- Sonuç 3

Adsense kodları


Sonuç 3

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
meryem
Fri 24 December 2010, 10:11 pm GMT +0200
Sonuç

Şu halde işte, başka her çeşit spekülatif muhakemeden daha beliğ bir şekilde konuşan rakamlar.Genel olarak dinî ahlâka karşı ekseriya yapılan en ciddî itiraz onun, ferdî olduğu kadar kollektif vicdanı da nazarı itibara almadığını; bütün gücünü ve tüm otoritesini, eşyanın tabiatına yabancı olan, aşkın bir ira­deden aldığını; onun münhasıren bu yüce irade tarafından tesis olunmuş bulunan, mükâfatların cazibesi ve cezaların korkusu suretiyle kendini empoze ettiğini söylemekten ibarettir[721]Biz şimdi biliyoruz ki, her halde bu itab islâmî ahlâka erişmemektedir. Gördüğümüz gibi, Kur'ân-ı Kerim, insan ruhunun, oraya yaratılıştan iti­baren üflenmiş bulunan tabiî bir ahlâkî kanunun emanetçisi olduğunu ilân ediyor. Öte yandan Hz. Peygamber, herkese, yapmak veya sakınmak zorunda olduğu şey hakkında bizzat kendi kendisine danışmasını buyu­ruyor. Müslüman mezhepler, hattâ en muhafazakârları bile, iyi ve kötü­nün, ister meziyet veya kusur şeklinde, isterse tabiata uygun veya aykırı şekilde aklî olarak tanımlandığı yerde, insan aklı için özel bir takdir ve yasama alanı kabul etmekte uyuşmaktadırlar.Bu nokta hakkında, onların anlaşmazlığını tahrik eden sorun yalnızca şu idi: Akim emrini mutlak olarak mı addetmek gerekir, o her yerde ve daima eşyanın gerçeğine tekabül etmekte midir, bilhassa o, ilâhî hikmet­le çatışmakta mıdır?Bizzat kendimize karşı sorumluluğumuzu tasdik etmek için vicdanın yeterince otorite ile donatılmış bulunduğuna hiç kimse itiraz etmiyor. Ancak o, Tanrıya karşı sorumluluğumuzu tesis etmek için buna kâfi mik­tarda sahip midir? Münazaa işte bu vazih mesele üzerinde olmaktadır. İmdi bizim, ekseriya alışkanlıklar tarafından karartılmış veya peşin hü­kümler tarafından boşa çıkarılmış, yahut menfaat tarafından sürüklen­miş bir vicdana sahip olmamızın vakî olduğu; ihtirasın bize bazan aklın perdesi altında gizlenmiş olarak ve onun dilini taklit ederek konuştuğu aşikâr değil inidir? Hattâ diyebiliriz ki, bu durumlarda bize konuşan biz­zat akıldır, ancak bu düşük, kendini hayvanı içgüdünün hizmetine vere vere bozulmuş ve o derecede doğru yoldan ayrılmış bir akıldır ki, o kendine başlıca rol olarak, bizim halihazır menfaatlerimizin tatmin çareleri­ni keşf etmeyi ve başarıya eriştirmeyi veriyor. Fakat nasıl! En normal du­rumda akıl ve duygular, maskesiz olarak karşı karşıya geldikleri zaman, sistematik olarak birine diğerlerine kumanda etmek hakkını bahşetmek, tarafsız davranmak mıdır? Ve kendini beğenmiş şekilde, anlaşmazlığı çö­zümlemek yetkisini kendine vermek suretiyle akıl aynı zamanda hem ha­kim ve hem de taraf olmaz mı?Bu muhakemeyi sonuna kadar yürüterek, bu muhtelif tabiatın failinin gerçekten, eserinin en büyük ve en eski bölümünü en son gelene feda et­meye razı olup olmayacağı kendi kendine sorulabilir. Hakikaten, Al­lah'ın bu fedakârlığı emretmiş olduğunu ispat eden nedir? Onun muci­bince yaratılışın bir tek bölümünün Yaratan adına konuşacağı vekâlet ne­rededir? Bu iddiada bizi yöneten gerçeğin içgüdüsü müdür, yoksa zekâ­nın gururu ve kendini beğenmişliği midir?Kuşkusuz, aklî irade bizim varlığımızın en mükemmel kısmıdır, geri kalan hepsi bizimle aşağı cinsler arasmda müşterek olduğu halde o biz­zat kendi malımız olarak bize ait olan şeydir; duyular ve içgüdüler bizi dışarıya dağıtırlarken, o bizi bizzat kendimize temerküz ettirmeye muk­tedir yegâne hassedir. Şu halde, yaratanın ona hakimiyet hakkını, düzen­leyici prensip rolünü vermesi için o, tamamen uygundur. Fakat, bir ami­rin onlara danışmaksızın emri altındakilere kumanda etmesi doğru mu­dur? Hattâ onun onlara muktedir oldukları gelişmeyi garanti etmeye ça­balaması gerekmez mi? Bu teşkilat içerisinde demokratik iş nerede bit­mekte ve istipdat ve despotizm nerede başlamaktadır? Bu sınır çizgisini tarafsız olarak kim çizebilir?Belli bir sayıdaki Mutezilîler ve onlara imtisal edenler müstesna, müs-lüman alimler bunu anlamışlardır. Allah'a karşı sorumluluğumuzu baş­latmak için onlar, bizim tabiatımızın içersine ilk başlangıçta konmuş bu­lunan bu zımnî kanuna paralel olarak, Allah tarafından, ancak müsbet ve vazıh bir şekilde gelen, bir başka kanunu mecbur tutuyorlar. Bu yeni ka-. nunun rolü, elbette ki birincisini ilga etmek değildir; zira onlar birbirleri­ni nakzedemiyecek olan iki gerçektirler; fakat, bütün safiyeti içersinde ortaya çıktıktan sonra, onu teyit etmek ve ona güçlü bir destek sağlamak­tır. Açıkçası bu ilk tasfiye teşebbüsünün, sözde aklın inhiraflarının önü­nü almak ve peşin yargıların enkazı altında uyuyan vicdanı uyandırmak suretiyle işe başlaması gerekir. "Peygamberlerin görevi, diyor İbn Teymiye, tabiatı değiştirmek değil, onu ikmâl ve itmam etmektir"[722]. Bu görüş noktasından, denilebilir ki, ferdî vicdanın hür ve meşru icrası için bu müsbet kanunun tesbit edeceği kadrolar (çerçeveler), sadece helâl ve ha­ram olanı değil, fakat aynı zamanda gerçekten aklî olanla olmayanı da ayırdedecektir. Sünnete aykırı olan, aynı zamanda akla mugayir olacak­tır. "Her inhiraf, diyor keza ibn Teymiye, aynı zamanda hem akla ve hem de şeriata muhaliftir"[723].Böylece, ahlâklılığın yerini almak veya ona karşı çıkmak için gelmiş ol­mak şöyle dursun, bu dinî meşruluk onu farz etmekte ve daima ona atıfta bulunmaktadır. Hakikaten, biz, emirlerini formüle ederken Kur'an-ı Ke-rim'in onların, bizzat ahlâkî vicdanın yapısını oluşturan öteki değerler ara­sından, akla, hikmete, gerçeğe, adalete ve doğruluğa uygunluğunu hangi itina ile talep ve iddia ettiğini görmüş bulunuyoruz. Onun, fazilete bağlılı­ğı sebebiyle ruhta hasıl olan neticeleri, eylemin kalp ve zihin üzerinde icra ettiği tesiri, vicdan ve tövbenin önemini nasıl takdim ettiğini gördük.îşte ferdî vicdan için olanlar. Fakat insan, aklî varlık, aynı zamanda toplumsal bir varlıktır. O, hem-zaman olarak veya mütemadiyen tenbihlerini aldığı, dahilî veya haricî, iki gücün kavşak yerinde bulunmaktadır. Hattâ şunu söylemek dahi ca­izdir ki, toplum içersinde yaşayan her insan için, onun manevî gıdasının başlıca kısmı ve ideallerinin ekserisi, onları yeniden iyice mütalaa ettik­ten sonra, az veya çok noksansız olarak kendine mal etmeye veya reddet­meye ve onların yerine başka daha mükemmellerini ikame etmeye hazır olduğu bir halde, ona ilk önce dışarıdan gelmektedirler.Ahlâkî otorite içersinde müslüman camiaya düşen hisse nedir?Sınırları tabiî adaletin ve vahyolunmuş adaletin genel kurallarının empoze ettiklerinden başka bir şey olmamak üzere, sınırlı olmasına rağ­men o, en hatırı sayılır olanlardandır. Sadece yetkili yasayıcı bünyenin is­tisnasız karan olan icma, yalnızca kendisine dürüstlükle hürmet ve ita­ate mecbur olduğumuz, müşterek düzen ve huzuru emniyet altında tu­tan icraî iktidardan sadır olan her formül değil; fakat haddizatında ehem­miyetsiz ancak meşru bir emre konu olan her idarî teferruat, bu yolla ah­lâkî kanun gücüne erişmektedir., îslâmda kamu vicdanının bir uydurma veya hattâ ferdî vicdanın bir kopyası olmadığını kanıtlamak için, daha önce işaret edilen olayı, ya­ni başkanlar için, müstehak olan şahıslara tövbelerinden ve kökten ihti­dalarından sonra bile meşru müeyyideleri tatbik etmek mecburiyetini ha­tırlatmaktan daha alâsını bulamıyoruz. Zira, madem ki suçlu tutum de­ğiştirmiş ve kusursuz bir davranış yolunu ittihaz etmiştir, ahlâklılık ta­mamen tatmin edilmiş olmamakta mıdır? Ve, iman açısından, günahla­rın affı samimiyet ve kesin kararlılıkla onlardan dönenlere garanti edil­memiş midir? Bununla birlikte geriye, suçun ifsad ettiği bir atmosferin sıhhîleştirilmesi, daha önce, rencide olmuş bulunan umumî vicdanının teselli edilmesi, verilmiş olan kötü örneğin taklit edilmesinin önlenmesi kalmaktadır. Ve işte, ıslah olmuş ve temizlenmiş bir insanı, bu gayet açık bir şekilde ağır olan ceza ile cezalandırmayı belirleyenler, bu sırf içtimaî türden olan mülâhazalardır.Bir başka toplumsal olayı, fertlerarası türden olanı hatırlayalım. Haki­katen biz, İslâmiyetin başkasının hakkına atfettiği hususiyle kutsal özel­liği gördük. Hemcinslerimize sebebiyet verdiğimiz bir zarar, hattâ onla­rın habersiz oldukları durumda bile, zarar veren mağdurlarına kendini ihbar edinceye ve onlardan açık ve şuurlu bir beraet elde edinceye kadar, ona sebebiyet verenin mükellefiyetinde kalmakta devam eder. Böylece, kamu hukukunun çiğnenmesi, ahlâkî bakımdan, bir vicdan azabı, bir tevbe, şahsî bir ıstılahtan başka ve daha ziyade telâfileri, hattâ ilahî rıza­nın ötesine uzanan tazminleri gerektirir.Ferdî vicdanın ve amme vicdanının mecburiyetlerinin arkasında ve onlardan daha bükülmez olarak, amansız illiyet kanunu ile birlikte, ev­rensel tabiatın düzeni yükselmektedir. Filân hareket tarzı hayırlı akibe-te götürüyor; falan başkası failinin aleyhine geri dönüyor. Basiretli ih­tiyat, bir fiile girişmeden önce, bize onun neticelerini hesaba katmamı­zı tavsiye ediyor. Ancak, ahlâkî görüş açısından, bu gayeci düşünceler sadece, onların ödevi saptırmaları, bilâkis daha ziyade onunla ahenk içinde olmaları ve oraya daha çok teşvik etmeleri ölçüsünde meşru sa­yılabilirler. Bu şartlarda, iyi bir pedagogun, öğretimini kuvvetlendir­mek için bazan oraya başvurma hakkı yok mudur? Her halükârda Kur'ân-ı Kerim, sınırlı bir sayıdaki örnekler üzerinde, davranışlarımı­zın, esasen en genel, en gerçek ve en sürekli olanları arasından seçilmiş bulunan, tabiî sonuçlarını bize hatırlatırken, işte bu şekilde hareket et­miştir.Sırf ahlâkî zaruret, temelinde sosyal olan ihtiyaç, pratik sağduyu, işte ahlâkî ödevi tesis etmek için, çoğu zaman oradan ahlâkçıların, herbirinin kendi usûlüne göre, bir delil aldığı bütün aklî kaynaklar toplanmış bu-lunmaktadır.Laik ahlâklar burada duruyorlar, fakat Kur'ânî ahlâk bu mülâhazalarla iktifa etmiyor. Onların hepsini ihtiva ederek, o onları aş­makta ve onları başkaca yüksek bir prensiple, yüce otoritesi başka cihet­ten alman her kararın tasdik ve teyidi için kaçınılmaz olan, egemen bir kanun koyucuya imanla, mutlu bir şekilde tamamlamaktadır.Bu yeni alanda biz, Kur'ânî buyruğun üç farklı delille desteklendiğini gördük:

1-Sadece onu tesis edenin teşriî otoritesi ile. Allah, bizzat "Hakkın ve Adaletin"[724] sesi olduğu ölçüde, hiçbir art düşünce olmaksızın[725] parola­sına şartsız olarak uyulmaya lâyıktır.

2- O'nun lâtif ve saygılı, her yerde hazır ve nazırlığının duygusu vası­tasıyla; bu duygu, bizim kötü eğilimlerimizi edepli şekilde püskürtmek özelliğine sahip olduğu gibi, iyilik yapma ve onu güzel yapma cesareti­mizi de teşvik edecek türdendir.

3- O'nun tarafından tesis edilmiş bulunan müeyyide ölçülerinin görü­nüşü vasıtasıyla.Bu son noktaya eriştiğinde, Kur'ânî öğretim metodu bize yeniden kar­maşık bir şekil altında görünmüştür, çift taraflı olarak karmaşık: Aynı za­manda halihazır hayatı ve müstakbel hayatı amaçlayan ve insana her iki dünyada kabul etmek zorunda kalacağı, fiillerinin ahlâkî, fizikî ve mane­vî değerini haber veren.Coğrafî çevrenin ve sosyal şartların değişmesinin, müstakbel hayatın Kur'ânî idrakinde herhangi bir değişikliği belirlemeye muktedir olup ol­madığını bilmek meselesini kendi kendimize sorduk. Ve, buna cevap ver­mek için biz, yeniden naslara danışmak ve bu husustaki vahyin hicretten önce veya sonra nazil olmuş bulunmasına göre, orada iki kategoriyi ayır-detmek zorunda kaldık. Müşahade: Sayısız ayrıntılarla birlikte (manevî ve hissî) iki saadet çeşidinin her iki devrede de mevcut oluşu. Mamafih, cennet ve cehennemle ilgili medenî âyetlerde manevî veçhesi altında bi­le, bazan nadirliğe kadar giden, bellî bir adedî düşüklüğü fark ettik.Araştırma alanımızı genişleterek, dahilî değerlere atıfları, her iki dönem­de de aynı şekilde oldukça kalabalık ve onlardan her birinin müddeti ile ve kendisine tekabül eden kelâmın hacmi ile mütenasip şekilde bul­duk[726]. Buna karşılık, Medine'de ahiretle ilgili kelâm azalmaya başlarken, öteki mülâhazalarda tersine bir temayülün tezahür etmeye başladığı gö­rülüyor. Badema, tebliğ, ilâhî huzurun duygusuna, ahlâkî, sosyal ve ma­nevî türden aktüel sonuçlara daha geniş bir yer ayırmaktadır. Hattâ, içer­sinde ödevin kendini sadece formel otoritesi vasıtasıyla empoze ettiği, yeni bir kategorinin zuhur ettiği görülmektedir. Bütün bunlar, ekseriya öğretilenin tersine bizim, Hicretle birlikte, islâm dünyasının, ahlâkî de­ğerlerinin bir gerileyişine değil, bilâkis bir ilerlemesine şahit olunduğunu düşünmemize izin veriyorlar.Her ne olursa olsun, böylece Kur'ân-ı Kerim'in buyruğunu kanıtla­mak için kullandığı pek çok vasıtalar ve onun tarafından, mutlak menfa­at gütmezlik, kanuna hürmet göstermek için ona itaat da oraya dahil ol­mak üzere, en yüksek ahlâkî motiflere ayrılan geniş pay sebebiyle, Kur'ânî ahlâkı menfaat güden bir ahlâk olmakla suçlamak, açıkçası hak­sızlık olmaktadır. En nihayet, saf bir ahlâk için, sırf ahlâkî olan bir müey­yide talep ve iddia etmek hakkı mevcut mudur? Böyle olunca bu ahlâk muhtelit olmakla itham edilebilir mi? Müstakbel mükâfat ve mücazatın bu maddî cihazı, -mevcudiyet bakımından yalnız olmamakla birlikte- ay­nı suretle ilâhî müeyyideye daha büyük değerini bahşetmek için yoklu­ğu arzu edilir bir şey olacaktır.İlk önce işaret edelim ki, müstakbel ecrin bu kısmen materyalist idra­ki, sırf islâmî bir şey değildir, insanlar için, orada ruh ve bedenin, ölüm­le geçici olarak ayrıldıktan sonra, birlikte ebedî bir mükâfatı veya daimî bir tecziyeyi kabul etmek için yeniden birleşecekleri bir başka hayatı ka­bul eden bütün dinî ahlâklar için o, müşterek unsuru meydana getirmek­tedir. Şüphesiz bu, hristiyan ahlâkının durumudur. Kilisenin papaları ve ilâhiyatçıları, bedenin yeniden dirilmesini ve ecre ruhla birlikte iştiraki dogmasını talim hususunda müttefiktirler[727]. Esasen bunlar, Üstadın ve Havarilerin öğretimi üzerine sağlam bir şekilde temellenmiş dogmalardır. "Bedeni öldürüp de, diyor Hz. Isa tilmizlerine, ruhu öldürmeye kud­reti olmayanlardan korkmayın; siz daha çok cehennemde hem bedeni ve hem de ruhu helak etmeye muktedir olandan korkun"[728]. "Zulmü irtikab edenler, diyor keza O, orada ağlama ve diş gıcırtılarının olacağı, kızgın fı­rına atılacaklardır"[729]. Bir çok defalar cehennem şu şekilde tanımlanıyor: "Hiç sönmeyen ateş"[730] "Ey ibrahim Baba, diye haykırdı ölülerin ikâ­metgâhında azaba uğrayan kötü zengin, bana acı ve Lazar'ı gönder de, parmağının ucunu suya batırsın ve benim dilimi serinletsin, zira ben bu alevde feci şekilde acı çekiyorum"[731]. "Fakat korkaklara ve iman etme­yenlere gelince, diye okuyoruz Aziz Yuhanna'nın Vahyinde, onların his­sesi, ateş ve kükürtle yanan göldedir"[732].Her ne kadar Kilise, cehennemin tabiatı hakkında kararını beyan et­memekle birlikte, o bunun, şu özellikleri olan, gerçek bir ateş olduğunu kabul ediyor: Alev, sıcaklık, sönmezlik, v.s... Şu halde, "Her ne kadar sonuçta hiç bir şey olmamakla birlikte, onlara kendilerini mahveden ce­hennem ateşini gördükleri ve hissettikleri kesin duygusununu verdiği zaman, Tanrı'nm cehennemliklere bir aldatmaca yaptığını" savunan ba­zı ilâhiyatçıların tezine Descartes haklı olarak şöyle cevap vermiştir: "Tanrı hiç bir vakit aldatıcı olamaz. Eğer bazı kereler O'nun bizi aldat­tığını düşünürsek, Tanrı'nm bize vahyettiği şeylere nasıl inanabiliriz? Cehennemliklerin duygusu bir aldatmaca değildir; onlar ateş tarafın­dan gerçekten azaba uğramaktadırlar, zira Tanrı, önceden olduğu gibi, Ölümden sonra da ruhu, cismanî ateşin tesirlerinden acı çekecek şekle sokabilir"[733] Yeni Ahid'de cehennem temasından daha seyrek olmakla birlikte, Cen­nete ima, manevî saadetin yanında, hissî saadetin izini de taşımaktan geri durmamaktadır. Dilini serinletmek için bir miktar su isteyen kötü zenginin yalvarışlarını az Önce görmüş bulunmaktayız. Daha açık ve daha genel bir formülde Hz. İsa şöyle beyan ve tasdik ediyor: "İşte bu nedenle melekûtu size tahsis ediyorum, ...melekûtumda soframda yiyesiniz ve içesiniz ve İs­rail'in on iki şıptım yargılamak için tahtlar üzerinde oturasınız diye"[734]. "Sen bir öğle, yahut akşam yemeği yaptığın zaman, ...fakirleri, sakatlan, topalları, körleri çağır; ve mutlu olursun, çünkü onların karşılık olarak sana yapacakları bir şeyleri yoktur, ancak sana salihlerin kıyametinde karşılık verilir"[735]. Veya çok daha açık olarak: "Doğrusu size derim ki, diye beyan ediyor O tilmizlerle birlikte son toplantısında, Babanın melekûtunda sizin­le taze olarak onu içeceğim güne kadar, ben asmanın mahsulünden artık iç­meyeceğim[736]. Fıshm yenmesi hakkında, O'nun tarafından tamamen benze­ri bir düşünce ifade edilmiştir[737]. Ancak, cennet saadetinin hissî veçhesi Aziz Yuhanna'nın Vahyinde daha da kuvvetle vurgulanmıştır: "Galip gele­cek olana, Tanrı'nın cennetinde bulunan hayat ağacından[738] Kudret helva­sından[739] yemeyi ihsan edeceğim; galip gelecek olan böylece beyaz esvaba bürünecek[740]. Susamış olana, hayat suyunun pınarından karşılıksız verece­ğim[741]. Onlar artık acıkmayacaklar, artık susamıyacaklar ve ne güneş ne de sıcaklık onları hiç bir şekilde çarpmayacaklar...."[742].Aynı yazar tarafından yapılan yeni Kudüs'ün tasvirini okuyunuz: "Şehir, diye yazıyor, O, som altından yapılmıştır, saf cama benzer" "...Te­melleri her çeşit kıymetli taşlarla süslenmiş". Hayat ağacı "meyvesini her ay veren, on iki çeşit meyve üretir"[743] v.s...Bunun o çağda, Yahudiliğin Ahiretle ilgili edebiyatının teşvik ettiği, Aziz'in bir rü'yeti olduğu mu söylenecektir?[744] Bu mümkündür; fakat iki şeyden biri: ya bir rüyet şairane bir kurgu, katıksız bir hülyadır, veya o herhangi bir gerçeğe tekabül etmektedir, ben demiyorum ki, o tamamen kavrıyor, ancak o yaklaşıyor ve taslağını çiziyor. Zira, "yazıldığı üzere: Allah'ın kendini sevenlere hazırladığı şeyler, gözün asla görmediği, ku­lağın hiç işitmediği, insanın gönlüne hiç bir vakit gelmeyen şeylerdir"[745]. O halde bunlar, gözün göreceği, kulağın işiteceği ve aynı zamanda kalbe erişecek olan şeylerdir.Şurası gerçektir ki, hiç bir metin iki hayatın benzerliğini beyan ve tas­dik etmemektedir; fakat, yine hiç biri onların arasındaki belli bir devamlılığa engel olmamaktadır. Hattâ biz diyeceğiz ki, bu devamlılık onlarm çok daha kolay anlaşılabilir olmalarına imkân sağlıyor. Hakikaten, şayet bize vadedilen dünya, tamamen yeni, görülmez ve dokunulmaz olan ve halihazır dünya ile hiçbir benzerliği bulunmayan bir dünya ise, bizim üzerimizde o ne gibi bir nüfuza sahip olacaktır? Ve bu durumda hafıza­larımızda hangi karışıklık meydana getirilecektir? O halde bizler birbiri­mizi, ölümle ba'sibadelmevt arasında sanki bir saatlik bir fasıla varmış gibi kolayca tanıyabilecek vaziyette olacak mıyız?[746]. Ve sonra, bizim bü­tün fizikî ve ahlâkî zevkler ve eylemler hakkındaki halihazır tecrübemiz, pek bir işe yarayacak mıdır? Onun var oluş nedeni, geniş ölçüde, bizi bu yeni hayata hazırlamak, bize bir çeşit küçük örnek ve ilktad sağlamaktan ibaret değil midir?Ben, Hz. İsa'nın sözleri hakkında verilebilen yorumu biliyorum. Ras­yonalistlerin hücumlarını savuşturmak maksadıyla ve cehennemlikler için görülmedik şekilde amansız fizikî eziyetleri metnî olarak tamamen kabul ederek, cennetliklere bildirilen neş'eli şölenlerle ilgili İncil metinle­rini -hattâ bir mukayesenin izi bulunmayan yerde bile- paraboller olarak addetmek istemektedirler. Süryani Kilisesinin Papazlarının yaptıkları gi­bi[747] ve yeni Kudüs'ün Protestanlarının el'an yaptıkları üzere[748], muhte­melen ilk hristiyanlarm kelimesi kelimesine anladıkları metinler. Aynı şekilde ben biliyorum ki, aynı te'vil Kur'ân âyetleri hakkında da ve belki daha da haklı olarak düşünülebilir; çünkü, bir çok defalar, bu öğretim bir mesel veya parabol şeklinde verilmiştir[749]. Fakat, mesel kelimesinin "karşı­laştırma" anlamına gelmesi kadar "tasvir" manâsını da ifade etmesinden başka, bu kelimenin yer almadığı öteki âyetlerin bolluğu karşısında, on­ları öz manâlarından sıyırmak ve katıksız semboller olarak almak olduk­ça güçtür. Şüphesiz, Kur'ân-ı Kerim bize cennetin zevklerinin, görünüşe göre, dünyevî şeylerle cevheri ayniyeti olmaksızın, onlarla herhangi bir benzerliğinin olacağını beyan ve tasdik ediyor gibi görünmektedir[750]. Ve İbn Abbas onların sadece ötekilerin adını taşıyacaklarını söyleyebilmiştir. Fakat onlar, Ötekilerden hangi noktaya kadar farklı olacaklardır? Bu, his-sedilebilir olanın kavranabilirliği gibi mi olacaktır, yoksa onlar ötekilerle herhangi bir tabiat benzerliğini muhafaza edecekler midir? Kısacası, şa­yet yeniden dirilen beden ruhla bütün meşru mazhariyetleri paylaşmı­yorsa, onun ba'si boşuna ve her halükârda müeyyide natamam olmaya­cak mıdır? Zira, tabiatları itibariyle, kanunî müeyyide ve ahlâkî müeyyi­deden her biri sadece, şahsın farklı bir unsuruna, duyu veya vicdana, doğrudan doğruya tesir ederlerken, ilâhî müeyyideyi karakterize eden şey, onun toptan ve bütün olmak zorunda oluşudur. Bir eksiklik olmak şöyle dursun, bu müeyyidenin karmaşıklığı tersine bize, onun mükem­melliğini şartlandırıyor gibi görünüyor; çünkü böylece o, bugün bizim onu tanıdığımız şekliyle ve aksi ispat edilinceye kadar, kendi kendisi ile, yani fizikî olanla ahlâkî olan arasmdaki bu içten bağlılıkla, daima aynı kalması gereken, beşerî tabiatın karmaşıklığına cevap veriyor.Kur'ânî müeyyide kavramının vüs'ati şimdi anlaşılıyor. Bu doktrinin ifade ettiği şey, ne bir insanın hususî temayülleri, ne bir filozofun şahsî görüşleri, ne de, ister İslâmiyete çağdaş olsun, isterse g ıdan önce ve son­ra olsun, herhangi bir çağda geçerli olan kanaattir. Amacı itibariyle ev­rensel olan o, metodu itibariyle de öyle olmak istemiştir. Sokrat ve Epik-tet'ten itibaren Antik Çağın hakîmlerinin, Kant ve Mille'e kadar modern zamanlannkilerin, zamanın başlangıcından Hz. Musa ve Hz. İsa'ya ka­dar, veliler ve peygamberlerin her biri orada altına imzasını koyacağı bir formül bulur.Bu, onun insan ruhunu bütün güçleri ve tüm derinlikleri içersinde he­def tutmasıdır. Bu onun, bütün sınıflardaki tüm insanlara ve zekânın tüm katlarına çağrıda bulunmasıdır. Sadece, bir mükâfatın mükâfatlandırılan gayret kadar karmaşık ve onun kadar memlû olması, bizatîhî adil olmak­la kalmamaktadır. Fakat, evrensel bir öğretimin, kendilerine hitap etmek istediği eğilimler, mizaçlar ve ruhların oldukları ölçüde çeşitli bir deliller sistemi ile mücehhez olması da basiretli bir yöntemdir; o şekilde ki, her biri, kendi muhakeme tarzına göre, orada onu iknaya elverişli bir şey gö­rebilsin. Ödevin emri ispatını, herhangi şekil altında görünürse görünsün gerçekte bulmak zorundadır; herhangi gözle onu temaşa ederse etsin, onun, ruh üzerinde nüfuzunu icraya muktedir olması gerekir. Ve işte Kur'ân-ı Kerim bize onu bu suretle sunuyor, ilâhî nizamın azameti, onun hikmete uygunluğu, bizatihi iyilikle özdeşliği, en asil ve en zarif duygu­lara onun verdiği memnuniyet, onun uygulanmasının gerçekleştirmeye müteveccih olduğu ahlâkî değerler, bu dünyadaki ve öteki dünyadaki şe­refli amaçlar... hepsi Kur'ânî ödevin nüfuzunu tesise yönelmiştir.Fakat, bütün güçlükleri bertaraf etmek yerine, bizim sonucumuz bir yenisini ortaya çıkarmış gibi görünüyor. Zira, bütün enerjiler bu suretle seferber edilmiş, tüm güçler gerilmiş, bütün aletler hazırlanmış ve sade­ce iradenin yayı altında titreşmeyi beklerken, bu halde bunun itici güçle­rini bu kadar çeşitli alanlarda kullanmak hakkı olacak mıdır? Kur'ân-ı Kerim nazarında her şey, kabul edilir şekilde davranış kuralı olarak te­sis edilebilir mi? Böylece ihtilafları uzlaşhrdıktan ve müeyyide planında ve beyan ve teşhir bakımmdan bütün meşru mecburiyetlere cevap ver­dikten sonra, Kur'ânî ahlâk niyet alanında kayıtsız mı görünmektedir? Onu ilham eden prensip ne olursa olsun veya hattâ Ödev duygusunun büsbütün yokluğu halinde bile, o maddî bir mutabakat ile iktifa etmekte midir?Şiddetle ve derhal ortaya çıkan mesele böyledir ve işte biz müteakip bölümü buna hasredeceğiz.



[721] Bk. Boutteville, la Morale de l'Eglise el la Morale Natıırette, s. 145.

[722] Krş. tbn Teymiye, MinhÂc, C.I, s.82.

[723] a.eV

[724] el-Müddessir 74/56.

[725] el-En'âm 6/115.

[726] Hicretten sonra nazil olan ayetlerin hemen hemen Kur'an-ı Kerim'in üçte birini oluşturdu­ğu bilinmektedir.

[727] Krş. A. Boulanger, Doctrine Catholique, 1. böl., s. 231-233.

[728] Matta, X, 28.

[729] a.e., XIII, 43.

[730] Markos, IX, 43-48

[731] Luka, XVI, 24.

[732] Yuhanna, Vahiy, XXI, 8.

[733] Descartes, Re'sponses aux 5 emes Objechons.

[734] Luka, XXII, 29-30.

[735] a.e., 14,12-14.

[736] Matta, XXVI, 29; Markos, XXIV, 25; Luka, XXII, 18.

[737] Krş. Luka, XXII, 15-16.

[738] Yuhanna, Vahiy, II, 7.

[739] a.e., 2,17.

[740] a.e., 3, 5

[741] a.e.,21,6.

[742] a.e., 7,17.

[743] a.e., 22,1-2.

[744] Krş. Fillion, Vie de N.S. Jesus, C. in, s.581.

[745] Krş. Aziz Pavlos, Korintoslulara Birinci Mektup, II, 9.

[746] . Yûnus 10/45.

[747] Krş. T. Andrae, Mohammed, Sa Vie et sa Doctrine, s.87.

[748] Krş. Tassy, (es Lois de Mahomet, s.132.

[749] er-Ra'd 13/35: Muhammed 47/15.

[750] el-Bakara 2/25.