- Sosyal Adaletin Sağlanmasında Sevginin Rolü

Adsense kodları


Sosyal Adaletin Sağlanmasında Sevginin Rolü

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Mon 6 September 2010, 07:17 pm GMT +0200
Sosyal Adaletin Sağlanmasında Sevginin Rolü

M. Abidin Kartal

Sevginin Gayesi

Kalb, sevmek için yaratılmıştır. Bu yüzden, insan alâkadar olduğu bütün güzel ve mükemmel şeyleri sever. Çiçekleri ve yıldızları sevdiği gibi, hayatı, dünyayı, güzel ahlâkı ve dostlarını da sever. Nasıl kendisine yardımı dokunan bir kimseye sevgi duyuyorsa, asırlarca önce yaşayıp da insanlığa büyük hizmetlerde bulunan kimseleri, tanışıp görüşmediği hâlde, muhabbetle anar. Öyleyse bu coşkun ve herşeyi kucaklayacak kadar geniş olan hissin insana veriliş maksadı nedir?

"Bâtın-ı kalb âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur."1 ifadelerinde belirtildiği gibi, sevgi mahalli olan kalbin asıl yaratılış maksadı Allah'ı sevmektir. Çünkü insan, kâinatın Yaratıcısı tarafından, yeryüzünde O'nun halifesi olarak yaratılmıştır. Bu hikmetin gerçekleşmesi için Allah, uçsuz bucaksız kâinatı yaratmış, gizli hazinelerini, misilsiz kemal ve cemalinin tecellilerini bu âlem sergilerinde teşhir etmiştir. Böylece kendi cemal ve kemalini hem kendi nazarıyla görüp müşahede etmek, hem de şuur sahiplerinin takdir ve teveccühlerinde görmek istemiştir. Bu husus bir hadîs-i kudsîde şöyle ifade edilir. "Mahlûkatı bana bir ayna olsun ve o aynada cemalimi müşahede edeyim diye yarattım."2

Kendi cemal ve kemalini seven, şuur sahibi misafirlerine de sevdirmek için bu koca kâinatı yaratan Cenâb-ı Hak, onların da kendisini sevmesini beklemektedir. Dünyada Allah'ın misafirleri olmak şerefine erişen insanoğlu, kâinat sergilerinde görülen ilâhî tecellilerdeki ihtişam ve güzelliği müşahede ederek hayranlığını bütün kâinata ilân etmekle vazifelidir. Cemal ve kemale yaratılış itibariyle âşık olan ruhlar, o misilsiz güzelliklerin bâkî ve daimî olan Sahibine tükenmeyen bir aşk ve muhabbetle bağlanmak istidadındadır. Kalbin aşk-ı ebedî için yaratılmış olduğu ifadesinde bu hakikat dile getirilmiştir.

Allah, bizleri yokluk karanlıklarından çıkararak sayısız nimetlere gark etmesi bir tarafa, bizatihî nihayetsiz bir kemal ve cemale malik olması dahi muhabbet ve sevgi hissimizi hangi istikamete yönelteceğimiz hususunda bize yol göstermektedir. O sonsuz rahmet ve şefkat sahibi Yaratıcı, güzel isimlerinin tecellilerini kâinatta en mükemmel şekilde teşhir ederken, aralarında insanların da bulunduğu varlıkları sayısız nimetlerle ağırlamaktadır. Her insan kendisine ikram ve ihsanda bulunana muhabbet duyduğuna göre, bizimle beraber bütün sevdiklerimizi de nimetlere boğan Yaratıcımıza ne kadar muhabbet ve sevgi duymamız gerektiği âşikârdır.

Bir toplumdaki insanların birbirlerini sevmesi, bir sevgi toplumu meydana getirilmesi için, o toplumu meydana getiren fertlerin sevgilerini sağlam bir kaynaktan almaları gerekmektedir. Her güzel şey gibi, hakiki sevginin de kaynağı imandır. Kalbin "bâtını/özü/iç yüzü" Cenâb-ı Hakk'a mahsus olduğuna göre, ondaki engin muhabbet hissini bütünüyle Allah'a yöneltip karşılığında O'nun muhabbet ve rızasını elde etmeye çalışmak lâzımdır. Ama bu, Allah'ı sevmek için diğer varlıkları bir kenara itip onlara sırt çevirmek mânâsına gelmez. Esasen böyle bir şey zaten mümkün değildir. Çünkü insan olmamız sebebiyle etrafımızdaki belki de hemen herşeyle alâkamız vardır. Bu alâkalardan dolayı dünyaya, gençliğe, dost ve ahbablara, hayata, anne ve babamıza, eşimize ve evlâtlarımıza sevgi ve muhabbet duyarız. Peki, kalbin derinliklerindeki muhabbet hissinin Allah'a tahsisiyle, bunlara yönelen muhabbet nasıl kaynaştırılıp bir araya getirilebilir?

Dünya hayatında asıl olan, Allah'ın rızasını ve muhabbetini kazanmaktır. Diğer bütün alâkalar ve sevgiler, Onun namına ve Onun muhabbetine vesile oldukları nispette değer taşırlar. Bu nasıl olur? Meselâ, anne ve babamızı çok seviyoruz. Ama onlara duyduğumuz sevgi, Allah namına olmazsa, yani onları sadece dünya hayatı cihetinden hizmet ve fedakârlıklarını nazara alarak seversek de, bu menfaat karşılığı sevgi hem Allah hesabına olmadığı için makbul olmaz, hem çoğu zaman o mübarek zatların hukukuna gereken şekilde riayet edemeyiz, hem de onların muhabbetini bahane ederek kendimizi Allah'tan ve O'nun yolunda yapılan çalışmalardan alıkoymak suretiyle maddî ve manevî zararlara düşeriz. Halbuki onları misilsiz bir şefkatle donatıp hizmetimize koşturan Allah namına sevmek hem Allah'a olan muhabbetimizi artırarak mânen yükselmemize vesile olur hem de anne ve babamızın hukukuna riayet hususunda çok daha dikkatli oluruz. Çünkü bu hâlde onları Cenâb-ı Hakk'ın bizlere birer emaneti olarak gördüğümüz için, hizmetleri hususunda ayrı bir mesuliyet hissini vicdanımızda duyarız.

Aynı husus dünyaya duyduğumuz sevgide de bahis mevzuudur. Allah'ın sevgisiyle alâkası yönünden dünyaya baktığımızda, Bediüzzaman Hazretleri'nin tespitiyle dünyanın üç yüzü olduğunu görürüz. Birinci yüzü Cenâb-ı Hakk'ın isimlerine bakar ve onların aynasıdır. Allah'ın sonsuz cemal tecellilerine sahne olarak Onun muhabbetine vesile olduğu için dünyanın bu yüzü sevgiye lâyıktır. İkinci yüzü ahirete bakar ve ahiretin tarlasıdır. Ahiret hayatının saadeti bu dünyada kazanılır. Bu yüz de sevilmeye layıktır. Üçüncü yüzü de insanın fani heveslerine bakar. Geçicidir ve aldatıcıdır. Bu yönüyle dünyayı sevmek, insanı Allah'tan ve yaratılış maksadından uzaklaştırır, felâkete sürükler. Fani dünya da elimizde durmaz, çabuk kaçar gider. Halbuki önceki iki yüzünü sevdiğimizde Allah'a muhabbetimiz daha da artar.3 Böylece, hem helal dünya nimetlerinden istifade etmiş, hem de bu istifademizi ebedî saadete vesile yapmış olur ve kendimizi ölüm ve ayrılık eleminden kurtarırız.


Sevgi Toplumuna İlk Adım

Toplumu meydana getiren fertlerin gönüllerinde menfaate dayanmayan, yapılan iyilik ve ekonomik yardımlarda Allah'ın rızasından başka karşılık beklenmeyen, fedakârlık, feragat, merhamet gibi duyguların hakim olmasıyla atılır. Bu da kaynağı iman olan sevgiyle mümkündür. Her şey Allah'ı sevmekle başlar. Yaratılan, Yaratan'dan dolayı sevilmelidir. "İnsanı, insan olduğu için sevmek ve saygılı olmak, asıl olan budur. Yoksa sadece kendi gibi düşünenleri sevmek ve saymak, samimî ve insanca bir sevgi ve saygı değil, bir bencillik ve insanın kendi kendini putlaştırması demektir. Hele hele temel düşünce ve tasavvurda, aynı çizgide olup da, tıpatıp bizim gibi düşünmeyenleri horlama ve aşağılama bir mürüvvetsizlik ve bencilliktir."4

Günümüzde sevgiyi besleyen fedakârlık, feragat, merhamet gibi insanî duygular azalıyor. Böylece sevginin mekânı olan gönüller çoraklaşıyor denilebilir. Sonuçta da günümüz insanı, sevgi yetimi, şefkat öksüzü olarak yaşamaya mahkûm oluyor. Oysa ki sevgi, hayatın mânâsı, mutluluğun mayası, kalplerin cilâsıdır. Onsuz bir dünya anlamsız ve yaşamak tatsızdır. Sevgi, muhtevasını yitirmiş, içi boş bir kavrama dönüşmüş gibidir. Sevginin özünde özveri vardır, karşılık beklememek vardır, vermek vardır. Bu mefhumların toplumda hakim olması, aynı zamanda belli ölçüde sosyo-ekonomik adaletin sağlanması demektir. Şimdi çılgın bir tüketim toplumunun anaforunda gittikçe hoyratlaşan insana nasıl tattıracağız gerçek sevgiyi? Sevgi, bir nazlı gönül misafiridir. Onu davet edebilmek için, önce gönül evini imanla tertemiz etmek gerekir. Maddeciliğin kararttığı, paslandırdığı, harabeye çevirdiği bir mekânda sevgi çiçekleri değil, bencillik zakkumları yetişir. Ruha ruh olan, hayata hayat veren sadece sevgidir. Hedefini bulmuş sevgi, kalbimizin gıdası, ağzımızın tadı, ömrümüzün amacı, toplumun huzuru, mutluluk ve refahımızın teminatıdır.

İslâm'ın özünde sevgi var. Cenâb-ı Hakk'ın insan ruhuna yerleştirdiği en güzel duygulardan biri sevgidir. Bu his sayesinde ruhumuz şenlenir, hayatımız ışıklanır. Muhabbet, imanın bir neticesidir. Onda Allah'ın isimlerinden Vedûd, Habib gibi isimlerin öncelikli tecellileri vardır. Sonsuz rahmet ve şefkatiyle Allah'ın en ziyade nihayetsiz muhabbete lâyık oluşunu ifade eden bu isim, muhabbet hissinin sonsuzluğunu gerektirir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz cemal ve kemali, sonsuz bir muhabbet hissinin kendisine yönelmesini ister. Bu sırdandır ki, bir kısım evliya kâinatın mayasının muhabbetle yoğrulduğunu söylemişlerdir.5 Gerçekten de, bu gözle bakıldığında, kâinatın baştan başa aşk ve muhabbetle dolu bir âlem olarak yaratıldığı görülür. Varlıkların bitip tükenmeyen hareketleri ve faaliyetleri, canlı ve cansız âlemlerin kendi içlerindeki ve birbirleri arasındaki münasebetlerin birbirinin yardımına koşacak şekilde tanzim edilmiş olması bu hakikatı gösteren şahitler arasındadır.

Bu mânâyı görüp kâinattaki Vedûd isminin tecellilerini okuyabilmek, ancak kuvvetli bir imanla mümkündür. Ancak imanlı bir kimse, sayısız maksatlar için yaratılan bu kâinatta galaksilerden atomlara varıncaya kadar, aynı Yaratıcı'nın elinden çıkmış ve ona hizmet için varlık âleminde bulunan mahlûklar arasındaki kardeşliği görebilir, yardımlaşmayı farkedebilir.6 İman insana böyle bir anlayış kazandırdığına göre, herşeyden önce mü'min kalbinin, muhabbetle dopdolu olması icap eder. Kâinattaki herşey birbiriyle muhabbetli bir münasebet içinde iken, insanın ve bilhassa mü'minin yekdiğerine sevgi duymaması düşünülemez. Bu yönden, imanın toplum hayatına kazandırdığı muhteşem bir netice ortaya çıkar. İnsanlar arasında imandan doğan bir kardeşlik bağı, ana, baba, kardeş gibi akrabalık ve aynı şehrin veya ülkenin sakinleri olması itibariyle ortaya çıkan hemşehrilik gibi bağlarla daha da pekişerek insanlar arasında sarsılması kolay kolay mümkün olmayacak bir kaynaşmayı vücuda getirir.

Bir çok İslâm âlimi ve mutasavvıfı gibi muhabbeti İslâmiyet'in mizacı ve rabıtası7 olarak vasıflandıran Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, büyük bir hakikati dile getirmişti. Nitekim bunun en mükemmel örneği, Asr-ı Saadet'te yaşanmıştır. Cahiliye devrindeki Arapların büyük ekseriyeti, bilindiği gibi, az sayıdaki müstebidin zulmü ve baskısı altında inliyordu. Kadına eşya muamelesi yapılıyor, bazıları kız çocuklarını diri diri gömüyordu.8 Kalbi katı olan insanlar, en küçük bir söz yüzünden binlerce kişinin hayatına mal olan savaşlara tutuşmaktan kaçınmıyorlardı. Böyle bir zeminde gelen İslâm, kalbleri bir anda yumuşatıp, evvelce kızlarını diri diri gömecek kadar merhametsizleşebilen insanları, karıncaya basamayacak bir ruh inceliğine ulaştırdı. Kur'ân'da beşer tarihinde benzeri görülmeyen olağanüstü durumu "Hani siz birbirinize düşmüş kişiler idiniz de, O gönüllerinizi telif etmiş, birleştirip kaynaştırmış ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz." (Al-i İmran, 3/103) sözleriyle dile getirilmiştir.

Mü'minler arasındaki muhabbetin, sevginin en göz kamaştırıcı örneklerinden biri de, Mekke'den Medine'ye hicret eden Muhacirlerle onlara kollarını açan Medineli Ensar arasındaki kardeşliktir. Medine'ye hicretten 5 ay sonra Resul-i Ekrem (sas), Ensar ile Muhacir bir araya toplamış ve kırkbeşi Muhacirlerden kırkbeşi Ensardan olmak üzere 90 kişiyi kardeş yapmıştır. Peygamber Efendimiz'in kurduğu bu kardeşlik müessesesi, maddî ve manevî yardımlaşma ve birbirlerine varis olma esasına dayanıyordu. Bu suretle Muhacirlerin yurtlarından ayrılmalarından dolayı duydukları keder ve üzüntüyü giderme, onları Medinelilere ısındırma ve onlara güç ve destek kazandırma gayesi güdülmüştü.9 Kurulan bu kardeşlik müessesesine göre, Medineli ailelerden herbirinin reisi, Mekkeli Müslümanlardan bir aileyi yanına alacaktı. İşte sevgi toplumu, işte bu karşılıklı sevginin doğurduğu sosyo-ekonomik yapı... Bu kardeşlik sayesinde Muhacirlerin iaşe ve iskân meseleleri de hâl yoluna girmiş oluyordu. Ensardan her biri, Muhacirlerden birini evinde barındırıyor, beraber çalışıyor, beraber yiyorlardı. Bu nesep kardeşliğini fersah fersah geride bırakacak bir kardeşlikti. Kurulan bu kardeşlik kısa zamanda müspet neticesini verdi. Toplumun muhtelif tabakaları bu kardeşlik sayesinde birbiriyle kaynaştı. Bu kardeşlik, kabilecilik gurur ve adavetini de ortadan kaldırdı. Bu suretle niyetleri kudsî, gayeleri, ulvî, içleri dışları nur faziletli bir sevgi toplumu meydana geldi. Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri bu eşsiz samimiyet, sevgi, misafirperverlik, kadirşinaslık, cömertlik, her konuda karşılıksız yardım, fedakârlık, sevgi toplumunda sosyo-ekonomik adaleti de sağlıyordu. Tabiî sosyo-ekonomik adaletin sağlandığı toplumlar huzur, mutluluk ve refahı gerçek mânâda yakalamış toplumlar oluyordu. Nitekim Ensarın, Muhacir kardeşlerine gösterdikleri samimî davranışlar, karşılıksız yardımlar, Kur'ân-ı Kerim'de de methedilmektedir. "Muhacirlerden önce, yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere muhabbet beslediler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar, kendilerine ihtiyaç bile olsa (onları) kendi nefislerine tercih ederler. Kim de nefsinin hırsından korunursa, işte bunlar (azaptan) kurtulanlardır."10 Kurulan bu manevî kardeşlik hiçbir milletin tarihinde rastlanmayacak eşsiz bir şeref tablosudur. Bu kardeşlik neticesinde meydana gelen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik, toplumda sosyo-ekonomik adaleti sağlarken, İslâm'ın inkişafa başlaması dönemine rastlamış olması bakımından da oldukça önemli bir tesir icra etmiştir. Hiç tereddüt etmeden denilebilir ki, çeyrek asır zarfında, İslâm nûrunun âlemin her tarafına yayılması, hep bu din kardeşliğinin sosyal neticesidir.11



Sosyo-Ekonomik Yapının Oluşmasında Sevginin Rolü

Sevginin topluma mal oluşunun bütün özelliklerini bünyesinde taşıyan ve Asr-ı Saadet'ten itibaren tarih sahnesinde birçok devirlerde örneğini insanlığa gösteren İslâmiyet, hem Allah'ın insanlara son hitabı, hem de adaletli refah toplumunun son reçetesidir. Bu idrake gelen ve bunun gereklerini yerine getiren herkes, İslâm'ın nimetlerinden faydalanır. İnsanlar, İslâm'ın taşıdığı sosyo-ekonomik modeli uygulayacak olursa, dünya adaletli, huzurlu ve refah içinde yaşayan bir sevgi toplumu hâline dönüşür. İslâmiyet yepyeni bir sosyo-ekonomik modelle insanlığın karşısına çıktığı için büyüktür ve son dindir. Çünkü en büyük insanlık problemine çözüm getirmiştir. Bu çözüm toplumsal bir denge meydana getirmekte ve bu toplumsal denge insanı sonsuza kadar mutlu edecek bir ortamın temelini oluşturmaktadır.

Toplumun, bütün olarak yaşayabilmesi ve gelişmesi için insanın asgari ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Bir insanın aç kalmaması, üşümemesi ve evinin olması lâzımdır. Giyecek yiyecek ve barınak yeri, bu üç şart temin edildikten sonra insanlar çalıştıkları ölçüde, kendi yeteneklerini en iyi biçimde kullanabildikleri ölçüde daha iyi bir hayata sahip olabilirler. Ama toplumun vazifesi bu üç şartı temin etmektir. Dünyada bu üç şartı organizeli bir toplum şeklinde kâmilen temin eden ilâhi sistem ve din, İslâmiyettir. Toplumlar zengin ve fakir tabakalardan oluşur.

Toplumun huzur ve ahengi bu tabakalar arasındaki ilişkilerin sağlam esaslara bağlı olarak devamı ile mümkündür. Bu tabakalar arasındaki mesafe ne kadar genişler, boşluk ne kadar artarsa, huzursuzluklar, hasetler, intikam ve düşmanlık duyguları da o nispette artar. Böyle toplumlar ateşlenmeye hazır barut gibi her an karışıklıklara sahne olmaya müsait bir durum alırlar. Fakirlerden zenginlere muhabbet, sevgi, hürmet yerine kin ve intikam duyguları, haset duyguları yükselir. Zenginlerden fakirlere de merhametsizlik ve zulüm ateşleri yağar. Günümüz toplumlarında görülen hareketlerin, kökeninde bu yatmaktadır. Üstelik faiz gibi uygulamalarla fakir daha fakir, zengin daha zengin yapılarak aradaki boşluk daha çok derinleştirilmekte, felâket daha da artırılmakta, bu da insanlığın huzurunu tehdit etmektedir. Böylece, toplumun fertleri birbirine yabancı, soğuk, düşman, sırf menfaat ipleriyle bağlı unsurlar hâline gelmektedir. Bu yara sadece fertlerde kötü bir vasıf olarak kalmamakta, neticede toplumun karşılıklı bağlarını da zedeleyip, sosyal sınıfları birbirine düşman gruplar hâline getirmektedir.12

İnsanlığın bu kanayan yarasına çare olarak İslâmiyet'in sunduğu çarelerden en önemli bir-iki tanesi şudur: Bütün insanların saygı ve saygıyla kucaklanması. Faizin her çeşidinin haram kılınması. Zekâtın farz kılınıp, yardımlaşmanın her çeşidinin teşvik edilmesi.13 Zekât ve sadaka gibi malî ve iktisadî yardımlaşma prensipleri, menfaat düşkünlüğünün ve faizciliğin tam tersine, insan kalbinde başkasını nefsine tercih etme, diğerkâmlık duygularını, geniş kalbliliği, cömertlik ve himmeti tahrik etmekte ve bu güzel vasıfları daha insan yardıma niyet ettiği andan itibaren kalbe yerleştirmektedir.

Bu güzel hasletlerle bezenen insanlar ise birbirlerine sevgiden, iyilikten, yardımdan, derdine derman olmaktan başka bir şey düşünmezler. Çünkü zekâtta gaye sırf Allah rızasıdır. Bundan başka bir karşılık beklenmediği içindir ki, fakir kendisini minnet altında hissetmez, manevî bir eziklik duymaz. Çünkü zengin, üzerinde emanet bulunan bir para veya malı sahibine vermektedir, ve burada sadece vasıtadır. Minnet, karşı tarafı manevî bir borç altında bırakmak demektir. Maddî olmazsa bile manevî bir borç altında kalan insandan gerçek sevgi ve hürmeti beklemek ve böyle bir karşılık beklenerek yapılacak yardımların insanlar arasındaki gerçek bağları ve güzel duyguları pekiştirmesini ummak güçtür.

Bediüzzaman Hazretleri'nin özlü ifadeleriyle, "tabakalar arasında müsalâhanın (barışın) temini ve münasebetin tesisi ancak ve ancak İslâm'ın rükünlerinden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruâtın (bağışların) heyet"i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle gerçekleşir."14 Zengin Müslümanların zekât, fitre ve sadakalarını fakir, yoksul, yetim, kimsesiz ve darda bulunanlara vermeleri sosyo-ekonomik farklılıklardan ileri gelen bölünmeleri ortadan kaldırarak sevgi toplumunun gerçekleşmesi yolunda canlı tabloları gözler önüne sermektedir. Sevgi toplumu İslâm'ın sosyo-ekonomik modelinin gayesi; serveti meşrulaştırmak, servetin israfını önlemek, mâl u menâli toplum huzurunun emrine vermek ve yetenekli, çalışkan insanların önünü açmak, ona yeteneksiz ve tembelden daha iyi yaşamak fırsatını vermektir. Bu ana hedeflere ulaşabilmek için zekât, fitre, sadaka, miras hukuku kuralları ortaya konmuştur. Bu kuralların amacı serveti aşırı derecede büyütmemek ve toplumda sosyo-ekonomik dengeyi sağlayarak, birbiriyle barışık hasedsiz, kinsiz bir sevgi toplumunu meydana getirmektir.



Dipnotlar


1. Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 598. İstanbul1980.
2. Nursî, Bediüzzaman Said, İşâratü'l-İ'caz, s. 17. İstanbul1959.
3. Sözler, s. 584 (32. Söz).
4. Gülen, M. Fethullah, Çağ ve Nesil, s. 137, İzmir, 1982.
5. Nursi, Sözler, s. 583.
6. (Komisyon), Ölçü, İlâhiyat Serisi, Yay. s. 83, İstanbul, 1983.
7. Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, s. 46. İstanbul, 1960.
8. Suruç, Salih, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, (Mekke Devri) s. 476; Yeni Asya Yay. İstanbul, 1992.
9. Haşr, 9.
10. Suruç, a.g.e., s. 481.
11. Kartal, M. Abidin, Risale-i Nur'dan İktisadî Prensipler, s. 207.
12. Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü'l-İ'caz, s. 48 Ayrıca bkz. Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 106107; Sözler, s. 380, Mektubat, s. 252, İşarat, s. 22.
13. Nursi, İşaratü'l-İ'caz, s. 49.
14. Nursî, Sünuhat, s. 65, Ankara, 1976.