- Susuyorum

Adsense kodları


Susuyorum

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Fri 3 September 2010, 12:19 pm GMT +0200
SUSUYORUM

Susacağım.

Bilmediğim, kullanmaya mecbur kalmadığım bir lisanla, zihnimdekileri paylaşacak ve aşinası olmadığım hayatları  yaşayarak, belki de taklit ederek anlayacaktım. Sözlere ihtiyaç duymadan konuşabilmenin usullerini düşünmeyecektim. Susma törenimin ardından, yapabileceklerimi veya yapamayacaklarımı öğrenmeye karar verdim.

Susuyorum...

Sustum.

Artık orada, onların ülkesindeydim. Önce nefesimi dinlendirdim. Göğüs kafesim yükselebileceği yere kadar yükseldi, içindekiler bayram ediyordu. Kana kana, doya doya soluklandılar. Sessizliğin ve suskunluğun hasretle buluşmaları, ilk kıvılcımlarımın alevlenmesine sebep olmuştu. O andan itibaren ihmal ettiğim mühim bir ameliyeyi gerçekleştirmeye başlamıştım, bu “musafahayı” neden daha önce yapmamıştım ki? Farklı bir âlemde, önemli bir konumdaydım “kendimle konuşuyordum.”

Hayat yorgunluğumun ardından bu fasıla ruhumu cezp etmişti. Usullü usulsüz, kendisinden o kadar çok istifade etmeye çabalamışım, onu öylesine yormuşum ki daralan  kalbimin yorgunluğunu geçen yıllarda anlayamamış, bunu ancak sükûtun kucağına kendimi attığım an fark edebilmiştim.

Çok yorulmuşum, hem de pek çok…

 Yeni bedenim; sükût, yeni kelamım; lisan-ı halimdi.

Cenk başlamıştı.

“İnsanın cümlelerine hâkim olabilmesi için, konusuna hâkim olması gerekirmiş.” Tutmaya güç yetiremediğim cümleler büyük yığınlar halinde bekleşip duruyorlardı. Fikrimin ürettiklerini dinleyerek onlara üstünlük sağlayacaktım(!) Galibiyetin yakınlarında yerimi alabilmek için, cümlelerimle kısa bir mülakat yapmamız gerekmişti “Üzgünüm size muhtaç olmadığımı kendime ve zat-ı âlinize ispatlamam gerekiyor, birkaç gün görüşmesek iyi olur, sizi rahatsız etmeyeceğim.”

 Kendilerini hayatımızın olmazsa olmazlarından olarak kabul ettirmişlerdi. Hudutlarından keyifleri nasıl bilirse, öylece taşmaya alışmışlardı. Her daim kapılarını çalıp durmuştum. Kısa bir süreliğine de olsa, kararlıydım ve önde görünüyordum fakat cenk ağır geçiyordu.

Sıra kelimelere gelince, onları kafesinde tutabilmek oldukça zordu. Diledikleri anda ortalığa dökülüvermek en büyük hevesleri olmuştu. Yaramazlıkları ve düşüncesizlikleri ile cebelleşirken “amelime fesat” karışıyordu. Birlikteliğimiz sırasında hiçbir engele takılmamıştık. Bu sınırsızlık ve rahatlık yüzünden sayıları, güçleri, renkleri, biçimleri hiç dikkatimi çekmemişti. Mahrumiyetin başlamasıyla, hafızamda kelimelere karşılık gelen sembol ve kavram fotoğraflarının peşine düşmüştüm. Kimileri ebatça küçük ama “deruhte” ettikleri bakımından, körpecikleri ezecek güçteydi. Kimisi de "zahiren" heybetli ama mana bakımından hastalıklıydı. Tek başlarına budalaca işler yapıyorlardı.  Her bir kelime, anlamlı anlamsız, rastladıkları ilk cümlelere dâhil olabilmenin çaresini arıyor, cümleleri gönül basamaklarından tırmandırıp ağız boşluğundan dışarı çıkartabilmek için ne gerekiyorsa yapıyordu.

Birkaç cümlenin yardımıyla, rahatlıkla anlatabileceğim meramımın çok az bir kısmını, el, kol, kaş, göz desteğiyle ifade edebiliyordum. Konuşma yeteneğinden mahrum olanların, kekemelerin, her şeyi anlayıp, bir türlü anlatamayanların durumundaydım. Belki de rüya zedelerin haline tutulmuştum. Derdini anlatmakta onlar mı daha iyiydi, yoksa ben mi iyiydim? Bocalamalarım,  uğraşlarım hem beni yoruyor hem de saatler ilerledikçe sükûnetin ateşini harmanlıyordu. Rahatlık, huzur, herkesi ve her şeyi dinleyebilmek… Aşinası olduğumuz hayatın ötesindeki, varlıkların seslerini duyabilmek… Mümkün görünüyordu. Her bir sesin, fısıltının, bakışın, hareketin ‘dilini’ çözmeme çok az bir zaman kalmıştı. Bir gecede Yunancayı söken “On üçüncü” savaşçı gibiydim.

Kendilerinden epeyce kurnaz olan ağabey ve ablalarına nazaran, henüz “sabi” olan harflerle mücadele diğerleriyle uğraşmaktan daha kolaydı. Uygun ve uyumlu arkadaşlarıyla bir araya gelmek için can atıyorlardı. Var güçleriyle koşan atletler gibi aceleciydiler. Küçüktüler.  Öylesine dağınık durumdaydılar ki hezimete uğramaları kaçınılmazdı. Derlenip toparlanarak taarruza geçmeleri neredeyse imkânsızdı.  Bu perişanlıkları geçici zaferimin habercisiydi.

Sessizliğe öylesine kapılmıştım ki; “bedenimin kapıcısını” sadece yemek ihtiyacı için kullanıyordum. Hatta bazen bunu da unutuyordum. Susmak; boyutları, hacmi asla anlatılmayacak, içten içe tuhaf bir güç aşılıyordu. Bunun sebebi acziyetin gücünden mi, ifadenin karşısında boynunu bükmemenin, onların esiri olmamanın heybetinden miydi? Bu terbiye sadece kelimeleri, cümleleri değil, kendimden bildiğim her şeyi olgunlaştırıyor gibiydi. “Sıddık” unvanının sahibi acaba bu sebeple mi sesinden ve sözünden istifade etmeyi en aza indirgemişti?

Susmuştum. “Yalnızlık Ülkesinde”*  sükût ehlinin konuğuydum. Onlar tabii sebeplerle bu ülkede yaşıyordu. Ben ise buraya kaçak girmiştim, vakit tükeniyordu. Sınır dışı edilecektim.

Birkaç gün sonra, bu ülkeden ayrılacak ve istiflenmiş yaşamların içine kendiminkini de dâhil edecek, hayatın akışına kapılıp gidecektim. Fakat her sarf ettiğim sesin, sözün ardından “Bu gerekli miydi? Bir bakışla da anlatmak yeterli olabilir miydi? Kelamı israfın vebalinden kurtulabilecek miyim?” sorgu sualleriyle, zorla huzura erdirdiğim ruhumu uyandırmış, düğmeye basmıştım.

“Konuşmaların en önemlisi, kendi kendimizle konuşmamızdır, ama bunu her zaman ihmal ederiz.”  Yalnızlık ülkesi sakinlerine bu “yeteneğin” neredeyse bir hediye olarak verildiğini düşünmeye başlamıştım. “İnsan dilini tutup konuşmadıkça, ayıbı da, hüneri de gizli kalırmış.” Dilinin deli cesaretine kendini kaptıranlara göre, onlar çok az bir süre bu yetenekten mahrum kalacaklar ve ihtimalle kazanma kuşağına terfi edenler de onların içinden çıkacaktı. Gerektiği zaman susmayı başaramayanlar, bu ihsanın kazandırıcı atmosferinden uzaklaşarak, dilleriyle battıkça batacaklardı.

Bu ülkede yaşamak, bir mahrumiyet olabilir miydi? Artık inanıyordum ki olmamalıydı. Fikirden, “acziyetin şefaatinden” mahrum kalarak asıl ifadesizliği yaşayan bizlerdik. Kalabalıkların yalnızıydık. Hiç kimsenin, diğerinin sözünü dinlemeye tahammül edemediği bir âlemde yaşıyorduk. En değerli ifadenin, kendisine ait olduğunu düşünenlerin, bir arpa boyu yol alamadığı, görüntülerin ve seslerin içinde hallaç pamuğu gibi döndüğü fanusun köleleriydik. Çareleri olduğu halde, çaresizlerin kapanına sıkışan küçücüklerdik.

İlk bakışta konuşmak ve susmak, birbirinin zıddı gibi görünseler de özlerinde kardeştiler. İhtiyaçları biraz daha uyum, biraz daha sadelik, biraz daha dizginlenmekti, bu da hacetimizin secdede ki kıyamıyla kazanılabilirdi. Tüm fukaralığımız; bu ikiliyi muazzam hesaplarla bir araya getirememek ve istikamette bir hayata koşamamaktan kaynaklanıyordu.

Sır kapıları artık aralanmıştı. Peşinden sürüklendiğim sır “İnsanın, dilinin altında gizlendiğini” onun telkini ile erdemi dilde kazanıp dilde kaybettiğimizi öğretmişti.

Artık hep susacaktım. Nereye kadar mı? Sadece susuyorum.


 Süheyla YILDIRIM