meryem
Tue 21 December 2010, 09:42 am GMT +0200
Sonuç
Bundan önceki bölümün sonunda karşılaştığımız mesele, burada en ayrıntılı ve en açık bir tarzda cevabını bulmuştur.İslâm ahlâkının, şuurlanmanın tamamıyla eksik olduğu sırf maddî ifadeye indirilmiş bir amel durumuna hiç önem vermediğini söylemek yetmez. Aynı şekilde bir amelin ruhî çift yönlü bir gerçeğe sahip olması, yani onun ahlaken mevcut olması için aynı zamanda şuurlu ve iradeli olması da yetmez. Bu varlık, tamamiyle yeni bir âmilin vicdan içine sokulmasını gerektirmektedir.Bir amel ödevi, söz konusu olduğu andan itibaren, arzu edilen amel, bir kurala uygun olduğu gibi bir kanuna uygunluk açısından tasavvur edilmiş olmalıdır; ödev kavramının vicdanın etki alanı içine girmesi ve onun hedefine bağlı olması gerekir. Başka türlü, yani sadece alışılagelmiş görünümü altında ve maddî tanımı içinde tasavvur edilirse, amel, ahlâkîliğin dışında kalacaktır ki bu da din-dışı bir hadisedir.Genel olarak ahlâkî sıfatını ona tahsis etmek için, yalnız amelin ahlâkî karakteriyle ilgili bu aklî görüş zorunlu değildir, aynı zamanda çoğu kez dikkatli şekilde takdir ettiğimiz bu tasarılarımız, fiilen yargılanmış olacaklardır. Şüphesiz îslâmî ahlâk, ahlâkî kavramlarımızdan bizatihi objektif kanuna mutabakatlarından bizi muaf tutacak olan tek kıstası edinmeye kadar uzanmaz. Fakat, bir yandan ortadan kaldırılamaz bilgisizlik hali içinde iyi niyetimiz bizi mazur görebilir; öte yandan ve bilhassa, vâki' mutabakatın bizim sübjektif anlayışımızla çatıştığı durumda, yani gayr-i meşru hata ile olduğuna inandığımız bir ameli edâ ettiğimiz zaman, bu kötü niyet, gerçekte en doğru olan davranışımızı mahkûm etmek için yeterlidir. Bu husustabir icmâ' (oybirliği) vardır. Amele ait niyetin üstünlüğünü isbat için daha fazla açıklamaya hiç gerek yoktur.Böylece ahlâkî fiilin birinci şartı, kuralla ilişkisi içinde ve kesinlikle bu sıfatla amelin üzerinde toplanan bir irâdenin varlığıdır.Fakat bu şuurlanma, zarurî bir şart ise, o ahlâkî açıdan iyi bir niyetin yeterli şartı değildir. Doğrudan doğruya konunun (amel) ahlâkî seçiminden başka, uzak hedefin (gaye) seçimi vardır; işte, en özel anlamda ahlâkî niyet bu seçimde kaimdir.Bu seçimde hâkim olmak zorunda olan kural hangisidir?Kur'ân-ı Kerim'in ahlâkî Öğretimi boyunca akılları kazanmaya mahsus bütün ikna metodlannı nasıl kullandığını gördük. Daha önce şöyle demiştik: "İlâhî emrin yüceliği, onun hikmete uygunluğu, bizatihi hayır ile mevzunun muvâfıklığı, Kur'ân'm en yüce ve en ince duygulara verdiği hoşnutluk, tatbikinin ruhu yetiştirmeye yöneltilmiş olduğu ahlâkî değerler; bu dünyada ve ahiretteki şerefli gayeler... Bunların hepsi, Kur'ânî Ödevin nüfuzunu kurmaya müteveccih bulunmaktadır."Kanunu bu tarzda takdim etmek, kanun koyucusunun emirlerini doğrulamak ve tasvip etmek için kullandığı aynı saiklerin itaat etme irâdesinin nedeni olan prensipler olarak insanın işine doğru dürüst bir şekilde yarayabilip yarayamaya cağını bilmek meselesini şüphede bırakacaktır. Ahlâkî bir kararın alınması söz konusu olduğu zaman, şayet daha başkalarından değilse, hangisi olursa olsun bu kaynakların herhangi birinden hareket ettirici güçlerini alma hakkı var mıdır? Daha önce sorulan mesele bu idi ve onun çözümünü bu bölüme ayırmıştık.Şimdi biz, metinler elimizin altında bulunduğundan, bu çözümün ne olduğunu söyleyecek durumdayız. Akla arz ve takdim edilen bütün bu delillerden, Kur'ân-ı Kerim ancak, geçerli tek hedef olarak, mûtî irâdenin amel ederken ondan etkilenmek zorunda olduğu tek prensip olarak söz konusu irâdeye kabul ettirdiği bir noktayı tutmaktadır: Kur'ân'm çeşitli yerlerde, aşağı yukarı aynı lafızlarla üzerinde tekrar ettiği hedef: "Sadece bizzat Allah'ı gaye edinerek" amel etmektir. Kur'ân'da hiç bir yerde şu gayeci ifadeye rastlanmamaktadır: Doğrudan olan mevzuyu, şahsî veya umûmî, hissî veya manevî bir menfaat olarak "Bunu şunun için yapın!" Hissî menfaate gelince, hiç bir nass, onu ne asıl hedef, ne de tamamlayıcı hedef olarak ileri sürer. Fakat daha da hayran kalınacak şey, hükemâ tarafından en yüksek derecede belirtilmiş olan ahlâkî hayırdır, kişisel olgunluk ve başkalarına kendini adama olan bu ahlâkî hayır, Kur'ân'da niyet konusunda ancak Allah'ın yüce buyruğuna hoşnutluktan ibaret bulunan yüce prensibe bağlı ikinci derecede ek bir değer gibi kendini göstermektedir.Şu halde ahlâkî değerler alanında fıtrata bahşolunacak ne kalmaktadır? Hiçbir şey.Kurtuluşu ve vaad edilen saadeti elde etmek için bir istisna yok mudur? Hiçbir şey yoktur. Öyleyse bu konuda aşırılar ile mutediller arasındaki ihtilâf nedir?Bu ihtilâf, ancak bizi neticemizin keskinliğini hiç bir bakımdan azaltmayan meselenin talî bir cihetine dayanmaktadır. Bazılarına göre, bu bir bayağılık ve bir değer kaybıdır. Diğerlerine göre, o bir basitlik ve bir değersizliktir. Geçici isteklere tercihen üstün ebedî değerlere kavuşmaya çalışan kimseler, zaten bu adaylık için yerine getirilmesi gereken şartları bilmektedir, Ahiret makamları temiz ve Allah'a yönelmiş kalblere tahsis edilmiştir.Şu halde, kendine yabancı olan başka bir prensip tarafından sevk edilmeye tamamen kendini salıverdiğinden, aydın, bizzat kendisinin ve kanunla olan münasebetinin şuurunda, takip edilmesi gerekli bir örnek olarak ilâhî emre dikkat eden bir faaliyet yeterli olmamaktadır. Bu faaliyetin, aynı yüce emir tarafından gayrete getirilmiş, kılavuzluk edilmiş ve hareketlendirilmiş olması gerekir. Bu emrin, derin temaşa ile bir motor duruma gelmesi gerekir; bu ışık güce dönüşmelidir; doğrudan doğruya olan mevzuun aynı zamanda son gaye olması gerekir. Dolaysız mevzu olarak ödev kavramiyle biz, ahlâkî hayata başladık: geçerlilik merhalesi. İşte son gaye olarak onunla, değerin zirvesine ulaşmaktayız.Kant, bu noktada doğruyu görmüştür. Fakat o, Ödev kavramını hayatî cevherinden tamamen yoksun bırakarak, dinî ahlâk nokta-i nazarını sadece kopya etmiştir.