sumeyye
Wed 9 February 2011, 05:13 pm GMT +0200
Sevap Ve Azabın Terettübü Konusunda Farklı Görüşler Vardır:
Bütün İslâm âlimleri icmâ halinde şunu kabul etmişlerdir:
Bizzat şeriatların getirmiş olduğu davranış kurallarına uyup uymama yüzünden sevap ve azap gerekir. Muhakkikler, ilimde derinliğe ulaşmışlar (rüsûh erbabı) peygamberlerin havarileri ve bütün din bilginleri, bununla birlikte sözü edilen davranış kalıp ve suretlerinin esas ve ruh ile olan ilişki ve münasebetini de kavramakta, onlara da itibar etmektedirler.
Şeriat bilginleri, sadece birinci ile yetinirler.
İslâm filozofları ise, şu görüştedirler: Azap ve sevap, nefsânî sıfatlar ve ruha sinmiş huylar sebebiyle gerekir. Şeriatlarda, bunların suret ve kalıplarının zikredilmesinin sebebi, çok ince olan mananın insanların zihinlerine indirgenmesi, anlaşılır kılınması içindir. Bunların görüşüne göre konu, kısaca bu şekilde izah edilmektedir.
Ben derim ki: Bu konuda gerçek, ümmetin muhakkik âlimlerinin kabul ettiği görüştür. Bu görüşü şöyle açıklayabiliriz: Şüphesiz şeriatlar durup dururken konulmaz; onları hazırlayan, manaların kalıba konulmasını gerektiren, benzer şeyler içerisinden birini diğerlerine tercihi gerektiren sâikler ve sebepler vardır. Hak Teâlâ bilir ki, bir milletin, söz konusu edilen şeriatlar (belirli davranış kalıpları) ve takip edilen yollar olmaksızın din ile amel etmesi mümkün değildir. Keza, getirilen konumun da, onlar için en uygun konum olduğunu bilir. Böylece şeriatlar, Hak Teâlâ’nın kavimlere yönelik ezelî inayetinin bir sonucu olarak belirlenmiş bulunur. Sonra ne zaman âlem, şeriatların getirdiği suretlerin feyiz yoluyla taşması ve misali kalıplarının ortaya çıkarılması için hazır hale gelirse, onlar birer davranış kalıbı olarak dışa vurulur ve o anda artık bunlar, dinin esaslarından biri halini alır.
Allah Teâlâ, Mele-i A’lâ’ya Mazinnelerin, Esaslar Yerine Kaim Olduğunu İlham Eder:
Allah Teâlâ, Mele-i a’lâ’ya bu bilgiyi indirir ve onlara mahallerin (mazinne), esaslar yerine kaim olduğunu; davranış kalıplarının, manaların suret ve şekilleri bulunduğunu ve bir kavmin ancak bunlar aracılığıyla yükümlü tutulabileceklerini ilham eder. İşte o zaman Hazîre-i kuds’te bir tür icmâ oluşur: Şeriatlarca belirlenen davranış kalıpları, manaya nisbetle lâfız; varlığa nisbetle zihinde teşekkül eden ve kendisinden alınan suret, modele nisbetle resim, mefhuma nisbetle yazı mesabesindedir. Bütün bunlarda, delâlet eden ile medlulü (mefhumu, delâlet ettiği şey) arasındaki ilişki güçlendikçe, aralarında ayrılmazlık (telâzum) ve örtüşme tamamlandıkça, artık onun, o olduğuna dair icmâ oluşur [456], sonra bu bilginin sureti ya da hakikati Arap-Acem bütün insanların zihinlerinde yer eder ve o şeyin üzerinde görüş birliği ederler. İnsan olup da içinde böyle bir yaklaşım bulundurmayan hiçbir kimse göremezsin. Belki biz bu şeyi, “vücûd şebehî li’l-medlût” [457] diye isimlendirebiliriz. Bazen bu varlığın ilginç sonuçları olabilir ki, araştırıcılara bu gizli değildir. Şeriatlarda bunların bir kısmı dikkate alınmıştır. Bu yüzdendir ki sadaka, yardımda bulunanların kiri sayılmış, mübtezel işlerin yapılması karşılığında alman ücretler mekruh görülmüştür.
[456] Yani davranış kalıbı ile onun temsil ettiği mana özdeşleşir. (Ç)
[457] "Delâlet edilen mananın timsali" diye çevirebiliriz. (Ç)