sumeyye
Thu 23 August 2012, 02:07 pm GMT +0200
Şirketler Arasında Ayırım Yapmayanlar:
Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasen tarafından hazırlanan raporda, şirketler arasında herhangi bir ayırım yapılmadan, onların ticarî zekât statüsüne tâbi olacağı görüşü benimsenmiştir. Buna göre, hem sabit sermaye, hem de kazancın hisse senetlerinin senet piyasasındaki değerleri ile kârlarının toplamı -aslî ihtiyaçlar veya asgarî geçim indirimi dışında- nisaba ulaşıyorsa, % 2.5 üzerinden zekât ödenir. İbrahim Fuad da bu görüşe katılmaktadır.
Bu üçüne göre, hisse senetleri ve tahvillerin sahipleri ile bizzat şirket, ayrı ayrı zekât öderler, şirketin malları sanayi dolayısıyla arttığından zekâta tâbi olur. Böyle bir durumda bir mükellef, sınaî bir şirketin 1000 dinar değerindeki hisse senedine sahip olur ve bu, yıl sonunda 200 dinar kâr ederek 1200 dinar olursa 30 dinar zekât ödeyecektir. Senetleri çıkaran bu şirket, yine -şirket olarak-safi gelirin % 10'unu zekât olarak ödeyecektir. Böylece, hisse senedi sahibi tüccar, şirket ise üretici kabul edilerek 1000 dinar ve kârı iki kere zekâta tâbi tutulmuş olacaktır.
Nisabın yani zekâtla yükümlü olabilmek için kişinin mülkiyetinde bulunması gereken asgarî servet ve sermayenin hesaplanması ve zekâtın ödeme şekli bakımından önemli olan bir husus da, şirketi bir hükmî şahsiyet olarak değerlendirmenin mümkün olup olmaması meselesidir. Hükmî şahsiyet bugünkü mefhumu ve hüviyetiyle oldukça yenidir. Bu sebeple de, İslâm hukuku ile ilgilenenler “hükmî şahsiyet”in tanınması, hak ve borçlarda taraf olması meselesini tartışmışlardır. Zekât açısından meseleye bakılınca, eş-Şafifnin “ortak malın nisabında ortakların her birine düşen miktarın değil, hisseler toplamının esas alınacağı” şeklindeki içtihadı, şirketin zekât mükellefi bir hükmî şahsiyet olarak değerlendirilmesine müsait bulunmaktadır. eş-Şafiî'ye göre, yirmişer koyunu bulunan iki kişi ayrı ayrı zekât mükellefi olmadıkları halde, ortaklık kurarlarsa şirketin malvarlığı kırk koyun olacağı için bir koyunu zekât olarak ödemeleri gerekecektir. [858] Nevevî gibi şafiî hukukçularının açıklamalarından, bu hükmün yalnızca hayvan ortaklığına mahsus bulunmadığı anlaşılmaktadır. İşte buradan hareketle, “bir şirketin ortakları malik oldukları hisseler bakımından zekât mükellefi olmasalar bile, şirket sermayesi nisaba ulaşıyorsa, şirket zekât mükellefidir” demek mümkündür. Ancak, bu takdirde, karşımıza bazı problemler çıkmaktadır:
1) Laik ülkelerde şirketin bütün ortakları zekât ödenmesi kararına katılmayabilirler veya ortaklar arasında gayrimüslimler bulunabilir. Buna rağmen, zekâtı şirket ödeyecekse, ödemeye razı olmayanların veya gayrimüslimlerin hissesine düşen miktar ayrılarak gerisini ödemek mümkündür.
2) Şirketin bazı ortakları fakir ve dar gelirli olmaları sebebiyle zekât alabilecek kimseler olduğu halde şirket vasıtasıyla zekât mükellefi olmakta ve zekât ödemektedirler. Bu da bir gerçek olmakla beraber, böyle ortakların tespit edilmesi, ödenecek zekâtın bir miktarı ayrılarak bu ortaklara ödenmesi, probleme çözüm olabilecektir.
Şirketi zekât mükellefi bir hükmî şahsiyet olarak kabul etmemek, şartları, şirketin zekâtı ödemesine uygun ve müsait bulunmamak gibi sebeplerle zekâtı her ortağın bizzat kendisinin ödemesi yoluna gidildiği takdirde, Önümüze çıkan meseleleri çözüm teklifleriyle beraber şöylece sıralayabiriz:
Ortağın hissesi, yıllık kazancı ve diğer zekât mevzuu mallarının toplamı nisabı buluyorsa (msl. 85 gr. altının TL. olarak karşılığı olan bir meblağa ulaşıyorsa), zekât ile mükellef olacaktır.
Hisseler, senetlerle tevsik ve ortaklara tevzi edilmiş ise, bu hisse senetlerinin değerlerini tespit için iki yoldan yürünmüştür:
1) Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasan gibi bazı İslâm bilginlerine göre, bu senetler, borsada alınıp satılan menkul kıymetlerdir. Bu sebeple, onların üzerinde yazılı bulunan değerler (nominal değerler) değil, piyasa ve borsada alınıp satılan değerler muteberdir; nisabın hesaplanmasında bu değerler esas alınacaktır.
2) Diğer bazı bilginlere göre, senetlerin borsadaki değeri değil, nominal değerleri esas alınacak; aynı zamanda hissenin, sınaî şirkete mi, ticarî şirkete mi ait olduğu gözönünde bulundurulacaktır: Şirket ticarî ise, sermayenin büyük bir kısmı ticarî mal ve nakit halindedir. Bu sermayenin yıllık kazancı tevzi edilirse, eldeki hisse senedinin nominal değerine eklenerek nisaba girecek, tevzi edilmemesi halinde ise sermaye arttırılmış ve nominal değer (ek hisse senetleriyle) büyümüş gibi olacaktır. Şirketin sınaî olması halinde ise tevzi edilen kârdan ödenecek zekât miktarı daha büyük olacaktır.
Durum ne olursa olsun, aynı malvarlığından dolayı, hem şirketin, hem de ortakların ayrı ayrı zekât ödemeleri şeklindeki çifte zekât sonucunun ortaya çıkması önlenecektir. Çünkü bir malı, aynı yıl içinde aynı sebeple iki defa vergilendirmek, İslâm'ın asırlarca önce yasakladığı bir uygulamadır. [859]
Bu konuda Hayreddin Karaman, şu açıklamayı yapmaktadır:
“Uygulama pratiği ve hesap kolaylığı bakımından sabit ve hareketli sermayenin nispetine göre şirketleri sınaî ve ticarî kısımlarına ayırarak: sermayesinin yarısından fazlası bina, âlet, makina ve teçhizata yatırılmış olanlara “sınaî,” sermayesinin azı sabit tesislere yatırılmış olup çoğu hareketli olan, devamlı mal ile nakit vb., arasında yer değiştiren şirketlere de “ticarî” diyeceğiz. Bu ayırım tamamen zekât mükellefiyeti bakımından olup, ekonomik ve ticarî teamül ve terminoloji göz önüne alınmamıştır. Buna göre sermayesinin çoğu otel, motel ve taşıma vasıtalarına yatırılmış bulunan bir turizm şirketi de “sınaî” içinde mütalaa edilmiş olacaktır. Bu farklı isimlendirmenin mevzuumuz bakımından önemi yoktur.(...) Katıldığımız görüşe gelince, buna göre on milyon sabit sermaye ile iş yapan bir sınaî şirket yılda iki milyon kazanmış ise safi kazançtan % 10, gayrisafiden ödemesi halinde % 5 zekât ödeyecek; bu durumda 10 milyonluk sabit sermaye zekâta tâbi olmazken, bunun getirdiği iki milyonluk kazanç % 2.5 üzerinden değil, % 10 veya 5 üzerinden zekâta tâbi olacaktır. Gayrisafiden daha az ödenmesi, masrafın düşülmemesi ve matrahın büyük olmasından ileri gelmektedir.” [860]
Yusuf Kardavî, hesap ve ödeme kolaylığını gözönüne alarak zekâtı devlet tahsil ediyorsa birinci görüşün (ticarî-smaî ayırımı ve sınaîlerin gelirinden % 10 veya 20 alınması görüşünün), zekâtı fertler ilgili kişilere ödüyorsa ikinci görüşün tercihini ileri sürmektedir. [861]
3- Tahviller:
Devletin veya özel kesimin çıkardığı -her an paraya çevirilebilecek- tahviller de, diğer kâğıt paralar gibidir. Zekât için gerekli şartlar gerçekleştiği takdirde, bunlara da zekât gerekir. [862]
a) Abdurrahman İsa'ya göre, tahviller sahibi için -banka, şirket veya hükümetin borçlu olduğu- vadeli alacak gibidir, süresinin bitiminde de vadesi dolmuş olur. Vadesi dolduğunda mülkiyetinde bir yıl veya daha fazla kaldıysa, Ebu Yusuf ve Malik'e göre “sadece tahsil ettiği yılın zekâtını öder, [863] vadesi dolmayanlar ve bir yılı doldurmayanların ise zekâtı ödenmez. [864]
Yusuf Kardavî, bu görüşü şu noktadan tenkit eder: Sağlam alacaklarda, Cumhur, her yıl için zekât ödenmesi gerektiği görüşündedir. Günümüz iktisadî ve ticarî şartlarının yaygın hale getirdiği tahviller, menkul kıymetler borsasında alınıp satılan malî değerler haline gelmiştir.
b) Muhammed Ebu Zehra, A.Hallaf ve A.Hasen'e göre, tahviller hisse senetleriyle aynı muameleyi görürse de diğer alacaklardan ayrılırlar. Bunlar ticarî zekât statüsüne tâbi olurlar, zekât % 2.5 üzerinden ödenir. Bunun için nisap hesabında nominal değerleri değil, piyasa değerleri esas alınır. Bu üçü, “Senetler alacak olup, bir alacaklıdan öbürüne devredilmektedir. Bu ise hukukçuların çoğunluğuna göre caiz olmadığı gibi, bu şekilde kazanç sağlamak haramdan uzak olmaz” görüşüne şu şekilde cevap verirler: Bu tahviller, fiilen bir ticarî eşya olmuştur. Onları zekâttan istisna tutmak haramdan uzaklaşmasını sağlamaz. Tersine böyle bir durum karşısında insanlar onları almaya yönelir ve bu haram kazanç açısından önleyici değil, teşvik edici bir rol oynar. Haram kazancın sadaka olarak, dağıtılması yasaklanmış değildir, haksız olarak alındığı sahibi bilinmese bile tasadduk edilir yolunda tavsiyede bulunulur. [865]
Yusuf Kardavî'nin belirttiğine göre, gerçekten de bu songörüş, klasik hukukçuların alacak tanımından -artma ve alacaklıya fayda sağlaması yönlerinden- ayrıldığından ve onlara değişik bir özellik tanındığından haklılık kazanmaktadır. [866]
[858] Bkz. yukarıda 25 1 4 2 ve 53 2 1 1.
[859] Karaman, age, c. II, s. 117-120. bkz. yukarıda 51.
[860] Karaman, age, c. II, s. 115, 117.
[861] Karaman, age, c, II, s. 89; Kardavî, FZ, c. I, s. 527.
[862] LZK, m. 511.
[863] Bkz. yukarıda 25 13 2 1.
[864] Kardavî, FZ, c. I, s. 526-527.
[865] Kardavî, FZ, c. I, s. 527.
[866] Kardavî, FZ, c. I, s. 527.