- Şûraya Dayalı İdarenin Sonu

Adsense kodları


Şûraya Dayalı İdarenin Sonu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Fri 10 August 2012, 11:54 am GMT +0200
Şûraya Dayalı İdarenin Sonu

İslâmî yönetimin esaslı unsurlarından biri de müşavere müessesesidir. Bu prensibe göre, memleket işlerinin idaresinde ümmet naza­rında muteber bilgili, dürüst, muttaki şahsi­yetlere danışarak karar verilmelidir. Hulefa-i Raşidîn devrinde, halifelerin müşavirleri di­rayeti, ilmi, takvası, diyaneti ve isabetli rey­leri ile tanınan kimselerden oluşmaktaydı. Ümmet, onların hükümetin yoldan çıkmasına hiçbir zaman müsaade etmeyeceklerine tam bir gönül rahatlığı ile güveniyordu. Bunlar, ümmetin karışık ve zor problemlerini çözen kimseler (ehl-i hal ve'l-akd) olarak biliniyorlardı. Fakat saltanat gelince, bu prensip bile değişti. Şûra yerine zulüm ve baskı genel ku­ral haline geldi. Hakkı bilen dürüst insanlar sultanlardan uzak durmaya başladılar. Sultan­lar da devlet meselelerinde bu kimselerden sakınmaya başladılar. Artık sultanların müşa­virleri valiler, maiyetinde bulunan memurlar, aile fertleri, yakınları ve saraya sığınmış bu­lunan yaltakçılardı. Görüş sahibi, dirayetli ve kabiliyetli, imanlı, bilgili ve âdil şahsiyetler bu işten uzaklaştı.

Bunun neticesinde karşılaşılan en önemli ka­yıp, yepyeni ve karmaşık bir medeniyetin or­taya çıkması oldu. Meseleleri hukuk çerçeve­sinde çözecek, muhtelif problemlerin götürü­lebileceği ve kma edilen veya şura ile belir­lenen görüşmelerin İslâm hukukunun bir par­çası olabileceği resmî bir merkez kalmadı. Keyfî çözüm yolları ittihaz edildi. İdarî me­kanizma bir esasa dayanmayan, uydurma usûllerle çalışmaya başladı. Emniyet ve asa­yiş ile ilgili meselelerde, genel İç ve dış siya­setin belirlenmesinde iyi-kötü bu sultanların hükmü kabul ediliyorsa da, hukukî meseleler­de karar vermek ve hükmetmek onların yetki­sinde değildi. Hukukî mevzuları keyfi karar­larla halletmek pek öyle kolay değildi. Eğer hukukî mevzulara da el uzatmış olsalardı za­man ümmetin sosyal düşüncesi böyle bir mü­dahaleyi çok zor hazmederdi. Esasında üm­met, onları fâsık ve fâcir olarak kabul edi­yordu. Doğruluk noktaİ nazarından kendileri­nin ahlâkî ve dinî hürmet ve itibarları yoktu. Bununla beraber Müslüman âlimler ve fâkihler bu eksikliği dolduracak bir çekirdek bırakmadılar, onların çabaları münferit plan­daydı. Her alim fıkhî meseleleri kendi ilim kürsüsünde ve fetva makamında açıkladı. Her kadı kendi bilgisini, anlayışını, içtihadını te­mel alarak veya bir başka fâkihin hükümleri­ne veya kural kabul ettiklerine dayanarak hü­küm verdi. Her ne kadar saltanat ülkelerinde fıkhın gelişmesi ve sürekliliği kesintiye uğra-nıadıysa da, İslâm devletinde bir hukuk anar­şisine sebep oldu. Asırlar boyunca ümmet devletin bütün mahkemelerinin takip ettiği ve en küçük meselelerde bile aynı hükmü ver­mesine sebep olacak bir hukuk sistemine sa­hip olamadı.