- Süleyman Şensoy

Adsense kodları


Süleyman Şensoy

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 23 May 2012, 12:04 pm GMT +0200
SÜLEYMAN ŞENSOY: TÜRKİYE, KAFKASYA KRİZİNDE DENGELİ BİR POLİTİKA İZLEMEYE ÇALIŞTI
Ali AYÇİL • 45. Sayı / DOSYA YAZILARI


Süleyman Şensoy: 2003 yılında TASAM’ı (Türkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) faaliyete geçirdi. AB Çalışma Grubu, Küresel ve Bölgesel Çalışma Grubu, Kafkasya Orta Asya, Ortadoğu Çalışma Grubu gibi şu anda kurulu 9 tane çalışma grubu olan TASAM’ın ayrıca Afrika Enstitüsü, Kalkınma ve İş Birliği Enstitüsü ile Siyasal İletişim Enstitüsü isimleriyle 3 tane de enstitüsü bulunmaktadır. TASAM Yayınları ve Stratejik Öngörü Dergisi’nin sahibi olan Şensoy, ayrıca MEAD (Medeniyet Araştırmaları Derneği) ve TASAM (Türkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi) Başkanlığı’nı yürütmektedir.

Gürcistan’da başlayan, Rusya ve ABD’yi de içine alan bir kriz yaşandı. Kafkasya sürekli gündemde, ama bu kez yoğun bir şekilde gündeme geldi. Kafkasya üzerine konuşarak başlayalım istiyorum. Kafkasya’nın hep riskli bir bölge olduğundan bahsediyoruz. Bu nereden kaynaklanıyor? Coğrafyasından mı, orada yaşayan etnik topluluklardan mı kaynaklanıyor? Uluslararası hesaplaşmalarda Kafkasya’nın önemi nedir?

Kafkasya bir tarafında Karadeniz, diğer tarafında Hazar olması nedeniyle tarihin her döneminde stratejik olarak bir geçiş noktası olmuş. Birçok etnik kökeni de içinde barındırıyor aynı zamanda. Bir de kendi içindeki kültürel değerleri koruyabilmiş yegâne bölgelerden birisi. Bu da büyük ölçüde toplum yapılarının kapalı olmasından kaynaklanıyor. Ama özellikle son dönemi göz önüne alırsak, enerji geçiş koridoru üzerindeki hassas konumu nedeniyle bütün dünya açısından önemli bir yer. Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte orada kurulan yeni devletleri de göz önünde bulundurursak bölge, yeni dünyanın Ortadoğusu olmaya aday.

İlginçtir, orada çok az miktarda ama çok fazla sayıda halk yaşıyor. Kültürel değerlerini korumasını aşırı dağlık bir bölge, dışa kapalı bir bölge olması gibi nedenlere bağlayabilir miyiz?

Tabi coğrafî koşullar burada önemli bir etkiye sahip. Yörüklerin özelliğidir, kültürlerini koruma konusunda ciddi hassasiyet gösterirler. Bölgede son 20 yılda çözülme söz konusu. Bugüne kadar kapalı bir toplum olarak yaşadılar. Yaşam tarzları ve coğrafyaları dışarı açılmalarına izin vermiyor. Aynı şey Kafkaslar için de geçerli. Bölgede yaşayan birçok etnik kökene mensup insan var. Aslında bu büyük bir zenginlik. Osmanlı Sarayı’nda ve Osmanlı devlet yönetiminde iki kültürün çok ağırlıkta olduğunu biliyoruz. Önce Kafkaslar ve Batı’ya doğru ilerledikçe de Balkanlar. Osmanlı hareminin büyük ölçüde Kafkasya kökenli hanımefendilerden oluştuğunu biliyoruz. Yani bölgede çok büyük bir zenginlik ve doğru yönetilirse önemli neticeler verecek bir medeniyet birikimi var. Ama doğru yönetilmezse de çatışmaya müsait bir altyapı mevcut. Farlılıklar doğru yönetilirse burada önemli medeniyet temelleri atılmış oluyor. Doğru yönetilmediği zaman da kaos oluşturacak çatışmalar ortaya çıkıyor.

Osmanlı-Rus Harpleri sırasında Kafkaslar, iki devlet arasında doğal sınır vazifesi görüyordu. Dağlık bir bölge ve iki siyasî gücün sınırlarının birleştiği bir yer. Modern dünyada Kafkasya’nın pozisyonunun tamamen değiştiğini söylediniz. Kafkasya enerji hatlarının geçtiği noktada bulunuyor. Bütün büyük güçler oraya hâkim olmak istiyor. Gürcistan’ın Osetya’ya girişini bu bağlamda değerlendirebilir miyiz?

Bu meseleyi analiz etmemiz için biraz geriye gitmemiz lazım. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rusya bütün etki alanlarını kaybetti. Afrika’nın çok önemli bir kısmı, Ortadoğu, Avrupa’nın bir bölümü ve Balkanlar’daki bir kısım etki alanını yitirdi. Sadece kendi kuşak alanı ve Karadeniz kaldı. 2001’den sonra dünyada değişen parametreleri ve dengeleri yeniden tanımlarsak ABD, Batı Bloğu’nun ilk defa birinci derecede kuşak alanına girdi. Gürcistan ve Ukrayna’da bir takım devrimler yaparak yönetimleri değiştirdi. Bu Rusya açısından bardağı taşıran son damlaydı. Rusya enerji gelirlerinden ekonomisini büyük ölçüde düzeltmesi, Putin’le beraber devlet yönetiminin yeniden toparlanması ve ABD’nin belirlediği bazı politikalarla kendine yeni alanlar açması gibi belli başlı öğeleri kullanarak alt yapısını da güçlendirdi. Belirli bölgelere ve kuşak alanlarına bu kadar girilmesine müsaade etmeyeceği açıktı. Rusya uluslararası sistemle herhangi bir meşrûiyet tartışması yaşamadan bir müdahale alanı bekliyordu. Saakaşvili kendi ülkesinin aleyhine olarak bu imkânı ona bir şekilde sundu. Güney Osetya’ya yaptığı askerî müdahale Rusya açısından bir uluslararası meşrûiyet olarak ortaya çıktı ve Rusya Gürcistan’la kısa süren ama oldukça etkili olan bir mücadele içerisine girdi. Rusya Gürcistan’la Ukrayna’nın kendi hinterlandında olduğunu, NATO’ya alınamayacağını, NATO’ya alınsa dahi saldıracağını beyan ederek, burada karşılıklı bir bunalım politikası izleyeceğini beyan edecek noktaya geldi.

ABD’nin bu olaya cevap verememesini nasıl değerlendiriyorsunuz? ABD, Rusya’nın Gürcistan’a saldırmasında cılız mı kaldı?

Rusya’nın planlaması ABD açısından kötü. Çünkü ABD ekonomik olarak da çok zor durumda. Yakın bir zamanda da başkanlık seçimleri var. Rusya’nın kozu oldukça yüksek. “Enerji eşittir hayat” formülü bu dönemde geçerli bir kural olduğu için Avrupa’nın da Rusya’ya bağımlılığı var. Dolayısıyla ABD ciddi tepkiler vermedi. Yalnızca Boğaz’dan bir takım gemiler geçirerek bu kadar destek olabileceğini gösterdi. Şimdilik verebileceği destek belki de buydu. Dünyanın tek süper gücü olmasına rağmen Rusya’ya mukabelede bulunamadı.

Enerji meselesini biraz açabilir miyiz? Türkiye’nin de bir enerji koridoru olduğundan bahsediyoruz. Bu bölgenin bir enerji geçiş yolu üzerinde olduğunu söylüyoruz. Yani Rusya ve etrafındaki küçük devletler çok önemli miktarda enerji imkânına sahip ve bunu bir silah olarak mı kullanıyor?

Hem enerji hatlarına sahip olmak hem de enerji geçiş koridorlarını kontrol ediyor olmak birbirlerine eşdeğer stratejik kazanımlar. Kaynağın kendisine sahip olmak diğerinden daha önemli tabi. Rusya’nın enerji kaynaklarını son dönemde etkili kullanıyor olması hem Avrupa’yı hem de Türkiye’yi kendisine bağımlı hâle getiriyor. Asya içerisinde de doğusunda Çin’e, Hindistan’a ve Doğu Asya ülkelerine hükmedebilmesi hatta Pasifik’in altında Japonya’ya kadar uzanabilecek projelere imza atması bütün dünya için vazgeçilmez olan kaynağı kullanması demek oluyor bir bakıma. Rusya başka enerji kaynakları için de önemli bir güç, nükleer enerji teknolojisine sahip. Dışarıdan bu konuda herhangi bir güç kullanımına ihtiyacı yok. Kendi teknolojisi ile bu enerjiyi de işleyebilecek durumda. Bu sektördeki gelişimini de sürekli artırıyor. Özellikle son yüzyılın değişen medeniyet kavramı içerisinde enerji her zamankinden daha önemli bir hâle geldi. Düşünün ki dünyada yaşayan her insan için saniyede 200 kg’lık yükün indirilip kaldırılması için harcanan enerji kadar bir enerjiye ihtiyaç var. Endüstrinin çalışma tarzını düşündüğümüzde bugün enerji olmazsa medeniyet taş devrine dönecek. Bu anlamda enerji bütün dış politikaların da iç politikaların da sosyo-ekonomik huzurun da temel öğesi hâline geldi.

Rusya’nın kısa sürede kendini toparlamış olması dikkatimi çekti. Çarlık Rusyası’ndan gelen entelektüel birikimin etkisi de var galiba. Bu kadar kısa sürede bir toplumun kendisini toparlayabilmesi Doğu toplumları açısından önemli bir gelişme olsa gerek.

Çok kültürlülüğün rekabetinden büyük devletler doğar. Osmanlı ve Rusya buna örnek olarak gösterilebilir. ABD şu an yaşayan bir örnek olarak gösterilebilir. 2001’den itibaren yaşanan süreç değerlendirilirse ABD’nin içerisinde bulunduğu durum çok kültürlülüğe olan tahammülsüzlüğünden kaynaklanıyor. Büyük devletlerin kaybettiği noktalardan biri de bu. Sovyetlerin dağılmasından sonra Rusya bu süreci yaşadı. Ama kısa sürede kendini toparladı ve bağımsızlıklarını kazanan devletler için önemli katkıları da oldu. Özellikle eğitim alanında katkılardan sözedebiliriz. Ama daha sonra Rusya hiç kimseyle lokal olaylar hariç bir savaş içerisine girmemeye karar verdi. Bu bile Rusya’nın 10-15 yıllık süreç içerisinde toparlanacağının habercisiydi bence. Bizim gibi I.Dünya Savaşı’nda birkaç cephede kanımızın son damlasına kadar 1,5 milyon şehit vererek bu coğrafyalardan çekilme duygusallığın içine girmedi. Toparlanmak için kendi içinde entelektüel bir kararla içine çekildi. Ve yüzlerce yıllık devlet geleneği içerisinde çok kısa bir sürede toparlandı. Ama birçok etken de az önce ifade ettiğim gibi ona yardımcı oldu. Enerjiden beklenen kaynağın tahmin edilenin çok çok üzerinde olması, dünyadaki güç dengelerini oluşturan ülkelerin, ABD başta olmak üzere çok sayıda ülkenin hata yapması gibi birçok etkeni de kullandı. 19. yy Avrupa, 20. yy Amerika çağıydı, 21. yy da Asya çağı olacak. Ama bu da sadece Rusya nezdinde değil. Başka devletlerle de birlikte 21. yy’ın Asya çağı olacağını ama bunun da zaman alacağını, kısa bir süre içerisinde olmayacağını söyleyebiliriz.

Rusya’nın Gürcistan’a girmesiyle başlayan krize ABD, Avrupa Birliği, Çin ve Hindistan hattı gibi dünyanın değişik bloklarınca da farklı pencerelerden bakılıyor. Bu milletler açısından meseleye bakarsak nasıl değerlendirmemiz gerekiyor? Büyük devletler buraya yalnızca enerji meselesi olarak mı bakıyorlar, yoksa bölge büyük siyasal hesaplaşmalara da mı sahne oluyor?


Gürcistan Savaşı’ndan sonra ortaya atılan yeni bir söylem var: Soğuk Savaş diye. Ben bu ifadeye katılmıyorum. Soğuk Savaş dönemi çok farklıydı, teknoloji çok farklıydı, dünyanın küreselleşme hızı çok farklıydı, ekonomik entegrasyon çok farklıydı, dünya ticaretinin akış şekli çok farklıydı. Bugün yaşadığımız olaylar da bu çok kutuplu dönemin geniş açıları.

Soğuk Savaş’tan sonra tek kutuplu bir dönem başladı; artık çok kutuplu bir dünyaya mı gidiyoruz?

Evet, çok kutupluluk dönemini yaşamaya başladık. Ama tam olarak da Çin, Rusya, Hindistan, ABD ve Avrupa Birliği bunlar ve Türkiye, İran gibi bir takım daha alt bölgesel güçler ortaya çıktı. Bunlar tam yerinde konumlanmış değil, dengeler ve parametreler tam şekillenmiş değil. Bu dönem zaman içerisinde şekillenecek ve belirli açılarla şekillenecek. Osmanlı’nın mirasını paylaşmak yaklaşık otuz yıl sürdü. I. Dünya Savaşı’nda da tam olarak paylaşılamadı. 1918’de yapılan bir anlaşmanın 1919’da şekillenen bir anlaşma olduğunu gören bir general bunun 20 yıllık bir anlaşma olduğunu söylemişti. 1939’da yeniden savaş çıktı ve 1944’e kadar sürdü. 1914-1944 arasında 30 yıl Osmanlı’nın mirası paylaşıldı. Dolayısıyla 21. yy’da dengelerin paylaşılması için bugünkü teknolojinin de geliştiğini düşünürsek, en az 20 yıl olduğunu söyleyebiliriz. 10 yılı tükettik. Önümüzdeki 10 yıl bu dengelerin şekilleneceği yıllar olacak. Bu çok kutupluluk dünyadaki bütün dengeler için problem kaynağı. Türkiye de bunun krizini yaşıyor. 1990’a kadar devlet yapımız siyah beyaz da olsa Rusya ya da ABD birisini tercih etmek ve onun parametrelerine göre şekil almak durumunda kaldık. Tabir caizse yatıyorsunuz. Bu çok kutupluluk aynı zamanda çok boyutluluğu ve çok bilinmeyenli bir denklemi meydana getiriyor. Rekabetin çok fazla arttığı sofistike bir dönemi meydana getiriyor. Dolayısıyla bu coğrafyada bulunan bütün ülkelerin rekabet artacak. Ama enerji bu rekabete neden olacak etkenlerden yalnızca bir tanesi. Sosyal ve ekonomik alanlarda, güvenlik sistemlerinde bu rekabet devam edecek.

Çok kutuplu dünyayı Soğuk Savaş ve tek kutuplu dünya ile karşılaştırırsak, büyük güçlerin adım atması daha mı zor olacak?


Soğuk Savaş döneminde, ABD bir adım atacağı zaman Rusya’nın tepkisini merak ediyordu. Elbette bölgesel birtakım politikalara da dikkat ediliyordu ama temel parametre Sovyetlerin ne cevap vereceğiydi. Ama şimdi öyle değil. Birçok kutbun ne tepki vereceğini düşünmek zorunda. Hangi alanlarda kendine rekabet alanları oluşturacağını görmesi gerekiyor. Bununla beraber yeni sofistike yöntemler gelişiyor, herkes yeni şeyler icad ediyor. Bu noktada manevra kabiliyetini çok boyutlu ayarlamak gerekiyor. Bu bütün kutupların sorunu. AB de bu krizle karşı karşıya. AB birden 27 üyeye çıktı, hazır olmayan üyeleri aldı arasına. 2001’den itibaren değişen çok kutupluluk içinde ne yapacağını şaşırdı. Bu dengeleri ve parametreleri ayarlama konusunda biz ne kadar sıkıntı yaşıyorsak, AB de benzer sıkıntıları yaşıyor. Onların çok büyük sıkıntıları yok diye düşünmek yanlış. Kendi içlerinde onlar daha ciddi sıkıntılar yaşıyor. Her ülkenin kendine ait politikaları var. Mesela Çin dünya siyasetinde aktif rol almak istemiyor. Çünkü Komünist Parti’nin idare ettiği yönetim anlayışı içerisinde halkı ile beraber manipüle edilmesi mümkün değil. Bir hedef koymuş kendine. Bu hedefi kimse bilmiyor. Bu hedefe ulaşıncaya kadar dünya siyasetinde yer almak istemiyor.

Rusya’ya da beklediği desteği tam olarak vermedi.

Evet, çünkü ihracat odaklı bir ekonomi politikası güdüyor. Mecburen dünya sistemine entegre olmuş. Dolayısıyla yanında gözüktü ama çok sert mesajlar vermedi. Şangay İşbirliği Örgütü Toplantısı’nda birlikte göründü. Onun haricinde ciddi sert mesajlar vermedi. 

Meseleyi biraz da Türkiye’ye getirelim istiyorum. Türkiye’nin bir taraftan Gürcistan’la ilişkileri var. Sonra Cumhurbaşkanı Ermenistan’a gitti. Ermenistan’la ilişkiler kurulmaya başlandı. Azerbaycan’la ilişkileri zaten bambaşka bir kategoride. Gürcistan Krizi’nde Türkiye klasik denge politikası mı güttü?

Bu çok klasik bir politika değil, zorunlu bir politikaydı. Çünkü biz enerjide çok büyük bir ölçüde Rusya’ya bağımlıyız. Bu geçmiş yönetimler döneminde yapılmış büyük bir hata, yani enerjide yüzde 80’in üzerinde dışa bağımlıyız. Bu ciddi bir problem. Onun dışında ülke çeşitliliğinde Rusya’ya anormal bir bağımlılığımız var. Bu çeşitlenme olayı hem enerji çeşitlerinin doğru tespit edilmesi hem de ülke çeşitliliği doğru ayarlanabilir olmasından kaynaklanıyor. Ama artık bu zaman içerisinde düzelecek bir konu. Biz Almanya’yı da geçerek Rusya’nın birinci ticaret partneri olduk. Yani 38 milyar dolar ticaret hacmine ulaştık. Şimdi böyle bir ortamda devam eden ilişkilerimiz var, devam eden Avrupa Birliği süreci var. ABD ile uzun yıllara dayanan müttefiklik ilişkimiz var. Dolayısıyla Türkiye burada çok zor bir dönemeçte kaldı. Bir de mavi akım dışında bizim şu an realize edebildiğimiz iki tane boru hattı var. Bir tanesi Bakü-Tiflis-Ceyhan, bir tanesi de Bakü-Tiflis-Erzurum. İkisi de bu coğrafyadan ve Gürcistan’dan geçiyor. Bunları riske atmak gibi bir lüksümüz de yok. Bu anlamda Türkiye mümkün olan en dengeli politikayı izlemeye çalıştı.

Birkaç kutuplu bir dünya oluşuyor, dediniz. Hazır Türkiye’yi konuşmuşken şunu sorayım: Bu çok kutuplu dünyada Türkiye’ye nasıl bir yer biçiyorsunuz?

Duygusal olmanın ötesinde Türkiye’nin imkânları ve güçleri çerçevesinde konuşursak kendimiz için mutlu olmalı mıyız? Şüphesiz Türkiye duygusal gelenekler ve klişe cümleler ötesinde Rusya gibi, Çin gibi Avrupa’da bazı öne çıkan devletler gibi dünyada çok güçlü, geçmişi, devlet geleneği olan birkaç ülkeden birisi. Dolayısıyla Türkiye Osmanlı Devleti’nin zayıflayıp yıkılmasıyla birlikte gelişimine belli bir süre ara vermiş ve Rusya’nın yaşadığı toparlanma sürecini biraz uzatarak yaşamış bir ülke. Ama Türkiye kendi bulunduğu coğrafya içerisinde hem coğrafî olarak, hem stratejik olarak hem de medeniyet perspektifi olarak çok önemli bir konumda. Burada Türkiye’nin Batı’dan almaya çalıştığı kurumsal süreci devam ettirmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bunu yaklaşık iki yüzyıl geçmesine rağmen tamamlayabilmiş değil. Ama bu arada Asya ve Afrika’da daha lokal alırsak Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da da ekonomik, kültürel ve sosyal etkinliğini çok ciddi ölçüde güçlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Batı ile olan kurumsal diyalog süreci, Avrupa Birliği’ne üyelikle neticelenecekse bütün bu kazanımlar AB’nin de kazanımları olarak değerlendirilebilir. Ama eğer üyelikle neticelenmeyecek ise Türkiye’nin de gerekli alternatif ve açılımları hazırlamış bir ülke olarak tarihteki yerini alacağını düşünüyorum.

Balkanlar’daki bütün meselelere biz bir şekilde tarafız ve Balkanlar dünyanın en sorunlu alanlarından birisi. Kafkaslar’daki meselelere bir şekilde tarafız, Kafkaslar da dünyanın en sorunlu alanlarından birisi. Ortadoğu’daki meselelere de bir şekilde tarafız Ortadoğu da dünyanın en sorunlu alanlarından birisi. İşin başka bir yönü de var: Bütün bu bölgelerin halklarının küçük bir kısmı Türkiye’de yaşıyor. Yani taraf oluşumuz sadece siyasî değil aynı zamanda toplumsal bir gerçek…

Şüphesiz ortak değerler etrafında zaten yüzyıllarca yaşamışız şu an dünyanın en karışık bölgeleri diye ifade edilen Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu gibi bölgeleri de biz lokal olaylar hariç barış içerisinde yönetmişiz. Yani biz orda hangi iksiri kullandık, bugün çok kullanılan ifade ile hangi büyüyü kullandık ki bu coğrafyaları barış içerisinde yüzyıllarca yönetebildik. Cevap bu sorunun içerisinde.

Osmanlı idaresi hangi avantajlarından dolayı bu karmaşık yapıdaki bölgeleri yönetmeyi başardı?

İlk olarak güçlü olması gerekiyor. İkincisi adaletle tasarruf etmesi gerekiyor. Bu ikisini sağladığınız zaman burada çok güçlü devletler ortaya çıkıyor. Bu iki teraziden birisi kaydığı zaman da bugünkü yaşadığımız problemler ortaya çıkıyor. Güç her zaman önemli bir olgudur ama sadece güce dayalı bir yönetim anlayışı oluşturduğunuzda bu en küçükten en büyüğe kadar bütün organizasyonlar için geçerlidir. Bir süre sonra yürümez ve bir şekilde tıkanır. Osmanlı’nın bütün etkinliği bu iki kelimenin içerisinde saklı: Güç ve adalet. Yüzde yüz mutlak adalet beşerî sınırları aşar ama çağın gereklerine uyan en yüksek medeniyet anlayışını bu iki kelimenin etrafında örgütleyerek bu tılsımlı yönetim tarzını oluşturabiliriz. Türkiye’nin önümüzdeki dönemde ortaya koyacağı medeniyet perspektifinin de bu noktalardan şekillenmesi gerektiğini düşünüyorum. Türkiye tarihinde bize göre asılsız bir iddia olan Ermeni meselesinin dışında hiçbir sıkıntı yok. Bu kadar büyük coğrafyaları yönetmiş, bu kadar çok sayıda devlet kurmuş bir ülkeye başka söylenebilecek hiç bir şey bulunamamasının başka milletlerin tarihini incelediğimiz zaman tek başına çok önemli bir olgu olduğu anlaşılır. Dolayısıyla Türkiye bugünkü modern çağda insanların değerlendirdiğimiz parametreler içindeki sıkışmışlığı, çok kutupluluğu, bir de stratejik ve ahlakî tıkanmışlığı karşısında bu iki parametre ile iç dinamiklerini oturtarak tekrar dünya sahnesinde ancak bu şekilde rol alabilir. Yoksa dönemsel olarak bir takım yanıp sönmeler geçici olacaktır.

Bölgedeki ülkeler tarafından da Türkiye’nin fark edilen bir gücü var. Bu bölgede artık Türkiye’siz bir şey yapmanın mümkün olmadığını da görüyorlar. Türkiye son dönemlerde dış siyasetinde belirgin bazı değişikliklere gitti. Çevresi düşmanla tanımlanan bir ülke olmaktan çıkıp çevresindeki ülkelerle bir güven ilişkisine girmeye başladı. Bu öyle bir noktaya geldi ki Türkiye’nin cumhurbaşkanı hiç olmaz diye düşündüğümüz Ermenistan ziyareti gerçekleştirdi. “Bu Amerika’nın isteğiydi” şeklinde iddialar var. Bu iddialara katılıyor musunuz?

Hiçbir parametre tek bir açıklama ile izah edilemez. Bunun mutlaka alt nedenleri vardır. Türkiye’nin dış politikada son yıllarda gerçekleştirmiş olduğu şeyler bu çok kutupluluğun gereğiydi. Türkiye son dönemde çok boyutlu dış politika sergilemeye başladı. 11 Eylül 2001 ile birlikte Amerika’nın izlemiş olduğu politikalar, Türk Dünyası’nı, İslam Dünyası’nı ve Türkiye’nin medeniyet perspektifini paylaştığı ülkeleri birleştirdi. Onlar bir süredir uyudukları uykudan uyandılar çünkü gözlemledikleri örnekler kimin kendilerine dost olduğunu kimin dost olmadığını gözlemlemelerine vesile oldu. Bu anlamda halklar arasındaki yakınlaşma çok hızlandı. Bunu turizm faaliyetlerinde de görüyoruz. Türk Hava Yolları’nın bazı uçuşlarında iki ay önceden yer kalmadığını görüyoruz. Dolayısı ile yeniden Türkiye’nin önder bir ülke olması söz konusu oldu. Kafkaslar’da gelinen noktada Ermenistan’la bu yakınlaşmayı devam ettirmenin farklı yolları olduğu anlaşıldı. Biz yıllardır yanlış anlaşılmalar nedeniyle insanlarla ilişki kurmadık bu yıl bizim dışişleri bakanımız 30 yıl aradan sonra Hindistan’a ziyarete gitti. Bu beş-altı kutuplu dünyada, kutuplardan biri olan bir ülkeye ne kadar ilgisiz olduğumuzu gösteriyor. Bunlar artık aşılıyor, hem Filistin’le hem İsrail’le çok iyi ilişkiler kurabiliyoruz. Kafkaslar’da görüldü ki Gürcistan halkı tehlikeye girdiğinde alternatifimiz yok ama diğer taraftan Ermenistan duruyor. Ermenistan iki buçuk milyon nüfusu olan ve sefalet içinde yaşayan bir ülke. Ermeni diasporası bu sefaleti Türklere karşı kullanıyor. Yoksa hem uluslararası sistemin hem Ermeni diasporasının Ermenistan’ı ekonomik olarak kalkındırmaması için herhangi bir sıkıntı yok, nüfus çok düşük. Satılan malların yüzde 70’i İran ve Türkiye üzerinden satılan mallar. Böyle bir ortamda siz Ermenistan’ı gücünüzle ezerek de etkileyebilirsiniz. Sadece kapıları kapatarak değil.

Rusya, Türk-Ermeni ilişkilerinin gelişmesine karşı nasıl bir tavır sergiliyor?

Rusya Ermenistan’ın kendi kontrolünün dışına çıkmasını istemez. Ama Rusya Kafkaslar’daki gelişmelerle ilgili Türkiye’ye tepkilerini bir şekilde iletiyor. Gümrüklerde sorun çıkarıyor, süreçleri yavaşlatıyor. Bunlar çok küçük diş göstermeler. Bu anlamda Türkiye’nin Kafkaslar’da daha etkili olması, Rusya’yı her zaman memnun etmez ama karşılıklı stratejik boşlukları ve güç dengelerini kullanarak herkes kendi konumunu güçlendirmek durumunda.

Azerbaycan yönetimi Abdullah Gül’ün Ermenistan ziyaretine nasıl baktı sizce? Belki kamuoyuna yansıttıkları imaj olumsuz ama bu durum kendi içlerinde değerlendirilmiş olmalı. Azerbaycan’ın Ermenistan’la sorunları var. Türkiye’nin Ermenistan’la diyaloga girmesi Azerbaycan’ın işini zorlaştırdı mı kolaylaştırdı mı?

Biz nasıl Pakistan kızar diye Hindistan’la ilişki kurmaktan kaçınmışsak ya da İsrail kızar diye Filistinlileri bir süre dışladığımız olmuşsa, Azeriler kızar diye Ermenistan’la bir etkileşimde bulunmamak aynı sonuca hizmet eder. Ama şunu da söylemek gerekir ki Azerbaycan oradaki dengelerde Türkiye’yi iyi bir dayanak noktası olarak kullanırsa doğru bir dış politika izleyen önemli ülkelerden biri olur. Bu anlamda Ermenistan ilişkilerini Azerbaycan’la eş güdümlü şekilde yürütmeli. Azerbaycan’ı kırmadan incitmeden bu süreçte Azerbaycan’dan da destek beklendiğini onlara inandırmalılar. Azerbaycan kızar diye bir takım girişimlerden uzak durmak bize hiç bir şey kazandırmayacağı gibi Azerbaycan’a da kazandırmaz. Zaten Azerbaycan yönetimi resmî olarak bir açıklama yapmadı ama sivil toplum nezdinde ve televizyonlardan yapılan açıklamalarda Azerilerin bu olaya çok kızdıklarını biliyorum. Bu kızgınlığı hafifletmek için Sayın Cumhurbaşkanı’nın ondan sonraki hafta Azerbaycan ziyareti yaptığını biliyoruz. Bu ziyarette mümkün olduğu kadar bu süreci yumuşatmaya çalıştığını Dağlık Karabağ meselesinin çözülmesi için Türkiye’nin Ermenistan’a baskı uyguladığını ve bu gelişen diyalog sürecinin Azerbaycan’a da yarayacağını onlara anlatmaya çalıştıklarını biliyoruz. Ama Ermenistan ile ilgili süreçte Azerbaycan üzülmemeli, çünkü hem dostluk bağları açısından hem de stratejik açıdan Rusya’dan sonraki enerji ortağımız. Onlarla bu bağların sağlam zemine oturtulması gerektiğini düşünüyorum.

Ermenistan’la ortaya çıkan nisbî yakınlaşma nereye varır?

Bu politikanın sürekliliğine bağlı. Türkiye bunu sürekli bir devlet politikası olarak sağlıklı bir şeklide götürür, Ermenistan’ı ekonomik olarak etki altında tutabilirse, orta ve uzun vadede çok iyi bir neticeye varacağını düşünüyorum. Benim bir tezim var: Ermenistan Gayri Safi Milli Hasıla’yı 5 bin dolara çıkarsın bu iddiaların yüzde 90’ı ortadan kalkacak. Çünkü şu anki durum sefaletten üretilen bir psikolojinin neticesi. 1990’larla aynı süreci yaşıyor Ermenistan. 2,5 milyonluk ülkenin bölgesel bazı sıkıntıları var, doğal kaynaklarla ilgili bazı sıkıntıları var. Ama destek olunursa kalkınması çok zor değil. Bu anlamda Türkiye bir devlet politikası olarak bu süreci sağlıklı bir şekilde yönetebilirse hem orta hem de uzun vadede bütün dünyada gündeme getirilerek başımızı ağrıtan Ermeni soykırım iddialarının da en az seviyeye inmesine neden olabilir. Çünkü diaspora ve uluslararası sistem, oradaki sefaletten besleniyor.

Dağlık Karabağ bölgesi şu an Ermenistan’ın işgali altında. Birleşmiş Milletler’in bu işle alâkalı çözüm üretme hususunda bir girişimi var mı? Bu meselenin çözümü hususunda neler söyleyeceksiniz?

Bölgeden çekilebiliriz gibi ifadeler kullanıldı ama bunlar Ermenistan devlet yetkililerince deklare edilen ifadeler değil. Dolayısıyla bence geçerliliği yok. BM kararıyla Ermenistan, Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sinde işgalci konumunda. Ama Ermenistan bu kararı uygulamıyor. Oradaki insanlar nüfus değişimini tamamladı. Azerilerin değimiyle oradaki kaçkınların sayısı 1,5 milyon oldu. Bu topraklar tamamen Ermenileştirildi. Ama dünyadaki dengeler açısından, Rusya’nın Ermenistan’a olan ciddi desteği açısından BM’nin bu kararı, tıpkı İsrail’in uygulamadığı gibi uygulanmıyor. Şu an Azerbaycan’ın yüzde 20’si BM kararıyla tescillenmiş bir şekilde işgal edilmiş.

Bir Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı var. Bunun gibi Kafkaslar’daki devletleri içine alan güçlü bir teşkilatlanma oluşturulabilir mi?

Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı tam olarak Türkiye’nin öncülüğünde kurulmuştur. Hatta Sovyet ülkelerinin kapitalizme entegrasyonuna destek olmak için projelendirilmiş, Sovyet yöneticilerinin de o dönemde desteğini almış bir projeydi. AB’nin son toplantısında Karadeniz Ekonomik İşbirliği’nin etkisini mümkün olduğunca artırmaya çalışması Türkiye’nin inisiyatifinin orada zayıflamasına yol açacak. Bu anlamda Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı üzerinde AB’nin etkisinin giderek artacağını söyleyebiliriz.

Süleyman Bey, siz bir stratejik araştırma merkezinin başkanısınız. Türkiye’de dış politikada önemli gelişmeler yaşanıyor. Filistin-İsrail meselesini çözmeye çalışıyoruz. Suriye ile riskli olmasına rağmen yakın ilişkiler geliştiriyoruz. Ermenistan ve Rusya ile ilgili stratejiler geliştirmeye çalışıyoruz. Bu yeni dış politika anlayışını Türkiye bir devlet politikası olarak mı uyguluyor yoksa bu süreci bir siyasî partinin getirdiği dönemsel hareket olarak mı görmek lazım? Ayrıca mevcut sistemimiz bu kadar yükün altından kalkar mı?

Aslında biz daha fazlasının altından kalkabiliriz ama bu işlerde daha dengeli daha ölçülü gitmek lazım. Çok konuşmaya gerek yok iş yapmak gerekir. Elbette devleti yöneten siyasî partinin yönetime etkisi olduğu açıktır. Nihayetinde devlet politikası ile ilgili konuları hükümet imzalıyor. Tabii ki farklı bir yönetim geldiğinde bir takım öncelikler değişebilir. Dünyanın gittiği yerle kıyaslarsak Türkiye’nin bu mevcut politikayı çok daha güçlendirerek devam ettirmesi gerekiyor. Zaten son bir yıldaki iç dinamiklere kapanma bu süreçte yavaşladı. Bu bize kan kaybettiriyor. Rekabet ortamlarında mevki kaybediyoruz. Türkiye’nin bu süreçte yakalamış olduğu çok boyutlu dış politika açılımlarını devam ettirmesi gerekiyor. Ayrıca Türkiye mevcut kapasitesinin çok altında bir performansla bu işleri yürütüyor. Çok daha fazla harekete geçirilebilecek, kullanılabilecek enstrümanlar var. Türkiye henüz bunları keşfetmiş değil ya da bunlara şüpheli bakıyor. Geleneksel devlet yapısından dolayı şüpheli bakıyor.

Çok teşekkür ediyoruz. Faydalı bir sohbet oldu.

Ben teşekkür ederim.