meryem
Thu 17 February 2011, 01:07 pm GMT +0200
Sırat - Sebîl - Rüşd - Seviyy - Ivec -Müştekim/Kıyam
Kur'an'ın terminolojisinde “yol” anlamına gelen kelimelerin büyük bir yeri vardır. Bu kelimelerden “Din, Şeriat ve Tarikat”ın ne anlama geldiklerini gördük. Şimdi de 'Sırat' ve 'Sebil' kelimelerine değineceğiz. Kur'an'da, “Size nasıl başlamışsa, öyle dönersiniz (A'raf: 29)”, buyurulmaktadır; yine bir başka ayette ise 'varlıkların Allah'tan geldiği, Allah'ın olduğu ve Allah'a dönmekte oldukları' ifade olunmaktadır: “Biz Allah'ınız ve O'na dönmekteyiz (Bakara: 156)”. İşte, Allah'tan gelip Allah'a giden varlıklar için 'dünya hayatı' bir yoldur, Allah'a dönüş yoludur.
Müslüman hakimlere göre, Allah'tan gelen bütün yaratıklar, yeniden Allah'a dönmek için belli aşamalar halinde varolmuşlardır. Varlıklar, maddesiz, şekilsiz nurlu yaratıklardan başlamış, Arş, Kürsî, gökler derken görünür alem'e inmiş, yeryüzünde ise, madenler, bitkiler ve hayvanlar varolmuştur. Her varlık düzeyine bir hedef biçilmiştir ki, bu hedef, kendi içinde tamlığa ulaşmaktır. Bu bakımdan, her varlık düzeyinde, düzeyinin en küçük oranda özelliklerini taşıyan varlıklardan, en üst oranda taşıyanlarına kadar çok çeşitli yaratıklar vardır.[125] Bütün yaratıklar içinde, (İblis ve cinler hariç) Allah'a dönen yolda kendi özgür seçimiyle giden tek varlık insandır. İnsan yeryüzüne indirildiğinde Allah şöyle buyurmuştur:
“Ne zaman ki, size benden bir hidayet gelir de, kim benim, hidayetime uyarsa, böyleleri için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir. Küfr edip de, ayetlerimizi yalanlayanlar ise, onlar Ateşin ashabıdır. Orada ebedîdirler.” (Bakara: 38-0). Allah, dünya hayatını yeryüzünde yaşamakla karşı karşıya bıraktığı insana gitmesi gereken yolu çizmiştir. İnsan her ne durumda olursa olsun, mutlaka Allah'a dönmektedir; ama bu dönüş, ya bitmez tükenmez nimetler yurduna dönüştür, ya da korkunç bir azap yurduna dönüştür. Kendi yarattığı kullarına karşı merhameti bol olan Allah(C.C), kullarının sonsuz nimetler yurduna dönmesi için onlara yolunu göstermiştir; ama, kendisinde seçme özgürlüğü olan insanın, bu seçme özgürlüğü nedeniyle bir denemeğe tabî tutulacağı da açıktır. İnsan, bu seçme özgürlüğüyle insan olmuştur, onun tüm şerefi bir bakıma buradadır; aksi halde hayvan olurdu. Fakat, seçme özgürlüğüne sahip olmak, ister istemez tercih edilecek iki seçeneği akla getirmektedir. İşte, insan seçimini Allah için de yapabilir, kendisini sürekli Allah'a isyana ve nefsine tapınmaya çağıran İblis için de yapabilir(bk. Nefs, Ruh). Bu noktada, insanın önüne, sonunda yine Allah'a varan iki yolun çıktığını görüyoruz; yani, insan için yeryüzünde yollar ikileşmektedir. İnsan bu iki yoldan herhangi birine girebilir; bir üçüncü yol sözkonusu değildir. Ve, insana her iki yola koyulabilme imkânı verilmiş, hangi yolun doğru, hangi yolun eğri olduğu bildirilmiş ve seçim hakkı insanın kendisine bırakılmıştır:
“Andolsun nefse ve onu düzenleyene; ona fücurunu da ilham etti, takvasını da. (Şems: 7-8).” “Muhakkak onu yola (sebîl) ilettik, ister şükreder, ister küfreder (İnsan: 3)”. İşte, genel olarak insanın yeryüzünde yürüdüğü yolun adı “SEBİL”dir. Sebil sözcük anlamıyla “üzerinde kolayca yürünen yol, işlek yol” demektir. [126] Allah dünya hayatında “sebîl” üzerinde yürümeği kolaylaştırmıştır. (Abese: 20).
Aslında 'sebîl tektir; bu, doğruluğu apaçık belli olan ve Allah'ın gösterdiği 'yol'dur. Fakat, insan eğer İblis'e boyun eğer ve nefsî arzularının peşinden koşarsa, bu 'yol’ ikiye ayrılır. İnsanın Allah'ın Yol'undan ayrılıp, bir başka yol tutması bilgisizliğindendir; bu bilgisizlik bozuk bir itikaddan kaynaklanır. Bozuk itikadından gelen bilgisizliği, ya da karanlıklarda arzuları doğrultusunda edindiği 'bilgi' nedeniyle insan Allah'ın Yol' undan ayrı bir yol tutar. İşte, insanın Allah'ın Yol'undan başka bir yola ayrılmasına “ğayy” denilir, 'Ğayy', 'ğavâ' fiilinden gelir; 'azmak, sapmak' demektir.[127] (Azgınlık'la 'sapkınlık' birbirini tamamlayan iki eylemdir. İblis, insanın gerçek değerini bilememekle ve aynı zamanda büyüklenmekle, Allah'ın emrine karşı gelerek sapmış, bu sapıklığı da azmak olmuştur. Kendisi nasıl sapmışsa, Kıyamet'e kadar insanları da öyle sapıtma fonksiyonunu yüklenmiştir:
“Öyle ise” dedi, “beni azdırıp sapıtmana karşılık, andiçerim ki, ben de onları (sapıtmak) için doğru yoluna oturacağım. Sonra, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından kendilerine sokulacağım da, onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın. (A'raf: 16-17).”
İblis'in saptırma yolları pek çoktur. Çok çeşitli biçimlerde insanlara yaklaşır; sağlarından gelir, sollarından gelir, önlerinden ve arkalarından gelir. İolis'in sapıtma yolları sayısınca, insanın da sapma yolları vardır. Kimisi şöhret sevdasıyla sapar; kimisi servet sevdasıyla; kimisinin sapmasına karşıt cinsi, kimisinin çocukları, kimisinin malları neden olur. Kimisi, Allah'ın Yol'unda giderken gösterişe veya kendini beğenmişliğe kapılarak sapar. Ve, İblis bütünüyle sapıtıp şeytanlaştırdığı insanlarla da başka insanları sapıtır. Nitekim, Kur"an'da şöyle buyurulmaktadır: “Üzerlerine söz hakk olanlar, “rabbimiz, bunlardır bizim saptırdıklarımız; kendimiz azıp saptığımız gibi, onları da azdırıp saptırdık” derler (Kasas’ 63)”.
Saptıranların saptırma biçimleri de çeşit çeşittir. Bazıları korkutarak, bazıları yüksek mevkiler vererek, bazıları kadınlar kullanarak ve paralar yayarak, bazıları doğruları yanlışlara alet ederek, bazıları Allah'ın adını anarak insanları saptırır. İşte, Kur'an'da bütün bu 'azgınlık ve sapık yollar'a, da “SEBÎL” denilir. Ama, bu 'sebîlerin ortak adı, “sebîl-ül-ğayy'dır, yani 'sapık yol'.
Bu konuda, Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır; “işte Ben'im doğru yolum, ona uyun; yollara (sebiller - sübül) uymayın ki, sizi O'nun Yolu'ndan ayırmasın (En1am: 153)”.
İnsanları Allah'ın Yolu'ndan ayıran yollar, yine Kur'an'ın deyimiyle, “bozguncuların(müfsitler) yoludur. İnsana düşen, bütün bu yollardan değil, Allah'ın Yol'undan gitmektir.
Kur'an'da, Allah'ın Yolu olarak, 'sebil' kelimesi, 'es-sebîl şeklinde belirlilik takısıyla da kullanılır. Bu yol 'rüşd yolu'dur, RÜŞD, 'ra şe de' fiilinden masdardır ki 'ğayy'in tam zıddıdır; yani 'sapkın ve azgın' olmamak demektir. Rüşd, 'doğruluk'tur, 'ist ikamet'tir. Rüşd, Allah'ın Dini'nin özel niteliğidir ve Allah'ın Dini 'sebil'-ürrruşd'dür.
'Sebil' kelimesi hem 'sapkın yol' anlamında, hem de, 'sapkınlığa iten ve sapkınlığa düşmüşlerin yolları' anlamında kullanıldığı gibi, 'doğru yol' anlamında, se-bîl'ür-rüşd' olarak kullanılmasının yanısıra, insanları bu 'sebîl-ür-ruşd'e götüren yollar anlamında da kullanılır. Bu anlamda kullanıldığında, çoğul olarak da gelir: “Onunla, rızasının peşinden gidenleri Allah selâm yolları (sübüles-selâm)'na iletir Maide: 16).” Selâm yolları, Allah'a ulaşan, Cennet'e varan yollardır. Bu. yollara iletilmek de bir çaba, bir cehd ister, uğraşma ister: “Uğrumuzda cihad edenleri yollarımız'a erdiririz (Ankebut: 69)”.
Ayrıca, nasıl insanlar çok çeşitli biçimlerde sapıtırlarsa, yine çok çeşitli biçimlerde Allah'ın Yolu'na gelebilirler. Bazıları namaza, bazıları oruca, bazıları cihada, bazıları tağutlara başkaldırma ilkesine, bazıları zulme karşı olunmasına, bazıları İslâm'ın ekonomisine, zekât emrine, bazıları ahlâkî ilkelerine, bazıları zihnî yönlerine kapılarak Allah'ın Yolu'na girer. İşte Allah'ın Yolu'na girebilmek için didinmek, kafa yormak, bu uğurda seyahat etmek, düşünmek de, yukarıdaki ayette belirtilen 'Allah uğrunda cihad etmek', “yani 'çabalamak, yorulmak'tır. İnsanlar için sapma yolları ne kadar çoksa, Doğruyu bulma yolları da o kadar çoktur. Bu bakımdan, müslümanların İslâm'ı tebliğlerinde İslâm'ın belli bir yönüne ağırlık verip, diğer yönlerini görmezlikten gelmemeleri, veya, zamanlarında ağırlıklı olan noktalara eğilip, insanların çeşit çeşit niteliklerde olduklarını unutarak, yalnızca o ağırlıklı noktaya eğilip diğer noktaları ihmal etmemeleri aynı şekilde, İslâm'ın başka bir yönüne ağırlık verip, diğerlerini ihmal edenleri ayıplayıp kınamamaları mutlaka gereklidir. Çünkü, Doğru Yolu'na girme yollarının çok olduğunu ilân eden Allah'tır; öyleyse, bu yolların hepsini insanlara açık tutmak müslümanların en birincil görevidir.
Kur'an'da, Allah'ın Doğru Yolu'yla ilgili olarak, 'sebîl-ür-ruşd'ün yanısıra, 'sebîl'ür-raşâd' terimi de kullanılmıştır. İsfahanî, 'raşad'ın ruşd'den daha özel ve dar bir anlam ifade ettiğini belirtmektedir. [128] 'Ruşd' geneldir; genel anlamıyla 'tamlık, doğruluk, sapkınlıktan uzak olma'dır; her türlü 'doğruluk' için kullanılabilir. Nitekim, Türkçe'de 'rüşdünü ispat etti' denilir. Raşâd'in. anlamı daha özeldir; 'ruşd'de belli bir şekilde gitme anlamı ifade eder. 'Reşîd' ve 'raşid', 'rüşd halinde olan' demektir. Kur'an'da, 'Fir'avn'ın emrinin 'reşîd' olmadığı ifade olunur (Hud: 97)'. Yani, Firavn'ın yaptığı işler, yönetimi, davranışları, inancı, kısaca, her şeyi 'reşîd' değildir. Bilgisizlikten, ya da’ tümüyle yanlış bir bilgiden kaynaklanır. Yine, Kur'an'ın ifadesiyle, ‘Fifavn, hevasına (arzularına, zanlarına, kuruntularına, vehimlerine) uymuş ve zan ve kuruntularından oluşan bir bilgi üzerinde sapılmıştır. Allah'ın Vahyi'ne değil de, kendi zannına uyan insanlar sapıktır ve yaptıkları işler, düşünceleri, davranışları da hiç bir zaman 'reşîd' olamaz.
Mürşid, insanları, 'rüşd yolu'na götüren' demektir. “Allah kimi hidayet etmişse, o, hidayette olandır; kimi de sapıtmışsa, onun için mürşid bir velî asla bulamazsın (Kehî: 17)”. Demek ki, öncelikle mürşid Allah'tır; 'hidayet' konusunda ele alacağımız gibi, peygamberler Allah'ın hidayetiyle hidayet edendir; velîler de (bk. veli), yukarıdaki ayette de geçtiği gibi, Allah'ın irşadıyla, Peygamber'e uyarak irşad edenlerdir.
Allah'ın Yolu'ndan sapıp, başkalarını da o Yol'da gitmekten alıkoymak isteyenler, O Yol'u eğri büğrü hale getirmeğe çalışırlar. (A. İmran: 99) Çünkü, Yol ne kadar düz, ne kadar kestirme, ne kadar virajsız, ne kadar düzgün ve pürüzsüz olursa, böyle bir yolda ilerlemek o derece kolay olur. İşte, Allah'ın Yolu her türlü eğrilikten, sapıklıktan, virajdan, tepeden dereden, tümsekten çukurdan uzak dümdüz bir yoldur; yani seviyy bir yoldur. Ama, insanları bu Yol'dan alıkoymak isteyenler, bu Yol'u ellerinden geldiğince eğriltmeğe çalışırlar. Onu eğri-büğrü, virajlı, gidilmesi zor bir yol olarak tanıtırlar; Kur'an'da bu eğrilik büğrülüklere, derelere tepelere, çukurlara tümseklere ıvec denilir. Allah'ın Yolu her türlü ıvec'ten uzaktır. Fakat, kendilerinin 'asfalt'ta gittiklerini sananlar, onu bir 'dağ yolu, patika, keçi' yolu olarak sunma girişimi içindedirler. Bu Yol'un doğru bir yol olmadığını, bu Yol'da gitmenin insanı mutluluğa değil felâkete sürükleyeceğini, bu Yol' un büyük tehlikelerle dolu ve sonunda insanı boşluğa ileten bir yol olduğunu ileri sürerler. Yoksulluk korkusunu, kadınları ve çocukları, servet ve mal sevgisini, silâhlardan ve beşerî güçlerden korkmayı, ölüm korkusunu birer engel olarak, ıvec olarak bu Yol'un üzerine koymaya çalışırlar. Çok daha değişik biçimlerde, Allah' ın Yolu'nu, üzerinde yürünmeyecek bir yol olarak sunarlar. Oysa, bu yol, her türlü eğrilikten, virajdan, sapıklıktan uzak, seviyy, yani, düzgün bir yoldur; pürüzsüzdür.
Sebil kelimesi, yukarıda verdiğimiz anlamlarıyla bağlantılı olarak, 'çare, imkân, delil' gibi anlamlara da gelir. Bu bağlamda, “Günahlarımızı itiraf ettik, şimdi bizim için çıkmaya bir yol var mı? (Ğafir/Mü'min: 11)”ayetinde ve daha başka benzer ayetlerde de kullanılır. “Sizin için yeri beşik yaptı ve orada sizin için yollar açtı (Taha: 53)” ve “sizi sarsar diye yere ağır baskılar attı, ırmaklar ve yollar da ki, hidayete eresiniz (Nahl: 15)” ayetlerinde, 'insanların yeryüzünde yürüdükleri yollar' anlamına geldiği gibi, 'hayatlarını devam ettirme imkânları, güçlüklerden kurtulma çareleri, onları Allah'ın Yol'una götürücü deliller, işaretler, insanların geçimlerini sağladıkları meslekler' anlamlarına da gelmektedir.
“Ona yolu yetenin, Ev'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır (A. İmran: 07)” ayetiyle, “Ancak, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan, hiç bir çareye gücü yetmeyen ve yola eremeyen müstaz'aflar hariç (Nisa: 98)” ayetiyle ise, 'güç, imkân, fırsat, yeterli araç, gerekli zaman ve bedenî yetenek' gibi anlamlarda kullanılan 'sebîl kelimesi; “Allah kâfirler için mü'minler üzerinde yol kılmaz (Nisa: 141)” ve “Zlümden sonra yardımlaşanlar aleyhine yol yoktur; yol ancak, insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere saldırganlıkta bulunanlar aleyhinedir (Şura: 41-2)” ayetlerinde ise, aynı şekilde 'imkan, fırsat, güç, yetenek' gibi anlamların yanısıra, 'delil, hüccet' anlamlarına da gelmektedir.
Kur'an'da sık sık kullanılan ibn'üs-sebîl - yol oğlu' deyiminin, 'yolda kalmış' anlamına geldiği üzerinde ittifak vardır; yani, 'yol oğlu', kendi yurdundan çıkıp, seyahat ederken, yolda parası bitmiş ve yolculuğuna devam etmesine imkân kalmamış kimse demektir. Burada şu noktayı belirtmeliyiz ki, İslâm'da 'yolculuk' Övülmüştür; Kur'an, mü'minlerden sözederken, “tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler...” der.(Tevbe: 112). Burada, 'seyahat edenler’, 'oruç tutanlar' şeklinde de çevrilmiştir ama, seyahat, gerek önbilgi aracı, gerekse Allah'ın ayetlerini tanıma aracı olarak önemlidir. Ayrıca, “seyahat edin, sıhhat bulun” hadisinde de belirtildiği gibi, insan belli bir yerde sürekli kaldığı sürece gerek batını, gerekse zahirî açıdan küflenir. Bütün büyük insanların hayatlarında, alimlerin yaşantılarında kesinlikle ardı arkası kesilmez seyahatler vardır. Bundan 10 asır önce, îslâm dünyası ilim ve cihad yolunda koşan insanlarla dolar taşardı. Buhara'dan kalkan bir alim İran, Irak, Suriye, Mısır, hattâ Endülüs'e kadar giderdi. İşte, Kur'an'da belirtilen 'yol oğlu', ya ilim, ya cihad, ya da geçimi gibi, Allah yolunda, yani 'ibadet' olan bir amaçla 'yol'da bulunandır. Bu bakımdan, İslâm'a, müslümanlara ve suçsuz insanlara zarar vermek için yolda bulunan birine, sözcük olarak 'yol oğlu' denilebilirse de, böyle birisi, kendisine zekât verilmesi gereken ‘yol oğlu’ olamaz.
‘Cadde, ana yol, büyük yol’ anlamlarına gelen Sırat kelimesi, bir bakıma Sebil'le eş anlamlıdır; şu kadar ki, yalnızca tekil olarak 'Allah'ın Yolu' veya 'İblis' in Yolu' anlamına kullanıldığında 'sebil'le eş anlamlıdır. Bunun dışında, Sırat'la. Sebil arasında belirli farklar vardır.
Sırat kelimesinin çoğulu yoktur ve Kur'an'da da kullanılmaz. Sırat, 'Allah'a giden sebîl, veya Cehennem'e varan sebîl’dir. Bunun dışında, 'Sebil'e girme veya es-Sebil'den sapma şekilleri anlamında çoğul olarak kullanılan sübül, sırat için sözkonusu değildir. Sırat, İslâm'ın terminolojisinde ayrıca, Cehennem çukurlarının üzerinden geçip Cennet'e uzanan, 'kıldan ince, kılıçtan keskin' yol olarak da geçer. Aslında, bu yol, yani 'kıldan ince, kılıçtan keskin' olan yol, bir bakıma, yalnızca Cehennem çukurlarından geçen değil, insanın dünya hayatına gelişiyle başlayan yoldur. İnsanın, daha doğrusu mü'minin yeryüzündeki hayatı sırattır; bu hayatı yaşama, sırattan geçmedir. Dünya hayatında sırat ikiye ayrılmaz. Ama, Ahiret'te bu yol bir yerde Cehennem'e uzanırken, bir yerde de Cehennem'i aşıp, Cennet'e varır.
Kur'an'da, sebil için, 'doğru yol' anlamında 'sebil'ür-ruşd' veya, 'sebil’ür-raşad' deyimleri kullanılırken, sırat için yalnızca 'es-sırat'ül-müstakîm' ve zaman zaman da 'es-sırat'üs-seviyy' deyimleri kullanılır. 'Ivec' ve 'ğayy', 'sırat’için sözkonusu değildir. Kur'an'da, Allah'ın Yolu dışındaki yollar için 'sırat' kelimesi kullanılmaz. Bu noktada, şu ayet yeterince fikir verici niteliktedir:
“İşte benim doğru yolum (Sırat'ım), ona uyun; yollara (sübül) uymayın ki, sizi O'nun Yolu'ndan (sebili) ayırmasın.” (En'am: 153)”.
Demek ki, sırat tektir ve bu da Allah'ın Sebili'dir, 'es-sırat'ül-Müstekim'dir; bunun dışındaki yollar, sübül, yani, sebiller'dir. İşte, dünya hayatında insanların sırat üzere olmaları gerekir. Geniş bir yoldur bu; insanların dünya hayatları ve Ahiretteki gerçek mutlulukları için. her türlü gerekli imkânı ve araç-gereci kendinde barındıran bir yoldur. Fakat, bu yol, aynı zamanda 'kıldan ince, kılıçtan da keskince’ bir yoldur. İnsan, Allah elinden tutmazsa, her an bu Yol'dan kayıp, ğayy olan sebillerden birine girebilir. Her adım başında oturmuş es-sebil'ül-ğayy davetçileri vardır Sırat'ın üzerinde:
“Ve her yolun başına oturup da, tehdit ederek iman edenleri Allah'ın Yolu'ndan çevirmeğe ve onu eğriltmeğe çalışmayın (A'raf: 86)”.
İnsan, her adım başında bu Yol'dan sapabilir. Bu bakımdan, bir insan ömrünün sonuna kadar Doğru Yol da yürürken, son anlarında kafir ölebilir; yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son anlarında (öleceğine kanaat getirdiği son an dışında) Doğru Yol'a girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz. Yusuf, “Beni müslüman olarak öldür ve beni salihlere kat” diye dua etmiştir. İşte, ömür boyu Allah'ın Yolu'nda kalabilmek ve özellikle bu Yol üzerindeyken can verebilmek için her an Allah'a dua etmek, “Rabbımız, hidayete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğriltme ve katından bize rahmet bağışla” diye; “Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde sabit kıl” diye hem dille, hem davranışlarla yalvarmak gerekir. Sürekli olarak, yukarıda belirttiğimiz gibi, “Allah uğrunda cihad içinde olmak, Allah'a varmak için uğraşıp didinmek” zorunludur.
İşte, dünya hayatında “es-Sıratül-Müstekîm” üzerinde olan insanlar, 'kıldan ince, kılıçtan keskince' yolu geçen insanlar, Ahiret'te de Cehennem'in üzerindeki 'sırat'tan geçip, Cennet'e ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah'ın Yolu dışındaki yollarda yürüyenler, Ahiret'te Cehennem'e uzanan yola girip, ateşin içine yuvarlanacaklardır:
“Toplayın o zalimleri, onların eşlerini ve Allah'ın dışında taptıklarını. Götürün onları Cehîm'in yolu (sıratı)na. (Saffat: 22-3)”.
'MÜŞTEKİM' kelimesi, Ka-Me' fiil kökünden gelmedir. Bu fiil ve kendinden türeyen “kıyam, makam, mükam, ikamet, istikamet, müştekim” gibi kelimelerin Kur'anî kavramlar içinde çok önemli yeri vardır. 'Karne', 'kalkmak, ayakta durmak, düzelmek, terazinin dili ortaya gelmek', 'alâ' harfi cerriyle kullanıldığında 'devam ve sebat etmek', 'lî' harf-i cerriyle kullanıldığında 'yönetimini üzerine almak'; 'e ka me', 'ikamet etmek, yerine getirmek, hakkını vererek yapmak, doğrultmak, düzeltmek'; 'is te ka me' 'düzelmek, doğrulmak, tam olmak'; 'kavam', 'orta, mutedil'; 'kıvam', 'düzen, dayanak, destek, insanı ayakta tutan; 'kavim', 'mutedil, boyu güzel'; 'kıyme', 'değer, fiat, paha'; 'kayyum', 'her şeyi tutan, koruyan, ayakta tutan; 'kayyime', 'tam, kâmil'; 'mekam', 'ayakların bastığı yer, oturulan, basılan yer, oturan kişiyi belli eden yer'; 'mükam', 'yaşanan yer'; 'mukim', 'ikamet eden, oturan, anlamlarına gelmektedir. [129]
İnsanlar için aslolan oturmak (kuud) değil, ayakta olmak (kıyam)tır. 'Oturmak', kokuşmanın, bozulmanın, paslanmanın simgesidir. 'Oturanlar' Kur'an'da şiddetle yerilir:
“Eğer çıkmak isteselerdi, onun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat, Allah davranışlarından hoşlanmadı da, onları durdurdu; “oturun oturanlarla beraber” denildi (Tevbe: 46)”.
“Siz daha önce oturmaya razı olmuştunuz; şimdi de, geri kalanlarla birlikte oturun (Tevbe; 38)”.
Oturmak, bütün zincirlerle, nefsin arzularıyla, dünya hayatının ağırlıklarıyla yere çakılıp kalmak demektir; bu büyük bir mezellettir, köle ruhluların işidir,' hiç bir zaman mü'minlere yakışan bir durum değildir:
“Ey iman edenler! “Allah yolunda seferber olun” denildiği zaman, size ne oldu da, yere bütün ağırlıklarınızla mıhlanıp kaldınız; Ahiret'i bırakıp da, dünya hayatına mı razı oldunuz?”.(Tevbe: 38)”.
Alıntıladığımız ayetlerde çizilen 'oturan insanın portresi' oldukça çarpıcıdır. Dünya'yı anlatırken daha geniş değineceğimiz gibi, nefsin arzuları ve dünya hayatının geçimlikleri, bir amaç haline geldikleri zaman insana yere mıhlayan paslı zincirler olurlar. Bu zincirlerini özgürlük sanarak, dünya hayatının geçimliğini hayatın tek amacı ve gerçeği olarak alan insanlar, hangi durum ve şartlarda olurlarsa olsunlar, isterse çevrelerinde büyük ihtilâller olsun, isterse yüzbinler ölsün, milyonlar açlıktan kırılsın, isterse en büyük zulümler işlensin, hattâ kendi onuru lekelensin vurdumduymaz olur ve zaten onurları da kalmamıştır. İşte, böylesi insanlar 'yazın sıcağını, kışın soğuğunu, toplanacak ekinleri, bakılacak bağları ve bostanları, yetim kalmalarından korktukları çocuklarını ve dul kalmasından korktukları karılarını, pek tatlı hale gelmiş bulunan canlarını' bahane ederek, yerlerinden imkânsız kalkmak istemezler; dünya hayatı tek hayat olarak algılanmaktadır artık onlar için; Ahiret ya unutulmuş, ya da inkâr edilmiştir.
İslâm, böylesi insanları uyarmaya ve oturdukları yerden kaldırmaya girişir. Bunun için, önce namazı emreder İslâm; namazın en büyük gerçeği de 'ayakta durmak'tır. Omuzlarındaki sorumluluğun farkında olmayan, çevresinde olup bitenlere, işlenen cinayetlere, akıtılan kanlara seyirci kalan ve tam bir uykunun içine dalmış bulunan insanlara “kum – kalk” der islâm. Kalkan insanın üzerindeki uyuşukluğu atması, uykunun ağır basıp yeniden yatmaması için “ellerini, kollarını, yüzünü yıka” ve çevik bir şekilde 'kıyam et' der.
Namaza kalkmak - 'kıyam' - her türlü uyuşukluktan, uykudan ve gafletten kurtulup, insanı oturmaya ve yere mıhlamaya yönelten her türlü etkiye, kendisini oturmaya zorlayan, çevresinde olup bitenleri görmemesi için gözlerine perde çekip, kulaklarına ağırlık vuran, oturan insanların vurdumduymazlığı karşısında yeryüzünü fesada veren insanlara karşı bir 'silkinme' ve 'ayaklanma' demektir. Ve, rükû ve secdeyle yalnızca Allah'ın huzurunda eğileceğini ve başka hiç bir şeyin huzurunda eğilmeyeceğini ilân eden insanın bu davranışına ikamet denilir; Kur'an sürekli olarak, “ekîmû's-salât - namazı ikame edin” der de, 'sallû - namaz kılın' demez. Demek ki, namaz, her türlü beşerî ve şeytanî güve ve etkilere karşı ayaklanıp, Allah'a kul olmadır. Günde beş kez namazlarıyla kıyam eden insanların, evrensel bir kıyam için toplanıp harekete geçecekleri yer Kabe'dir. Kabe, yeryüzüne konulmuş, insanlar için, tüm alemlere yol bulma, Allah'ın Yolu'na girmenin işareti olarak konulmuş ilk Evdir (A. İmran: 96). Burada, Hacerül-Esved vardır ki, Allah'la insan arasındaki ahdeşmenin sembolüdür. Bazı rivayetlere göre insanın yeryüzünde varoluşundan bu yana Mekke'de ayakta duran Kabe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından temelleri üzerinde yeniden yükseltilmiştir (Bakara: 127). Allah, Kabe'yi insanlar için güvenlik ve toplantı yeri yapmış, İbrahim'e ve İsmail'e, orasını her türlü şirk kirinden temizlemelerini emretmiştir (Bakara: 125).
Hz. İbrahim, insanlığın tarihinde dönüm noktasıdır; ondan sonra, kıyam görevi, O'nun Ailesi'nin önderliginde İbrahim Milleti'ne tabî olan ümmete geçmiştir; ve İbrahim, imam kılınmıştır. (Bakara: 124). Allah Kabe'yi insanlar için bir KIYAM yeri ve işareti yapmıştır (Maide: 97). İşte, namazla benliklerinde kıyam edip, yalnızca Allah'a rükûda ve secdede bulunan insanlar, hep birlikte Kabe'de toplanıp, orayı her türlü şirk kirinden temizleyerek, evrensel kıyamı başlatırlar ve ora da topluca Allah'ın önünde rükûya ve secdeye varırlar (Bakara: 125).
İbrahim, Kabe'nin temellerini İsmail'le birlikte yükseltmiştir. Çünkü, İbrahim'in risalet çapındaki son mirasçısı İsmail'in soyundan gelen Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.)'dir. O, İbrahim Milleti'ne uymuştur; Kabe'yi yine şirk kirinden temizlemiş ve İbrahim'in makamında, namaza durmuştur; çünkü, Kabe'de evrensel kıyamın sembolü ve bu kıyama girişmenin başlangıç noktası olarak İbrahim'in makamı vardır. Kabe bir kez daha şirkten temizlenecek; insanlığın tarihindeki son } ve en evrensel kıyam yine Kabe'de başlayacaktır inşa-Allah.
'Ka-Me' fiilinden gelen diğer kelimeleri, bu genel anlam çerçevesinde ele almak durumundayız. “Allah'ın kulu kıyam ettiği zaman, bütün müşrikler onun üzerine üşüşür de, adeta bir keçe gibi olurlar (Cinn: 19)”
“Namazdaki kıyamı kavrayamayan veya kavrayıp da, böyle bir kıyamda bulunmak istemeyen münafıklar, üşene üşene kalkarlar namaz için (Nisa: 142)”. (Bu ayetle, “Cihad etmeden veya etmeyi düşünmeden ölen kişi, Cahiliyye ölümüyle ölür” hadisi arasında ne kadar yakın bir bağlantı vardır.) Ashab-ı Kehf, “Rabbımız göklerin ve yerin rabbıdır” diyerek ayaklanmıştır{Kehf. 14)”. İnsanlar Alah'ın indirdiği kitaplarla (İncil, Tevrat, son şekliyle Kur'an) amel etseler, bu kitapların hükümlerini yerine getirseler, yani bu kitapları ikame etseler, başlarının üzerinden ve ayaklarının altlarından nimetlere boğulmaları kaçınılmaz olur (Maide: 66)”. Mü'minler, Allah'ın haddlerini ikame etmekle yükümlüdürler (Bakara: 229)”. “Allah, Nuh'a tavsiye ettiğini, Muhammed'e vahyettiğini, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğini dinden bir şeriat kılmış ve mü'minlere dini ikame etmelerini, (yani, onu ayaklar altında çiğnemeyip, arkalarına atmayıp, her türlü hükmünü yerine getirmelerini) ve dinde bölük pörçük olmamalarını emretmiştir (Şura: 13)”. Yine, Allah, “Ölçüyü titiz bir adalet anlayışıyla ikame etmeyi emreder; yani, tartma işleminde, (terazinin dilinin tam ortada olmasını) emreder (Rahman: 9)”. Yine, “şahitliği ikame etmek, (yani, kişiden şahitlik yapması istendiğinde bundan kaçınmaması,) kendisi, yakınları aleyhindede olsa doğru şahitlik yapması” da Allah'ın emirlerindendir. (Talâk: 2). İşte, Allah için kıyam edip, Allah'ın hükümlerini yerine getiren, yani ikame eden ve kayyim, yani dosdoğru, sağlam, eğrilikten uzak, hükümlerinde adil Ki-tab'ın emir ve yasakları doğrultusunda giden, bir başka deyişle, Kitabı ikame eden insanların üzerlerinde yürüdükleri yol, sonunda dosdoğru Allah'a ve Cennet'e ulaşan 'Es-Sırat'ül-Müstekîm'dir. İnsanların bu yolda, dosdoğru gitmeleri gerekir: “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol(Hud: 112)”. Bu ise, kişinin benliğinde, yukarıda izah etmeğe çalıştığımız biçimde namazla kıyam etmesi ve sonra yalnızca Allah'ın önünde rükû' ve secdeye varması ve bunu Kabe'de evrensel çapta uygulamaya koyması, Allah'ın hükümlerini ikame etmesiyle mümkündür. İşte, bu şekilde dosdoğru olabilenlerin üzerlerine melekler iner (Fussılet: 30); Allah onları bitip tükenmez bir suyla sular (Cinn: 16) ve yukarıda da belirttiğimiz gibi, 'kendilerine başlarının üzerinden ve ayaklanılın altından nimetler yağar. Gerçek kurtuluş ve mutluluk işte budur. [130]
[125] Hak Dini Kur'an Dİli, II, 1081-1084; V. 3432-3434.
[126] Müfredat, 223.
[127] Yeni Kamus, 'ğa-va' md.
[128] Müfredat, 196.
[129] Yeni Kamus, 'Ka-Me' md.
[130] Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları: 133-148.