- Şeriati nin Habil ve Kabil olayı

Adsense kodları


Şeriati nin Habil ve Kabil olayı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Wed 1 December 2010, 05:22 pm GMT +0200
Şeriati’nin Habil Ve Kabil Olayı Yorumunun İrdelenmesi


Çok önemsediğim “Sağcılık” kavramını inşallah ileride etraflıca ele almak üzere, bu yazımda, ben, Batı’nın Sosyal/Siyasal kavramları ve yorumları ile İslâm’a açılım çabalarından bir örnek olarak Habil ve Kabil olayına Ali Şeriati’nin getirdiği bir yorumu ele almak cihetine gideceğim.

Ali Şeriati, olayı, “Bilimsel bir zorunluluk esasına dayanan sürekli bir akım”  olarak tanımladığı “Tarih Felsefesi” bağlamında değerlendirir ve yorumunu bu değerlendirme üzerine kurar.

Olayın yorumuna Tarih Felsefesi’ne ilişkin çok kesin bir tanımla girişilmiş bulunması, Ali Şeriati’nin yorumuna geçmeden önce Tarih Felsefesi ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapmayı zorunlu kıldığı için, ilkin bu bilgilendirmeyi yapacak, ardından da Şeriati’nin yorumunu aktaracağız. 

Tarih Felsefesi, insan toplumlarının değişim ve gelişmesini konu alan bir disiplin. Tarih biliminden farklı olarak, bu bilim disiplininde olayları yöneten genel “yasalar/kurallar” araştırılır. Bu yasaların ışığında değişimin anlamı belirlenerek, bu belirlenenin projeksiyonu ile insanlığın geleceği üzerine düşünceler/görüşler/savlar üretilir.

Olayları zaman ve mekân/uzam ilişkileri ve bağlamı içinde değerlendiren Tarih biliminden farklı olarak, Tarih Felsefesi, nedenlerini araştırdığı olaylara yorumlar getirir, bunlara ilişkin yasaları belirlemeğe çalışır ve kendince belirlediği yasalar üzerine de toplumsal öngörülerde bulunur.

Bu disiplin içerisinde üç büyük ekol yer alır: Metafizik Tarih Felsefesi, Bireyci Tarih Felsefesi ve  Diyalektik Tarih Felsefesi..

Metafizik Tarih Felsefesi’ne göre; insanlar, toplumlar ve dolayısıyla da tarih, Tanrı’nın iradesiyle yönetilmektedir. O nasıl istemişse, olanlar öylece olmuş, Tarih böylece oluşmuştur. Bundan sonra da ancak Tanrı’nın irade ettiği şeyler olacaktır. Tanrı’nın iradesine uygun davranmak ya da davranmamak toplumların yaşamını biçimlendirecek, olaylar bu bağlamda sürüp gidecektir.

Bireyci Tarih Felsefesi’ne göre; Olayları başlatan, yönlendiren, sürdüren ve böylece Tarihi biçimlendiren/yöneten asal etmen üstün düşünceleri üreten düşünürler, bu düşünceleri yaşama geçiren etkili liderlerdir. Dolayısıyla da bundan sonrasında da insanlık, toplumlar bu “birey”lerin yönlendirdiği/yönettiği bir “tarih”i yaşayacaklardır.

Diyalektik Tarih Felsefesi’ne göre; Tarihi, üretim ilişkileriyle biçimlenen toplumlar yapar. Toplumu biçimlendiren olayların nedeni ise, “üretim kaynakları” ve “üretim araçları” diye başlıca iki maddî koşulun toplum içindeki durumu/konumu ve bunun yol açtığı sınıf savaşıdır.

Bunların dışında başlangıcı İbni Haldun’a dayanan “döngüsel tarih felsefesi” ile Frankfurt Ekolü’nün “tutkuları temel alan” Tarih Felsefesi de bulunmakla birlikte, disiplin daha çok ilk üç grup içinde irdelenir.

●●●

Ali Şeriati, Habil ve Kabil olayına getirdiği yorumun öncesinde kendi bakış açısını ortaya koyucu şu belirlemeleri yapar:

● Tarih Felsefesinin konusu, insanlığın başlangıcından bu yana sürüp gelen iki düşman ve çelişik unsur arasında süregelen bir diyalektik çelişki ve savaşımdır.

● İnsan, Allah’ın dünyadaki temsilcisi, Yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla “insan olma” serüveninden doğan “tarih”, rastlantısal olamaz.

● Tarih bir gerçekliktir. Bir yerden başlamıştır ve kaçınılmaz olan bir hedefi vardır.

Şeriati bu belirlemelerden sonra “nereden yürümüş?” diyerek tarihin başlangıç noktasını sorgular ve sorusuna yanıt verirken de Habil ve Kabil olayına “çelişkinin başlangıcı” olarak işaret eder. Ve yorumuna başlar.

Bu yorumu, özünü örselememek için büyük çaba harcayarak, şöylece özetlememiz mümkün:

1. Habil ve Kabil savaşı, tarihin diyalektik esasına göre,  tarihteki iki karşıt cephenin ilk savaşıdır.

2. Bu çelişki, “çiftçilik düzeninin, tekelci ya da bireysel mülkiyetin temsilcisi” olan Kabil’in, “avcılık çağının ve mülkiyet öncesi ortaklık döneminin temsilcisi” Habil’i öldürmesiyle başlar.

3. Tarih baştanbaşa “katil Kabil” kanadı ile “maktul Habil” kanadı arasında (hâkim ve mahkûm kanatlar arasında) süren bir savaştır.

4. Bu olayla birlikte “ortak mülkiyet, genel paylaşım dönemi, kardeşlik, gerçek iman ruhu, gönül temizliği, vicdan” gibi şeyler, “çiftçilik ve özel mülkiyet düzeninin, dinî aldatmacanın ve başkasının hakkına tecavüz etmenin” gerçekleşmesiyle ortadan kalkar.

5.  İnsanın çiftlikle tanışmasıyla, insan yaşayışı, insan toplumu ve insan tipi, bence tarihin en büyük devrimi olan derin bir devrimin eline düşer. Bu, yeni insanı ortaya çıkaran, güçlü ve kötü insanı, medeniyet ve parçalanma çağını oluşturan bir devrimdir.

6. Çiftçilik düzeni, doğadaki üretim kaynaklarını sınırladı; üretim araçlarını gelişip üretim ilişkilerini karmaşıklaştırdı! Tarım alanı -orman ve denizin tersine- özgürce, herkesin yetkisinde olmadığından, ilk kez olarak doğadaki bir şeyi kendine özel kılma ve başkalarını ondan yoksun bırakma gereksinimi bilirdi: Bireysel mülkiyet!

7. Bu yüzden Marks’ın “Mülkiyet, güç kazanma etkenidir.” Şeklindeki görüşü, tarihin bu hassas anında, doğru anlaşılması için doğru yansıtılmalıdır. Şu anlamda ki işin başlangıcında, mülkiyeti bireye özgü kılan etken güç ve kudretti. Güç, bireysel mülkiyeti yarattı. Bireysel mülkiyetse güce süreklilik ve silah verdi; onu yasal, doğal ve meşru kıldı.

8. Sonunda bu insanlık ailesi, özgürlük, barış, hoşgörü ve mutlulukla dolu bu aile, düşman ve çelişik iki kutba dönüşür: Gereksinim ve iş gücünden fazlaca bir toprağa sahip olan bir azınlıkla, bunun tersine açlık çeken ve kol gücü bulunan, ama toprağı ve aracı bulunmayan çoğunluk. Yeni toplumsal ilişkide yazgı açık ve kesindir: Kölelik!

9. Bu şekilde Habil (inançlı, barışsever ve fedakâr insan) tipiyle Kabil (şehvet kulu, mütecaviz kardeş katili, inançsız ve maddeci insan) tipi arasındaki çelişki, ruh çözümlemesi ve bilimsel, toplumbilimsel irdeleme yoluyla derinlemesine anlaşılabilir.

10. Bu kuramı açıkça pekiştiren şey, Habil tipiyle ilkel ortaklık çağı, bağımsız üretim ve avcılık dönemi insanın sınıfsal psikoloji ve toplumsal davranışının tam bir uyum içinde olmasıdır. Kabil tipiyse, sınıfsal toplum ve kölelik düzeni insanın toplumsal ve sınıfsal ahlâkıyla, efendi psikolojisiyle uyum taşımaktadır.

11. Tefsircilerin ve bilginlerin, Habil ve Kabil kıssasının, Kuran’da nefsin [insanın] öldürülmesinin kınanması için anlatıldığı şeklinde bir yorumda bulunmaları, aslında konuyu yüzeyselleştirmek ve basit göstermekten başka bir şey değildir

12. Bence, Habil’in Kabil eliyle öldürülmesi, büyük bir değişimden, tarih çizgisindeki hızlı dönüşten, özellikle de, insanın serüveninde baş gösteren en büyük olaydan haber vermekte, onu derinlemesine açıklayıp, hakkında bilimsel, sınıfsal ve toplumbilimsel yorumda bulunmaktadır. Bu büyük olay ve değişim, ilkel komün döneminin son bulması, insanın avlanma yoluyla üretim şeklindeki ilkel eşitlik ve kardeşlik düzeninin (Habil) yok oluşu ve çiftçilik yoluyla üretimin, özel mülkiyetin ortaya çıkışının, ilkel sınıflı toplumun ve parçalanma, sömürü, mala kulluk, inançsızlık düzeninin, düşmanlılığın, yarışın, açgözlülüğün, yağmanın, köleliğin ve kardeş katilinin başlayışıdır (Kabil).

13. Habil’in ölüp Kabil’in hayatta kalmasıyla tarihsel özdeş bir gerçekliktir. Ondan sonra, dinin, hayatın, iktisadın, yönetimin ve halkın alın yazısının Kabil’in elinde olduğu çıkarımı da ileri ve eleştirel yapısı bulunan gerçekçi bir çözümlemedir. Habil’in ardında evlat bırakmadan gitmesi ve şu anki insanların hep Kabil’den geriye kalmaları da Kabil’in düzeninde Kabilci toplum, yönetim, din, ahlâk, görüş, yöneliş ve davranışın genellik taşıdığını, her toplum ve çağa egemen olan yaşamsal düzensizliğin, düşünce ve ahlâk karışıklığının buradan geldiğini göstermektedir.

14. Ayrıca bu durum, şu bilimsel gerçeği kanıtlar: Birincisi, yaşam, toplum ve tarih, çelişki ve savaşım üzerine kuruludur; ikincisi, idealistlerin düşündüğünün tersine, bunun temel etkeni, din inancının gücüne, kardeşlik bağına, hak ve ahlâka üstün gelen iktisat ve cinselliktir.

15. Hatta bu ikisinin ölüm olayı sırasındaki konuşmaları düşündürücüdür. Kabil, ölümle tehdit ederken Habil, yumuşaklık, şefkat ve teslimiyet içinde şöyle der: “Ama ben sana el kaldırmam.” Habil insanı, toplum ve düzeniyle, bu sadelik içerisinde, en küçük bir direniş göstermeksizin ezildi. Kabil insanı ve düzeniyse tekelci ve mütecaviz duruma geldi.

15. “Karakter”den değil, “tip”ten söz ediyorum. Örneğin, Kabil’in sadece şehvetperestlik ya da maddecilik hasleti taşıdığını, Habil’inse sadece dinî ya da duygusal bir özelliği olduğunu söylemiyorum, hayır. Biri, kötü bir insanın, ötekiyse iyi bir insanın tezahürüdür. Bu yüzden ben, Habil’in “sağlıklı fıtrî bir insan” olduğu ve toplumsal düzenin, düzensiz ve insanlık dışı çalışma ve iktisat hayatının onu “aline” etmediği, bozmadığı, kirletmediği, saptırmadığı, kusurlu ve eğri hale getirmediği ve Marcuse’nin söyleyişiyle “kırılmış”, düğümlü ve kirli ürünler elde etmediği sonucuna vardım.

16. Olayı bu denli ayrıntılı anlatmamın nedeni şuydu: Birincisi, öykünün ahlakî bir öğüt oluşunu olumsuzlamak, olayın bundan daha ciddi boyutları bulunduğunu ortaya koymak amacındaydım. İkincisi ise bu öykünün iki kardeş arasında geçen bir dava olmadığını, zaman sürecinde iki kanattan, iki tarih hikâyesinden, parçalanmış insanlık serüveninden ve hâlâ bitmemiş olan bir savaşın başlangıcından söz ettiğini anlatmak istiyorum.

17. Habil kanadı, güçten düşürülmüş mahkûm kanattır; yani insan toplumlarına egemen mülkiyet düzeni olan Kabil düzeninin esiri ve tarihin öldürülmüş kesimi durumundaki halktır. Bu savaş, Kabil’in bayrağının nesilden nesle egemen sınıfların ve Habil’in kanının diyet ve çağrısının da nesilden nesle mirasçılarının -adalet, özgürlük ve gerçek iman yolunda savaşım veren mahkûm halkın- eline geçtiği tarihin bitmeyen savaşıdır. Bu savaş, bütün dönemlerde, her çağda bir başka biçimde sürüp gitmektedir. Kabil kanadının da silahı dindir, Habil kanadının da.

18. Bu Habil ve Kabil savaşıyla başlayan ve bütün insan toplumlarında, egemen düzen ile mahkûm kesim arasında süregelen diyalektik karşıtlık esasınca gerçekleşecek olan geleceğin zorunlu devrimidir. Tarihin zorunlu yazgısı, adaletin “kıst”ın ve gerçeğin zaferi olacaktır.

Evet; Habil ve Kabil olayına Ali Şeriati’nin getirdiği yorum, daha doğrusu Tarih Felsefesi bağlamında yaptığı belirlemeler, bu…

Ancak şu var ki, -şöyle bir göz attığımızda- bu yorumun da, en az, Tevrat, Tevrat Tefsirleri ve rivayetlerin Habil ve Kabil olayına ilişkin söylemleri ölçüsünde irdelenmesi gerektiğini düşünüyoruz.

 

●●●

 

Bu, evet hemen belirtmeliyiz ki, Habil ve Kabil olayının değişik bir yorumu. Rivayetlerdeki uzun ve ayrıntılı söylemlerin ve tefsirlerdeki yorumların çok ötesinde; yeni bir bakış açısı... Bu özelliği ile bile olsa, Habil ve Kabil olayı söz konusu olduğunda mutlaka değinilmesi gerekiyor. Ama belki de yorumun birkaç cümle ile özetlenmesi ve kısaca irdelenmesi şeklinde bir değini olmalıydı, bu…

Oysa biz çok uzun bir alıntı yaptık; neredeyse “metnin bütünü” denilebilecek uzunlukta bir alıntı. Çünkü Ali Şeriati’nin kişiliği böyle bir uygulamayı gerektiriyordu.

Ali Şeriati, biliyorsunuz, bütün yaşamını İslâm’a adamış, şehitlik mertebesine ermiş ve bir düşünür olarak da “öncü” konumundaki bir isim. Bu özellikleri dolayısıyla da İslâm Âleminin pek çok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de -haklı olarak- çok sevilen, önemsenen, eserlerinden yararlanılan bir kimse…

Bu konumu dolayısıyla onun görüşlerine yönelik bir irdelemenin yanlış değerlendirilmesi, hatta değinilen konulara ilişkin olarak “Şeriati bunu dememiştir..” diye karşı çıkılması gibi tutumların önüne geçmek için, alıntıyı uzun tutmayı uygun bulduk.

●●●

Şeriati’nin yorumuyla ile ilgili olarak söylenecek ilk şey, bu yorumun “Diyalektik Tarih Felsefesi” anlayışıyla yapılmış olduğudur.

Diyalektik Tarih Felsefesi’ne göre, biliyoruz, “Tarih”, üretim ilişkileriyle biçimlenen toplumların gerçekleştirdiği bir süreçtir.. “Üretim kaynakları” ve “üretim araçları” diye başlıca iki maddî koşulun toplum içindeki durumu/konumu ve bunun yol açtığı sınıf savaşı toplumu biçimlendirir ve “Tarih” denilen süreci oluşturur. Ve, bu süreçte zorunluluk vardır. Her olay, oluş, gelişme -handiyse- matematiksel diyebileceğimiz bir kesinlikle gerçekleşir. Ve bu kesin zorunluluk/gerçeklik, insanlığı ve tarihi belli bir sonuca doğru evirir, taşır.

Çelişki ve çatışmalarla sürüp giden bu evirilmelerle, hatta kimi koşullarda gerçekleşen devrimlerle, insanlık (ve tarih), sınıflar arası çatışma sürecinden geçerek sınıfsız bir toplum yapısına ulaşır. Bu insanlık için, tarihsel süreç için bir zorunluluktur.

Yorumun bu anlayışla yapılmış olmasından ötürü de, Şeriati, ”Ayrıca bu durum, şu bilimsel gerçeği kanıtlar: Birincisi, yaşam, toplum ve tarih, çelişki ve savaşım üzerine kuruludur; ikincisi, idealistlerin düşündüğünün tersine, bunun temel etkeni, din inancının gücüne, kardeşlik bağına, hak ve ahlâka üstün gelen iktisat ve cinselliktir.” diyerek olayın sebebini çok net bir biçimde Diyalektik Tarih anlayışının vurgularıyla açıklıyor.

Şeriati’nin “Bu Habil ve Kabil savaşıyla başlayan ve bütün insan toplumlarında, egemen düzen ile mahkûm kesim arasında süregelen diyalektik karşıtlık esasınca gerçekleşecek olan geleceğin zorunlu devrimidir. Tarihin zorunlu yazgısı, adaletin “kıst”ın ve gerçeğin zaferi olacaktır.” belirlemesi de bütünüyle bu Tarih Felsefesi anlayışının öngörüsü…

Yorum boyunca çok sık vurgu yapılan “üretim kaynakları”, “üretim araçları”, bunların yol açtığı toplumsal çatışma, “özel mülkiyet”in sınıf savaşı ile ilişkilendirilmesi, hep aynı Tarih Felsefesinin anlayışı doğrultusunda belirlemeler..

Tamamına burada işaret etmek, metnin bütünüyle tekrarını gerektireceği için, bu kadarını aktarmakla yetiniyoruz.

●●●

Şeriati’nin olayı Diyalektik Tarih Felsefesi ile açıklayabilmek için kimi zorlamalarda bulunduğunu da görüyoruz.

Habil’in avcılık, çobanlık gibi uğraşları doğrultusunda ortak mülkiyetin, komün yaşamının, Kabilin ise çiftçiliği sebebiyle özel mülkiyetin temsilcisi olduğu vurgusu böylesine bir zorlamadır.

Öyle ki, bir ân için Habil ile Kabil’in kardeş olduğunu ve nüfusları üç basamaklı bir rakamla ifade edilebilecek bir toplumun üyesi bulunduklarını unutur gibi oluyoruz.

Sanki Habil belli bir dönemde yaşamış da, Kabil’in ortaya çıkıp “özel mülkiyet” savı ve uygulamasına başlayınca dünyanın düzeni değişmiş.

Oysa bu ikisi kardeş, yani çağdaş kimseler; bu birinci nokta… İkincisi Yeryüzü o kadar geniş ve nüfus o kadar az ki, “üretim kaynağı” olarak bir “özel mülkiyet” davasına girişilmiş olmasına anlam vermek mümkün değil.

Ve en önemlisi, Kabil zaten öldürme olayından sonra yurdunu terk edip, Aden yöresine gidiyor. Habil’in ölümünden sonra o toplumu değiştirmesi nasıl mümkün olabilir ki? Kabil’in terk ettiği toplum, yine Âdem âleyhisselamın toplumu; değişen bir şey yok. Tek değişiklik Kabil’in kendisinde…

●●●

Aynı şekilde, Habil’in nesil bırakmadan öldüğü ve insan neslinin Kabil’den yürüdüğü de çok zorlamalı, hatta hiçbir tutarlılığı olmayan bir ifade…

Şeriatının üzerine yorumunu kurguladığı “bir kardeşin çoban ya da avcı, diğerinin çiftçi olduğu” bilgisi Tevrat’ın bir haberi…

Aynı Tevrat, Habil’in öldürülmesinden sonra Şit âleyhisselamın doğduğunu bildirdikten başka, onun sonraki soyunu da isim-isim sayıyor. Kabil’in nesli Aden yöresinde çoğalırken, beri yanda da Şit âleyhisselâmın neslinden gelenlerin bilgisi veriliyor. Kaldı ki, Âdem âleyhisselam yalnızca iki oğul sahibi değil ki. Bu çobanlık ve çiftçilik olgusunun yer aldığı rivayetlere bakılırsa, onun 20 çift çocuğu, yani 20 erkek evladı var. Habil öldü, Kabil gitti, kaldı 18; Şit âleyhisselam doğdu, oldu 19.. Bunlardan Şit âleyhisselamın nesli Tevrat’ta sayılıp dökülüyor; ya diğer 18 evladının soyları bütün bütün mü kurudu?

Evet, Kabil soyu sürmüştür… Önce Şit âleyhisselam, sonra da İdris âleyhisselam bunlarla savaşmıştır. Ve, Tevrat’ın Nuh Tufanına ilişkin verdiği bilgiye bakılırsa, bu olayda Kabil’in soyundan olanların tamamı Yeryüzünden silinmiştir. Devam eden nesil ise Âdem, Şit, İdris ve Nuh yoluyla gelen Kabil ile ilişkisiz bir nesildir.

Bu durumda bütün insanlığı Kabil’in soyu göstermenin tutarlı yanı kalmamaktadır.

Hele de “Habil’in ardında evlat bırakmadan gitmesi ve şu anki insanların hep Kabil’den geriye kalmaları…” cümlesinden sonra bile yorum boyunca Habil kanadı ve Kabil kanadı diyerek Habil’in kanadına vurgu yapması, gerçekten de açıklanması imkânsız bir durum…

●●●

Şeriati’nin “Tefsircilerin ve bilginlerin, Habil ve Kabil kıssasının, Kuran’da nefsin [insanın] öldürülmesinin kınanması için anlatıldığı şeklinde bir yorumda bulunmaları, aslında konuyu yüzeyselleştirmek ve basit göstermekten başka bir şey değildir.” cümlesine katılmamız da mümkün değil.

Çünkü olay, evet, bizim de ileride değinmeyi düşündüğümüz başkaca açılımları olmakla birlikte, bir yanıyla da “insanın öldürülmesinin kınanması” amaçlıdır.

Nitekim olayın anlatıldığı Maide Suresi’nin 5 ayetinin hemen ardından gelen ayette bu durum, “Bunun üzerine İsrailoğullarına bildirdik ki: Kim ki -bir cana kıymış olanlar veya Yeryüzünde bozgunculuk yapanlar dışındaki- bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de onu kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. (5/Maide: 32)” haberiyle çok net bir biçimde ifade ediliyor.

Öyle ki Maide Suresinin bu 6 ayetini -ki bunlar birbirinin devamıdır- bir arada dikkate aldığımızda, Habil ve Kabil olayı doğrudan doğruya “bir insanı öldürmenin bütün insanları öldürmek gibi olduğu” hükmüne zemin hazırlamak için anlatılmıştır diyecek olsak, bu bir yanılma değil, belki de ayetin hikmetlerinden birine, hatta en önemlisine işaret etmek olur.

Şeriati’nin yaptığı yorum, bir bütün olan bu ayetlerden sonuncusunu göz ardı etmesiyle tutarlı hale gelebilir ki, bu da -ister Kur’anî mantalite ister tefsir tekniği açısından olsun- mümkün değildir.

İster “Tarih Felsefesi” olsun, ister bir başka “Bilimsel Disiplin”; Kur’anî mantalitenin onlar adına belirleme yapma bağlamında göz ardı edilmesinin doğru olmadığı görüşündeyiz. O bilimlerin yorumlarına uysun diye Kur’an-ı Kerim’in eğilip bükülmek, sündürülmek, kırpılmak  ve benzeri suretlerle yorumlanası doğru olmadığı gibi; Kur’an-ı Kerim’i haklı çıkarmak için o bilimlerin verilerine de ihtiyacımızın yoktur…



Zübeyir Yetik