- Tarih yapılırken biz

Adsense kodları


Tarih yapılırken biz

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
sumeyye
Thu 2 December 2010, 01:03 pm GMT +0200
Tarih Yapılırken “Biz”


Dünya ölçeğinde yaşanan gelişmeler giderek hepimizi tedirgin etmeye devam etmektedir. Son zamanlarda daha da yoğunlaşan İsrail saldırıları, dünyanın homurdanarak seyrettiği bir olay olmaktan öte geçemiyor. Aslına bakılırsa Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmeye başlamasıyla birlikte İslam dünyasının içine düştüğü durum, “güç”, “kuvvet”, “zaafiyet”, “iradesizlik” gibi anahtar kavramlar etrafındaki analizleri daha yoğun bir şekilde gündeme getirmiştir. Yaşanan sorunlara çözüm bulabilmenin asgari şartının, Amerika başta olmak üzere Batılı ülkelerin aracılığı olması, daha önceki Bosna, Afganistan, Irak vb. olaylar hatırlandığında hiç iç açıcı görünmemektedir. Wall Street’e bakarak olaylara tepki veren Amerika’nın küresel mali kriz de eklendiğinde, “insani” tepkiler vermesi biraz realiteden uzak görünmektedir. Kendisinden çok şeyler beklenen (!) Obama ise, daha göreve başlamadan İsrail’in kendisini savunma hakkından bahsetmeye başladı bile. Aslına bakılırsa Amerika’ya gözünü dikmek, tarih sahnesinden çekilişimizi daha da pekiştirir bir işlev görmesi ve mesiyanik beklentileri artırması sebebiyle en temeldeki problemimiz olmaya devam etmektedir.

Tarih nasıl ki geçmişi bugüne ulaştıran bir çizgi olarak gelmişse, bugün de yapılmaya devam etmektedir. Temel sorun; tarih yapılmaya devam edilirken özne/nesne konumunun neresinde durulduğudur. Epey uzun zamandır İslam dünyasının özne konumuna yabancılaştığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Öncelikle biz modern zamanlarda farklı tarih felsefelerine özne/nesne bağlamında kısaca göz attıktan sonra gündelik sorunlarımızı analiz etmeye çalışacağız.

 

Tarih Felsefeleri:

 

Modern zamanların öne çıkmış en önemli felsefesi ilerlemeci (lineer) tarih anlayışıdır. Tabiat bilimlerinde Darwin’den başlayarak sosyal bilimlerin farklı teorilerine kadar yansımalarını bulan bu anlayış, aslında Batı’nın o günkü geldiği yer açısından zamanın ruhunu ifade etmekteydi. Öte yandan ise Batı dünyasının müdahale ve düşüncelerini meşrulaştırmasının önemli bir zeminini oluşturmaktaydı. Bildiğimiz gibi Darwin’in tabii seleksiyon düşüncesi tarih boyunca baskın ve güçlü olanın ayakta kalıp hayatiyetini devam ettireceği, diğerlerinin ise yok olacağı temel teorisine dayanmaktaydı. Buna göre insan, tarih içinde evrim geçirerek (ilerleyerek) bugünkü halini almıştı. Yine Mendel’in bezelyeler üzerinde yaptığı deneylere dayanarak ortaya koyduğu dominant (baskın) ve resesif (çekkin) karakterler tanımlaması da, son kertede güçlü ve zayıf arasındaki ilişkiyi tanımlamaktaydı. Bunun siyasal ve sosyal düzleme farklı yansımaları olmuştur. Öncelikle siyasal düzlemde kapitalizmle de bağlantılı olarak “güç” ve “hegemonya” üzerine kurulu bir siyaset anlayışı meşrulaştırılmış olmaktaydı. Aslında bunun yeni olduğunu söylemek de zordur. Çünkü Batı düşüncesinin temel nüvelerini oluşturan öncülerden olan Aristo da, son tahlilde politikasını bunun üzerine dayandırmaktaydı. Nihayetinde modern zamanlarda tüm dünyanın “The West and the Rest” (Batı ve diğerleri) şeklindeki tasnifi ile bunun arkasından diğerlerinin Batı modernliğini takip etmeleri gerektiği görüşünün benimsenmesi hegemonyanın bir başka yansıması olarak ortaya çıkmıştır. Bugün de D-8’ler, Birleşmiş Milletler’de veto hakkı bulunan ülkeler güç ve hegemonyanın diğer yansımalarıdır. 19. ve 20. yüzyıl boyunca modernleşmenin bilhassa müslüman ülkelerde dikteci ve tepeden inmeci bir şekilde yapılmasının altında yatan mantık da budur; yani İslam dünyasına iyilik yapmak(!) Biz bilmekteyiz ki, Amerika ve Batı ülkeleri Afganistan ve Irak’a demokrasi getirmek için (!) girmişlerdir.

Sosyal bilimler alanında ilerlemeci tarih anlayışı, Batı’nın ulaştığı noktayı meşrulaştırmıştır. Öyle ki, 18. yüzyıldan itibaren başlayan gelişmelerle tarih yeniden kurulmaya çalışılmıştır. Nitekim ilkel toplumlardan modern toplumlara doğru ilerlemeci tarih anlayışının doğruluğunu kanıtlayabilmek için ilkel toplum icad edilmiştir. (Bkz. Kuper, 1995) Daha da ötede Durkheim, Malinowski gibi sosyolog ya da antropologların ilkel topluma dair araştırma ve katılımcı gözlemleri de bu bağlamda işlevsel olmuştur. Yine Comte’dan Tönnies’e kadar bir çok sosyoloğun yaptığı tarihsel kategoriler aynı zihniyet çerçevesinin bir uzantısıdır. Nitekim Comte, toplumların tarih boyunca teolojik, metafizik dönemlerinden geçtiğini, şu anda pozitif çağda bulunulduğunu söylemektedir. Yakın zamanlarda Fukuyama’nın “tarihin sonu” (Bkz. Fukuyama, 1999) tezi ise, doğrusu ilerlemeci tarih anlayışının ereğine ulaştığını ima eder gibi görünmektedir. İlerlemeci tarih anlayışı, tarihin ileriye doğru ilerleme amacını içkin olduğunu önermektedir. Bu bağlamda düşündüğümüzde insan özneden bağımsız olarak tarih kendi ereğine ulaşıncaya kadar yoluna devam edecektir.

Çatışmacı bir temele dayanan Marxist tarih anlayışı ise, değişimin dinamiklerini tarihin içinde aramaktadır. Üretim ilişkisi ve araçlarının insan ve toplum ilişkilerinin üretim ilişkisi ve araçlarını değiştirdiği diyalektik bir süreci imleyen bu tarih anlayışı, komün topluma varışı dairesel bir döngü içerisinde ele almaktadır. İlerlemeci tarih gibi determinist olan bu anlayış, pratiklerde insanı bu süreci hızlandıran ya da yavaşlatan bir konuma yerleştirmektedir.

İslam’ın tarih anlayışında ise, iniş çıkışlı bir çizgi söz konusudur. Buna göre ilerlemeci ve katı deterministik bir çizgi ortaya çıkmaktadır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, bir topluma peygamber gönderilmesi, tebliğ süreci ve nihayetinde toplumların helaki bu inişli çıkışlı çizgilere örnek olduğu gibi, temelde insan eylemleri ile tarih arasında önemli paralellikler kurmaktadır. Bir başka deyişle, insan öznenin tarihe girişi ve eylemleri ile tarih oluşmaya devam etmektedir. Dolayısıyla tarihin kendinden menkul bir ereği olmadığı gibi, insan eylemlerinin sonucundan etkilenmektedir. Nitekim “bir toplumdaki insanlar tek tek kendilerini değiştirmedikçe, Allah da o toplumun durumunu değiştirmez” (13/Ra’d, 11) âyeti, bu felsefeyi çok iyi anlatmaktadır. Bir başka âyette ise, “insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır; çalıştığının karşılığını mutlaka görecektir” (53/Necm, 39-40) ifadesi ise din, dil, etnisite farkı gözetmeksizin çaba ile bireysel ve sosyal neticeler arasındaki bağlantıyı kurmaktadır. Bu bağlamda, Sünnetullah tarihin hiçbir döneminde hiçbir toplumu imtiyazlı kılmamıştır.

 

Düşüşün Sebepleri:

 

Osmanlı’nın son dönemlerinde aydınlar başta olmak üzere toplumda en fazla sorulan temel soru “niçin geri kaldık?” idi. Bu soruya verilen cevaplar kendi içerisinde bir çeşitlilik taşımakla birlikte, temelde Avrupa’daki göz kamaştırıcı teknolojik gelişmelere bakarak elde ediliyordu. Hiç şüphesiz Osmanlı ve genel olarak İslam dünyası sorunun bir kısmıyla maddi güç olduğunun farkındaydı. Bu farkındalık Batı medeniyetini yakalama gibi bir hedefi içkin olarak, maddi gelişmelerin içerisinde daha yoğun bir yekun teşkil ettiği ilerlemeye endekslenmişti. O günden bu yana yaşanan süreçte, kapitalizmin ve liberalizmin hedefleri ile uyumlu bir değişimin toplumumuzu daha iyi tanımladığını söyleyebiliriz.

Herşeyden önce tarih anlayışımızda zaafiyetler bulunmaktadır. Bunu gündelik hayatta yaşadıklarımız oldukça fazla deşifre etmektedir. Bu konudaki en büyük zaafiyet noktamız mesiyanik beklentilere kilitlenmiş olmamızdır. Bir başka deyişle, bir kurtarıcı bekleme fikri, özneliği muhayyel bir geleceğe hep ertelemekte ve kurgularımızı pekiştirmektedir. Önemli tarihlere referansla bir kurtarıcının topluma geleceği ve âdeta her şeyin düzelmeye başlayacağı düşüncesi, tarihin içinde bizim kaybolmamızı pekiştirmektedir. Halbuki İslam’ın anlayışında özne ve tarih paralelliği hep vurgulanır.

Obama’nın başkan seçilmesiyle Amerikan paradigmasını hiç hesap etmeden dünyanın daha iyiye gideceği sevincini erkenden yaşayanlar, tarih ve sosyolojiden zerre kadar nasibini almamış insanlar ya da aydınlardır. Bugün sıklıkla İsrail’in Filistin’i vurması karşısında Amerika ve Birleşmiş Milletler’in hiç ses çıkarmadığı düşüncesi dillendirilmektedir. Ancak bundan daha önce İslam dünyasının İsrail üzerinde hiçbir yaptırımının olmamasını sorgulamak lazım gelmez mi? Aralarında hiçbir ittifakın gerçekleşmediği İslam dünyası, durmadan Birleşmiş Milletler’e çağrı yapmaktadır. İsrail ise, hiç kimseyi duymuyor. Çünkü tüm ülkeler üzerinde yaptırımı var. Ellerini Wall Street’in ya da borsaların hayat damarları üzerinde gezindiriyor.

İslam dünyası ise sıklıkla dile getirildiği gibi büyük mirasın üzerinde oturup bekleyen fakirler gibi. Kendi aralarında ilişkiler geliştirmekten uzak ve en ufak bir ilişkiyi bile batılı ülkeler üzerinden gerçekleştiriyor. 1991 yılında Kuveyt’in Amerikan bankalarında yatan paraları için gazeteler “Ali babanın hazinesi” başlığını atmışlardı. Diplomasi, güç dengesi, adına ne dersek diyelim ortada yakıcı bir gerçek var: İşgal devam ediyor.

Şüphesiz içinde bulunulan bu durumun birçok sebepleri bulunmaktadır. Biz burada birkaç ana başlık üzerinde durmaya çalışacağız. Her şeyden önce 2001 yılı 11 Eylül saldırıları bir gerçeği bize kesin olarak göstermiştir. Bu saldırı ister Amerika’nın kendi kendine bir tezgahı olsun, isterse dışarıdan yapılmış olsun, netice itibarıyla Amerika kemalden zevale doğru düşüşü yaşamaktadır. Nitekim bu yıl Amerika ile farklı Avrupa ülkelerinde yaşanan mali kriz bunu daha iyi anlatmaktadır. Aslına bakılırsa, mali alanda görülen bu kriz paradigmanın iflasıdır. Fakat bunun karşısında paradigmasını zamanın ruhu içerisinde dillendiremeyen ya da iddialı olmayan bir İslam dünyası vardır ve dolayısıyla henüz birçok alanda öne çıkacak formel gelişmelerden yoksundur. Doğrusu dünyadaki küresel aktörler İslam’ın potansiyel gücünü “Ilımlı İslam” vb. projelerle zayıflatmaya  ve iddialarını törpülemeye çalışmaktadırlar.

Bu bağlamda yapılması gereken en önemli şeylerden birisi “evin içine sahip çıkmak”tır. İslam ülkeleri çok farklı özelliklere sahiptirler. Aslında bunların her biri, bir an önce işbirliği ve yakınlaşmayı zorunlu kılmaktadır. Osmanlı’nın bakiyesi olarak Türkiye bir medeniyet tecrübesine sahiptir; ancak yıllardır uygulana gelen strateji ve politikalar Türkiye’yi bu iddiasından uzaklaştırdığı gibi onulmaz ekonomik sorunlarla da karşı karşıya getirmiştir.  Kim ne derse desin Türkiye’de ekonomi oldukça kırılgandır ve o kadar dış borçla kendi ekonomi politikanızı oluşturamazsınız. Öte yandan bir takım Arap ülkeleri ise oldukça zengin, fakat liderlik ve medeniyet tecrübeleri yok. Bir üçüncü kategoride ise, her bakımdan zorluk içinde olan müslüman ülkeler bulunuyor. İşte bu enerji ve imkanların birleştirilmesi ve güçbirliği lazımdır. Şurası bir gerçektir ki, Amerika Irak’tan çıkamamış ve İran’a saldıracak kadar kendisini güçlü hissetmemiştir. Eğer bölgede birkaç güçlü Müslüman ülke işbirliği içinde olsaydı, İsrail böyle bir saldırı için kendisinde cesaret bulamazdı. Müslümanların duygusal yaklaşımlarla “Obama”ya abanma” türünden refleksleri ise, insanı gülümsetecek türden bir ergen olmayış hali görünüyor. Burada öncelikli görev ise, Türkiye’ye düşmektedir. İçte kendisine yabancı kültürel çevrelerce ve batılı ideolojiler tarafından yüklenmeye çalışılan misyonu bir kenara bırakarak ve hızla bundan kurtularak, diğer İslam ülkeleriyle belirli stratejiler içerisinde işbirliği ve yakınlıklar tesis edilmeli, karşılıklı alışverişler ve ortaklıklar kurulmalıdır. Bu, nihai anlamda birçok ülkeyi kapsayacak derecede giderek genişlemeli ve İslam âlemi kendi içerisinde her bakımdan bir güç olmalıdır. Böylece, Batının dünya ölçeğinde yıkım, işgal, sömürü ve katliamlara destek veren ekonomisindeki kriz daha da derinleşmiş olacaktır.

Fakat bundan önce Türkiye’nin psikolojik olarak “yenilmişlik” duygusundan süratle kurtarılması gerekmektedir. Bir şeyi yapacağınıza dair inancınız olursa yapabilirsiniz. Bunun için de kültür ve tarih ile sahih bağlarla Türkiye insanı yeniden ilişki kurmalıdır. Türkiye’nin öze dönük kendi iddialarından vazgeçmemesi, bunlara yönelik adımlar atması önem taşımaktadır. Burada şu husus da özenle vurgulanmalıdır: Her türlü yapılacak iş, çoğu zaman realite, jeo-strateji vb. kelimelerle akim kalabilmektedir. Şüphesiz bunlar önemlidir. Ancak bizim bahsettiğimiz şey, İslam dünyasının içinde bulunduğu konum ve yönelimleridir. Çoğu zaman söylem olarak “işbirliği reel değil” denilerek birleşme imkânları öncelikle zihnen zaafiyete uğramaktadır. Diğer yandan Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin girmesinin realitede ne kadar mümkün olduğu zaten hep tartışılmaktadır.

Bir ülke, bir kültür ne kadar kendisi olursa, ne kadar kendisine özgü davranış ve refleksler içine girerse, o oranda ciddiye alınır ve muhatap kabul edilir. Türkiye ve İslam ülkelerinin küresel enstrümanların da yardımıyla “benzetilme”ye çalışılması iyi bir hasıla olmayacaktır. Hala anlayamadığımız bir hususu bu sene Eurovizyon şarkı yarışmasında Türkiye’yi temsil edecek grubun şarkısına bakarak söyleyebiliriz. Gerçekten Türkiye’nin konumu ve temsil ettiği misyon açısından “hadise” sayılabilecek bu şarkı, İngilizce ve bundan da öte “düm tek” gibi sözleriyle içeriksiz. Tabii ki takıldığımız tek nokta şarkının ingilizce olması değil. Sorun, Türkiye’nin temsil etmesi gereken misyonuyla ne kadar ilintili olduğudur. Bu şarkıda Türkiye’ye ait ne var ya da Türkiye’den artakalan bakiye nedir diye soracak olursak, karşımıza koca bir “hiç” çıkacaktır.

 

Sonuç Yerine:

 

Dünya postmodern değer(sizlik)lere doğru evrilmeye devam ediyor. Küreselleşmenin ve pragmatik bir liberalleşmenin önündeki en büyük engel ise değerlerdir. Dolayısıyla dünya sistemi son bir gayretle bu değerleri geriletici propagandalarına devam ediyor. Batılılaşma adına din, geleneksel değerler, artık terkedilmesi gereken ilkel dönem artıkları gibi muamele görmeye başlıyor. Ancak değerlerin çekildiği her yerde vahşet, bütün şiddet ve yoğunluğuyla açığa çıkıyor. Bugün Türkiye de dahil İslam dünyasının içinde bulunduğu sıkıntılar, bu kimlik ve değer krizinin bir yansımalarıdır. Ahlaki zaafiyetler gün be gün artmaktadır.

Bir kere şunun ayırdına varmak lazımdır: Zillet ile fakirlik çok farklı şeylerdir. Fakirlik sanıldığı gibi çoğu zaman zillet değildir. Yenilgi de öyledir. Onuruyla hayatını çalışarak devam ettirmeye çalışan fakir zillet içinde değildir. Yenilse de Plevne’den çıkmayan Gazi Osman Paşa zillette değildir. Ancak zillet bizi biz yapan değerlerden uzaklaşarak, kendimize yabancılaştığımız andan itibaren başlar. Dolayısıyla Türkiye ya kendi olmalıdır ya da yarın bir başka Müslüman ülkenin vuruluşunu sadece seyredecektir.


 

Kaynakça:

Kur’an-ı Kerim

Fukuyama, Francis (1999); Tarihin Sonu mu?, 2. baskı, Ank., Vadi Yay.

Kuper, Adam (1995); İlkel Toplumun İcadı-Bir İllüzyonun Dönüşümleri, Çev. İsmail Türkmen, İst., İnsan Yay.



Mustafa Tekin

kaan 7A
Thu 12 March 2015, 10:42 pm GMT +0200
Son zamanlarda daha da yoğunlaşan İsrail saldırıları, dünyanın homurdanarak seyrettiği bir olay olmaktan öte geçemiyor.Tabiat bilimlerinde Darwin’den başlayarak sosyal bilimlerin farklı teorilerine kadar yansımalarını bulan bu anlayış, aslında Batı’nın o günkü geldiği yer açısından zamanın ruhunu ifade etmekteydi.Kur’an-ı Kerim’de, bir topluma peygamber gönderilmesi, tebliğ süreci ve nihayetinde toplumların helaki bu inişli çıkışlı çizgilere örnek olduğu gibi, temelde insan eylemleri ile tarih arasında önemli paralellikler kurmaktadır.Bu, nihai anlamda birçok ülkeyi kapsayacak derecede giderek genişlemeli ve İslam âlemi kendi içerisinde her bakımdan bir güç olmalıdır.