- Tatil dönemi biterken

Adsense kodları


Tatil dönemi biterken

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sun 24 June 2012, 02:46 pm GMT +0200
Tatil dönemi biterken
Naci BOSTANCI • 66. Sayı / DİĞER YAZILAR


Eski Yunan’da vatandaşlar, kas gücüne dayalı çalışmanın insanı soysuzlaştıracağını düşünürlerdi. Tabir caizse, seçkin bir insan olabilmek için intellekt (aklî) güçlerin kullanılması gerekirdi. Kişi retorikle, matematikle, güzel sanatlarla uğraşmalıydı. O yüzden beden işlerini kölelere bıraktılar. Aristo’nun dediği gibi, öküz fakirin kölesi, köle zenginin öküzüydü. Vatandaşların sayısının şehir nüfusuna nispetle kırkta bire kadar düşüyor oluşu, herhalde hayatı bu şekilde düzenlemek bakımından bir imkân veriyordu. Vatandaşlar (belli bir yaşın üstündeki sadece erkek vatandaşlar) mahkemelere jüri üyesi oluyor, memuriyet görevlerini üstleniyorlar, arada da agorada (yılda bir, sair zamanlarda temsili kurumlar yönetim işini üstleniyorlar) site hayatına dair fikirlerini dile getiriyorlardı. Hep böyle olurdu, diye düşünülmesin. Adına Atina demokrasisi dediğimiz sürede bunlar yapılırdı. Bazen ise Sokrat’ı (şehre huzursuzluk getiren tuhaf soruların sahibi yabancı, kendi ifadesiyle at sineği) ölüme mahkûm eden otuzlar tiranlığı gibi diktatörlük dönemleri de yaşanıyordu. Eğer diğer rejimler olmasaydı herhalde Aristo o altıya böldüğü rejimler sistemini hayal etmekte hayli zorlanırdı. (Mükemmel bir rejimin yaşandığı yerde kim bu işlerle uğraşır ki?)

Yunan vatandaşlarının temel iddiasını, bir bakıma, insan olmak ve özgürleşmek için maddi şartların tahakkümünden kurtulmak şeklinde tercüme edebiliriz. Maddi şartların tahakkümü ve insanın özgürlüğü arasındaki o derin, tarihî çelişki üzerine konuşan birçok isim mevcuttur. Bunlardan birisi ve belki en başta geleni Marks’tır. Marks hakkında bir fikri olanların hemen hatırlayacakları konu, mahut alt yapı-üst yapı meselesidir: Maddi şartlara atfedilen belirleyicilik gücü. Kültür, din, hukuk hepsi maddi şartların gölgesinden ibarettir. Onların hikâyelerini mi takip etmek istiyorsunuz, öyleyse maddi şartlara bakın! Aradaki bu kaçınılmaz ilişki üzerine nice yazı kaleme almış Marks, komünist toplumda bu bağın ilga edileceği vaadinde bulunur. Dilediği kadar üretip istediği kadar tüketecek olan komünist toplumun insanı, böylelikle, üzerinde maddi şartların tahakkümü olmaksızın yaşayabilecek, özgürleşecek, kısaca insan olacaktır.

Malum, çalışmak, “zorunda kalınan” bir iş olduğunda mahkûmluğa dönüşür. İnsan işe gitmek istemez, dönerken de yorgunluk ve belki bir parça mutluluk hissi yaşar. Ama bu mutluluğu gölgeleyen yarın yine işe gitmek zorunda oluşudur. Kimi anketlere kulak verecek olursak, insanların yaklaşık onda sekizi işinden memnun değildir. Bu doğruysa, çalışma mekânları birer toplama kampına dönüşmüş demektir. Herhalde herkes bunu teyit edecek sayısız örneğe sahiptir. İşini “lütfen” yapan insanlar, gözü kapıda olanlar, hapishaneden kaçar gibi işyerinden çıkanlar vs.

Foucault, modernlikle birlikte teşekkül eden üç büyük toplama merkezinden bahseder: Kışlalar, okullar, hapishaneler. Aslında bunların yanına işyerlerini de katması için gereken bakış açısına sahipken niçin böyle düşünmemiş, bilemiyoruz. Olsun, biz ekleyelim. Hapishanedeki adamın hayali, bir gün çıkmak, özgürleşmek, dilediği gibi yürümek, uzaklara gitmek, tasasızca sabahları kalkmak, başkalarının tayin ederek biçimlendirdiği hayatını kendi elleri arasına almaktır. Uzman mahkûm Kemal Tahir’in ifadesiyle, hapishanedeki kişi dağları, ovaları düşünmeli. Böylelikle hiç olmazsa zihnini özgürleştirmeli. Tıpkı hapishanedeki kişinin yaşadığı şartların bir tür mukabili gibi alternatif bir tahayyül oluşturup, ona tutunarak zorlu şartlara katlanabilmesi gibi, çalışma mekânlarının mutsuz modern insanı da teselli edici kimi fikirlerle “yaşadığı gerçek hayatı” daha tahammül edilebilir kılmaya çalışıyor. Mesela, taksitle beyaz eşya alıyor, mobilyaları değiştiriyor, para biriktiriyor, nihayet, tatili düşünüyor. Bu tatil meselesi mühim… Şimdi yaz aylarındayız, gazetelerde boy boy otel ilanları çıkıyor, deniz, kum, güneş her yerden fışkırıyor. Neredeyse haberlerle yarışacak şekilde sayfalarca tatil ilanlarının çıkması, bize “neyse o”nun ötesinde bir şeyler söylemeli.

Tatil, modernlikle birlikte hayatımıza girmiş bir kavram. Geleneksel dünyada ev hayatıyla çalışma hayatı arasındaki ayrım, günümüze nispetle daha belirsiz olduğu için, bu geçiş kolaylığı zamanla ilişkiyi de belirledi. 19. yüzyılın ortalarında “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” devrimci proletarya, sonraki dönemlerde sendikalar marifetiyle mücadele verirken, gündemindeki maddelerden birisi de tatil hakkıydı. Çalışma saatleri indirilip, zincirlerin yerine mal mülk “bağlanmaya” başlandığında, tatil için gerekli maddi şartlar da sağlanmış oldu. Elbette kapitalizmin o esnek, kapsayıcı dünyasında proletarya sadece üreten değil aynı zamanda tüketendi. Havanın her yere nüfuz etmesi gibi iktisadi hayatta da kâr ve kazanç sağlayacak her alanı örgütlemede “şaşmaz bir sağduyu ile çalışan” sistem, tatil işlerini de örgütledi. Zaten “akıllı zenginler”, “para”nın kendi başına bir hiç olduğunu bilenler, ona değer katmak için “boş zamanlarını” genişletip renklendiriyorlar, tatil sürelerini uzattıkça uzatıyorlardı (Marks’ın ifadesiyle, para marifetiyle sağlanan eşitsiz mübadelenin fazlasını biriktirmeye kafasını takmış olanlara yapacak bir şey yok. Onlar Firavun’dan daha istekli bir şekilde piramitlere taş taşımakla meşgul olacaklar).

Modernlik bize şunu gösterdi: Tatil fikrini hayata taşıyan maddi şartların ve imkânların yanı sıra, işyerlerinin büyük kapatma mekânlarına dönüşünün de hatırı sayılır bir payı var. Ellerinde fotoğraf makineleri, başlarında tatile has şapkaları, vücutlarını çalışma hayatının demirden disiplininden çekip çıkartan serbest kıyafetleri, ayaklarını özgürleştiren ayakkabıları ile “tatil insanı” her bakımdan “her zamanki” kendisinin bir negatifi gibi karşımıza çıkmaz mı? Tatilin gerçeği bu “değişim ve zıt öteki olma arzusu”nu ne kadar karşılar, ayrıca araştırmak lazım. Ancak, bir fikir olarak tatilin, eski Yunan’daki vatandaşların kol gücüne atfettikleri anlamla akrabalığını hatırlamak önemlidir. Yetmez, Marks’ın komünist toplumu hayal ederken “maddi şartlardan özgürleşmiş insan” anlayışıyla da tatilin ortaklığı vardır. (Tatillerde bu özgürlüğün hiç olmazsa küçük bir tarafından tutunabilmek için bütün bir yıl boyunca beş kuruşu hesaplayarak yaşayanlar bile bir hesapsızlık havasına girmezler mi?) Yetmez, Ortaçağ Avrupa’sında yılda bir kere de olsa yaşanan gündelik hayatı ters yüz eden, ayakları baş başları ayak yapan, her şeyi tersinden okuyan karnaval aklıyla (bastırılanın su yüzüne çıktığı vakitler) kardeşliği vardır.

Öyle anlaşılıyor ki tatil, gündelik hayatımızın ötekisi, olmak istediğimiz ideal halin hayat biçimi, mutluluk arayışımızın mütevazı bir giriş kapısı, zamanı daha da ayrıntılı hale getiren neredeyse Prusya talimnamesinden mülhem diyebileceğimiz modern zaman anlayışına karşı zamansızlığın ve kayıtsızlığın dünyası gibi özellikler taşıyor. Hegel Hıristiyanlığı yaygınlaştıranın Roma’nın baskısı olduğunu söyler. Eğer günümüzde yaşasaydı herhalde bu gittikçe benzeri genetik kodlar taşıma iddiasındaki tatil için de benzeri bir laf ederdi.