meryem
Mon 7 February 2011, 06:49 pm GMT +0200
SONUÇ
Varlık içerisinde zamanı fark eden, varlığa şu veya bu şekilde yorum getiren, onu anlamaya çalışan insandır. Çünkü anlama ve ölçme, insana mahsustur. Yeryüzünde insanın dışındaki her varlık, zamanla münasebet halinde olmasına rağmen, böyle bir özelliğe sahip değildir. Söz konusu varlığın ve zamanın bu yönlerini ele alıp irdeleyen, yoruma ve anlamaya tabi tutan insandır. Felsefe için problem halini alan bir kavramın irdelenmesi ile ortaya çıkan hakikat, insan aklının, soyut anlamda sağlıklı olarak, belirli bir yere kadar düşünebileceğidir. Varlık ve zamanın birbirinden ayrı düşünülmesi ise zaman kavramını içinden çıkılmaz hale sokmaktadır. Bu yüzden varlık ve zamanı birlikte düşünen filozofların görüşleri, bilim açısından kabul görmüştür.
Bu çalışma ile geldiğimiz noktada, varlık ve zaman konusunda filozoflardan bir kısmının çıkmaza girdiği söylenebilir. Kelâmcılardan bir kısmı ise zamanın hakikat ve kökeninin olmadığında ısrar etmiştir. Farklı dönemlerde de olsa, bu hususta kelâmcıları destekleyen filozoflar vardır. Zamanı, zihnin algılaması, hareketin sayısı, gök cisimlerinin hareketi diye açıklayan filozoflarla birlikte, varlığın önüne koyarak ona ezelîlik atfedenler olmuştur. Esasen bu görüşlerin sahiplerinin, kendilerine göre tutarlı sayılan delilleri vardır. Dolayısıyla felsefî tartışmaların, konunun anlaşılmasına olan katkısı, takdir edilmelidir. Zira zamanın varlık, öncelik-sonralık, ardışıklık, mekân, değişim, rölativite, hareket, süre ve zihinle olan münasebeti konusunda felsefenin yürüttüğü tartışmalar, zamanı ve varlığı anlamaya yöneliktir.
Burada eski filozofların, kelâmcılarla zaman hakkında yürüttuğü tartışmalarda, kelamcıların bir kısmının, “zaman, varlığın ifintisidir, onun dışında hareket ve zaman yoktur” görüşüne katıldığımı, Kindî ve Heidegger gibi bazı filozofların bu kanaati taşıyanlar arasında yer aldığını belirtmek isterim. Boyutları varlıktan soyutlayarak göstermek, mümkün olmadığı gibi, zamanı da varlıktan soyutlayarak göstermek mümkün değildir.
Zamanın kökeni konusunda tasavvufun, an-ı dâim görüşü ile felsefeden etkilendiği söylenebilir. Ancak tasavvufun varlık ve zamanın kökeni konusunda biraz daha ileri giderek, sırlar aleminden, kâinatın plan ve projesi denilebilecek “tılsım"dan, “a'yân-ı sabitelerden bahsetmesi, varlık ve onu değerlendiren insan açısından bir öncelik gibi anlaşılabilir. Maddî anlamdaki ölçeklerle donatılan insanın, bu yaklaşımı, tabiatı gereğidir. Ayrıca mutasavvıflara göre insan, manen olgunlaşınca, fizikî anlamdaki zamanın etkisinden kurtaracaktır. Zamanın fizikî âleme hükmettiğini, metafizik âlemde ömür ve ecelin olmadığını, dolayısıyla süreselliğin, fizikî aleme ait olduğu ifade edilmektedir. Buna göre yöntem farklı da olsa, tasavvufun, varlığın fizikî yapısından soyutlanabileceği noktasında bilimle görüş birliği içerisinde olduğu söylenebilir. Buradan hareketle varlığın, aslına döneceği sonucuna varılabilir. Nitekim Kur'ân'ın bahsettiği rücû', öze dönüş yani geldiği yere dönüş olarak açıklanmıştır.
Newton'Ia gelen mutlak zaman anlayışı, Einstein'le yerini rölativiteye bırakmıştır. Böylece, “her varlık, kendi zamanına sahiptir” düşüncesi kabul görmüştür. Bilimin Einstein'le tanıdığı izafiyet, Kur'ân tarafından asırlarca önce insana bildirilmiştir. Ayrıca İslâm alimleri arasında, zamanın rölatif oluşunu, Einstein'den çok önce anlatmaya çalışanların bulunduğu bir gerçektir. Zamanın ve hareketin hakikatini kabul etmeyen kelâmcılara göre, zaman olarak geçmiş ve gelecek ortada yoktur, şimdi ise hemen kaybolup gitmiş olmaktadır. Dolayısıyla ampirik olarak ortada olmayan parçaların bütününden de söz edilemez. O halde zaman, varlıktan tecrit edilerek anlaşılamaz.
Mitoloji, zamanı, ani bir fışkırma ile başlatır. Bu fışkırmanın ötesi, zamansızlıktır. Bu yüzden geçici bir zaman içinde, sürekliliğin varlığı söz konusudur. Mitoloji, zamanın kökenini ve açılımını “üstün an” anlayışına dayandırırken, onun, bu yaklaşımıyla felsefe ve tasavvuf ile örtüştüğü görülmektedir. Mitolojide, başlangıçta yaşanan üstün an'a dönmek, en büyük amaçtır. Ayinler vasıtasıyla, başlangıçtaki üstün an'a erişildiğine inanılır. Dolayısıyla başlangıca götüren ayinler, tekrarlanır. Bu ise mitolojide zamanın, dairevî olduğunu ifade eder.
Hıristiyanlık ve Yahudilikte, zamanı nesnelleştirme çabalar , kendilerini sultacı zaman anlayışından kurtarmanın tezahürüdür. Hıristiyanlıkta olaylar tekrar ederken, günlerin geçişi ve önemli olaylar kutsallaştırılmıştır. Araplarda, dehre yüklenen kahredici, yıpratıcı ve öldürücü düşüncede, ölüm sonrası diye bir inanç yoktur. Zamanla ilgili terimlerin çokluğu ve karışıklığı, açık bir zaman anlayışının olmadığını anlatmaya yeterlidir. Dilde ise zamanla ilgili pratik hayatı kapsayan ölçüm ve ifadeler, zamanın gerçek olduğunu; onsuz yaşamanın ve olayları açıklamanın mümkün olmadığını göstermektedir.
Bilime göre varlık ve zaman bigbang/ilk patlama ile başlamıştır. Hawking, bu patlamadan önce kısa bir zamanın geçtiğini, ancak bilimsel verilerin bizi ilk patlamadan öteye götüremediğinî, dolayısıyla zamanı ve varlığı ilk patlama ile başlatmanın doğru olacağını söylüyor. Hawking'in ifadelerinden, zamanın ve varlığın bu patlamadan önce başladığını sezmek zor değildir. Fiziğin sözünü ettiği kozmik arka plan, ısı ışınımı ve mikro âlemin, Kur'ân'ın ifade ettiği gayb âleminin bir kısmı ile örtüştüğü söylenebilir. Ancak, mutasavvıfların sözünü ettiği, kâinatın tılsımı ve projeleri gibi bir gaybdan bahsedilmesi, gaybın da gaybı olduğunu bize anlatmaktadır. Bilimde ilk patlamadan hemen sonra oluştuğu kabul edilen kara deliklerin, bugün için tam netlik kazandığı söylenemese de kâinatın, gaybdan kozmolojiye açılan kapıları olarak yorumlanabilir. Dolayısıyla bilimin ileri sürdüğü başka bir boyutun, kara delikler vasıtasıyla fizikî âleme kaynak sağladığı, varlıkların fizikî yapılarını atarak diğer boyuta geçip bir şekilde varlıklarını sürdürmeleri, İslâm inancı ile örtüşen bir durumdur.
Zamanın dairevî mi yoksa lineer/doğrusal mı olduğu tartışmaları, temelde zamanın öznel veya nesnel değerlendirme düşüncesi olabilir. Ancak lineer zaman, dairevî zaman vasıtasıyla t=0 dan itibaren ileriye doğru gidebildiği gibi, bulunduğu noktadan, zamanın başlangıcı oîan t—0 durumuna yani geriye de gidebilir. Varlığa bakarak bunu söylemek mümkündür. Varlığı, pozitif yönde ilerlerken veya negatif yönde gerilerken, dairevî zamandan soyutlamak mümkün değildir. Nitekim bîr arabada tekerleği döndüren motor, ileri vitesle ileriye, geri vitesle geriye gitmektedir. İslâm, ilk insanla başlattığı gelişim ve ilerleme çizgisinde, asîa döngüselliği, bir başka ifade ile fasit bir daire gibi aynı noktaya gelmeyi tasvip etmez. O, koyduğu kıstaslarla, insanı daima ileriye, gelişmeye sevk edecek bir yapıdadır. Hz. Peygamberle peygamberliği zirveye taşıyan nübüvvet müessesesi, insanlığa aynı noktada dönüp durmayı değil, ilerlemeyi emretmektedir. Nitekim varlığın ve insanın yaratılış stratejisindeki istifa kanunu da bunu teyit eden bir husustur. Buğdayı ekmek yapmak için yapılacak işlemler, şeklen farklı olsa da temelde aynıdır. Esas olan, işlemleri yapmadan ekmeğe ulaşma yanılgısından kurtulmaktır. Buğdayın ekmek olma aşamasına gelişindeki değişim, varlığa ve insana yüklenen değişim kanunun gereğidir.
Zamanı nesnel olarak düşünerek, olayları değerlendirmek, geçmişi hesaba katmamak demektir. Kaldı ki insanın, zamanı nesnel olarak düşünmesi mümkün değildir. öyleyse varlığın gidişatı, geçmişi tasdik etmekte ve geçmişle geleceğe mesaj vermektedir. Bu yüzden lineer zaman açısından zamana nesnelci yaklaşım yanlış olur. Bize göre doğru olan, lineer zamanı dairevî zamanla birlikte düşünmektir. Arabanın tekeri dönerken mesafe kat etmektedir. Dairevî zaman, lineer/doğrusal zamanı ortaya çıkarmaktadır. Tarihî ve jeolojik ve kozmolojik vakalar bunun en önemli belgeleridir.
Kur'ân'da zaman kavramı, kâinat ve insan merkezlidir. Varlıkla donatılan kâinat katmanları, kendi yapılarına göre zamansaldır. İnsanın emrine ve hizmetine verilen yeryüzü, zaman ve mekân bakımından insan hayatını imar etmeye daha uygundur. Bu yüzden Kur ân'ın ortaya koyduğu yaratma stratejisinde, yeryüzü imar edildikten sonra insanın yaratıldığı çok açık olarak belirtilmektedir. Buradan hareketle insanın, yaratıhşındaki stratejiyi pratike etmesi, onun gerçek değerini ortaya çıkaracaktır.
Kur'ân, varlıktan soyutlanmış bir zamandan bahsetmez. Ona göre, en soyut varlıkların bile kendilerine özgü bir zamanı vardır. Dolayısıyla Kur'ân'ın ortaya koyduğu zaman, kâinatta işleyen rölativite ile örtüşmektedir. Varlık ve zaman, çok dakik bir strateji ile Allah tarafından yaratılarak yönetilmektedir. Zamanın varlığa, varlığın zamana önceliği gibi problemler, Kur'ân'ın konusu değildir. Onda, varlıkla zaman bir aradadır. Esasen Kur'ân'da zaman, varlığın hayat programı olarak dile getirilmektedir. Bu ise zamanın, varlığa kodlandığını ifade etmektedir. Böylece her varlık, kendi zamanı ile zamansal olmakta, kâinatın sistemine renk ve ahenk katmaktadır. Zaman, hayatı kolaylaştıran bir yasadır.
“Felsefi ve bilimsel anlamdaki zamanı Kur'ân'da aramak, boş bir çabadır” gibi muhtemel çıkışlar yersizdir. Ondaki zaman, varlığı ve olayları ölçmektedir. Bize göre Kur'ân, pratik zaman anlayışını öne çıkarmaktadır. O, bireysel ve toplumsal anlamda, pratik hayatın stratejisini ortaya koyar. Böyle bir stratejiyi ortaya koyan Kitab'ın, insana hizmet edecek olan evrenin işleyiş planını ihmal etmesi düşünülemez Şu halde zaman, kâinatın işleyiş planı olarak da anlaşılmalıdır. Hasılı zaman, varlığın hayat planıdır. Böyle bir hayat planının sadece maddî yönüne değil, mana yönüne de bakmak gerekmektedir. Kur'ân', kozmolojik verilerden referanslanan zamana kesin ve mutlak ölçüler koymaz. Onun koyduğu ölçüler, evrenin her yerinde, bireysel ve toplumsal hayatı, dinî, iktisadî, hukukî, ve ahlâkî yönden düzenleyecek niteliktedir. Bunlar, sadece kozmolojik ölçekler değildir.
Kur'ân biyolojik, sosyolojik, psikolojik ölçekler de koyar. Her ölçeğin kendine mahsus bir âlemi temsil ettiği düşünülürse, bu tür âlemlerin içinde de zaman için konulan ölçeklerin mutlak olduğu söylenemez. Yani Kur'ân'da hiçbir zaman, sabahı ifade eden terimlerin, aynı anda kâinatın her yerinde sabahı müjdelediğini, buna bağlı olarak gündüz ve gecenin her yerde aynı olduğunu söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla birey ve toplumun üzerine düşen sorumlulukların bir çoğunun rölatif olabileceği söylenebilir. Biyolojik olarak Kur'ân, ortaya koyduğu sorumluluk yaşını, mutlak bir kozmolojik ölçekle belirlememiştir. Jeolojik ölçeklerin belirlediği zaman da yeryüzünün hiçbir yeri için aynı değildir. Hatta çoğu kez yan yana veya üst üste duran kayalar, farklı yaşlara sahiptirler.
Kur'ân'ın ortaya koyduğu zaman ölçeklerinin, genel anlamda global olduğu söylenebilir. Diğer bir ifade ile Kur'ân, varlığın kendi yapısına ait değişmez kriterler koyarken, varlığın ve kriterlerin değişkenliğine müdahale etmez. Söz konusu kriterlerin oluşum sürecinin, varlığa, mekâna ve olaya göre farklılığı, hükmün farklılığını değil, zamanını etkiler.
Kur'ân metafizik anlamda bir zamandan ahiretle ilgili sahnelerde de söz etmektedir. Kıyametle değişecek olan sistemde olaylar, kozmik olmasa da yine zamana bağlıdır. Bu zamanın rölatif olduğu bildirilmesine rağmen, bir ölçü verilmemektedir. Zamansallığın, ebediyet yurdu olan cennet hayatına kadar geçerli olduğu söylenebilir. Esasen ebediyet, zamansızlık değil, süresizlik olduğu için, burada zamansalhk veya zaman terimini değil ebed terimini kullanmak gerekir. Çünkü ebed, kesintisizlik ve süresizlik; zaman ise süreselliktir. Dolayısıyla cehennemde, hem süreselliğin ve hem de kesintisizliğin ve süresizliğin işlediği söylenebilir. Ebed, dairevî zamandan aldığı varlığı, lineer/doğrusal bir yapıda ileriye taşıyan bir sistemin adıdır, denilebilir. Bu, hem pozitif ve hem de negatif olarak görülmektedir.
Yaptığımız çalışma ile, kâinatın, bir strateji ile yaratılıp insanın hizmetine sunulduğunu iyi kavraması gereken insanın, bireysel ve toplumsal olarak hayatının bütün yönlerine bu şekilde bakması ve ona işlerlik kazandırması gerektiği sonucuna vardık. Bireysel münasebetlerden toplumsal ilişkilere kadar, zamanlamanın ve tedriciliğin esas alınması gerekir. Hiç bir işe, ortadan yahut sondan başlamanın doğruluğu asla savunulamaz ve hiç kimse birdenbire mükemmelliğe varılabileceği iddiasında bulunamaz. Gelişmiş toplumların, planlamayı büyük ölçüde başardığı söylenebilir. Önemli ve olağan dışı işlerin zamanını seçmenin ve iyi ayarlamanın mesajını veren Kur’ ân, söz konusu işlerin normal işler gibi normal zamanlarda yapılamayacağının altını çizmektedir.
Kur'ân, geçmişi asla ihmal etmez. Ona göre geçmiş, ders alınması açısından önemlidir. Bu yüzden O, geçmişi tahlilci ve seçmeci bir yöntemle ele alarak değerlendirir. Yine Kur'ân, geçmişin olumsuzluğuna takılıp kalmaz. Bireysel ve toplumsal olarak geçmişteki negatif bir tavrın, tövbe ile ıslah edileceğini, geleceğe taşınmayacağını belirtir. Kur'ân'a göre gelecek, son derece önemlidir. O, uzak ve yakın gelecek için hazırlanmayı, tedbirli olmayı, plan yapmayı ve gelecekte daima ilerlemeyi emreder. İnsanın, kendisine verilen ömrün aşamalarında oluşturduğu plan, hiçbir şekilde yerinde sayan yahut statik bir yapıda değildir. Kur'ân, koyduğu plan ve stratejilerle birey ve toplumu daima ileriye, “takva” hedefine, dünya ve ahiret saadetine taşır. Kur'ân'a göre kâinatta birdenliğe yer yoktur. Başarı, tedricilik, planlama gibi önemli bir stratejiyi gerektirir. Dünya hayatı ve insana verilen ömür bunun kanıtıdır. Kur'ân ve kâinat kendisine yönelen her insana mutluluğun ve başarının sırlarını öğretmektedir. Lezzeti ve acıyı fark edebilecek olan varlığın somut yapısıdır. Bu yüzden soyut bir yaklaşıma yer yoktur. Fizîkî âlem, metafizik âlemin delilidir. [833]
[833] Dr. Faiz Kalın, Kur’an’da Zaman Kavramı, Rağbet Yayınları:379-385.