksek bir ses geldi: «Müjdeler sana Kâab bin Mâlik» diye haykırıyordu. Secdeye kapandım. Anlamıştım, artık berâtımın geldiğini. Evet, sabah namazını müteakip Resûlullah bizim tevbemizin indallah kabul edü--diğini açıklamıştı. Halk başladı bizi tebrike gelmeye. Arkadaşlarıma da koşanlar vardı... Beni müjdeleyen sesin sahibi gelince hemen elbiselerimi çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o an başka bir elbisem de yoktu. Onun için birinden emânet alıp giydim. Ve hemen Resûlullah'a gittim. Halk bölük bölük beni karşılıyor, tev-bemin kabulünden ötürü beni tebrik ediyorlardı.
Mescide girdim. Resûlullah, çevresinde cemaatıyla oturuyordu. Talha bin Ubeydullah kalkıp bana koştu, elimi tutup tebrik etti. Zaten orada oturan Muhacirlerden ondan başkası da kalkmadı. Ve beti Talha'nın bu davranışını asla unutmadım. Kâab devam ediyor: Resûlullah (s.a.v.)'a selâm verdiğimde, yüzünde memnuniyet parılda-yarak: «Seni tebrik ederim. Anadan doğduğundan bu yana en hayırlı günündesin» buyurdu. Ben, yâ Resûlâllah, bu af sizin tarafınızdan mı, Allah tarafından mı? diye sordum. O da: «Hayır, bizzat Allah tarafından...» buyurdu. Ben bu sefer heyecandan: «Ben tevbemin kabulü sebebiyle Allah ve Resulü uğruna bütün malımı dağıtacağım» dedim. Fakat Resûlullah (s.a.v.): «Yok, bir kısım malın sana kalsın, daha iyi olur »buyurdu. Ben de: «Yâ Resûlâllah, beni Allah doğruluğumla kurtardı. Bundan böyle de artık, doğruluktan asla ayrılmayacağım dedim. Allah Resulü de: «Allah, peygamberini, Muhacir ve Ensâr'dan ötürü afvettiği gibi...» diye başlayıp: «O halde doğrularla beraber bulun»'a kadar olan âyetleri indirmişti.[134]
İbretler Ve Öğütler
1- Bu gazveye ön bir açıklama: İslâm, Arap yarımadasında yerleşip istikrara kavuşmaya yüz tutmuştu. Onun hâkimiyeti, gönülleri, ruhları kuşatmıştı artık... tşte bu hali Hristiyan Rumlar uzaktan uzağa izliyor ve korkuyla, kinle ona karşı hazırlanıyorlardı.
Bizanslılara gelince, onlar Hristiyanlığa gerçekten inanarak tutunmuş değillerdi. Sadece bölge halklarını sömürmek için bir meta' olarak kullanıyorlardı. O yüzden de Hristiyan inancıyla istedikleri gibi oynuyor, değişiklik yapıp yeni şeyler ekleyebiliyorlardı. Böylece onun esas ve saf akidesini kendi putçu görüşleriyle karı$tırıp, Hak ile bâtıl içice bir garibe oluşturmuşlardı. İslâm ise bütün Resul ve Nebilerin diliyle tebliği tekrarlanan ve o güne ulaşan değişmez hakikatin dini olarak artık Allah'ın sultasından ve hâkimiyetinden başka tüm sultaları yıkıp, insanlığı, aydınlığa çıkarmak için gelmişti. O halde, Allah'ın hüküm ve sultasının dışında kimsenin, efendilik ve hâkimiyet hakkı olamaz, kimse kendinde bir otorite bulamazdı...
Bütün gerçekleriyle, Hristiyanlıktan onu tanıdıkları halde, Bizanslılar bu yeni zuhur eden dini, halka tehlike diye gösterme gay-retindeydiler. Çünkü diktatör ve zâlim yöneticilerin hiçbirinin saltanatına fırsat vermiyorlardı. Ama halka, onların varlığını tehdid eden bir akım gibi gösteriliyordu.
tşte Rum diktatörlerinin ve Hristiyanlığı şeklen kabullenen tebaasının, Arap yarımadasında zeminine oturan bu dinden başka korku ve sıkıntıları yok gib'ydi. Gayeleri de tabii ezilmişler üzerindeki sultalarını sürdürmekti.
Bu yüzdendir ki, Mekke fethini ve İslâm'ın yarımadadaki sürekli zaferini işitmeleri onları ürkütmüştü Ve hemen Şam ve Hicaz arasında kuvvet toplamaya başladılar. Böylece, ileride kendi saltanatlarını tehdid edecek olurlar diye erken karşı çıkmak istiyorlardı. Yine Rumları bu ihtimam ve tedbirlere zorlayan şeylerden biri de, ilerde müslümanlarla aralarında büyük ve tehlikeli kapışmaların olacağıydı. Ama hikmet-i ilâhi, mes'ele için bu gazayı yeter buldu. Bunca meşakkat ve ona sarfedilen büyük sabır ve gayret müslümanların cihad ödevine yetf.. Haniya bu uzun mesafeyi, Medine ile Tebük arasını gidiş ve gelişle kat'etmek için bedeni ve mali çok büyük bir fedakârlık göstermişti müslümanlar, (Bu da te'-sirini gösterdi). Yâni yukarıda görüldüğü üzere, bu sefer yorgunluğu, çilesi, güçlük ve tehlikesi, mal sarfı bakımından başlı başına bir savaş, hem en çetin savaştı... Ancak acaba Allah'ın emrettiği cihad hangisiydi? Acaba o sadece mal ve nefsi bezletmek miydi Allah'ın şeriat ve dini uğruna? Evet Allah'ın kulundan istediği tamamen bu idi. Kâfirlerin oyununu bozmak âsilerin kalblerine iman ve hidâyet ruhunu sızdırmak için, Allah bundan öte bir fedakârlıktan onları korumuş, bu kadarla başarmalarını nasib etmişti.
Bu meşakkat ordusu, gerçekten de bu çetinler çetini gazvede mal ve bedenî fedakârlığın son haddine vardırmıştı. En güzel istirahat imkânlarını feda edip, işkencenin en çetinini tercih etmişlerdi. Hem de envâ-ı türlüsünü tadmışlar; böylece de imanlarında sadakatlerini isbat, Allah'a sevgilerini izhar etmişlerdi. Allah'ın des-
teği ve zaferi hak olmuştu onlara. Onları savaşmaktan muaf tutmuş, düşmanın kalbine korku salmaları onların savaşı olmuş, düşman dağılıp Allah'ın hükmüne boyun eğmek zorunda kalmıştır.
îşte böylece, Rumların boyun eğip, cizye vermeye razı olması kolaylaşmıştı. Onların bu seferde çektikleri zorluğa bedel bir kolaylıktı. Çünkü onlar Nebi (s.a.v.)'leriyle birlikte sırf ilâhî rıza için bunlara tahammül etmişlerdi. [135]
2- İbretler Ve Hükümler:
Bundan dolayı, bu gazvede birçok ders ve hükümler bulacaksınız. Bir kısmını aşağıya dercediyoruz;
a) Mal ile cihadın önemi: îslâm düşmanlarına karşı uygulanacak cihad, gazaya çıkmaya münhasır değildir. Aksine sefere çıkmak tek başına hiç yeter değil. Yâni cihad; savaş, silâh, mal ve nafakaya dayanır. Müslümanlar için, her birinin gücüne göre ve esasen cihadı yürütecek derecede bağışta bulunması kaçınılmaz ödevdir. Tabii, bu herkesin zenginlik ve ihtiyaçlarıyla oranlı bir sorumluluktur.
Nitekim fukahâ da, devlet cihad için gerekli nafakayı te'minde güçlük çekerse, halka gücü ve ihtiyaç nisbetinde vergi yüklemesini caiz görmüştür. Yukarıda bu geçmişti. Ancak ulemanın bu ittifakı, devlet malının bu iş için tahsis edilmiş bir nafaka ya da gayr-i meşru bir mal olmamasına bağlıdır. Çünkü halkın malı, asker ve savaş ihtiyaçlarına harcanma bakımından devletin malından daha elverişli değildir.
tşte gördünüz, Osman bin Affân Cr.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a üç-yüz deve ve onların gerekli koşum malzemesiyle, ikiyüz gümüş uki-ye de nakit getirmişti. O da bunun üzerine, «Osman'a bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez» buyurdu. Bu ise,.Hz. Osman'ın ne kadar büyük yardım ve fedakârlıkta bulunduğunu gösterir. Hattâ bu, Resûlullah'ın onun hakkındaki «Bundan sonra Osman'a yapacağı hiçbir şey zarar vermez» sözünü Hz. Osman (r.a.)'ın siyâset ve idaresini tenkid sadedinde ona dil uzatanlara, onun hilâfet dönemindeki yönetimine itiraza kalkanlara uyan ve tenkiddir.
O tip kişiler, onun siyâsetine dair yazarken zaaf ve iltimas ta'-birlerini kullanmakta ve böylece müsteşriklerin yapageldikleri ve bekledikleri lâfı etmiş olmaktadırlar, tslâm tarihinin safahatını işlerken, bazı tarihçilerin bu vebalin altına girdikleri, onu değerlen dirme adı altında müsteşriklerin plânladığı oyuna gelip onu suçladıkları olur. Siyer ilmini de buna âlet ederek; hedeflerine varmış olur müsteşrikler.
Kendisini evc-i bâlâda gören, arındırıp durultanlar, Hz. Osman'ın idaresi üstünde lâf ederken kendi kamburlarım ve iç hastalıklarını örtmek isterler. Bir döner onu eleştirir, bir de bakarsınız, siyerinde menkıbelerini anlatarak onu överler gûyâ...
Hz. Osman'ın hilâfetinde farzı muhal hatâ bile görse, azıcık edebi olan kişi Resûlullah (s.a.v.)'ın: «Bundan sonra Osman'a yaptığı hiçbir hatâ zarar vermez» fermanı karşısında artık onu tenkide veya idaresini kötülemeye utanır, en azından!
b) Ebû Bekir hadisi ve ondan bir takım haram ve çirkin bidatler türetmek için üstüne eklenenlere dair birkaç söz:
Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisten söz ejtmiştik! O bütün malım Resûlullah (s.a.v.)'a getirmiş, O da: »Ehline ne bıraktın?» diye sorunca, «Onlara da Allah ve Jlesûlünü bıraktım» buyurmuştur. Bazı kimseler ise bu hadîs üzerine bazı şeyler uydurmuşlar. Gûyâ Resûlullah demiş ki: «Ebâ Bekir! Allah senden razı oldu, sen de On'dan razı mısın?» O da bundan heyecanlanıp sevincinden coşmuş, Resûlullah'm huzurunda kalkıp oynamış. Ve demiş ki: «Ben nasıl olur da Allah'tan razı olmam?..» Buradan yürüyerek de bunun Mevlevilik ve öbür bazı tasavvuf kliklerde görülen, zikir halkasmdaki raks ve sema'ın caiz olduğuna delil teşkil ettiğini iddia etmişlerdir.
Delil diye aldıkları şey, yukarıda arzettigimiz üzere tamamen uydurma ve hadisin sonuna bir ilâvedir, iftiradır. Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah huzurunda raksettiği, hiçbir sahih veya mevzu hadis kitabında mevcut değildir.
Yâni asıl hadisin geçtiği, Tirmizi, Hakim, Ebû Dâvud kitablarımn hiçbirinde böyle bir ek yok. Hani olsa da zaif olsa, o da yok. Meselenin kendisine gelince; delilin sabit olması şöyle dursun, aleyhinde kesin delil var. Onun, yâni raks ve sema'ın haram olduğu açık delillere dayalıdır. Çünkü ulema raksın çalgıyla birlik yapılmasını haram görmüştür. Bunda icmâ var. Çalgısız oyunu ise ulemanın cumhuru mekruh görmüştür. Durum ne olursa olsun, zikrullaha raks katmak ise, .meşru bir ibâdete haram veya mekruh işi katmak gibi bir cinayet olur. Bu demektir ki; adamlar delilsiz olarak, Allah'a yaklaştırıcı diye ibâdeti değiştirmişler, ya da öyle bir davranışı haramlık veya mekruhluktan çıkarmışlardır.
Eh buna benzer işleri de ucuna ekle artık. Elfaz-ı zikirde bulunmayan birtakım sözlerle sesi yükseltmek, boğazlarını yırtacak gibi bağırıp çağırmak. Birtakım şair ve bestecilerin dizdirdiği nağmelerle aşk ve nefsin coşması adı altında terennüm ve müzik de buna bağlı.
Şimdi kıyaslayalım bakalım; Allah'ın emredip Resulünün ve onun ashabının yaptığı zikre kıyasla, bunlar nasıl zikir olabilir? Ve bu davranışlar ne tür bir jbâdet olur? Halbuki biliyoruz, Ce-nâb-ı Hakk'ın meşru kılıp, kitabında bildirdiği, Resulünün de hayatında uygulayıp gösterdiği ibâdet azaltılamaz, artırılamaz.
Bu anlattıklarımızın da çeşitli devirlerde îslâm şeriat âlimlerinin topluca beyan ettikleri esaslar olduğunu aklımızdan çıkarmayalım, ^ncak bazı bidatçılar buna ters beyanda bulunmuş, şaz davranış göstermiş olabilirler. Bu da herkesin bildiği gibi, Allah'ın 'zin vermediğini, bid'atı yaşamak, sonunda birçok haramı helâl saymak gibi büyük felâketlere götürmüştür insanları. Bir zaman aşk ve vecd adı altında, başka bir zamanda bakarsın sorumluluktan âzâde olmak gib: saçma sapan yorumlarla kamufle edilir bunlar.
Seçkin îslâm ulemasından tzz bin Abdüsselâm'ın, ilmi, dini ve tasavvuf yetkisine bağlı beyanını görünüz şimdi:
«...Oyun ve alkışa gelince, bu kadınca bir hafifliktir. Ancak yalancı san'atkâr ve züppeler, yapar bu işi. Peki nasıl olur da bir insan; Resûlullah'ın «En hayırlı nesil benim dönemimdekiler, sonra onları takib edenler, sonra da onları takib edenler» buyurması karşısında aklı karışmış, gönlü coşmuş olarak kalkıp şarkı ve türkü nağmelerine ayak uydurarak oynayabilir. Haniya, bu insanların hiçbirinden asla buna benzer bir davranış görülmemiştir[136]».
İbn Hâcer de «Keffü'r-Rüâ'» kitabında buna benzer ifade kullanmıştır.
İmam Kurtubİ ise, bu bid'atın niceliği ve haramlığını son derece geniş bir tafsilâtla vermektedir. Bu zâtın görüşünü tam öğrenmek isteyen, tefsirine müracaat etmelidir. «...Onlar ki, Allah'ı ayakta, otururken veya yatarken herhalde zikrederler...» ve «Yeryüzünde cakalı yürüme! Çünkü sen ne yeri delebilirsin, ne de boyunla dağlara ulaşabilirsin» âyet-i kerimelerinin tefsiri bahsine bakılmalıdır. Burada kısa kesmemiz, fazla uzatmamamız uygundur. Yoksa bu konuda imamların serdettiği bütün delilleri serebilirdik. Yâni geçmiş ve sonraki ulemanın nasıl kafi bir ittifakta bulunduğunu ve asla ayrılığa düşmediğini anlamamız için[137] Tabii şuurunu kaybeden, irâdesi elinden giden, zikir anında böyle bir kendinden geçme haline düşen kimsenin durumu söylediğimiz genel hükmün dışındadır. Çünkü bu durumda teklifi hükmün taallûku kalmaz. îzz bin Abdüsselâm'ın kendisi için bahsettiği heyecanlanıp, kalkıp zıplaması da buna hamledilir. Çünkü kitabından naklettiğimiz gibi o nassı bilen bir kişi olarak, aklı üstündeyken bunu nasıl yapardı?[138].
c) Münafıklar: Karakterleri ve İslâm için tehlikelerinin ciddiyeti:
Tebük seferi, Kitâbuîlah'ın beyanı ve onu tafsil eden ilgili hadisten anlaşılıyor ki, başka hiçbir gazve bu dereceye ulaşmamıştır. Nitekim Tevbe süresindeki âyetleri, daha doğrusu bir bölümü okuyunca görürsünüz bunu. Ayrıca bu âyetlerde ağırlık merkezini, Allah yolunda «mal ve nefisle cihad»ın önemi teşkil eder. Bu da müs-lümanlann, dinlerindeki sadakatin delili olarak belirir. Aynı zamanda mü'min ile münafık arasındaki farkı da tesbit eder. Buna bağlı olarak da müslümanın, eğer gerçeten müslümansa, asla rahata ve safaya meyletmeyip karşısına çıkacak, kendisini engelleyecek her zorluğu nasıl yenip Allah yolunda hep ilerlediğini, ana prensip olarak açıklar. Zaten ilgili hadîste de, münafıkların niyetlerindeki fecaat ve gizli plânları uzun anlatılmıştır.
Bu hadi teki ders ise, her asırda müslümanlar için baş tehlikenin, nifak olayı ve münafıklar olduğunun açıklanması olacak. Bu şu demektir: islâm bir dâvadır ki, başta cihadı ve güçlüklere karşı dayanmayı esas alır. Böylece de, doğru ile yalancı anlaşılır, mü'mi-nin imanı da münafıkm karanlık ruhundan seçilir.
Tebük olayı ise, bu Kur'ani dersin başlıca malzemesi olmuştur. Çünkü, bu gaza ile müslümanlar her zamankinden çok tecrübe-lenmiş ve ilâhî uyarı ve ihbara mazhar olmuşlar. Böylece de Medine'de peçe düşüp nifak açığa çıktı. Samimi müslümanla münafık tam anlamıyle anlaşılmış, tanınmış oldu. Bunun üzerine de, ardı ardına âyetler gelip, onları suçüstü yakalayıp sırlarını müslümanla-ra bildirererek, her zaman ve her yerde onları tanıyıp, şerlerinden sakınmalarının yolunu gösterdi. «O savaştan geri kalanlar, Resûlul-lah'a karşı oturdukları yerde huzurluydular.» Allah yolunda mal ve canlarıyla savaşmayı da hor görmüşlerdi. Hattâ «Bu sıcakta yolculuk yapılma/.» demişlerdi. Bilselerdi ki bu, cehennem ateşine göre çok hafif kalırdı... Az gülüp çok ağlasınlar o halde. Şimdi Allah seni onlardan bir taifeye rasfclatırsa ve çıkış için izin isterlerse de ki, asla benimle çıkamazsınız, düşmanla da benimle birlik savaşa-mazsınız. Çünkü siz ta başta oturup kalmayı seçtiniz. O halde arkaya asılıp duranlarla hemhal olup oturun[139]».
Şimdi sen, bir bu âyetlerin başına, bir sonuna bak: Münafıkların durumuna ne derece önem verildiğini, onlardan ne kadar çarpıcı "ifadeyle söz edip, sakınma tavsiye edildiğini sezeceksin. Bu hiçbir şey değil, müslüman için, en büyük aldanma ve belâya uğramanın, münafıklardan, hiç başkasından Üeğil sadece bu tiplerden geldiğini anlatır. Ve düşmanlarının onlara saldırma yolu da sadece ve sadece nifak kapısından ve münafıklar yönünden mümkün olur. Müslümana hiçbir düşmanı da, münafıkların hazırladığı tuzağı hazırlamaz, hazırlayamaz. Zaaf, fesad ve tefrika gibi iki mikrop da kimseden değil yalnız münafıklardan bulaşır... Nitekim Cenâb-ı Hak apaçik bildiriyor: «Onların sizinle birlikte savaşa çıkması da size birsey sağlamaz, ancak fesad getirirdi. Aranıza girer, kulağınız duya duya sizi fitne aramaya sevkederlerdi. Halbuki Allah, zâlimleri çok iyi tanır[140]».
Bunların tehlikeleri de gizlidir. Çünkü İslâm adına savagır görünürken, ona kendi silahıyla oyun hazırlarlar. Dinin hükümleriyle, «Islâh» ediyoruz diyerek oynarlar. Dinin ruhuna, şeriatın özüne dönüyoruz diyerek yürürler. Ondan (telfik yoluyla) karma hükümler elde etmeye çalışırlar. Maksad efendilerine ve dostlarına şirin görünmek ve kendi geleceklerini tahakkuk ettirmektir. İstikbâl hazırlamaktır.
Bu bahisten müslümanın çıkaracağı en mühim ders ise şudur: Müslüman dış düşmandan açıkça gelenden bir korunursa, münafık tiplerden bin korunmalı. Ve savaşacaksa, ilk hedefin bunların olduğudur. Yâni aralarına nifak sokan bu tipleri yok etmek olmalı ilk ödev... [141]
d) Ehl-i kitab ve cizyet
Bu gazvede, Ehl-i Kitab'dan cizye almanın meşru olduğunun delili de vardır. Böylece onlar da mal ve canlarını kurtarmış olurlar, Yukarıda görüldüğü üzere, Resûlullah (s.a.v.) Tebük'e varınca, Rumlar dağılıp kaybolmuşlardır. Hristiyan-laşmış Araplar ise ona gelip barış yaptılar. Cizyeyi kabul ettiler. Resûlullah (s.a.v.) onlara buna dair emirname ve talimat yazdı. Cizye ise esasta ( mâli bir vergi olup, müslümanların zekât vermesine denk bir ödevdir. Ancak aralarında elbette çok büyük fark var. Zekât hem dini, hem idarî esasa bağlı (hem ibâdet, hem vatandaşlık ödevi) iken, cizye sadece idarî bir sorumluluk esasına dayanır. O halde, cizyeyi vermek üzere itaat eden ehl-i kitab, kendi nefsinde dini benimseyip ona bağlanmasa da, idari yönden îslâm ahkâmına boyun eğmiş, itaati kabullenmiştir... İslâm cemiyetine girmiştir. O halde, onların îslâm ahkâmına muhalif bir tavır almaları, umumî hükümlere ters davranmaları mümkün değildir. Ancak kendi kana-atlerince dinlerinin gereği olanı yaparlar. Şarap içmek gibi...
İmdi, kitab ehliyle, dinsizler ve putperestler arasındaki farka gelince; kitab ehli kendi dinlerini muhafaza ettikleri halde, islâm toplumu içinde kaynaşıp, genel ahkâma uyabilir. Halbuki putçular-la katı dinsizlerin (mülhid) İslâm toplumuyla herhangi bir yönden ilgi kurup münasebette bulunması mümkün değildir. Çünkü ilhad ve puta tapıcılığın İslâm ahkâmıyla yakınlık gösteren hiçbir ilkesi yoktur. Yâni temelde ve teferruatta tamamen zıt nizamlardır, diyalog imkânı yoktu
e) Geçmiş ve lanete uğramış kavimler
Resûlullah'ın, Semûd kavminin harabelerinden geçerken söyledikleriyle görüyoruz ki-, müslümanların o türlü milletlerin yurtlarına girmesi, Allah'ın helak ettiği eski kavimlerin yerinde iskânı hoş görülmemiştir. Hattâ kalıntılarının yanından geçmek bile... Sadece onların başına gelenlerden ibret almak için görmek mümkündür. Allah'ın O Resule ve müslümanlara rahmet ve afiyet vermesini dilemek için... Çünkü bu harabeler Cenâb-ı Hakk'ın o kavme gada-bının müşahede edildiği yerlerdir. Ve onların dilinde bu ilâhî ga-dab ve sebebi tescil edilmiştir. İlâ nihâye de duracak... Şübhesiz Allah bu izleri gelecek her milletin ibret alması için bırakmıştır. Basireti olan görecektir. Nitekim birçok âyet-i kerimede de belirtilip yor. Demek ki, insanın bu tür kalıntıları, tarihî nakışları bina yapılarını incelerken, ondaki mânâyı ve ilâhi muradı düşünmeden, kay-gusuz, şuursuz görüp geçmesi müthiş bir yanılgıdır. Esasen yeryüzünde bu türden ne dersler alınacak şeyler var. Ve sanki hep «Ey basiret sahipleri, bizden ibret alın» diye lisan-ı hâl ile insanlığa sürekli ihtar etmektedirler. Ama insanların bunu duyacağı mı var? Şeytanları onlara ne telkin ederse ona bakarlar. Ve sadece kalıntının, tarihine, san'at değerine, üslûbuna bakıp geçerler,
f) Şimdi bir de Resûlullah'ın münafıklara karşı kullandığı idâri metodla, müslümanlara karşı davranışı arasındaki ince farka dikkat edelim:
Gördük ki bu seferde birçok münafık geri kaldı. Sonra gelip bin türlü yalan ve dolanla özür dilediler. Resûlullah da onların dış yüzlerine göre mazeretlerini kabul etmiş oldu. Ama iç âlemlerin-dekini aziz ve celil olan -Allah'a havale etti. Onlarla musafaha etti.
Az bir miktar da mü'mirilerden vardı, sefere çıkmayan. Ama bunların gönlünde bir şübhe veya nifak yoktu. Zaten de, O'na gelip özür beyan edip af dilerken, herşeyi gerçeğiyle itiraf etmişlerdi. Özür uydurmadan, yalan söylemeden müsamaha dilemişlerdi. Halbuki bunlara yüz vermedi, onları cezalandırdı, ellerini bile tutmadı. Allah'ın ferman indirmesine kadar, bu zevatın ne çileler çektiğini de yukarıda gördünüz.
Niçin acaba? Neden münafıklara böyle hoşgörüyü, sadık mü'-minlere bunca sert cezayı tercih etti?
Cevab: Bu makamda şiddet ve sıkıntı, yüceliğe ve şerefe dair bir işarettir. Münafık asla buna ulaşamaz. Haniya, nasıl nail olabilir bir münafık; hakkında âyet inerek afve d ildiğinin bildirilmesi gibi bir iltifata?
Zaten münafıklar ne halde bulunursa bulunsunlar kâfir damgasıyla damgalıdırlar. Onların bu dünyada gösterip durdukları da, âhirette esfel derekede kalmalarım önleyemiyecek tabiî. Ama şâri-i Mübin (c.c.î, onları zahirde göründükleri ve gösterdikleri dünyevi tavırla karşılamamızı, öyle adlandırmamızı ve ahkâmı da buna göre uygulamamızı emreder. Öyleyse içlerinde gizlediklerini ve sözlerinin altında yatanı, tahkik kendilerinden sâdır olan yalandan ötürü, dünyada iken muahaze etmemizi caiz görmez. O halde biz mü1-minlere nasıl sade (ahkâm ve muameleyi) zahire göre uygularsak, onlara da hâl ve akidelerinde zahirde gördüğümüze göre tavır takınırız.
tbnü'l-Kayyım şöyle der: Allah kullarının cürümlerine karşı böyle muamele eder. Mü'min kulunu te'dip eder, çünkü o kendi nez-dinde sevgili ve şereflidir. Onu az bir zilletle uyarıp sakındırır... Ama kendi gözünden düşenlere ve emrine ters gidenlere gelince, günahla barıştırır, o günah işledikçe de (iyice azıtsın diye) ona ni'-metini artırır[142].
Görülüyor ki, Kâab'dan nakledilen bu uzunca hadiste çok önemli ders ve ibretler var. Şimdi onları özetliyelim i
Birincisi: Dini sebeble tehcir caizdir. Nitekim Resûlullah (s.a.v.) müslümanları Kâab ve iki arkadaşıyla uzun bir süre konuşmaktan men etmiştir. tbnu'l-Kayyım bunu şöyle açıklar: Buradan anlaşılıyor ki hu tür hacredilmiş kimsenin selâmını almak vâcib değildir[143]. Çünkü bu Kâab'ın söyledilrinde vardır: «Ben çıkıp müslümanlarla birlikte namaz kılıyordum. Resûlullah'a gelince de o namaz sonu mecliste otururken ona selâm veriyordum. Ve bakıyordum dudakları kıpırdayıp benim selâmımı alıyor mu, almıyor mu?»
Yâni bu halde selâmı çevirmesi vâcib olsa elbette alırdı ve c da bunu işitirdi...
İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın, Kâab'ı imtihan için verdiği başka bir iptilâ. Öyle bir deney ki, insan mü'minin bu iman derecesini, Allah'a bağlılığını tasar] ayamadığı gibi, nerdeyse, Azîz ve Celil olan Mevlâ'nın bu derece imtihanını caiz görmüyor hâşâ!.. Görüldü ki, Gassan meliki, ona övücü ve büyütücü bir mektup göndermiş, onu, kendisinden yüz çevirerek bu derece ezaya sevkeden müslüman cemaatı terketmeye da'vet etmişti. Kendi ülkesine gitmesini de tavsiye etmişti. Kendisine orada ikram olunacağına söz vermişti.
Bu ise Kâab'a en büyük belâ idi. Çok daha ağır imtihandı... Ama bu imtihan da onun İman gücünü ve Mevlâsına olan sevgi ve bağlılığını isbata yaramıştı. Ne ayaklan kaymış, ne de zelil olmuştu. Bugün Kâab'ın önüne sunulanlar bir kimsenin önüne konsa, onun denendiğinden tek biri ile denense!.. Ama hepsi geçti de o, bütün iman ve İslâm'ını tehdid edenlerin hiçbirisine iltifat etmedi, çilenin altında ezilmedi...
Üçüncüsü: Şükür secdesi ibâdetde meşrudur. Kâab (r.a.)'m kendisine, tevbesinin kabul olduğunu haber veren müjdecinin sesini duyunca yaptığı secde buna delildir. İbnü'l-Kayyım bu hususta da şunu söyler: Hz. Ebû Bekir (r.a.i'de kendisine Müseylimetü'1-Kez-zâb'ın katlı haberi ulaşınca böyle secde etm:şti. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) Hâricilerden «Zû Sedye»nin ölüsünü görünce böyle secde etmişti. Resûlullah (s.a.v.) da, Cebrail'in, kendisine, salât ü selâm getiren kimseye Allah'ın on kere selâm edeceğini müjdelemesi üzerine şükür secdesi etmişti[144].
Dördüncüsü: İmam Züfer'den başka bütün Hanefîlere göre, bir kimse malının hepsini sadaka vereceğini adaşa, zekâta tabi malından başkasını vermesi gerekmez. Sadece onu vermesi yeter. Delilleri ise şudur galiba; Kâab (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a: Ben tev-bemin kabulüne karşı bütün malımdan el çekip çıkarak Allah ve Resulü için sadaka edeceğim, demiş de O'da: «Hayır, malının bir kısmını kendine sakla» diye emir vermişti. Malını nezr edince, hepsini vermesi gerektiği görüşüne meyledenler ise derler ki; Kâab'in Resûlullah'a söylediği «nezr» sigasıyla hakikî mânâda değildir. Bu sadece bir istişaredir, O'nunla (s.a.v.),O da bir kısmını vermesini tavsiye etmiştir[145]. Umarım ki, siyakı kelâma da, Resûlullah'ın cevabına da yakın görüş budur. [146]
9- Hz. Ebû Bekir (R.A.)İn Dokuzuncu Hicret Yılındaki Haccı
Resûlullah (s.a.v.) Tebük seferi dönüşünde, Hacc yapmak istedi. Fakat müşrikler Harem'in çevresinde bulunduğu ve çıplak tavaf ettikleri için buna gönlünün yatmadığını bildirdi. Hz, Ebû Bekir'i gönderdi. Hz. Ali'yi de onunla görevlendirdi. Onlara, müşriklerin, bu yıldan itibaren hacca gelmemelerini ve dört ay içinde de İslâm'a girmelerini; aksi halde ise mes'elenin savaşla bitirileceğinin ihtar edilmesi emrini verdi.
Buharı (r.a.) Kitâbül-Meğazî'de Ebû Hüreyre'den şunu nakleder: «Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir'i, Veda Haccı'ndan önce, görevlendirdiği hacC esnasında Nahr günü; «Bu yıldan sonra hiçbir müşrikin hacc edemiyeceğini ve çıplak tavafın yasaklandığını ilân emrini verdi.»
Muhammed bin Kâ'b el-Kurazî ve ötekilerin nakline göre de : Resûlullah (s.a.v.), Hz. EbûBekir'i dokuzuncu Hicrî yılda, Hacc emi-ri olarak gönderdi. Hz. Ali'yi ise, Berâe sûresinden, 30 veya 40 âyeti halka okumak üzere gönderdi. O da, Arefe günü âyetleri halka okudu ve müşriklere dört ay mühlet verildiğini duyurdu. Zilhicce'-nin yirmisinden itibaren, Muharrem, Safer, Rebiülevvel dahil Rebi-ül'âhir'in de onuna kadar... Bu emri, müşriklerin konak yerlerini dolaşarak okudu:
«Bu yıldan sonra bir müşrik Kabe'yi ziyaret edemiyecek ve kimse de orayı çıplak tavaf edemiyecek.»
îmam Ahmed ise, Mahrez tbn Ebî Hüreyre'den, o da babasından şunu rivayet eder:
«Ben Ali bin Ebî Tâlib ile beraberdim. O Berâe süresiyle Mek-kelilere Resûlullah tarafından gönderilmişti. (Oğul) sordu: Nasıl ilân ediyordunuz?» O da : «Biz şöyle sesleniyorduk : Cennete mü'minolmayan giremez. Kimse de Beyt'i çıplak tavaf edemez. Resûlullah ile aralarında anlaşması olanlara ise dört ay mühlet vardır. Dört ay geçince de, Allah ve Resulü müşriklerden beridir... Bu Beyt'e bu yıldan sonra herhangi bir müşrik haccedemez...» Ve der ki; o kadar bağırdım ki, sesim kısıldı.»
Bu, tam Allahü Teâlâ'mn irâdesiydi. «İlân Allah ve Resûlünden-dir, Hacc-ı ekber günü insanlığa; Allah ve Resulü, müşriklerden beridir. Tevbe ederseniz tabii sizin için daha hayırlıdır. Yüz çevirdiğiniz takdirde ise, bilin ki; Allah'ı âciz bırakamazsınız. Öyleyse, inkarcıları elim azabla müjdeleyin!...»
İbn Sa'd ise şunu nakletti: «Nebî (s.a.v.î, Hz. Ebû Bekir'i Hacca gönderdiğinde, Medineli 300 kişi ile yola çıktı. Onunla birlikte, yirmi kurbanlık işaretleyip, kesilmek üzere gönderdi. [147]
İbretler Ve Öğütler
1- Hacda müşrik âdetleri :
Geçen bahislerde görüldü ki, Kabe ziyaretini Araplar, İbrahim aleyhisselâmdan miras olarak aldılar. Yâni Hanif dininin kalıntıla-rındandı. Ne var ki; şirk unsurları da katılmış, hattâ şirk daha ağır basıyordu...
Ibn Âizin nakline göre; müşrikler müslümanlarla birlikte hacca gelir ve onları yanıltmak için şöyle bağırırlardı: «Senin ortağın yoktur, ancak sensin ortak. Sen' ona sahipsin, hem de onun sahip olduğuna...»
Onlardan bazısı, çırılçıplak tavaf ederler, bunu da Kabe'ye ta'zim sayarlardı. Birisi şöyle derdi: «Dünyadan zulüm bulaşmış hiçbir şey üzerimde olmadan, anamdan doğduğum gibi tavaf ettim[148]».
Bu rezaletler ta Hicrî dokuzuncu yıla kadar devam etti. Hz. Ebû Bekir haccedip, Hz. Ali ile onları uyarınca, Mescid-i Haram'ın bunlardan arınması ilân edilmiş ve bir daha tekerrür etmemiştir.
2- Harb ilanı ile anlaşmanın feshi:
Muhammed tbn İshâk ve bazılarına göre, müşrikler iki sınıftı, bir kısmı üe Resûlullah arasında dört aydan kısa bir anlaşma vardı, onlar dört aya iblâğ edildi. Fazla olanlar ise bu ilân ile dört aya indirildi. (Çünkü bunların anlaşmaları süresiz ve sınırsızdı). Kur'ân-i Kerim Berâe sûresinde bunu dört aya indirdi. Sonra, onlarla müslünaanlar arasında harb olacak. Müslüman olmazlarsa, nerde bulunurlarsa öldürüleceklerdi.
Bu mühlet de Arefe gününden itibaren başlıyor ve RebiüTâhir'-in onunda bitiyordu.
Denildi ki, - Küleybî'nin görüşü bu - bu dört aylık müddet, Re-sûlullah ile aralarında dört aydan az anlaşması olanlara idi.
Fazla olanlar ise, önce belirtilen zamana kadar sürecekti. Bu da; -Anlaşmanız olan müşriklere gelince, ahdi bozmazlarsa onlara tanıdığınız müddeti tamamlayın. Çünkü Allah müttefikleri sever» kavl-i keriminde vardır...
Birinci görüş daha doğru ve yerindedir. Çünkü, Berâe sûresi, Küleybi'n:n görüşüne destek olmuyor. Fakat ResûluIIah'ın, müşriklerle olan anlaşmasını te'kid ediyor, yeni birşey getirip, değişiklik yapmıyor. Yoksa, Hz. Ali'nin bu sûreyi özel olarak gidip müşriklere ilân etmesinin bir anlamı olmazdı. Resûlullah'ın gönderişi ne anlam taşırdı?
3- Cihadın gerçek anlamına başka bir işaret:
Bu dikkat çekmeden anlıyacağm; cihadın - müsteşriklerin onca arzusuna rağmen- Islâmi anlamının, savunma harbi olmadığıdır...
Şimdi, Cenabı Hakkın kavlinde, Necid kavmi gibi bazı müşrik azınlıkların Mekke çevres i nd ek ilerinin nasıl uyarıldığını incele gör:
«Allah'tan, ahidleştiğin müşriklere bir berâettir. Dört ay daha dünyada serbestsiniz. Ama Allah'ı âciz bırakamıyacağımzi ve Allanın, inkarcıları ezeceğini unutmayın.»
Yine Allah ve Resulünden bir duyuru da şu, «(Hacc-ı Ekber gününde) Allah da, Resulü de müşriklerden beridir... Tevbe ederseniz sizin için daha hayırlıdır. Ama imtina ederseniz, o zaman da iyi bilin ki; Allah acizliği kabul etmez, inkarcılara ise elim azabı müjdeleyin.
Sizin ahidleştiğinizde kusur etmeyen müşriklere gelince, onlar size karşı çıkmadığına göre, onlara verdiğiniz müddeti tamamlayın ve bilin ki, Allah müttefikleri sever.
Haram aylarını atlatınca ise, müşrikleri nerde bulursanız öldürün. Onları yakalayın, takib edin, kuşatın ve pusular kurun... Tevbe eder, namazı kılar, zekâtı verirlerse, yollarını serbest bırakın ki, Allah Gafur ve Rahîm'dir».
Bu âyetlerde söylenen apaçıktır. Artık İslâmî cihadın asıl an-lam ma dair, savunma harbine yorulacak zihne takılan hiçbir şey kalmaz.
Bilinen birşey ki; Berâe sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'iri son nazil olan sûrelerinden olup, birçok âyeti cihadla ilgili ve hepsini karara bağlayıcı niteliktedir... Aynı zamanda, daha önce savunma harbini bildiren cihad âyetlerinden; meselâ:
«Kendilerine zulmedilenlere, savaş için izin verildi. Allah onları zafere ulaştırmaya kadirdir» meâlli âyetlerle bu âyetler arasında bir nesh olayına çağrışım yaptıracak bir durum ise hiç görmüyorum. Çünkü, cihad aslında, hücum veya savunma esasına göre meşru kılınmadı. Sadece, i'lâ-i kelimetullah için, tslâm toplumunu oluşturmak ve yeryüzüne ilâhî devleti hâkim kılmak işin meşru kılındı. Artık bu hedefe hangi usul ve vasıta ile ulaşılırsa, ona uymak zaruri olur. Bu vesile bazen, bazı şartlardan ötürü, barış yoluyla, öğüt - nasihat ve eğitim şeklinde sürer. O zaman cihad sadece böyle anlaşılır. Başka şartlar doğar, yine irşad, nasihat ve tevcih yanında; savunma harbi de yapılabilir. O zaman da bu tür cihad meşru olmuş olur.
Ama öyle şartlar doğar ki; saldırı şeklinde cihadı gerektirir.
O zaman da en güzel cihad odur... Demek olur ki; şartlar cihadın şeklini ta'yin ve sınırını tahdid etmektedir. Tesbit işi (yâni şartları ve gereklerini ta'yin işi) ise, günün uyanık ve ihlâs sahibi devlet
başkanının basiretine bağlıdır.
Bununla şunu ifâde etmek isteriz: Her üç türlü sebeb ve tarz cihadın tahakkuku için meşrudur. Ancak geleceği kestiren muhlis devlet başkanı (veya lider) in tesbiti önemli. Uygulama değişebilir fakat bir durumun neshi söz konusu olamaz...
Hz Ebû Bekir'in haccına gelince: Bu, müslümanları eğitmek ve Haccın gereklerini kavratmak içindi. İşte bundan sonra da asıl îslâmi Hacc, yâni Veda Haccı olacak. O'nun Emîri ise Muhammed (s.a.v.) olacaktı[149].
10- Dırar Mescidi
lbn Kesir'in, Katâde, Said bin Cübeyr, Urve ve ötekilerden naklettiğine göre, Medine'de Hazrec kabilesinden «Ebû Âmir Rahib» isminde bir kişi vardı. Câhiliyye döneminde hrlstiyan olmuştu. (Haz-recliler arasında da çok sayılan biriydi).
Resûlullah (s.a.v.) Medine'ye gelip, müslumanları toparlayınca, İslâm'ın sesi yükselmişti. Ebû Âmir bunun karşısında baklayı çıkardı ve Resûlullah'a karşı düşmanlığını açığa vurdu. Önce Mekke'ye kaçıp Kureyş müşriklerine sığındı, onları müslünıanlarla savaşmaya da'vet etti. Ama baktı ki, İslâm sürekli gelişip yayılıyor, bu sefer de Bizans'a sığınıp Herakliyus'u yardıma çağırdı. O da, Resûlullah'a karşı ona yardım sözü verdi. Ebû Âmir orada kaldı ama Medine'deki dostlarına, münafıklara mektup yazarak Herakli-yus'un kendine verdiği sözü iletti. Aynı zamanda geldiğinde kendisine tahsis edecekleri bir mekân hazırlamalarını, yâni bir nev'i irtibat bürosu kurmalarını, bundan böyle orada görüşebileceklerini tavsiye etti. Onlar da Küba mescidi yanına bir başka mescid yapmaya kalktılar. Nitekim de Resûlullah (s.a.v.) henüz Tebük seferine çıkmadan yapıyı tamamlayıp bitirdiler. Aynı zamanda Resûlullah'a gelerek o mescidlerine da'vet ettiler. Orada namaz kılmakla onların mescidinde namaz kılınabileceğini isbat etmek istediler. Aynı zamanda bu mescidi soğuk gecelerde zayıf ve yaşlılar namaz kılması için inşâ ettiklerini bildirdiler. Ama Allah onu orada namaz kılmaktan korudu ve onlara şöyle cevab verdi: «Şu an biz sefer hazırlığındayız, inşâallah dönüşte...» Oraya bir veya yarım günlük mesafe kala Cebrail indi. Mescid-i Dırar'ın durumunu bildirdi. Mü'min cemâati bölmek için hangi kâfirliğin döndüğünü haber verdi. Resûlullah da, adamlar gönderip yıktırdı, yerle bir ettirdi[150].
Bunun üzerine inen âyetler şöyleydi: «O mescidi, mü'minleri bölmek, kendi küfürlerini desteklemek, daha önce Allah ve Resulüne savaş açana yardım etmek için mescid edindiler. îyi niyetli olduklarına da yemin edebilirler. Ama Allah şahid ki bunlar yalancıdırlar. Sen orada asla namaz kılma. İlk gün takva üzere kurulan mescid namaza daha lâyıktır. Ki orada temizliği isteyen kimseler vardır. Allah da temizleri sever». Cenâb-ı Hakk'ın kavlindeki «Dırar» sözü ise o mescidi Küba mescidine karşı şer niyetiyle yaptıklarını anlatır.
Yine «O ilk günde takva üzere yapılan mescid» kavl-i şerifi de Küba mescidini bildirir. [151]
Dersler Ve İbretler
Bu mescid olayı, artık münafıkların Resûlullah'a ve onun sahabeleri olan gerçek müslümanlara karşı girişe geldikleri tuzakların zirvesini ifade eder. Halbuki bu sefer artık mes'ele sadece nifakla da kalmamış, müslümanlara karşı açıkça bir suikast görünümüne varmıştı. Bunun için de artık Resûlullah bunları bilme-mezlikten gelemezdi. Şimdi artık yeni bir tavırla davranacaktı. Ce-nâb-ı Hak vahy ile ona durumu ve tavrı işaret buyurdu. Bu artık münafıkların gerçek yüzünün anlatılması, öteden beri kullandıkları maskenin sıyrilmasıydı. Sonucu da o meşhur yapının yerle bir edilip mescid diye yutturmaya çalıştıkları hiyle evinin yıkılması olacaktı... Çünkü onlar burasını sırf nifaklarını tezgâhlamak için bir gözetlemek, müslümanlara karşı tuzaklarını düzenlemek için bir mekân olarak yapmış, müslümanları bölmek için vasıta diye düşünmüşlerdi.
Münafıkların bu son hiylesinin hikâyesi daha önce zikri geçen nifak olaylarıyla birlikte bize onlar hakkındaki îslâm şeriatının hükmünü tam bir demet halinde sunmaktadır.
Yâni onlar, dünyada dinden göstermelik olarak ve inanmadıkları halde yalandan takındıkları zevahiriyle muamele görürler. Ama iç âlemleri Allah'a havale edilip, hükmü âhirete bırakılır. Yine onlardan, müslümanlara karşı sâdır olan, hiyle ve suikastlar, nasslara bağlı olarak suçlarınca karşılık görür. Nitekim de hiyle ile bina ettikleri herşey tahrib edilip silinmiştir.
Zaten ResûluIIah'ın onlar hakkındaki bütün tutum ve uygulamaları buna işaret ettiği gibi, ulemanın ciddi araştırma sonucu onun işaret ettiği usulde birleştikleri de ikinci bir kesin delildir. Şimdi münafıkların bu gizli tuzaklarının ilk adımım biçim ve vasıtalarıyla iyi düşününce göreceksiniz ki; her asır ve tarihte nifak tabiatı aynıdır. Münafıkların kullandığı ve istismar ettiği vasıta edindiği şeyler de değişmiyor. Onlar hep alçaklık ve korkaklık, âdi hiyleler, aydınlığa kapalı ve hep karanlık işler peşindedir. Ve onlar bu yüzden, hep emperyalistlerin ayaklarına secde edegelmislerdir. Böylece kendi ülkelerinde müslünt&nlara galip gelmek için onlardan İs-timdad etmektedirler. Öyle ki kendi milletlerinden olan mü'min-Iere, müslümanlara rastladı mı müslümanlık tavrına bürünür, hattâ onun icablannı da yapar görünürler. Hattâ halkı dine teşvik bile ettikleri olur. Ama b'r fırsat bulup da dinin gerçeklerinden birinde yoruma elverir bir yön bulduklarını, ya da o dinin da'vetçilerine saldırmalarına bir yol buldular mi; hemen ilân ederler ki, onun esasr larını ortaya çıkarmak, ya da düşmanlarından hâinlere karşı eyleme geçmektedirler (!)
Bütün bunlardan sonra deriz ki; Resûlullah'ın bu uygulaması bize içinde Allah ve Resulüne karşı âsi olunan her günah mahalli yakılır, yıkılır ve bu mahallerin esas maksadı halkın nazarında iyi ve hoş yerlerle gizlense de aynı muameleyi görür.
Resûlullah (s.a.v.)'m uygulaması bu olunca, (Dırar Mescidi'ne karşı) artık, açık ve alenen Allah'a ısyân için kurulmuş fuhuş ve günah yuvaları hakkında tutumun ne olmalıdır? Hz. Ömer (r.a.î'in içinde içki satılan bir köyü toptan yıktırdığı bir gerçek. Yine «Fü-veysık» diye nükte yaptığı, Rüveysid es-Sakafi'nin dükkânını da yakmıştır. Ve bunda da ulemanın herhangi bir ihtilâfı mevcut değildir[152].
11- Sakîf Hey'eti Ve İslâm'a Girişleri:
ibn îshâk'ın nakline göre, Resûluîlah (s.a.v.) Ramazan içinde Tebük'ten Medine'ye dönmüştü. Aynı anda Sakif kabilesinin temsilcileri de onu ziyaret etmişti.
Aralarında istişarede bulundular. Ve kendi kendilerine çevrelerinde Araplardan kimsede savaşa mecal yoktur diye karar verdiler. Öyleyse ne yapsınlardı, hepsi bey'at edip islâm'a girdiler. Bir de hey'-et çıkardılar. Başlarında »Kinâne bin Abdi Yaleyl» vardı. Medine'ye yaklaşınca Muğire bin Şu'be'ye rastladılar. O da onlardandı. Onları karşıladı ve Resûlullah (s.a.v.)'m yanına girince hangi usulden hoşlanacağını onlara öğretmeye çalıştı ise de, onlar yine câhiliyye -usulüne göre ona selâm verdiler.
Resûlulîah Sakîf hey'etini mescidde kabul etti. Orada bir çadır kurup Kur'an dinlemelerini ve halkın namaz kılışını görmelerini sağlamak istedi.
Hey'et birkaç gün orada kaldı. Onlar Resûlullah'ı ziyaret ediyor ve tartışıyorlardı. O sürekli bu kişileri îslâm'a da'vet ediyordu.[153]
İbn Sa'd'ın nakline göre ise: Resûlullah her yatsı sonu onlara geliyor, onlarla ayaküstü konuşuyordu, ta yoruluncaya kadar[154].
Mûsâ bin Ukbe de meğazisinde, şunları naklediyor: Osman bin Abdü'l-Âs da bu hey'etteydi. Ve en gençleriydi. Onlar Resûlullah ile musahabeye gidince onu hayvanlarının yanında bırakıyorlardı. Osman da hey'etin her dönüşünde onu serbest bırakınca gidip Resû-lullah'a din hakkında bilgi soruyor ve Kur'an okuyordu. Osman o derece görüştü ki onunla, dinde bilgi sahibi oluverdi. Resûlullah'ı uykuda bulursa, Hz. EbûBekir'e giderdi. Osman, bunu da arkadaşlarından saklıyordu. Resûlullah bütün bunlarla onu sevmişti. Nihayet İslâm'ı benimsediler. Ama Kinâne bin Abdi Yaleyl, Resûlullah'a şöyle dedi: Zina için ne dersin? Kabilemiz bu işe düşkündür ve bir türlü vazgeçiremedik... O da, haramdır size, nitekim Cenâb-ı Hakk: «Zinaya yaklaşmayın. O muhakkak çok çirkin ve sonu feci olan bir yoldur» buyurur, dedi.
Onlar bu sefer: «Peki faiz için ne dersin? Hani o bizim malımızdır"», dediler. Cevab şu idi: Malınızın aslı (kapitali) size aittir. Bakın Allah ne emrediyor: «Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve kalan faizlerinizden vazgeçin, eğer gerçekten mü'min iseniz[155]». Bu sefer de peki içki hususunda görüşün ne? Ülkemizin geliri budur. Ve bundan vazgeçemeyiz çünkü, deyince de, Resûlullah; «Onu da Allah kesinlikle haram kıldı» buyurup içkinin haramhğını bildiren âyetleri okudu.[156]
İbn îshâk der ki: Aynı şekilde kendilerinin namazdan muaf tutulmasını da teklif ettiler. Resûlullah'ın cevabı şöyle oldu : «Namazsız dinde hayır yoktur.» Bundan sonra gizli bir istişareye giriştiler. Sonra dönüp Resûlullah (s.a.v.)'a bütün bunları kabullendiklerini bildirdiler. Ancak bir tek şeyde müsamaha istediler: Putları olan Lâfı üç yıl süreyle yıkmamasını teklif ediyorlardı. Resûîullah (s.a.v.) bunu şiddetle reddetti. Sene sene indiler de, en son sadece bir ay müsaade istediler. Fakat onların hiçbir mehil istememeleri ihtar edildi, tbn İshâk der ki: Sakîfliler bu mühleti, kabilelerinin sefihleri, kadınları ve kötü niyetli kimselerinin şerrinden emin olmak için istiyorlardı. Zamanla iman kalblerine yerleşsin istiyorlardı. O zaman yıkılırdı bu put. En sonunda ise, Resûlullah'a dediler ki: Biz Lâfı yıkamayız. O halde yıkması size... O da, tamam ben adam gönderip yıktırırım, siz âzâde olun buyurdu. Onlar izin alıp ayrıldılar. Resûlullah onlara dönüş izni verdi ve ikramda bulunup uğurladı. Başlarına da Osman bin Âs'ı reis tâyin etti. Çünkü onu, îslâm'a hepsinden çok istekli ve kabiliyetli görmüştü. Hattâ birçok sûre bile öğrenmişti daha Medine'den ayrılmadan. Resûlullah (s.a.v.) hemen arkalarından bir hey'et gönderdi. Başlarında Hâlid bin Ve-lid, aralarında Ebû Süfyân b:n Harb ile Muğire bin Şu'be de vardı. Bunlar gidip Lâfı yıkmakla vazifeliydi. Ve öyle yaptılar. Fakat Sakîf kadınları çıkıp ağlaşmaya başladılar. Mersiyeler söyleyip fer-yâd ediyorlardı. Put kırılırken Muğire baltasını vurdukça Ebû Süfyân; «Ah yazık. Vah vah...[157]" gibi sözlerle, Lât için ağlaşan, inleyen 'au kadınları taklid edip, alaya alıyordu...
İbn Sa'd ise Tabakat'ında Muğire'den şunları nakleder: Sa-kifliler müslüman oldu. Ben Araplardan hiçbir kimsenin bu derece tam müsîüman olanına rastlamadım. Aynı zamanda, onlar arasında Allah ve Kitabına hiyle yapacak kimsenin çıkmasına da ihtimal veremem[158]
Hey'etlerin Ardı Ardına Gelip Allah'ın Dinine Girmesi
tbn îshâk diyor ki; Resûlullah Mekke'yi fethedip, Tebük'ten sağ salim dönünce Sakifliler müslüman olup, bey'at etti. Ardından da her taraftan Arap hey'etîer gelmeye başladılar. Zaten Araplar hep Kureyş'in müslüman olmasını bekliyor, onları gözetliyorlardı. Çün kü onlar âdeta o milletin imâmı, öncüsü idiler. Beyt-i Haram'm sakinleriydiler. İsmail (a.s.)'in torunları ve Arapların lideri durumundaydılar. Mekke fethedilip, Kureyş İslâm dairesine girince, Araplar anladılar ki; Resûlullah ile savaşmak, ona düşmanlık artık mümkün olmadığı gibi, doğru da değil... Ve İslâm'a girmeye başladılar, bölük bölük. Tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın beyan buyurduğu gibi: «Allah'ın yardımı ulaşıp fetih müyesser olunca; insanların da fevc fevc Allah'ın dinine girdiğim görünce; Artık Allah'ına hamd edip O'nu teşbih et. O'na sığın ki O tevbeleri çok kabul eder...[159]»
Biz ise şu an, bu hey'etlerin gelmesi ile ilgili tafsilâtı sunmayı gerekli görmüyoruz. Çünkü bu haberlerin tafsilâtı değil, ibretler almaktır gaye... [160]
Dersler Ve İbretler
Şimdi, Taife sefer yaptığı gündeki, o kabilenin Resûlullah'ı karşılamaları olayını, o şerli karşılamayı anıyoruz. Onu şirretlik ve vahşetle topraklarından çıkarmışlardı hani Beyinsiz güruhu onun üzerine sürmüş de, çocuklara taşlatmışlar, onunla alay etmişlerdi, îşte bu Sakif kabilesiydi. Şu anda onlara yol açıldı, sadık ve samimî müslüman olup Resûlullah'a itaat ettiler. Hatırlayalım, Zeyd bin Hârise'nin o an Resûlullah (s.a.v.Ta söylediğini, onlar Tâiften Mekke'ye mahzun dönerken; «Nasıl gireceğiz oraya yâ Resûlâllah, onlar bizi çıkarmıştı?» O'nun (s.a.v.) cevabı şöyle olmuştu: «Zeyd, çıkışı da, çıkış kapısını da Allah çok İyi bilir ve hazırlar. Yine O, dinine yardım edip Nebisine sahip çıkacaktır muhakkak».
Bugünkü tecelliler ise, Resûlullah'm Zeyd'e söylediklerinin belgesi oldu. îşte Tâif, işte Mekke ve bir sürü Arap kabile ve ailesi. Nihayet kulak verip İslâm'ı anlamış ve bölük bölük gelip ona dahil olmaktadır. Şimdi gel düşünelim azıcık... Düşünelim Sakîf kabilesinden gelen o ezâ, cefa ve kem davranışları. Kendilerinden izzet ve ikramla karşılamaları, kabul göstermeleri umulurken, o çirkin tavırlar ne idi? Bütün bunların bir zerresi bile insan nefsinde iz bırakabilecekken, rastgele bir insanın gönlünde bile derin iz bırakıp, intikam veya hiç değilse bir karşılık duygusu aşılayacak hallerken... Peki nerede bunlar? Resûlullah'm nefsinde Sakif'e karşı ne var? Tâif i günlerce kuşatıyor, sonra vazgeçip dönüyor. O'na deniyor ki Sakîf e beddu et. İltifat etmiyor buna. Aksine elini açıp duâ ediyor: *Yâ Rab! Sakif'e hidâyet ver ve hepsini mü'min olarak bize döndür...» Allah, Resulünün duasını kabul edince de, Sakîf hey'eti Medine'ye geliyor. Hz. Ebû Bekir ile Muen're bin Şu'be de bu durumu ona müjdelemek için yarışıyorlar Çünkü hepsi Resûlullah'm bundan ne kadar memnun olacağını biliyorlardı. Yâni Sakîf'in müslüman olup yola gelmesine. Ve nitekim, karşılayıp onlara ikramda bulunuyordu. Ve ardından da günlerce onlarla uğraşıyor, yaktini onlara nasihat edip dinî ta'lim ve telkinle geçiriyordu.
Halbuki onlar ne hiyleler düşünmüş, ona karşı ne fesad kalb-le ezalar etmeyi tasarlamışlardı. Halbuki o şimdi onlara sadece hayır ve saâdet-i dâreyn diliyor, onları bu yola irşada çalışıyor... Onlar ne kadar zevk almışlardı O'na ezâ ettikçe, O'na saldırdıkça. Ama O, şimdi onlara îslâm ni'metini ikram etmek, onları Allah nezdinde de makbul kılmak için uğraşıyor, zevk alıyor.
Görüyorsunuz bu rastgele bir insalun tabiatında olan sev değildir. Bu hak bildiği ilkeye, hayırlı akideye çağırıcıdır. Bu, hiç değil, ancak «Nübüvvet» tavrıdır. Ve ancak, Aleyhissalâtü vesselam efendimizin yöneldiği tek hedef ve maksad gereğidir: O da bu dâvanın galip gelip sonuç vermesi, Rabbinin de bu yüzden kendisinden razı olması... O halde, bu uğurda en ağır elem ve sıkıntı da, en büyük huzur ve neş'e de bu yüce hedefe varmak isteyen kul için hiç de önemli ve etkili olamazdı.
Bu idi işte İslâm! Kin ve hıyanet bilmez, insana asla kötülük düşünmez, cihadı emreder. Ama kin ve hıyanete asla cevaz vermez. Kuvvet tavsiye eder ama egoizme ve kibre asla yüz vermez. Rahmete çağırır ama güçlük ve ağır yük getirmez. Sevgiyi öğretir ama sadece Allah yolunda.
O halde, gerek Sakîf, gerek öbür kabile hey'etleri gelip Medine'de İslâm'a boyun eğen hey'etler hep «şerefli bir zafer» va'dinin ifasıydı. Yâni Cenâb-ı Hakk'ın va'd-i sâdıkının tahakkukuydu bunlar.
O gelen heyetlerin yansıttığı ibretler bunlardır, deyip yetine-llm. Buradan çıkarılabilecek ders ve hükümleri ise şöylece sıralamak mümkün:
a) Müslüman olması umulan müşriklerin mescide inmesi, orada misafir edilmesinin cevazı: Gördük ki; Resûlullah Sakif hey'etini Mescidde karşıladı ve onlarla orada görüşüp, dini telkin etti. Bu tutum bunun müşrikler için câ'.z olduğunu gösterir. Kitab ehli içinse, elbette caiz olur... Nitekim de Resûlullah (s.a.v.) Necrân hristiyan-larını, Kur'an dinlemek ve İslâm'ı öğrenmek niyetiyle geldiklerinde orada karşılaşmıştı.
Zerkeşi der ki: «Bilesin ki, Nevevİ ve Râfil tr.a.) gibi zevat, müslümanların izni ile (Harem müstesna) mescidlere kâfirlerin girmesini caiz görürler. Şu şartlarla:
Birincisi: Zımmîlerle yapılan akitte, mescide girme yasağı konmadı ise. Çünkü böyle bir kayıt varsa, izin verilemez.
İkincisi: İzin verecek olan müslümanın buna tam ehliyeti olmalı.
Üçüncüsü: Kur'an dinleyip, öğrenmesi ve sonunda da İslâm'a girmesi umuluyorsa. Ya da binayı tamir gibi bir maksatla girmesi zarurî ise. Bu hususta da, Kaadi Ebî el-Fâruki'nin görüşü bir kazly-ye teşkil eder: «Sırf bilgi ve Kur'an dinlemek için girenin İslâm'a gelmesi içindir, yoksa mescide sokulmaz!..» Bu durumda bize onların mescidlere girmesine İzin verme yetkisi yok demektir. Yâni günü müzde cereyan ettiği üzere muhtelif ecnebi ülkelerden gelenlerin sırf bir san'at ve tecrübe kaygusuyla ya da siyasi alâka kurma gibi yollarla, mescidlere girmesi böyledir. (Turistik maksatla gelen felâket kılıklı kadın - erkeğin hükmü buna kıyaslansın artık).
Uyumak, yemek yemek vb. işler İçin izin isterse, o zaman, «Rav-za» da dendiği gibi: Bu halde izin verilmesi abes olur. Zahirde caiz olsa da, Nevevi'den başkaları ise, bu halde onlara izin vermemiz caiz olmaz derler... Fâruki ise; bu mânâda, hesap, dil ve buna benzer şeyleri öğretmek için girmelerine gelince o da, aynı anlama gelir. Açıktır ki; yasağın maksadı; zararı, mescidin kirlenmesini ve namaz kılanların huzurunu kaçırmanın önlenmesidir[161].
Biz de deriz ki zararın en büyüğü teşviştir. O da, açık saçık ve çok çirkin manzaralı gâvur madamlarının namaz kılan insanın arasında dolaşmasıdır. Uyumak, yemek yemek için girmek neyse, camiin tezyinatını, mimarî özelliğini tanımak için gelmek d