selsebil
Tue 13 October 2009, 12:30 pm GMT +0200
SOHBET VE MUSÂHABE
Sohbet; Cenab-ı Hakk'a yönlendiren yararlı konuşmalarda bulunma, söz ve düşünce ile başkalarının ufkunu açma, bir insanın kendisine karşı duyulan hüsn-ü zannı. gönülleri sonsuza yönlendirmede bir kredi gibi kullanma ve hep hayırhahlık mülahazasıyla oturup-kalkmaya denir ki; Yunus da "Asayiş kılan cânı evliya sohbetidir" diyerek, işte böyle yüksek hedefli musâhabenin hayatiyetini vurgulamak ister.
Sofiyece, hakikate ulaştıran iki önemli yol vardır; bunlardan biri sohbet, diğeri de hizmettir. Hizmet, himmete mazhariyetin bir vesilesi ve yolu: sohbet de. zâhir ve bâtın duygularla hakikati duyma, hissetme, yaşama halidir ki, öteden beri hep ehemmiyetli bir "insibağ" sebebi addedilegelmiştir. Ne var ki, her insibağ, sohbetin merkez noktasını tutan zâtın mertebesiyle mebsuten mütenasip (doğru orantılı) olduğundan, tezahür ve tesirlerinde de bir kısım farklılıklar söz konusudur. İnsanlığın İftihar Tablosu, câmiiyyeti itibariyle hak sohbeti sayesinde mazhar olduğu insibağ, en kâmil ma'nâdadır ve " Sen, Allah'ın boyasıyla boyan ve O'nun verdiği rengi tam al: (zaten) o ilâhî boyadan boyası daha güzel olan kimdir ki?" hakîkatının aşkın bir remzidir. Ondan sonra, O'nun metbûiyyetine bağlı bir tâbiiyyet içinde ve asliyetine nisbeten bir zılliyet mahiyetinde diğer bütün dâvâ-i nübüvvet ve dâvâ-i vilâyet vârislerinin insibağları gelir ki, verenin ve alanın istidadına göre çok farklı ve mütefâvittir ve ahz ü atâda tamamen kabiliyetlere göre cereyan eder:
"Herkesin istidadına vabestedir asar-ı feyzi,
Ebr-i nisandan ef'i sem, sadef dürdane kapar." (Mîrî)
Hizmet, ihlâs ve samimiyet içinde Hakk rızasını aramak ve Hakk'ın hoşnut olduğu kimselerin terbiye ve vesayetinde bulunmak: sohbet ise. gönül kapılarını ardına kadar ilâhî vâridât ve mevhibelere açık tutarak, bir Hakk dostuna mülâzemette bulunup, onun Hakk tecellilerine açık o zengin atmosferini paylaşmak demektir. Sahabe, hizmette zirveleri tuttuğu gibi, sohbette de en yüksek şâhikaların üveyki olma pâyesiyle serfirazdır ki, bu, o toplumun musâhabesinde merkez noktayı tutan zatın bir tek nazan -bu konu, Nazar başlığıyla ayrıca tahlil edilecektir- müstaid ruhları bir hamlede evc-i kemâle çıkarmasında aranmalıdır. Tabiî. kalblerini, iradelerini, hislerini, şuurlarını o Kutup Yıldızı'nın çevresinde dönmeye bağlamış bu aktif sabır kahramanlarının istidat ve performanslarının da nazardan dûr edilmemesi gerekir..
Her Hakk dostu, "Sıbğatullah"dan belli bir tasarruf mevhibesiyle şereflendirilmiştir; bu mevhibenin sınırları da. mum ışığı ölçüsündeki bir ziya ile himmet ü irfânesine iştirak eden herhangi bir Hakk erinden, kehkeşanların ışık kaynağı sayılan "Şemsuş-Şümûs"lara kadar olabildiğine geniştir. Ayrıca, daha önce de işaret edildiği gibi. bunda istidat ve kabiliyetlerin istifade ve istifâzasının sınırlayıcılığı da söz konusudur ki, bu da, evliya ve asfiyâ adedince "Sıbğatullah tecellisi ve insibağ keyfiyetinin varolduğunu gösterir." Evet, Hazret-i "Nûru'l-Envâr"a bir mir'ât-ı mücellâ olan zattan, zılliyet ve cüz'iyet planında ona düz bir ayna olmaya çalışan en küçük bir sâlike kadar, birbirinden farklı pek çok sıbğ u insibağ mertebesi söz konusudur. Asliyet ve külliyet planında bu mazhariyetin ferd-i ferîdi olan zâtın sohbet ve musâhabesi, umûmî fazilette erişilmeyen öyle bir payedir ki, hiçbir kimse, hiçbir zaman, hiçbir "seyr-ü sülûk" helezonuyla kat'iyyen o mertebeye ulaşamaz. Düşünün ki, " -Allah'ın haricî vucûd nokta-i nazarından varlık olarak en önce ortaya koyduğu, benim nûrumdur" diyen Hazret-i Mazhar-ı "Nûru'l-Envâr"ın sohbetiyle şereflenmiş o bahtiyar kimseler, hakkın en birinci talipleri, Hakk yolunun en müştak sâlikleri, Allah rızasının da en kusursuz müridleri oldukları halde, bu hususlardan herhangi biriyle değil de, sohbet pâyesiyle öne çıkarılarak, bu güzîde topluluğa, "musâhabe kahramanları" ma"nâsına, "Ashâb" denmiştir.
Her sohbet eri, musâhabe merkezinde bulunan zatın, Hazret-i Ehad ü Samed'e imanını, irfanını, O'na muhabbetini ve O'nunla münasebetini -şuuru taallûk etsin, etmesin- onun her tavrında müşahede ederek, asliyetteki bu aşkınlığı zılliyet planında duyup yaşaması açısından, hemen her zaman âsârı görülen, fakat yakalanıp değerlendirilemeyen, tarifi, teşhisi zor sırlı bir lâhûtî atmosfer içinde bulunur. Nisbet farklılığı mahfuz, bu durum, hemen her hâlis hakikat eri için söz konusudur ki, Mevlânâ'nın ifadesiyle; merkez noktayı tutan zâtın ilelmerkez (merkezçek) câzibe-i kudsiyesi etrafında pervaz ederek "Şemsu'ş-Şümûs"a yürüyenler, hem onun irfan deryasından istifade eder, hem de onun zincirinin halkaları olmaları itibariyle, tebaiyyetin gerektirdiği edeb içinde, onun uğradığı hemen her noktaya uğrayabilirler.
Bana göre, bazı feyiz kaynaklan çevresinde halkalar teşkil ederek, belli yol ve yöntemlere bağlılık içinde değişik ad ve unvanlarla müesseseleşmeye gitmenin arkasında da bu espri olsa gerek.. evet, işte bu ma"nâ ve bu esasa binâen çok erken dönemde sofiye, Cenab-ı Feyyazla ferdî plandaki münasebetini, ötelere açık olduğuna inandığı bir heyet içinde daha da pekiştirmek niyetiyle hep tekke ve zaviyelere ya da o türden "bî-kem u keyf" Hakk'ın rasat edilebileceği nurefşân evlere koşmuş ve "Mescid-i Nebevî'deki "Suffe"nin birer gölgesi kabûl ettiği bu ışık komplekslerinde damlayı deryaya, zerreyi güneşe, cismanî zulmetleri de nûra dönüştürme yollarını araştırmışlardır. İşin temel esprisi bu olduğuna göre, böyle bir telâkkinin dinin rûhuna ters düştüğünü söylemek mümkün değildir. Bu şekildeki bir anlayışın dinin rûhuna münâfî olması şöyle dursun, böyle bir yorum ve hamlede, ferdî plandaki zaaf ve boşluklara karşı, cemaat referansıyla Hakk sıyanetine sığınma söz konusudur ki, böyle bir şeyi gerçekleştiren herhangi bir fert, artık bir kafa ile değil, pek çok akılla düşünür; mensubu olduğu o heyetin gönlüyle Allah'a yönelir, sesini-soluğunu onların ah u efganıyla besleyerek, ferdî nâmelerini bir yüce koronun gür sadâsı haline getirebilir ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle, o insan, "iştirak-i a'mâl-i uhreviye"ye ait tasavvurlarıyla, ibadet ü tâatında bir aşkınlığa ulaşabilir.
Evet. aynı ruh. aynı duygu, aynı düşünce, aynı mefkure etrafında kenetlenmiş kimselerin birlik içinde Hakk'a yönelişlerinde öyle bir derinlik, his ve şuurlarında öyle bir zenginlik, zikir ü fikirlerinde öyle bir enginlik vardır ki, en istidatlı fertler ve en kâmil insanlar bile, böyle bir heyet içindeki vâridlerin en küçüğünü dahi tek başlarına elde etmeleri mümkün değildir. Evet. sohbetin nûrânî atmosferinde ifade de-istifade de, ifâza da-istifâza da. hissettirme de-hisset-me de, hep farklı buudlarda cereyan eder ve her şey, ferdîlikteki riyâzîliğe mukabil, hendesî açılıma bağlı gerçekleşir.
Aslında bu sohbetlerde en önemli gaye, imanın ma'rifet ufkuna ulaştırılması, ma'rifetin "yakîn"inn değişik mertebeleri sürecine bağlanması, hakîkat-ı Ahmediye vesayetinde kaib ve rûhun hayat mertebelerinde seyahatler gerçekleştirilmesi ve bu seyahatlerin de şuurlu temâşa ile değerlendirilmesidir. Böyle bir seyahat ve temâşâda gönül erlerinin en önemli sermaye ve azıkları da, zikir ü fikir gibi kalb ve lisan amelleriyle letâifi harekete geçirmek, şevk ü şükürle de ilâhî mevhibelere karşı liyakatini ortaya koymaktır, Bu türlü mevhibelere mazhariyet umûmiyet itibariyle Hazret-i Rûh-u Seyyidü'l-Enâm'ın risâlet ve siyâdetine baktığından, dahası, bu siyâdet ve risâletin şâhitleri ve bürhanları olduklarından, zılliyet planındaki memerri olmaktan daha çok, asliyyet çerçevesindeki mazharı bulunan Hazret-i Sahib-i Kur'ân'ın hakkaniyetine birer hüccet sayılırlar. Bu, biraz da, muvakkat mümessillerin mahviyet ve tevazularına, ayrıca "nefs-i emmâre"den sıyrılmalarına bağlıdır. Aksine, sohbet erleri, tabir-i diğerle, hakikat yolcuları eğer nefs-i emmârelerinden bütün bütün sıyrılamamış; sıyrılıp, hevâ ve heveslerinin yerine Hakk rızâsını tam ikame edememiş iseler, değişik mevhibelere mazhariyeti veya bazı letâifin inkişafını kendilerinden bilme gafletine düşerek, şükür makamında fahre girebilir ve gölgeyi asıl zannederek iltibaslar yaşayabilirler. Hele bir de, bazı ikram veya cezb ü incizâblara memerr iseler -bilhassa mazhar demiyorum- şatahât vâdilerine yuvarlanarak, başarı kulvarlarında iç içe kazançlar söz konusu iken, üst üste hasaretler yaşayabilirler.
Evet, seyahat ve musâhabeleri Hazret-i Rûh-u Seyyidui-Enâm'ın mişkât-ı nübüvveti altında gerçekleştiremeyenler, dinin rûhundaki muvazeneyi her zaman tam koruyamayacaklarından, yer yer lâubalîliklere girebilir, zaman zaman söz ve davranışlarıyla, seviyesinin huzuru sayılan makama saygısızlıkta bulunabilir; hattâ bazen, velâyeti nübüvvete tercih etme gibi küstahlıklara düşebilir.. dolayısıyla da, pirlerinin, pîr-i müganlarının söz, sistem ve vaz' ettikleri esasları peygamber yolunun esas, erkân ve âdabına tercih ederek, güneşi bırakıp mum ışığına sığınma gibi hatalar irtikâp edebilirler. Velayeti nübüvvete tercih eden nâdânların, efendilerini, hakîkî ve aslî sohbetin mümtaz talebeleri sayılan Sahâbe'den üstün görme tavırlarından söz etmeyi zâid görüyorum...
Eğer durum yukarıda arz etmeye çalıştığımız çerçevede -daha doğrusu, tam bir çerçevesizlikte- cereyan ediyorsa -ki. günümüzde bu çarpık anlayışın pek çok örnekleriyle karşılaşmak mümkündür- sohbetin yerini, onun dedikodusu almış.. mânâ kendi vizyonunda karartılmış.. lâhûtîliğe bağlı esaslar, yerlerini havâîliğe ve nefsânîliğe bırakmış.. câzibe-i kudsiye uçup gitmiş: gelip, onun o nur ufkuna nefsânî incizablar oturmuş.. "Er olan erimiş, yağ gibi gitmiş; / Şirin erler, zîr u türaba yatmış; / Sümbüller yerinde muğeylan bitmiş; / Petekler sönmüş, ballar kalmamış..!" (M. Lütfi) demektir ki, böyle bir ortamdaki musâhabenin insibağından da, hakîkata ve hakikat-ı Ahmediye (s.a.s)'ye ulaştırmasından da asla söz edilemez.
Doğrusu, düşünülen konuşulan şeyler itibariyle kahvehânelerdeki sohbetleri hatırlatan tekye, zâviye ve halvethânelerdeki musâhabelerde ilâhî vâridâttan bahsetmek şöyle dursun, şeytânî şerârelerden endişe duyulmalıdır. Dolayısıyla da, ihsan ve ihlâs ufkundan uzaklaşmış bu mekanlardaki feyiz alış verişine benzeyen her muamele bir aldanma veya istidrac, buralarda Allah'ın husûsî iltifatına mazhariyet beklentisi bir vehim ve bu yerlerin cemaat görünümündeki müdâvimleri de birer yığının ruhsuz parçalarından ibarettir. Hele bir de mesleklerinin revacı adına başkalarıyla uğraşıyor; gıybetlere, iftiralara giriyor ve sû-i zan gibi bir küfür silahını kullanıyorlarsa, böylelerinin oturup kalktıkları yerler tekye değil, birer mahall-î takiyye, zâviye değil birer hâviye ve bu meclislerin merkez noktasını tutanlar da sofi değil, birer softadır.
Her zamanki erbâb-ı kemâli tenzihle beraber itiraf etmeliyim ki, sohbet ve musâhabe meclisleri gibi, dünden bugüne en müteâl mazhariyetlerin meşcereliği veya helezonları sayılan müesseselerin, hiç olmazsa bunlardan bazılarının, yukarıdaki çerçeve içinde mütalâaya alınmaları çok acı ve şâyân-ı teessüftür. İhtimal, bu mekânlara uzayan yolların perişan olup, köprülerin göçmesinde ve bu eğilimi engin tavırların şiddetlenip bir kısım aşılmaz zorlukların ortaya çıkmasında kaderin tembih ve tenkil ifade eden gizli bir fetvası oldu ki, "Bâd-i hazân esti, bağlar bozuldu; / Gülistanda katmer güller kalmadı..." (M. Lütfi)
Sohbet; Cenab-ı Hakk'a yönlendiren yararlı konuşmalarda bulunma, söz ve düşünce ile başkalarının ufkunu açma, bir insanın kendisine karşı duyulan hüsn-ü zannı. gönülleri sonsuza yönlendirmede bir kredi gibi kullanma ve hep hayırhahlık mülahazasıyla oturup-kalkmaya denir ki; Yunus da "Asayiş kılan cânı evliya sohbetidir" diyerek, işte böyle yüksek hedefli musâhabenin hayatiyetini vurgulamak ister.
Sofiyece, hakikate ulaştıran iki önemli yol vardır; bunlardan biri sohbet, diğeri de hizmettir. Hizmet, himmete mazhariyetin bir vesilesi ve yolu: sohbet de. zâhir ve bâtın duygularla hakikati duyma, hissetme, yaşama halidir ki, öteden beri hep ehemmiyetli bir "insibağ" sebebi addedilegelmiştir. Ne var ki, her insibağ, sohbetin merkez noktasını tutan zâtın mertebesiyle mebsuten mütenasip (doğru orantılı) olduğundan, tezahür ve tesirlerinde de bir kısım farklılıklar söz konusudur. İnsanlığın İftihar Tablosu, câmiiyyeti itibariyle hak sohbeti sayesinde mazhar olduğu insibağ, en kâmil ma'nâdadır ve " Sen, Allah'ın boyasıyla boyan ve O'nun verdiği rengi tam al: (zaten) o ilâhî boyadan boyası daha güzel olan kimdir ki?" hakîkatının aşkın bir remzidir. Ondan sonra, O'nun metbûiyyetine bağlı bir tâbiiyyet içinde ve asliyetine nisbeten bir zılliyet mahiyetinde diğer bütün dâvâ-i nübüvvet ve dâvâ-i vilâyet vârislerinin insibağları gelir ki, verenin ve alanın istidadına göre çok farklı ve mütefâvittir ve ahz ü atâda tamamen kabiliyetlere göre cereyan eder:
"Herkesin istidadına vabestedir asar-ı feyzi,
Ebr-i nisandan ef'i sem, sadef dürdane kapar." (Mîrî)
Hizmet, ihlâs ve samimiyet içinde Hakk rızasını aramak ve Hakk'ın hoşnut olduğu kimselerin terbiye ve vesayetinde bulunmak: sohbet ise. gönül kapılarını ardına kadar ilâhî vâridât ve mevhibelere açık tutarak, bir Hakk dostuna mülâzemette bulunup, onun Hakk tecellilerine açık o zengin atmosferini paylaşmak demektir. Sahabe, hizmette zirveleri tuttuğu gibi, sohbette de en yüksek şâhikaların üveyki olma pâyesiyle serfirazdır ki, bu, o toplumun musâhabesinde merkez noktayı tutan zatın bir tek nazan -bu konu, Nazar başlığıyla ayrıca tahlil edilecektir- müstaid ruhları bir hamlede evc-i kemâle çıkarmasında aranmalıdır. Tabiî. kalblerini, iradelerini, hislerini, şuurlarını o Kutup Yıldızı'nın çevresinde dönmeye bağlamış bu aktif sabır kahramanlarının istidat ve performanslarının da nazardan dûr edilmemesi gerekir..
Her Hakk dostu, "Sıbğatullah"dan belli bir tasarruf mevhibesiyle şereflendirilmiştir; bu mevhibenin sınırları da. mum ışığı ölçüsündeki bir ziya ile himmet ü irfânesine iştirak eden herhangi bir Hakk erinden, kehkeşanların ışık kaynağı sayılan "Şemsuş-Şümûs"lara kadar olabildiğine geniştir. Ayrıca, daha önce de işaret edildiği gibi. bunda istidat ve kabiliyetlerin istifade ve istifâzasının sınırlayıcılığı da söz konusudur ki, bu da, evliya ve asfiyâ adedince "Sıbğatullah tecellisi ve insibağ keyfiyetinin varolduğunu gösterir." Evet, Hazret-i "Nûru'l-Envâr"a bir mir'ât-ı mücellâ olan zattan, zılliyet ve cüz'iyet planında ona düz bir ayna olmaya çalışan en küçük bir sâlike kadar, birbirinden farklı pek çok sıbğ u insibağ mertebesi söz konusudur. Asliyet ve külliyet planında bu mazhariyetin ferd-i ferîdi olan zâtın sohbet ve musâhabesi, umûmî fazilette erişilmeyen öyle bir payedir ki, hiçbir kimse, hiçbir zaman, hiçbir "seyr-ü sülûk" helezonuyla kat'iyyen o mertebeye ulaşamaz. Düşünün ki, " -Allah'ın haricî vucûd nokta-i nazarından varlık olarak en önce ortaya koyduğu, benim nûrumdur" diyen Hazret-i Mazhar-ı "Nûru'l-Envâr"ın sohbetiyle şereflenmiş o bahtiyar kimseler, hakkın en birinci talipleri, Hakk yolunun en müştak sâlikleri, Allah rızasının da en kusursuz müridleri oldukları halde, bu hususlardan herhangi biriyle değil de, sohbet pâyesiyle öne çıkarılarak, bu güzîde topluluğa, "musâhabe kahramanları" ma"nâsına, "Ashâb" denmiştir.
Her sohbet eri, musâhabe merkezinde bulunan zatın, Hazret-i Ehad ü Samed'e imanını, irfanını, O'na muhabbetini ve O'nunla münasebetini -şuuru taallûk etsin, etmesin- onun her tavrında müşahede ederek, asliyetteki bu aşkınlığı zılliyet planında duyup yaşaması açısından, hemen her zaman âsârı görülen, fakat yakalanıp değerlendirilemeyen, tarifi, teşhisi zor sırlı bir lâhûtî atmosfer içinde bulunur. Nisbet farklılığı mahfuz, bu durum, hemen her hâlis hakikat eri için söz konusudur ki, Mevlânâ'nın ifadesiyle; merkez noktayı tutan zâtın ilelmerkez (merkezçek) câzibe-i kudsiyesi etrafında pervaz ederek "Şemsu'ş-Şümûs"a yürüyenler, hem onun irfan deryasından istifade eder, hem de onun zincirinin halkaları olmaları itibariyle, tebaiyyetin gerektirdiği edeb içinde, onun uğradığı hemen her noktaya uğrayabilirler.
Bana göre, bazı feyiz kaynaklan çevresinde halkalar teşkil ederek, belli yol ve yöntemlere bağlılık içinde değişik ad ve unvanlarla müesseseleşmeye gitmenin arkasında da bu espri olsa gerek.. evet, işte bu ma"nâ ve bu esasa binâen çok erken dönemde sofiye, Cenab-ı Feyyazla ferdî plandaki münasebetini, ötelere açık olduğuna inandığı bir heyet içinde daha da pekiştirmek niyetiyle hep tekke ve zaviyelere ya da o türden "bî-kem u keyf" Hakk'ın rasat edilebileceği nurefşân evlere koşmuş ve "Mescid-i Nebevî'deki "Suffe"nin birer gölgesi kabûl ettiği bu ışık komplekslerinde damlayı deryaya, zerreyi güneşe, cismanî zulmetleri de nûra dönüştürme yollarını araştırmışlardır. İşin temel esprisi bu olduğuna göre, böyle bir telâkkinin dinin rûhuna ters düştüğünü söylemek mümkün değildir. Bu şekildeki bir anlayışın dinin rûhuna münâfî olması şöyle dursun, böyle bir yorum ve hamlede, ferdî plandaki zaaf ve boşluklara karşı, cemaat referansıyla Hakk sıyanetine sığınma söz konusudur ki, böyle bir şeyi gerçekleştiren herhangi bir fert, artık bir kafa ile değil, pek çok akılla düşünür; mensubu olduğu o heyetin gönlüyle Allah'a yönelir, sesini-soluğunu onların ah u efganıyla besleyerek, ferdî nâmelerini bir yüce koronun gür sadâsı haline getirebilir ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle, o insan, "iştirak-i a'mâl-i uhreviye"ye ait tasavvurlarıyla, ibadet ü tâatında bir aşkınlığa ulaşabilir.
Evet. aynı ruh. aynı duygu, aynı düşünce, aynı mefkure etrafında kenetlenmiş kimselerin birlik içinde Hakk'a yönelişlerinde öyle bir derinlik, his ve şuurlarında öyle bir zenginlik, zikir ü fikirlerinde öyle bir enginlik vardır ki, en istidatlı fertler ve en kâmil insanlar bile, böyle bir heyet içindeki vâridlerin en küçüğünü dahi tek başlarına elde etmeleri mümkün değildir. Evet. sohbetin nûrânî atmosferinde ifade de-istifade de, ifâza da-istifâza da. hissettirme de-hisset-me de, hep farklı buudlarda cereyan eder ve her şey, ferdîlikteki riyâzîliğe mukabil, hendesî açılıma bağlı gerçekleşir.
Aslında bu sohbetlerde en önemli gaye, imanın ma'rifet ufkuna ulaştırılması, ma'rifetin "yakîn"inn değişik mertebeleri sürecine bağlanması, hakîkat-ı Ahmediye vesayetinde kaib ve rûhun hayat mertebelerinde seyahatler gerçekleştirilmesi ve bu seyahatlerin de şuurlu temâşa ile değerlendirilmesidir. Böyle bir seyahat ve temâşâda gönül erlerinin en önemli sermaye ve azıkları da, zikir ü fikir gibi kalb ve lisan amelleriyle letâifi harekete geçirmek, şevk ü şükürle de ilâhî mevhibelere karşı liyakatini ortaya koymaktır, Bu türlü mevhibelere mazhariyet umûmiyet itibariyle Hazret-i Rûh-u Seyyidü'l-Enâm'ın risâlet ve siyâdetine baktığından, dahası, bu siyâdet ve risâletin şâhitleri ve bürhanları olduklarından, zılliyet planındaki memerri olmaktan daha çok, asliyyet çerçevesindeki mazharı bulunan Hazret-i Sahib-i Kur'ân'ın hakkaniyetine birer hüccet sayılırlar. Bu, biraz da, muvakkat mümessillerin mahviyet ve tevazularına, ayrıca "nefs-i emmâre"den sıyrılmalarına bağlıdır. Aksine, sohbet erleri, tabir-i diğerle, hakikat yolcuları eğer nefs-i emmârelerinden bütün bütün sıyrılamamış; sıyrılıp, hevâ ve heveslerinin yerine Hakk rızâsını tam ikame edememiş iseler, değişik mevhibelere mazhariyeti veya bazı letâifin inkişafını kendilerinden bilme gafletine düşerek, şükür makamında fahre girebilir ve gölgeyi asıl zannederek iltibaslar yaşayabilirler. Hele bir de, bazı ikram veya cezb ü incizâblara memerr iseler -bilhassa mazhar demiyorum- şatahât vâdilerine yuvarlanarak, başarı kulvarlarında iç içe kazançlar söz konusu iken, üst üste hasaretler yaşayabilirler.
Evet, seyahat ve musâhabeleri Hazret-i Rûh-u Seyyidui-Enâm'ın mişkât-ı nübüvveti altında gerçekleştiremeyenler, dinin rûhundaki muvazeneyi her zaman tam koruyamayacaklarından, yer yer lâubalîliklere girebilir, zaman zaman söz ve davranışlarıyla, seviyesinin huzuru sayılan makama saygısızlıkta bulunabilir; hattâ bazen, velâyeti nübüvvete tercih etme gibi küstahlıklara düşebilir.. dolayısıyla da, pirlerinin, pîr-i müganlarının söz, sistem ve vaz' ettikleri esasları peygamber yolunun esas, erkân ve âdabına tercih ederek, güneşi bırakıp mum ışığına sığınma gibi hatalar irtikâp edebilirler. Velayeti nübüvvete tercih eden nâdânların, efendilerini, hakîkî ve aslî sohbetin mümtaz talebeleri sayılan Sahâbe'den üstün görme tavırlarından söz etmeyi zâid görüyorum...
Eğer durum yukarıda arz etmeye çalıştığımız çerçevede -daha doğrusu, tam bir çerçevesizlikte- cereyan ediyorsa -ki. günümüzde bu çarpık anlayışın pek çok örnekleriyle karşılaşmak mümkündür- sohbetin yerini, onun dedikodusu almış.. mânâ kendi vizyonunda karartılmış.. lâhûtîliğe bağlı esaslar, yerlerini havâîliğe ve nefsânîliğe bırakmış.. câzibe-i kudsiye uçup gitmiş: gelip, onun o nur ufkuna nefsânî incizablar oturmuş.. "Er olan erimiş, yağ gibi gitmiş; / Şirin erler, zîr u türaba yatmış; / Sümbüller yerinde muğeylan bitmiş; / Petekler sönmüş, ballar kalmamış..!" (M. Lütfi) demektir ki, böyle bir ortamdaki musâhabenin insibağından da, hakîkata ve hakikat-ı Ahmediye (s.a.s)'ye ulaştırmasından da asla söz edilemez.
Doğrusu, düşünülen konuşulan şeyler itibariyle kahvehânelerdeki sohbetleri hatırlatan tekye, zâviye ve halvethânelerdeki musâhabelerde ilâhî vâridâttan bahsetmek şöyle dursun, şeytânî şerârelerden endişe duyulmalıdır. Dolayısıyla da, ihsan ve ihlâs ufkundan uzaklaşmış bu mekanlardaki feyiz alış verişine benzeyen her muamele bir aldanma veya istidrac, buralarda Allah'ın husûsî iltifatına mazhariyet beklentisi bir vehim ve bu yerlerin cemaat görünümündeki müdâvimleri de birer yığının ruhsuz parçalarından ibarettir. Hele bir de mesleklerinin revacı adına başkalarıyla uğraşıyor; gıybetlere, iftiralara giriyor ve sû-i zan gibi bir küfür silahını kullanıyorlarsa, böylelerinin oturup kalktıkları yerler tekye değil, birer mahall-î takiyye, zâviye değil birer hâviye ve bu meclislerin merkez noktasını tutanlar da sofi değil, birer softadır.
Her zamanki erbâb-ı kemâli tenzihle beraber itiraf etmeliyim ki, sohbet ve musâhabe meclisleri gibi, dünden bugüne en müteâl mazhariyetlerin meşcereliği veya helezonları sayılan müesseselerin, hiç olmazsa bunlardan bazılarının, yukarıdaki çerçeve içinde mütalâaya alınmaları çok acı ve şâyân-ı teessüftür. İhtimal, bu mekânlara uzayan yolların perişan olup, köprülerin göçmesinde ve bu eğilimi engin tavırların şiddetlenip bir kısım aşılmaz zorlukların ortaya çıkmasında kaderin tembih ve tenkil ifade eden gizli bir fetvası oldu ki, "Bâd-i hazân esti, bağlar bozuldu; / Gülistanda katmer güller kalmadı..." (M. Lütfi)