ayten
Mon 27 September 2010, 12:43 am GMT +0200
Şeriat,Gereğiyle Yükümlü Tutulmak İçin Konulmuştur
Bu konu on iki mesele içerisinde işlenecektir:
Birinci Mesele:
Usûl ilminde ortaya konulduğu üzere, teklifin şartı ya da sebebi» yükümlü tutulan şeyin kudret dahilinde bulunmasıdır. Mükellefin kudreti dahilinde bulunmayan bir şeyle yükümlü tutmak, ak-len caiz olsa bile[1] şer´an sahih değildir. Bu konunun burada açıklanmasına gerek duymuyoruz. Çünkü bu vazifeyi usûlcüler üstlenmişler ve usûl kitaplarında açıklamışlardır. Biz burada usûlcülerin açıklamaları üzerine bazı hükümler bina edeceğiz.
Eğer ilk bakışta Sâri´ Teâlâ´nın kulun kudreti dahilinde bulunmayan şeyleri emrettiği sanılacak durumlarla karşılaşılırsa, yapılacak şey onun üzerinde düşünmek, asıl talebin ilk bakışta istenilen şey gibi gözüken şeyin Öncesi ya da sonrası ile veyahutta beraberinde bulunan başka bir şeyle ilgili olup olmadığını araştırmaktır. Meselâ, iıoaı Allah Teâlâ´nın:"Müslüman olmadıkça sakın ölmeyin"[2] buyruğu île, Hz. Peygamberin Allah´ın öldürülen kulu ol; Allah´ın katil kulu. olma[3] "Zâlim halde iken ölme" gibi hadislerini Örnek olarak alalım. Bu gibi ifadelerden maksat, sadece kudret dahilinde olan hususlardır. Bunlar, verdiğimiz örneklerde, müslüman olmak, zulmü terketmek, başkalarını öldürmekten geri durmak ve Allah´ın emrine teslim olmaktır. Bu türden gelen diğer nasslar da aynı şekilde anlaşılacaktır. Uhud gününde kendisini Hz. Peygamber´e siper yapan Ebu Talha, Hz. Peygamber´in insanları görmek için başını uzatması üzerine ona: "Bakma yâ Rasûlallah! Sana isabet etmesinler..." demişti.[4]Ebu Talha´nın "Sana isabet etmesinler" sözü de bu türdendir.[5] [6]
İkinci Mesele:
Bu durumda, yemek ve içmeye karşı duyulan şehvet gibi, insan tabiatında mevcut bulunan özelliklerin ortadan kaldırılması, insanda cibillî olan karakterlerin izâlesi istenilemez. Çünkü böyle bir şeyin istenilmesi takat üstü yükümlülük olur. Aynı şekilde bünyede bulunan çirkin organların güzelleştirilmesi, noksan olanlarının tamamlanması da istenilemez. Çünkü bunlar da takat üstü yükümlülük demektir. Böyle bir şeyin Şâri´ce ne emredilmesi ne de yasaklanması mümkün değildir. Ancak nefsin helal olmayan şeylere meylini Önlemek ve helâl olan şeylerden de mutedil bir şekilde istifadesini sağlamak için boyunduruk altına alınması istenir. Bu talep, söz-konusu özellikler (şehvet gibi istekler ve cibillî bulunan diğer özellikler) cihetinden ortaya çıkan fiillere yöneliktir ve bu fiiller kulun kesbi dahilindedir. [7]
Üçüncü Mesele:
Eğer, insanın yaratılış özelliklerine benzer bazı vasıfların bulunduğu delil ile sabit olursa, bunların hükmü de aynen bir Öncekilerin hükmü gibi olur.
Yaratılış Özellikleri iki türlüdür:
(a) Daha önce geçen kısımda olduğu gibi müşâhade edilebilen, duyularla hissedilebilen türden olur.
(b) Hakkında bir delil bulunmadıkça gizli olur. Mesela aceleciliği ele alalım. Kur´ân´ın "İnsan aceleci olarak yaratılmıştır"[8] şeklindeki zahir ifadesine göre, bu insanın yaratılış özelliklerinden biri olmaktadır. Sahih´te de şöyle buyrulur: "Şeytan, Âdem´in (ne olduğunu anlamak için etrafında dolaştı ve onun) içinin kof olduğunu görünce bildi ki, o kendine mâlik olamayacak bir şekilde yaratılmıştır"[9]Şecaat ve korkaklığın insanın bir tabiatı olduğu[10] kalplerin, kendisine iyilik yapan kimselere sevgi, kötülük yapanlara da kin duymaya meyyal olarak yaratıldığı[11] hadis olarak rivayet edilmiştir. Bu türden daha başka örnekler de vardır. İnsanın tabiatından olan özellikler arasında Öfke hali de zikredilmiştir. Halbuki Öfke, zâhidlere göre helak edici şeylerden biridir. Yine hadiste: "Hıyanet ve yalan hariç her huy, mü´minin yaratılış özelliği olabilir"[12] denilmiştir.
Hal böyle olunca, açıkça insana yönelik talepleri üç kısımda değerlendirmek gerekecektir:
a) Kesinlikle insanın kesbi (kudreti) dahilinde bulunmayan talepler:Bu tür talepler çok azdır. Mese\â, "Müslüman olmadık-[iıoı ça sakın ölmeyin" [13] âyeti gibi. Bu kısmın hükmü; asıl talebin, zahirde ´ istenilen şeyle ilgili bulunan bir hususa yönelik olmasıdır.
b) Kesinlikle kulun kesbi (kudreti) dahilinde bulunan talepler: Bunlar, kesb dahilinde bulunan ve kendileriyle yükümlü tutulan fiillerin büyük çoğunluğunu teşkil ederler. Bu tür fiillere yönelik talepler hakikat anlamındadırlar ve ister kendilerinde bulunan özelliklerden dolayı istenmiş olsunlar, ister başka bir şey sebebiyle talep edilmiş olsunlar, neticede fark yoktur ve bunlarlayükümlü tutmak sahihtir; bunların istenildiği şekilde yerine getirilmesi gerekir.
c) Hangi kısımdan olduğu konusunda durumu açıklık kazanmayanlar: Sevgi, kin vb. gibi. Araştırıcının bunların hakikatini incelemesi ve üzerinde düşünmesi gerekmektedir. Bu inceleme sonunda, yukarıdaki iki kısımdan hangisine girdiği neticesine ulaşırsa, ona o kısmın hükmünü verir. Sevgi, kin, korkaklık, cesaret, öfke, korku vb. gibi konularda ilk akla gelen, bunların zorunlu olarak insan tabiatında mevcut bulunduklarıdır. Bu da:
(a) Ya. aslî yaratılış sebebiyle olmuştur. O zaman bunlara yönelik talep, bizzat kendilerine değil de bunlarla ilgili olan şeylere yönelik olacaktır. Çünkü, mutlaka insanın yaratılıştan olan özelliklerinden kaynaklanan, onlara tâbi durumda olan kesbî (iradî) fiilleri bulunur. Talep işte bu fiillerle ilgili olur; bu fiillerin kaynaklandığı yaratılışla ilgili Özelliklere yönelik olmaz. Nitekim kudret ve acziyet de talep altına girmez.
(b) Yahut da bunların (sevgi, kin gibi), başka motifleri olur ve bunlar onlardan dolayı harekete geçer. Bu da (talep edilen şeyin dışında) başka fiillerin bulunmasını gerektirir. Eğer bu durumda onları harekete geçiren motif, varlık bakımından öncelik arzeden ve kulun kesbi dahilinde olan bir şey ise, talep işte bu motife yönelik olur. Meselâ, "Hediyeleşin ki se-vişesiniz"[14] hadisinde olduğu gibi. Bu durumda, "Üzerinize nimetlerini bolca verdiği için Allah´ı seviniz"[15] hadisindeki gibi taleplerden maksat, kulun Allah´ın kendi üzerindeki nimetlerinin çokluğunu, ona yaptığı iyiliklerin sayısızlığını düşünmesini sağlamaktır.
Şehvetin yasaklanması da, helâl olmayan şeylere iten bakmak vb. gibi motiflere yönelik olur; bizzat şehvetin kendisi yasaklanmış olmaz. Eğer bu gibi duyguları harekete geçiren motif, kulun kesbi dahilinde bulunmuyorsa, o takdirde bunlarla ilgili gelen talep, bunların neticelerine yönelik olur.[16]Meselâ, bakmanın cinsî ilişki şehvetini körüklediği gibi, öfke de intikam şehvetini harekete geçirir. (Bu durumda "Kızma!" demek öfkenin sebebiyet vereceği şeyleri yapma demek [ili] olur.)
Fasıl:
İşte bu bakış açısından hareketle, kibir, hased, dünya ve makam sevgisi ve bunlardan kaynaklanan dil âfetlerini; Gazzâlî´nin "Helak Edici Şeyler" bahsinde zikrettiği diğer şeyler gibi, içte bulunan özelliklerin tamamını ya da büyük bir kısmını gerçek anlamda anlamak mümkün olacaktır. Pek çok hadis de buna delâlet etmektedir. İlim, tefekkür, düşünce, yakın mertebesi, sevgi, korku, recâ (ümitvarlık) ve benzeri bir amel neticesinde[17] ortaya çıkan ve övgüye değer bulunan nitelikler de aynı şekilde bu yolla doğru bir biçimde kavranacaktır. Kalbî olan fiillerin var edilmesi ya da yok edilmesi insanın kudreti dahilinde değildir. Meselâ ilmi (bilgi) örnek alalım: İlim sahibi olmak her ne kadar istenmekte ise de, onun elde edilmesi asla kulun kudreti dahilinde değildir. Çünkü, öğrenmek isteyen kimse, öğrenmek istediği şeye yöneldiği zaman, eğer o şey zorunlu olan şeylerden ise,[18] zaten o (bilgi) mevcuttur ve ondan soyutlanmak mümkün değildir. Eğer öğrenilmek istenen şey, zorunlu olan şeylerden değilse, bu kez onun elde edilmesi için mutlaka bir ön düşüncede bulunulması gerekecektir. Mtikteseb olan[19] da işte budur; bizzat ilmin kendisi değildir. Çünkü ön düşünceden sonra ilim zorunlu olarak bulunur. Çünkü netice, mukaddimelerin ayrılmaz sonucudur.[20] Burada müktesep olan, o şeyin üzerine düşünmek için yönelinmesidir ve mükelleften istenilen sadece budur. Düşünce sonrasında doğan ilme gelince, ister onun da, tahkik erbabının görüşlerinde olduğu gibi, diğer sebepler neticesinde doğan müsebbepler gibi Allah´ın yaratması olduğunu kabul edelim, ister etmeyelim netice farketmez herkes onun bizzat kesb dâhiline girmediği ve bir kere var olduğu zaman onun izalesinin bir daha mümkün olmadığı konusunda görüş birliği içerisindedirler. Batınî özellik arzeden diğer sıfatların da, üzerlerinde iyice düşündüğümüzde aynı şekilde olduklarını göreceğiz. Bunların durumları bu şekilde olunca, bizzat kendilerine yönelik tekliflerde bulunulması mümkün olmayacaktır. Buna rağmen zahiren bunlara yönelik taleplerle karşılaşırsak, bu taleplerin bu vasıfların önünde, sonunda ya da bitişiğinde bulunan durumlara yönelik olduğunu anlamamız gerekecektir. Allah en iyisini bilir. [21]
Dördüncü Mesele:
İnsanın, kendi başına celbetmeye ya da defetmeye güç yetireme-yeceği nitelikler iki türlüdür:
(a) İlim ve sevgi gibi bir fiil neticesinde meydana gelen nitelikler. "Üzerinize nimetlerini bolca verdiği için Allah´ı seviniz" lö hadisinde olduğu gibi.
(b) Bir fiil neticesinde meydana gelmiş olmayıp, yaratılıştan (fıtrî, cibillî) olan nitelikler. Şecaat (cesaret), korkaklık, Es.ec Abdulkays´da Hz. Peygamber´ce var olduğu söylenen hilim, teenni vb. gibi nitelikler.
Birinci türden olanlara karşılık, cezaya da mükâfatın bulunacağı kısmen de olsa anlaşılmaktadır. Çünkü ilim ve sevgi gibi nitelikler, kulların kudreti dahilinde olan (müktesep) fiillerden doğmaktadır. Hükümler bahsinde, bu tür müktesep sebeplere bağlı müsebbeblere her ne kadar kulun kudreti ve kasdı altına girmese de cezanın (iyi ya da kötü) gerekeceği belirtilmişti. Sevgi, kin gibi özellikler de aynı şekilde müktesep olan sebeplere bağlıdırlar. Dolayısıyla bunlardan kişi sorumlu olur.
İkinci kısma yani yaratılıştan olan niteliklere gelince; bunlara iki açıdan bakmak gerekecektir:
(1) Sâri Teâlâ tarafından sevilen ve iyi karşılanan şeyler olup olmamaları açısından.
(2) Üzerlerine sevap gerekip gerekmeyeceği açısından.
Birinci açıdan meseleye baktığımızda, nasslarm zahirinin bunlara Şâri´in sevgi ya da buğzunun bağlandığım göstermektedir. Örnekler: Hz. Peygamber Eşec Abdulkays´a: "Sende iki özellik vardır ki, Allah onları sever: hilim ve teenni."[22] Bazı rivayetlerde de, onun bu Özellikler üzerine yaratılmış olduğunu söyledi.[23] Bir hadiste "şecaat ve korkaklığın insanın bir tabiatı olduğu" [24]belirtilmiş, başka bir hadiste ise: "Allah, bir yılanı öldürmeye karşı da olsa şecaati (cesa-
reti) sever"[25] buyrulmuştur. Bir diğer hadiste de: "Ruhlar toplu cemâatlerdir. Onlardan birbirleriyle tanışanlar (uyuşanlar) birbirlerine kaynaşırlar, tanışmayanlar (birbirleriyle uyuşmayanlar) da ayrılırlar. "[26] Birbirleriyle sevişmenin ve birbirlerine buğz etmenin mâlî). Yaklaşık olarak Tirmizî, Menâkıb, 31.
manâsı işte budur ve bu kulun kudreti (kesbi) dahilinde değildir. Hadiste: "Benim uğrumda sevişenlere, muhabbetim vacip olmuştur"[27] buyrulmuştur. Ebu Hureyre´nin merfû olarak rivayet ettiği: "Güçlü mü´min, zayıf mü´minden daha hayırlı ve Allah katında daha sevimlidir. (Bununla beraber) her birinde hayır vardır"[28] hadisi beden yönünden güçlü ve sağlam olan anlamına yorulmuştur; zaaf anlamına yorulmamıştır.[29] Başka bir hadiste: "Allah, üstün ahlâk prensiplerini sever, kötülerinden hoşlanmaz."[30] Bir diğerinde "Hıyanet ve yalan hariç her huy, mü´minin yaratılış Özelliği olabilir"[31] buyrulmuştur. Âyette de yerme ve hoş karşılamama sadedinde olmak üzere: "însan aceleci olarak yaratılmıştır"[32]buyurulur. Bu yüzdendir ki, aceleciliğin zıddı olan teennî sevilen bir Özellik olmaktadır.
İtiraz: Sevgi ve nefret (buğz} yaratılışla ilgili (cibillî, fıtrî) olan bu özelliklerin bizzat kendisine değil de, bunların kendilerinden ortaya çıktığı fiillere taalluk eder.
Cevap: Hayır, doğru değil. Çünkü böyle bir izah evvela, delilsiz nassların zahirini terketmek olur. İkinci olarak, sevgi ya da buğzun zâtlara taalluk etmesi sahihtir. Zatlar ise, fiillere sıfatlardan daha uzaktır. Meselâ: "Allah, sevdiği ve onların da O´nu sevdiği bir millet getirir"[33]âyetiyle, "Üzerinize nimetlerini bolca verdiği için Allah´ı seviniz[34]"Allah uğrunda sevmek[35] ve Allah uğrunda buğz etmek imandandır"[36]hadislerinde sevgi ve buğz, zâta bağlanmıştır.[37] Bu gibi örneklerde geçen, sevgi ve buğzdan maksat, sadece fiillere karşı duyulan sevgi ve buğzdur demek mümkün değildir. Aynı şekilde yaratılışla ilgili (cibillî) sıfatlar hakkında da zahirde sevgi onlara yönelik olduğu zaman bunlardan maksat fiillerdir demek doğru olmayacaktır.
Fasıl:
Sevgi ve buğzun fiillere taalluk etmesi de sahihtir: "Allah, zulme uğrayan kimseden başkasının, kötülüğü sözle bile açıklamasını sevmez[38] "Ama Allak davranışlarını beğenmedi ve onları alıkoydu[39] "Allah katında en çok buğz edilen helâl, talâktır[40] "Övülmeyi Allah´tan ziyade seven kimse yoktur. Bundan dolayı O kendini med-hetmiştir"[41]âyet ve hadislerinde sevginin fiillere taalluk ettiği görülmektedir. Bunlara benzer durumlar çoktur. ^Cesuru severim, korkaktan hoşlanmam" dediğimiz zaman, burada sözkonusu olan sevgi ve hoşlanmama, cesurluk ve korkaklık niteliklerine sahip bulunan zâta o niteliklerden dolayı olarak bağlı olmaktadır. Meselâ, âyetlerde: "Allah iyilik yapanları sever[42] "Allah sabredenleri sever[43] "Allah şüphesiz daima tevbe edenleri sever, temizlenenleri de.sever[44]"Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi şüphesiz sevmez[45]"Allah, zâlimleri sevmez[46] buyuruhır. Hadiste "Allah şişman âlime buğzeder"[47]denilmiştir. Şu halde sevgi ve buğz, hem zât, hem sıfat ve hem de fiiller hakkında mutlaktır. Sevgi ve buğzun bunlara nisbeti, onların zât, sıfat ya da fiil oluşları açısından mâhiyetleri itibarıyla olmaktadır.
Konunun ikinci açıdan ele alınması şöyle olacaktır: İnsanın sahip olmakla birlikte kudreti dahilinde bulunmayan bu niteliklerinden dolayı sevap ve ceza gerekir mi, gerekmez mi
Bu üç şekilde düşünülebilir:
(a) Bu niteliklere sevap ya da ceza bağlanamaz.
(b) Her ikisi de birlikte bağlanır.
(c) Bunlardan sadece biri bağlanır, c
Bu sonuncusu, ilk iki şıkkın bir neticesi durumunda olduğu için, onun incelenmesi ilk ikinin incelenmesine bağlıdır.
Birinci şıkkı isbat için iki yola başvurulur:
(1) İnsanın yaratılış özelliklerinden olan nitelikleri teklif konusu olamaz; ne onların elde edilmelerine ne de izâle edilmelerine yönelik bir yükümlülük gelemez. Çünkü böyle bir teklif takat üstü yükümlülük olur. Yükümlülük altına girmeyen bir şeyden dolayı da ne sevap ne de ceza gerekmez. Zira sevap ve azap şer´an yükümlü olmaya bağlıdır Dolayısıyla sözü edilen yaratılışla ilgili niteliklerden dolayı ne sevap vardır ne de az ab.
(2) Bu niteliklere gerekecek sevap ya da azab; bunlar ya birer nitelik olmaları hasebiyle bizzat kendilerinden ötürü olacaktır; ya da bunların bağlandıkları şeyler (taalluk) dolayısıyla olacaktır[48] Eğer bizzat kendilerinden ötürü ise, o takdirde bu tür bütün niteliklerden dolayı sevap gerekecektir. Bu niteliklerin şer´an iyi karşılanması ya da hoş bulunmaması neticeyi değiştirmeyecektir. Keza bu niteliklere aynı anda azap da gerekecektir. Çünkü bir şey için gerekli olan onun benzeri (misli) için de gerekli olacaktır. Bu durumda aynı nitelik üzerinde aynı cihetten iki zıddın bir araya gelmesi gibi bir netice doğacaktır ki bu muhaldir.
Eğer taalluk ettikleri şeyler dolayısıyla olacaktır denilirse, o zaman sevap ve azap bu niteliklerin taalluk ettikleri şeylereki bunlar fiiller ve terkler olmaktadır olacak, bizzat yaratılışla ilgili nitelikler dolayısıyla olmayacaktır. Neticede her iki takdire göre de, bizzat kendilerinden dolayı yaratılış özelliklerine ne sevap ne de azap gerekmeyeceği ortaya çıkmaktadır. Varılmak istenen sonuç da budur.
İkinci şık için de iki açıdan delil getirilebilir:
(1)
Sözü edilen niteliklere sevgi ve buğz bağlandığını biliyoruz. Allah´ın bir şeyi sevmesinin ya da ona buğzetmesinin iki anlamı olabilir:
(a) Bunlardan ya bizzat nimet ve ihsanda bulunma veya intikam kasdedilmektedir. Bu anlamda sevgi ve buğz sonuç itibarıyla fiillerin sıfatlarına bu görüşte olanlara göre bağlı (râci) olurlar.
(b) Ya da bunlarla nimet ve ihsanda bulunma ya da intikam iradesi kastedilmektedir. Bu anlamda da sonuç itibarıyla zâtın sıfatlarına bağlı olurlar. Çünkü Arap dilinde sevgi ve buğzun anlaşılan hakîkî manâsıyla Allah´a nisbeti muhaldir. Bu görüş de diğer gruba ait olmaktadır. Her iki duruma göre de sevgi ve buğz, bizzat nimet ve ihsanda ya da intikamda bulunma anlamına çıkmaktadır. Bunlar da sevap ve azabın ta kendileridir.[49] Şu halde sözü edilen niteliklere sevap ve azap gerekir.
(2)
Şayet biz sevgi ve buğzun sonuçta sevap ve azapmânâsınagelme-diklerini kabul etsek o zaman şöyle dememiz gerekecektir: Onların sıfatlara bağlanması sevap ve azabı ya gerektirecektir ya da gerektirmeyecektir. Eğer gerektirecekse maksat hasıl olmuş demektir. Eğer gerektirmeyecekse, bakılır: Sevgi ve buğzun taalluku ya Zât için olacaktır ki bu muhaldir ya da Allah´a yönelik bir başka şey içindir. Bu da muhaldir. Çünkü Yüce Allah âlemlerden müstağnidir; bir başka şeye muhtaç olmaktan ya da bir şeyle tamamlanmaktan münezzehtir. Bilâkis O, mutlak anlamda her şeyden müstağnidir ve her yönden kemal sahibidir.
Sevgi ve buğzun taalluku ya da kula yönelik bir durum içindir. Bu da sevap ve azaptır.
(3)
Bir üçüncü durum daha var[50]:0 da şudur: Şayet sevgi ve buğzun ilişkin oldukları şeylerki fiiller olmaktadır açısından sevildikleri ya da hoş karşılanmadıkları kabul edilecek olsa bu durumda: a. Bu sıfatlarla birlikte olan fiillere verilecek sevap ya da azap ya bu sıfatlarla birlikte bulunmayan fiillere verilecek olanın aynısı olacaktır, b. Ya da böyle olmayacaktır. Eğer iki ayrı durumda bulunan fiillere verilecek karşılık farklı olacaksa, o zaman sıfatların sevap ya da azaptan bir karşılıkları bulunmuş olacaktır ve varmak istediğimiz netice de budur. Yok, yaratılıştan mevcut bulunan niteliklerle birlikte işlenmiş fiillerle, böyle bir nitelikle birlikte bulunmayan fiillere verilecek karşılık eşit olacaksa, o zaman, (Hz. Peygamber´in ifadesinde) hilim ve teenni sahibi (olduğu belirtilen ve övgüye mazhar olan) Eşec Abul-kays´ın fiili ile, onun bu niteliklerine sahip olmayan başka birisinin fiili eşit olacaktır. Bu ise doğru değildir. Çünkü bunun doğru olması sonucunda Allah katında sevimli olan bir şeyle, sevimli olmayan bir şeyin eşit olması gibi bir netice doğacaktır. Şer´î verilerin istikraya tâbi tutulması neticesinde böyle bir neticenin mümkün olmadığı da görülecektir. Sonra bundan sevimli olan bir şeyin sevimsiz olması, sevimsiz olan bir şeyin de sevimli olması gibi bir netice de lâzım gelecektir.[51] Bu ise aklen mümkün değildir. Dolayısıyla yaratılışla ilgili niteliklerin, sevap ya da azaptan bir payları olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu niteliklerin sevap ya da azaptan bir payları bulunduğu ortaya çıktığına göre, bundan yaratılışla ilgili bulunan (cesaret, korkaklık gibi) niteliklerin sevap ya da azap gibi bir karşılıkları bulunduğu, insanların bunlardan dolayı iyi ya da kötü bir karşılık görecekleri sabit olmuştur demektir. Bizim varmak istediğimiz netice de işte bu olmaktadır.
Daha önce arzedilen ve bu özellikte bulunan niteliklerden dolayı sevap ya da azap bulunmayacağı doğrultusunda getirilen deliller bazı yönlerden problem arzetmektedir. Şöyle ki:
Birinci delili ele alalım: Teklif (yükümlülük) ile birlikte mutlaka sevap ya da azap bulunur diye bir şey yoktur. Bazen insanın kudreti dahilinde bulunmayan şeylerden dolayı da sevap ya da azap bulunabilir. Bazen yükümlülük bulunur, ama ortada ne sevap ne de azap bulunmayabilir. Birinciye, insanın başına gelen ve iradesi dışında bulunan musibetleri Örnek verebiliriz.[52] Bunları bilip bilmemesi de farket-mez. İkincisine ise, içki içen ya da kâhine (arrâf) giden bir kimsenin durumunu örnek olarak gösterebiliriz. Çünkü hadiste belirtildiği üzere "bu kişinin kırk gün namazı kabul olunmaz.[53] Bununla birlikte ehl-i sünet âlimlerinden hiçbir kimsenin böyle bir insanın kılmış olduğu namazın şartları ve rükünleri tam olarak yerine getirilmişse yeterli olmadığı görüşünde olduğunu bilmiyorum. Aynı şekilde âdil[54]olsun fâsık olsun namazın herkes üzerine vacip olduğunda da görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Madem ki (bu örnekte olduğu gibi) yükümlülük bulunduğu halde sevap ya da azap bulunmayabiliyor. Öyle ise birinci delilin doğruluğu sabit değildir.
İkinci delili ele alalım: Karşılığın bulunduğuna delâlet eden üçüncü delil ikinci delille çelişmektedir. "Sevap ya da azap fiil ya da terk üzerine gerekmektedir" sözüyle eğer sadece fiilleri kasdetmişse, onun sakatlığı ortaya çıkmıştır. Eğer yaratılışla ilgili niteliklerle birlikte demeyi kastediyorsa, o takdirde sevap ve azapta niteliğin de bir etkisi bulunmuş olmaktadır. Bu da, yaratılışla ilgili niteliklere iyi ya da kötü bir karşılık verileceğine dair bir delil olur.
Birinci görüşe sahip olanlar, ikinci görüş sahiplerinin delillerine şu itirazları ileri sürebilirler:
Birincisi hakkında şöyle diyebilirler: Sevgi ve buğzun mânâsı sevap ve azaptır dersek, o durumda sevgi ya da buğzun kişinin kudreti altında bulunmayan şeylere bağlanması mümkün olmaz.[55](Kişinin kudreti altında bulunmayan bu şeyler) onun üzerinde yaratıldığı nitelikleri ve varlığıdır.
İkincisi hakkında da şöyle diyebilir: Taksim daha fazla da olabilir. Çünkü sevgi ve buğzun, kula yönelik sevap ve azap dışında bir başka durum için bağlanmış olmaları pekâlâ mümkün olabilir. Bu da gidişatta (mecâri´1-âdât) güzel ya da çirkin olan bir şeyle muttasıf olması demektir.
Üçüncüye gelince bunun için de şöyle denilebilir: Fiiller niteliklerden ortaya çıkınca, kemal ya da noksanlık konusunda fiiller niteliklere uygun olarak meydana gelir.[56]Biz sanatın mükemmelliğinden sanatkârın da mükemmelliğini çıkarırız. Bunun aksi de sözkonusu-[ii9] dur. Dolayısıyla burada da durum aynıdır. Bu durumda sevap fiillere has olacak, farklılık da onların farklılığına yönelik olacaktır; niteliklerle ilgisi olmayacaktır. Maksat da budur.
Kısaca, bu konunun her iki tarafı da birbirine denk olmakta, bir taraf diğer tarafa üstün gelmemektedir. Konunun üzerinde daha geniş olarak durulabilir ama, burada bu kadarı yeterlidir, fazlasına ihtiyaç yoktur. Başarı ancak Allah´tandır. [57]
Beşinci Mesele:
Mükellefin gücü dahilinde olmayan konularda yükümlülük hakkında söz etmiş olduk. Geriye mükellefin gücü dahilinde olan fakat kendisine zor gelen yükümlülükleri incelemek kaldı. İşte burası da onun yeridir. Şâri´in takat üstü yükümlülük (teklîf-i mâ lâ yutak) getirmeyeceğine yönelik kasdımn bulunmasından, O´nun her türlü meşakkat içeren yükümlülüklerle kullarını mesul tutmayacağı gibi bir netice çıkmaz. Bu yüzdendir ki, daha önceki şeriatlarda takat üstü yükümlülük bulunmadığı halde meşakkat içeren yükümlülükler bulu-nabilmiştr. Öbür taraftan takat üstü yükümlülüğün olmayacağını sağduyu sahibi bir topluluk, hatta Eş´arı ve diğer mezheplerden olan âlimlerin çoğunluğu kabul etmişlerdir. Mutezile´ye gelince, zaten bu konu onların genel prensiplerinden olmaktadır. Güçlük içeren hususlarla yükümlü tutmak ise böyle değildir. Hal böyle olunca, bizim bu üstün şeriatımız nazarında durumun nasıl olduğunu incelemek gerekecektir:
Konuya girmeden önce "meşakkat" kelimesinin sözlük anlamı üzerinde durmamız gerekmektedir. Bir şey kişiyi yorduğu zaman
(^Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere yükleriniz taşırlar.) âyetinde [58]de aynı anlamda kullanılmıştır. Âyette geçen kelimesi "meşakkat" kelimesinden türetilmiş isim olmaktadır.
Meşakkatin bu anlamı, Arap dilindeki kelimenin vaz´i (konulusu) noktası dikkate alınmaksızın ele alındığında ıstılahı açıdan dört ihtimal (vecih) gerektirir:
(1)
Gücün yettiği ve yetmediği bütün hususlarda ânım olur. Bu durumda takat üstü yükümlülük (teklîf-i mâ lâ yutak) de meşakkat diye isimlendirilir. Çünkü insanın böyle bir yükümlülüğü yerine getirmeye çalışması, onu faydasız bir sıkıntı ve güçlük içerisine düşürecektir. Meselâ, kötürümün ayağa kalkmaya çalışması ve bu yüzden kendisini sıkıntıya sokması, insanın havada uçmaya çalışması vb. gibi. Güç dahilinde olmakla birlikte beraberinde tahammülü zor bir unsur da varsa, bu durumda o işe zor iş (şâkk), onu yerine getirmek için karşılanan yorgunluk, güçlük ve sıkıntıya da "meşakkat" denilir.
(2)
Sadece güç dahilinde olan ancak işlenmesi sırasında içerdiği güçlük sebebiyle nefsin huzurunu kaçıracak ve onu tedirgin edecek ölçüde günlük yapılagelen mutat zorlukların üstünde zorluk içeren şeylere has olması.
Bu kısım iki şekilde düşünülebilir:
(a) Meşakkatin, yükümlü kılınan fiillerin kendilerine has olması. Bu tür olan meşakkatler, fiil bir defa işlense bile hemen kendisini gösterir. Fakîhlerin ıstılahında meşhur olan ruhsatların tanındığı yerler işte bu türden olan meşakkatlerin bulunduğu yerlerdir. Yolculuk ve hastalık esnasında oruç, yolculuk sırasında (namazın) tamamlanması ve benzeri hükümler gibi.
(b) Meşakkatin, fiillerin özünde bulunmaması, ancak fiillerin küllî ve devamlı oluşlarından kaynaklanması ve bu itibarla da bir önceki şıkta sözkonusu olan meşakkate katılması. Bu sadece nafilelerde olur. Şöyle ki: İnsan her nasılsa kendi tahammülünün üstünde nafile bir ibadetin altına girer. Ancak devamla bundan yorulur ve usangaçlık gelir. Bu yüzden nefis üzerine (a) şıkkından olan amellerin bir defa işlenmesi durumunda ortaya çıkan meşakkatin benzeri bir meşakkat meydana gelir. İnsanın kendi nefsine karşı yumuşaklıkla davranması, nafile olarak üstlenilecek amellerin usangaçlık doğurmayacak bir ölçü ve miktarda olması istenilen saha işte bu kısım olmaktadır. Hz, Peygamber´in visal orucunu, elzem olmayan şeylere aşırı düşkünlük gösterilmesini, teljellüfe girilmesini yasaklaması, "Güç yetirebileceğiniz amelleri alınız (ki devamlı olsun). Çünkü, siz usanmadıkça asla Allah usanmayacaktır[59] "Ortayolu tutun, ortayohı tutun, ki (maksadınıza) ulaşasınız"[60] buyurması bu kısma bir işaret olmaktadır. Bu kabil haberler çoktur. Bu kısma dikkat çekmek için başka bir yer daha vardır. Bu küllîlik ve devamlılık arzeden bir durumdan kaynaklanan meşakkat olmaktadır. Birinci fa şıkkı) kısımda olan meşakkat ise cüzî bir durumdan doğmaktadır.
(3)
Sadece güç dahilinde olan ve nefse alışılagelen işlerde bulunan mutat yorgunluktan daha fazla bir güçlük getirmeyen durumlara hastır. Ancak böyle bir şeyle yükümlü tutulması teklif öncesine nisbetle alışılagelen şeyler yanında fazladan bir yük gibi telakki edilmekte ve nefse ağır gelmektedir. Bu yüzden de bu tür yükümlülüklere "teklif kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime sözlükte meşakkat anlamı içermektedir. Çünkü Araplar, bir kişiye ağır bir yük yükleyip onun yerine getirilmesini emrettikleri zaman, derler. Zorluğuna rağmen bir şeyi üstlenme durumunda da, eğer bir külfetle ona güç yetirebiliyorsa derler. Bu tür olan yükümlülükler de, bu açıdan bakıldığında, meşakkat diye isimlendirilirler. Çünkü bu tür yükümlülükler insiyatifin elden bırakılması ve dünya hayatının gerektirmediği fazladan bazı işlerin üstlenilmesi demektir.
(4)
Kendisinden önce olan şeyden zorunlu olarak ortaya çıkana[61] hastır. Çünkü teklîf mükellefi nefsinin arzularından çıkarmaktır. Arzu ve heveslere muhalefet etmek ise, başına buyruk insanlar için mutlak surette zor gelir ve bu yüzden bu tür kimselere sıkıntı ve meşakkat peyda olur. Bunun böyle olduğu halk içerisinde cereyan etmekte olan âdetlerde görülmektedir.
Böylece şıklarıyla birlikte ele aldığımızda meşakkatin beş kısımda ele alınacağı ortaya çıkmaktadır.
Birinci kısımdan olan meşakkatler usûl kitaplarında yeterince işlenmiştir ve daha önce biz de bu kısımla ilgili olarak açıklamalarda bulunduk.
İkinci kışıma gelince, bunu altıncı mesele olarak vereceğiz. [62]
Altıncı Mesele:
Sâri Teâlâ, getirdiği yükümlülüklerle kişilerin meşakkat
ve sıkıntıya sokulmasını istememiştir. Buna şu hususlar delâlet eder:
(1)
Bu konuda gelen nasslara örnekler: "O peygamber, ... onların ağır yüklerini indirir, zor tekliflerini hafifletir"[63] "Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibibize de ağır yükyükleme.RahbimizlBize gücümüzün yetmeyeceği şeyi taşıtma.[64] Hadiste ise: (Kulun bu duası üzerine) Yüce Allah: "(Tamam öyle) yaptım" buyurdu,[65] denilmiştir."[66] Yine Yüce Allah: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.[67] "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez[68] "Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır[69] "İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister[70] "Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesi-niz"[71] buyurur. Hadiste de: "Hanîflik ve hoşgörüye dayalı (bir şeriatla) gönderildim[72] "Hz. Peygamber, iki şey arasında muhayyer kılınmışsa, günah olmadıkça mutlaka daha kolay olanını tercih etmiştir[73] buyrulur. Burada "günah olmadıkça" diye kayıtlanmıştır. Çünkü günahın terkinde onun sırf bir terk olması açısından bir güçlük bulunmamaktadır.[74] Bu mânâda dahapekçoknass bulunmaktadır. Eğer Sâri´ Teâlâ meşakkati kastetmiş olsaydı, o zaman kolaylık ve hafifletmeyi murad etmiş olmaz, güçlük ve zorluğu dilemiş olurdu. Bu ise sakattır.
(2)
Ruhsatların meşruluğu sabittir ve bu konu gayet kesindir. Bunlar, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen konulardandır. Yolculuk sebebiyle namazı kısaltma, oruç tutmama, iki namazı birleştirerek kılma, zaruret halinde haram kılınmış şeyleri yeme ya da içme... gibi. Bunların mevcut ve meşru oluşu, güçlük ve meşakkatin mutlak surette kaldırılmış olduğuna kesin bir delildir. Aynı şekilde aşırılık, tekellüf, amellerin devamlılığını kesintiye uğratacak şeylere sebebiyet vermek gibi şeylerin yasaklanması da konumuza delil olmaktadır. Eğer Sâri´ Teâlâ teklifte meşakkat dilemiş olsaydı, o zaman ne ruhsat ne de hafifletme bulunmazdı.
(3)
Teklifte meşakkatin bulunmadığına dair icmâ´m bulunuşu. Bu durum, Şâri´in meşakkate yönelik bir kastının bulunmadığının bir delilidir. Eğer bulunsaydı, o zaman şeriat içerisinde çelişki ve tutarsızlık olurdu.[75] Böyle bir şey ise şeriattan uzaktır. Çünkü şeriatın yumuşaklık, hoşgörü ve kolaylık esası üzerine konulmuş olduğu sabit iken, diğer taraftan da onun konulması sırasında mükelleflerin sıkıntıya ve güçlüğe itilmesi gibi bir maksat bulunsaydı, o zaman birbirine zıt olan unsurların şeriat bünyesinde toplanması gibi onun münezzeh olduğu bir durum ortaya çıkardı.
Üçüncü türden olan meşakkate gelince bu da ayrı bir mesele halinde arzedilecektir; [76]
Yedinci Mesele:
Sâri Teâlâ´nm neticede bir nevi meşakkat ve külfet içeren şeyleri teklifte bulunduğunda şüphe yoktur; ancak bu gibi şeyler geçerli olan âdetlere nazaran "meşakkat" diye isimlendirilmemektedir. Nitekim alışılageldiği üzere insanların sanat ve meslek icrâsıyla hayatlarını kazanmak için çalışmalarına da meşakkat denilmemektedir. Çünkü bunlar mümkündür ve mutattır; içermekte oldukları külfet alışılagelmiş genel durumda insanı işten alıkoyacak ölçüde değildir. Hatta aklı başında ve gelenekleri bulunan insanlar hayatlarını kazanmak için çalışmayan kimseleri tembel diye isimlendirirler ve onları ayıplarlar. Teklifte bulunan ve mutat olan meşakkatler de aynı şekildedir.
Âdeten meşakkat sayılanla, meşakkat sayılmayanlar arasındaki farkişte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Bir fiili işlemeye devam etmek o fiilin tümden ya da kısmen bırakılmasına sebep olacaksa, o fiili işleyen kimsenin kendisi ya da malı üzerinde veya davranışlarında bir bozukluğun ortaya çıkmasına sebep olacaksa, bu durumda sözkonusu olan meşakkat mutat olan düzeyden fazla demektir. Eğer genel olarak bu zikrettiğimiz mahzurlardan birisine sebep olacak durumda değilse, o zaman sözkonusu olan külfet âdeten meşakkat sayılmayacaktır. Nasıl sayılır ki, bu dünyada insanın bütün halleri; yemesi, içmesi, diğer davranışları hep külfettir. Ancak kendisine bu külfetleri yenebilecek kudret verilmiş; kendisinin bu tasarrufların boyunduruğu altına girmesi istenmemiştir. Yükümlülüklerde de durum aynı şekildedir. Yükümlülüklerin ve onların içermekte oldukları meşakkatlerin (külfet) işte bu açıdan değerlendirilmeleri uygun olacaktır.
Bu nokta anlaşılmıştır sanıyoruz. Bir nokta daha var: Mutat ölçüde meşakkat içeren yükümlülükler, içermiş oldukları bu meşakkatlerden dolayı talep konusu olmuş değillerdir; aksine bunlar içerdikleri maslahatlar için istenilmiş olmaktadır. Buna delil, bundan Önceki meselede geçmişti.[77]
İtiraz: Geçen açıklamalar, teklifte meşakkate yönelik bir kastın bulunmadığına çeşitli açılardan delâlet etmez:
(a) Yükümlülüğün bizzat "teklif diye adlandırılması buna işarette bulunmaktadır. Zira teklifin asıl sözlük anlamı içerisinde külfetki meşakkat olmaktadır bulunan bir şeyin iste-nilmesidir. "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler.[78] âyetinin anlamı da: "Allah kişinin gücü yetmeyecek ölçüde kendisine zor gelen şeyleri istemez; O´nun istekte bulunacağı şey sadece âdeten gücü dahilinde bulunan şeylerle yükümlü olmasıdır" şeklindedir. Dolayısıyla meşakkatle yükümlü tutma sabittir. Emir ve yasağa yönelik kasdm bulunması, hiç şüphesiz meşakkatin de talep edilmiş olması neticesini de yanında gerektirecektir. Şâri´ce "teklîf´ diye isimlendi-rilmesinden de anlıyoruz ki, talep fiile, sadece bir meşakkat olması açısından bağlanmaktadır. Şu halde meşakkat, teklîf sırasında Şâri´ce dikkate alman bir husus olmaktadır. "Dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır[79] ve benzeri âyetler işte bu anlamda anlaşılacaktır.
(b) Sâri´ Teâlâ, ne ile yükümlü tuttuğunu ve yükümlü tuttuğu şeyden nasıl bir meşakkat doğacağını bilmektedir. Bilindiği üzere teklîf beraberinde meşakkat getirmektedir. Sâri´ teklifle birlikte ondan asla ayrılmayan meşakkatin bulunduğunu bilmektedir. Bu durumda Şâri´in, teklifte bulunmakla
ondan doğacak olan meşakkati de talep etmiş olması lâzım gelecektir. Çünkü prensip olarak, sonuç olan müsebbebi bile bile sebebin ortaya konulması, müsebbebin kasdedilmesi demektir. Bu meselenin açıklanması hükümler bahsinde geç-. misti. Dolayısıyla neticede Şâri´in meşakkate yönelik kasdı-nın bulunmuş olması gerekmektedir.
(3)
Meşakkat, kısmen de olsa, yükümlü olunan fiilin işlenmesi esnasında karşılaşılması durumunda, teklîf sevabından ayrı olarak sevap kazanılmasına sebep olabilmektedir. Meselâ: "Çünkü Allak yolunda susuzluğa yorgunluğa, açlığa uğramak, kâfirleri kızdıracak bir yeri işgal etm$k ve düşmana başarı kazanmak karşılığında onların yararlı bir iş ycfptıkları mutlaka yazılır. Doğrusu Allah iyilik yapanların ecrini zâyijetmez[80]"Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz"[81]âyetlerini Örnek olarak hatırlayabiliriz. Hadiste ise "mescide giderken fazla adım atılmasının daha sevaptı olduğu, sevabı en fazla olan kimsenin evi uzak kimse olduğu[82] "hoşlanılmadık ve sıkıntılı durumlar için abdestin hakkı verilerek alınmasının tavsiye edildiği"[83] bilinmektedir. Bu hususa: "Savaş hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı. İhtimal ki, hoşlanmadığınız şey sizin iyili-ğinizedir.[84]âyeti de işaret etmektedir. Çünkü savaşta en büyük meşakkat ve güçlükler bulunmaktadır. Hatta öyle ki Yüce Allah: "Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen mü´minle-rin canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır"[85] buyurmuştur. Benzeri daha başka âyetler de vardır.
Meşakkatler sırf meşakkat olmaları açısından normal yükümlülükten alınacak olan sevaptan ayrı olarak fazladan sevaba vesile olduğuna göre bu, onların da Şâri´ce gözönünde bulundurulmuş olduğuna delil olur. Eğer böyle olmaz ve Şâri´in meşakkate yönelik bir kasdı bulunmasaydı, o zaman onlara maruz kalmaktan dolayı bir sevap sözkonusu olmazdı. Nitekim yükümlü olunmayan ve mükellefin bizzat kendi tercihi ile ortaya koyduğu fiiller karşılığında herhangi bir sevap bulunmamaktadır. Nitekim bu konu mübâh bahsinde geçmişti. Bütün bunlar teklîf sırasında Şâri´in meşakkati de gözönünde bulundurduğunu, ona yönelik bir kasdının olduğunu gösterir. Bizim ulaşmak istediğimiz netice de işte budur.
Cevap: Birinci itirazı ele alalım: Teklifin mükellefe yöneltilmesi durumunda sözkonusu edilecek kasıt iki yönlü olabilir: (a) O yükümlülük, birmeşakkatolması açısından istenilmiş olabilir, (b) Oyüküm-lülük, içermiş olduğu mükellefe yönelik dünya ve âhiret için sözkonusu olan maslahatlar açısından istenilmiş olabilir. Bu ikincinin Şâri´in maksadı olduğunda en ufak bir kuşku bulunmamaktadır. Bütün serî veriler bunu dile getirmektedir. Nitekim daha Önce bu kitabın (ikinci cilt) başında bu konu üzerinde durulmuştu. Birincinin Şâri´ce kastedilmiş olabileceğini kabul etmiyoruz. Bir şeyde böylesine iki kastın bir arada bulunması gibi bir zorunluluk da yoktur. Meselâ, doktor hastasına acı ve tadı hoş olmayan ilaç içirmekle, damarını yarmak ve kangren olmuş organını kesmek suretiyle ona acı vermekle., onun acı ve ıztı-rap çekmesini değil, iyileşmesini, onun yararını kasteder. Gerçi bu [126] arada hastasının acı ve ıstırap çekeceğim bilir. Ama onun bu bilgisi, yaptığı bu işlerde1 onun acı ve ıztırap çekmesine yönelik bir kastının bulunduğu neticesini gerektirmez. Şâri´in mükellefe getirdiği yükümlüîükler de aynı şekilde değerlendirilir. O bu yükümlülükleri kulların meşakkat çekmeleri için değil, derhal ya da zaman içerisinde (ya da dünya ve âhirette) kendilerine ulaşacak menfaatler içerdiği için getirmiştir. Yükümlülüklerde onların içermiş oıduğu maslahatlara yönelik Şâri´in kasdı bulunduğunda zaten genelde icmâ vardır. Tartışma konusu sadece, aynı zamanda onların içermiş oldukları meşakkatlere yönelik bir kasdının olup olmadığı hakkındadır. Yükümlülüklere "teklif adı verilmesi, onlar esnasında ortaya çıkan şeyler itibarıyladır ve tamamen Arapların dili kullanış larındaki örflerine uyulmuştur. Çünkü onlar, iştikâkilminde de bilindiği üzere, bir şeyi her ne kadar kullanılışta ona yönelik bir kasıt olmasa da ondan meydana çıkan şeyler ile isimlendirirler ve bu mecazî bir kullanış şekli de değildir, bilakis lügat açısından vaz´î hakikat olmaktadır.
İkinci İtiraza Cevap: Sebebin işlenmesinden müsebbebin meydana geleceğini bilmek, her ne kadar mükellef hakkında ona yönelik bulunan bir kasıt yerine geçtiği sabitse de sadece bazı yönlerden kasıt yerine geçer. Bununla serî hükümlerde sözkonusu olan ve sebebiyet verme (tesebbüb) ile genelde mütecâvizkâr olması yönünden[86] bunun böyle olduğunu kastediyorum; yoksa meydana gelmiş nıefsedeti kastetmiş olması cihetinden o şekilde değerlendirilmiş değildir. Çünkü biz, onun sadece kendi çıkarlarını kastetmiş olduğunu kabul ediyoruz.
Mükellef (mefsedeti) kastetmiş olmayınca, bunun Şâri´in hakkı konusunda da böyle olacağı netice olarak ortaya çıkacaktır. Çünkü O, yükümlülükle bizzat maslahatı kastetmiştir, onun işlenmesi sırasında ortaya çıkan mefsedetlere yönelik bir kastı bulunmamaktadır. Bu konunun izahı daha önce hükümler bahsinde geçmişti. Bundan sonra mükellef bahsinde inşâallah daha etraflı bir şekilde üzerinde durulacaktır.
Hem sonra, şayet işlenmesi sırasında bazı mefsedetlerin de ortaya çıkmasına sebep olan bir yükümlülüğe yönelik kasıttan, şer´an mef-sedetin ortaya konulmasına yönelik bir kasdın bulunması gerekecek olsaydı, o zaman daha önce geçen ve şeriatın mefsedetlerin değil de sadece maslahatların temini için konulmuş olduğunu isbat eden delillerimiz bâtıl olmuş olacak, özel olarak da bu konuda Şâri´in aynı anda hem meşakkatin kaldırılmasını, hem de onların ortaya konulmasını istemiş olması gibi bir netice doğacaktı. Bu ise hem aklen hem da naklen muhal ve sakattır.
Sonra doktorun hastasına acı ilaçiçirmesi, kangren olan organını kesmesi, çürümüş dişleri çekmesi, cerahatli yaralan yarması, hastasına arzuladığı şeylerden perhiz vermesi... gibi durumlarda her ne kadar bunları yaparken hastaya acı vermiş olacaksa da onun iyileşmesine yönelik kasdının bulunmaması gerekmez. Çünkü onun maksadı, tedavi sırasında ister istemez ortaya çıkacak olan hastaya eza verme mefsedetine riâyette bulunmadan daha büyük ve güçlü olan bir maslahatın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Şeriatın tavrı da işte böyledir. Eğer teklif, mutlaka yapılması gereken bir durum arzediyorsa zorunlu olarak beraberinde meşakkatler getirse de getirilir. Çünkü tekliften maksat, sadece maslahat olmaktadır. Şeriatta getirilen bütün yükümlülükler hep bu şekilde olmaktadır. Şâri´in meşakkatleri defetmek istediği bilinmektedir. Bu durumda eğer içerisinde meşakkat içeren bir şey emretmişse, bizzat o meşakkate yönelik bir kasdı olmayacaktır. Zira eğer ona yönelik bir kasdının bulunacağım varsayarsak, o durumda Şâri´in meşakkatlerin defini istememesi gerekirdi. Bu itibarla, alışılagelmiş işler esnasında ortaya çıkan meşakkatler âdeten meşakkat olarak isimlendirilmemektedir.
Kısaca özetlemek gerekirse şöyle diyebiliriz; Alışılagelmiş (mutat) fiiller ile, bunların cinsinden olan fiiller ile getirilen yükümlülükler daha önce geçtiği gibi meşakkat içermezler. Yükümlülükler sırasında bazı güçlüklerin bulunacağını bilmekten, onların talep edilmiş olması, onlara yönelik bir kasdın bulunması gibi bir neticenin çıkması şöyle dursun; bu tür güçlükler "meşakkat" diye de adlandırılmaz.
Üçüncü İtiraza Cevap: Sözkonusu edilen sevap, meşakkatin vukuunun mücerred tekliften zorunlu olarak doğması ve yükümlü olunan fiilin ancak o meşakkate katlanılması yoluyla gerçekleşebilmesi açısından olmaktadır. Sadece bu açıdan bakıldığında meşakkat sanki istenilmiş (maksûd) gibi olmaktadır. Yoksa mutlak anlamda meşakkat kasdedilmiş değildir. Bundan dolayı da Sâri´ Teâlâ, normal yükümlülüğün sevabından ayrı olarak meşakkat karşılığında olmak üzere fazladan bir sevap vermektedir. Fazladan olarak bu sevabın verilmesi, meşakkat ve yorgunluğun bizzat istenilen bir şey olduğuna delalet etmez. Bunu şu da destekler: Meşakkatler karşılığında istenilen yükümlülükler neticesinde doğmasalar bile sevap meydana gelmektedir. Meselâ, bir insan başına gelen musibet ve felaketlerden dolayı sevap almakta ve bunlar onun günahlarına keffâret olmaktadır. Nitekim bu hususa şu hadis delâlet etmektedir; "Mü´minin karşılaştığı hiçbir ağrısızı, yorgunluk, üzüntü ve keder, hatta kendisine batan bir diken yoktur ki, Allah bunlar sebebiyle onun günahlarından affetmiş olmasın[87]Benzeri daha başka hadisler de bulunmaktadır.
Mubahta da aynı şekilde, şayet ondan yasak olan bir şeyin ortaya çıkacağı bilinecek olsa, bü durumda o yasağa yönelik bir kasdın bulunması gibi bir netice lâzım gelmez. Aynı şekilde o mubahtan zorunlu olarak ortaya çıkacak olan yasağa yönelik bir kasdın olmadığında ittifak edilir. Bildiği halde bir kasdının bulunmaması konusunda ise ihtilâf etmişlerdir. Bu konunun izahı inşâallah ileride gelecektir.
Fasıl:
Bu arzedilen açıklamalardan bir başka esas daha çıkar: Mükellef, sevabının büyüklüğüne bakarak yükümlülüğün içermiş olduğu meşakkate yönelik bir kasıt bulunduramaz; o sadece meşakkatin büyüklüğüne göre sevabı da artan ve bizzat yükümlülük konusu olan amele niyet etmek durumundadır.
Bu ikincisi, bütün amelî tekliflerin özelliği böyle olduğu içindir. Çünkü mükellef sadece sevap verilen amele niyet etmek durumundadır. Şâri´in o yükümlülüğü koyarkenki kasdi da işte bu olmaktadır. Şâri´in kasdma uygun olarak ortaya çıkan şey, bizzat istenilen netice olmaktadır.
Birinciye gelince; çünkü ameller niyete göredir, davranışlarda maksatlar dikkate alınır. Nitekim bu husus inşâallah yeri gelince belirtilecektir. Bunların muteber olması için mutlaka Şâri´in kasdına uygun düşmesi gerekmektedir. Eğer mükellefin yükümlülüğü yerine getirirkenki kasdı, içerdiği meşakkati ortaya koymaya yönelik ise, o zaman onun kasdı Şâri´in kasdına ters düşmüş olacaktır. Çünkü Sâri´ getirdiği yükümlülükte bizzat meşakkati dikkate almış değildir! Şâri´in kasdma ters düşen her niyet ise bâtıl olmaktadır. Dolayısıyla kulun meşakkate yönelik kasdı da bâtıl olacaktır. Şu halde o, yasaklanılan şey kabilinden olmaktadır. Hakkında yasak bulunan şeyin ortaya konulmasında ise sevap yoktur; aksine yasağın haramlık derecesine ulaşması durumunda günah vardır. Bu itibarla, meşakkate girmek kasdıyla sevap isteğinde bulunmak, Şâri´inkasdıyla çelişki arzetmek-tedir.
İtiraz: Bu Sahîh´te bulunan şu Câbir hadisine ters düşmektedir. Şöyle ki: Mescidin etrafında boş yer vardı. Selemeoğulları Mescid´e yakın bir yere taşınmak ve yerleşmek istediler. Bu haber Hz. Peygamber´e ulaştı. Bununüzerineonlara^Sizin mescide yakın bir yere yerleşeceğiniz haberi bana ulaştı, öyle mi " diye sordu. Onlar: "Evet, Yâ Rasûlallah! Biz bunu istedik" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber onlara iki defa tekrarlayarak: "Ey Selemeoğulları! Yurdunuzu bırakmayın, (Mescid´e atacağınız adımın) izleri yazılsın" buyurdu. Bir başka rivayette: "Bizim yurdumuzdan ayrılmış olmamız bizi sevindirecek değildir" demişlerdir. Câbir´de gelen başka bir rivayette de, o şöyle anlatmıştır: Bizim yurdumuz Mescid´den uzakta idi. Evlerimizi satmak ve Mescid´e yakın olmak istedik. Hz. Peygamber bizi bundan alıkoydu ve: "Sizin için her adım karşılığında bir derece vardır" buyurdu.[88]
İbnu´l-Mübârek´in zühde dair kitabında da (Rakâik) Ebu Musa el-Eş´arî´den şöyle nakledilmiştir: Bir defasında denizde yelken açmış bir gemi ile yolculuk yapıyordum. Bir adamın şöyle dediğini duyduk: "Ey gemi yolcuları! (Oruç için) kalkın." Bunu yedi kere tekrar etti. Ona: "Bizim ne halde olduğumuzu görmüyor musun " dedik. O yedinci defasında: "Vallahi Allah´ın kendisi üzerine yazdığı bir va´di (kazası) vardır: Kim dünya hayatında sıcak bir günde nefsini Allah için susatırsa, kıyamet günü onu kandırması Allah üzerine bir hak olmuştur" dedi. Bundan sonra Ebu Musa çok şiddetli sıcak gttnleri kovalar ve o günlerde oruç tutardı.
Şeriatta bu türden olup, mükellefin ibadetlerde ve diğer yükümlülüklerde nefsini zora koşmaya yönelik kasdırun sahih olduğuna ve bundan dolayı da sevap alacağına delâlet eden veriler bulunmaktadır. Mescid´e yaklaşmak amacıyla yurtlarından ayrılmayı isteyen sahâbî-lere Hz. Peygamber çok adım atmada çok sevap bulunduğu için yerlerinde kalmalarını emretmiştir. Bunların durumu şuna benziyor: Bir adam ki işleyeceği bir amelin iki yolu bulunmaktadır. Bunlardan biri kolay diğeri ise zordur. Zor olan yolla onu ortaya koyması emrolunmuş ve bundan dolayı da sevap alacağı va´dinde bulunulmuştur. Hz. Peygamber´in onları düşüncelerinden alıkoyması, yurtlarında kalmalarında (ve meşakkate göğüs germelerinde) daha fazla ecir bulunduğuna onların dikkatini çekmek için olmuştur.
Allah´ın velî kullarının hallerini düşün. Bunlar Rablerine kulluk yolunda güçlerinin en son yeteceği noktaya kadar çaba sarfetmeyi esas olarak kabul etmişlerdir. Hatta her konuda azimetleri almak, ruhsatları ise terketmek onların en önemli bir prensibi olmuştur. Bütün bunlar arzettiğiniz hususlarla ters düşmektedir. Sahîh´te de Übey b. Ka´b´dan şöyle rivayet edilmiştir: Ensardan birisinin evi, Medine´de bulunan evlerin en uzağı idi. Hz. Peygamber ile birlikte hiçbir namazı kaçırmıyordu. Kendisine: "Ey Falan! Keşke bir eşek alsaydın, ayağını yakıcı sıcaktan ve haşerâttan korurdu" dedik, O: "Vallahi, evimin Hz. Peygamber´in evi ile bitişik olması hoşuma gitmezdi" diye cevap verdi. Câbir diyor ki: "Bu sözü işitince çokağırıma gitti ve Hz. Peygamber´e gelerek durumu kendisine bildirdim. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu çağırttı ve adam ona da aynı cevabı verdi ve kendisinin attığı her adımdan bir sevap beklediğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber : ´Şüphesiz senin için umduğun şey olacaktır´ buyurdu."[89]
Cevap: Evvela, itiraz sadedinde zikredilen bu hadisler şahsa özet uygulamalarla (kadiyyetu ayn) ilgili vâhid haberlerdir.[90] Bunlardan kesin bir genellemeye (istikra) gidilmesi mümkün değildir. Zannî olan şeyler katı olanlar karşısında varlık gösteremezler. Bizim üzerinde durduğumuz şey, kati olan şeyler türündendir.
İkinci olarak: Bu hadislerde, bizzat meşakkatin kendisine yönelik kasdın bulunduğuna bir delâlet bulunmamaktadır. Birinci hadisin açıklanması bizzat Buhârî´nin rivayetinde bulunmaktadır. Çünkü o bu hadisin rivayetinde: "Hz.Peygamber.Medine´nin o taraftan (düşman tecavüzüne karşı) boşalması ve savunmasız hale gelmeşinden endişe etti" şeklinde ilave bulunmaktadır. Mâlik b. Enes´ten, önce Akîk´e sonra da oradan Medine´ye iner olduğu rivayet edilmiştir. Kendisine Akîk´e indiği zaman: "Akîk´e niçin iniyorsun ÇünküMeseid´e uzaklığı zor oluyor" diye sorduklarında: "Bana ulaştığına göre, Hz. Peygamber AMk´i sever ve oraya gelirdi.[91]demiştir. Ensardan bazıları oradan Mescid´in yakınına bir yere taşınmak istemişlerdi. Hz. Peygamber onlara: "Adımlarınızdan seuap ummaz mısınız " buyurdu. İmam Mâlik, Hz. Peygamber´in "Adımlarınızdan seuap ummaz mısınız " sözünü, yürüme sırasında karşılanılacak güçlük sebebiyle değil, taşınılacak yerin üstünlüğünden dolayı[92] söylemiş olduğu mânâsını çıkarmıştır.
İbnu´l-Mübârek´in naklettiğine gelince, eğer senedi sahihse o zaman o, sahâbî fiili olmak üzere bir delil olacaktır. Bununla birlikte onda, daha büyük sevabın, kendisine ibadet meşakkati daha ağır gelen kimseler için sabit olduğu da bildirilmektedir. Hoşlanılmadık şey ler karşısında abdest alınması, cihadda susuzluk ve yorgunluğa maruz kalınması gibi. Şu halde Ebu Musa´nın sıcak günlerde oruç tutmayı tercih etmesi, namaz, sadaka gibi nafile ibadetler varken daha zor olan cihadı tercih eden kimsenin durumuna benzemektedir.[93] Yoksa sevap kazanmak için nefsini işkenceye sokma kasdı sözkonusu değildir. Bunda, sadece meşakkati daha çok olduğu için, o derecede sevabı da daha büyük olacak olan bir ibadetin altına girmek kasdı bulunmaktadır. Bu kasıtta meşakkat, asıl değil tâbi olmaktadır. Konumuz ise, meşakkatin kasıtta tâbi kıhnmaksızın esas alınmasıyla ilgilidir. Ensardan olan sahâbî ile ilgili hadiste de, kendisini eziyet ve işkence altına sokma kasdı bulunduğuna dair bir delâlet yoktur. Onda bulunan delâlet sadece, sevabın büyük olması için mescidin uzaklığın, dan doğan meşakkate sabır kasdımn bulunması hakkındadır. Bu anlamda olan diğer rivayetlerde de durum aynıdır.
Evliyanın halleri ile ilgili olarak öne sürülen itiraza gelince, onların maksatları kendi nefislerinin hazlarına yönelik düşünceleri tamamen atarak sırf Mabûdlarının hakkını yerine getirmektir. Bunların davranışlarında, sadece nefislerini işkence ve sıkıntı altına sokmayı meşakkatlere göğüs germeyi kastettiklerini söylemek geçen ve inşâaallah ileride gelecek deliller sebebiyle doğru değildir.
Üçüncü olarak: İtirazda kullanılan delil, Hz. Peygamber´in ruhbanlığa Özenmek suretiyle nefislerini güçlük ve sıkıntıya sokmak isteyen kimseleri bu düşüncelerinden alıkoyması delili ile tearuz teşkil etmektedir. Bilindiği gibi ashaptan bazıları aşırılığa düşmüşler ve biri, ben her gün oruç tutacağım ve hiçbir günümü oruç-suz geçirmeyeceğini, demiş; bir diğeri, ben her geceyi ibadetle geçireceğim ve hiçbir zaman uyumayacağım, demiş; bir diğeri de, ben ise hiçbir zaman kadınlarla beraber olmayacağım... demişti. Hz. Peygamber onların bu tutumunu tepki ile karşılamış ve kendisinin bütün bunları yaptığından söz etmişti. Sonunda da "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir" buyurmuşlardı.[94]Başka bir hadiste de: "Hz. Peygamber Osman b. Maz´ûn´u ruhbanlık hayatından alıkoydu. Eğer ona bu konuda izin verseydi, kendimizi hadım ettirirdik"[95]denilmektedir. Hz. Peygamber,güneş altında ayakta dikilerek oruç tutma adağında bulunan kimseye, orucunu tamamlamasını, fakat güneş altında ayakta dikilmemesini emretmiştir [96]Bir başka hadislerinde ise:"Aşırılık gösterenler helak oldu"[97]buyurmuşlardır. Onun zorlaştırma ve aşırılık göstermeyi yasakladığı şeriatta meşhurdur; hatta bu şeriatta kesin bir prensip halini almıştır. Şâri´in insanları sıkıntıya sokmaya yönelik bir kasdı bulunmadığına göre, mükellefin böyle bir kasdı Şâri´in kesin olarak bilinen kolaylaştırma ve hafifletme kasdı ile çelişmiş olacaktır. Mükellefin kasdı-nın Şâri´in kasdı ile çelişmesi durumunda, onun kasdı bâtıl ve doğru olmayacaktır. Bu gayet açıktır. Başarı ancak Allah´tandır.
Fasıl:
Geçen açıklamalardan bir esas daha çıkar: O da şudur: İşlenmesine izin verilmiş fiiller ki vâcib, mendub ya da mubah olabilirler eğer bir meşakkate sebebiyet verirlerse, bakılır: Bu meşakkat ya bu gibi fiillerde mutat olan türden olur; ya da mutat türden olmaz. Eğer mutat türden ise, bu konu üzerinde durmuş olduk ve o fiillerin içermiş oldukları meşakkat dolayısıyla istenilmediklerini gördük. Eğer meşakkat mutadın üzerinde ise, o durumda bu tür meşakkatin de Şâri´ce kastedilmiş olmayacağı öncelikli olarak bilinir. Bu durumda bakılır: Bu meşakkatler ya kulun bizzat kendi fiili ve iradesi sebebiyle meydana gelmiştir; ya da öyle değildir.
Eğer kulun kendi fiili ve iradesi sebebiyle meydana gelmişse, aslında bu şer´an yasaktır ye şeriatta böyle bir meşakkat içeren fiille Allah´a kullukta bulunma gibi bir şey yoktur. Çünkü Yüce Allah, işlenil-mesine izin verdiği fiillerde güçlük ve sıkıntı (haraç) murad etmemektedir. Buna, güneş altında ayakta dikilerek oruç tutmayı nezreden kimsenin durumunu Örnek verebiliriz.[98] Bu yüzdendir ki İmam Mâlik, Hz. Peygamber´in ona, orucunu tamamlamasını, oturmasını ve gölgelenmesini emretmesi hakkında şöyle demiştir: "Hz. Peygamber ona, Allah için tâatolan şeyi tamamlamasını emretti, Allah için masiyet (günah) olan şeyi de ona yasakladı." Çünkü Yüce Allah, nefislere işkence edilmesini, ne kendisine yaklaşılacak bir yol, ne de kendi katında bulunan şeylere ulaşılabilecek bir vasıta kılma-mıştır. Bu açıktır. Ancak bu yasaklama, meşakkate, işe girmesi sebebiyle maruz kalması yoluyla değil, onu kendi üzerine doğrudan getirmesi durumu şartına bağlıdır. Aynen misâlde olduğu gibi. Bu konuda hüküm açıktır.
Ama, meşakkat amele tâbi durumda olursa, meselâ mutadın Üzerinde bir meşakkat altına girmeksizin oruç tutamayacak veya ayakta namaz kılamayacak bir hastanın, yürüyerek ya da binerek hac yapamayacak bir hacı adayının durumunda olduğu gibi, işte bu tür meşakkatler, Yüce Allah´ın haklarında "Allah sizin için kolaylık diler, zor-lukdüemez"[99] buyurduğu kısımdan olmaktadır ve bu kısım hakkında ruhsatlar meşru kılınmıştır.
Ancak, böyle bir meşakkatle karşı karşıya kalan bir kimse, ruhsatla amel ederse; tamam, bunahakkı vardır ve bunu sırf kendi nefsinin bir hazzı olarak yapmış olabileceği gibi, Rabbi tarafından gelen bu izni kabul etmiş olmak için de işlemiş olabilir. Yok ruhsatla amel etmeyecek olursa, o zaman karşımıza iki durum çıkar:
a) Kesin ya da zan ölçüsünde nefsine, bedenine veya aklına ya da davranışlarına bir bozukluk arız olacağını ve bundan da sıkıntı ve güçlük duyacağını bilmesi ve bu yüzden de o amelden hoşlanmaması. Bunun mükellefle ilgisi yoktur. Bu durumu kesin ya da zan ölçüsünde bilmese, fakat amele başlar başlamaz bunların kendisi için ortaya çıkması durumu da aynıdır Bunun hükmü kendisini tedirgin eden şeyi yapnıamasıdır ´yolculuk sırasında oruç tutmak, iyilik ve takvadan değil, dir"[100]buyruğu bu gibi durumlarla ilgili olmaktadır. Hz. Pey-gamber´in, yemek hazırken veya sıkışık vaziyette iken namaz kılmayı yasaklaması, "Kadı, öfke halinde iken hüküm veremez"[101] buyurması ve, tam hakkı verilerek işlenemeyecek amellere girişilmesini yasaklayan benzeri diğer hadisleri bu meyanda Örnek olarak hatırlayabiliriz. Çünkü Şâri´in kasdı,
kulun fiilinin her türlü şaibeden uzak olarak korunması ve onların sürekli kılınması olmaktadır. Böylece kulun yükümlülük ilmeğine girmesinin, onun en müsait bir zamanında olmasının temini amaçlanmıştır.
b) Kendisine böyle bir zararın gelmeyeceğini kesin bilgi ya da zan ölçüsünde bilmesi; bununla birlikte amelde mutadın üstünde bir meşakkatin bulunması. Bunlar hakkında da genelde ruhsatlar meşru kılınmış olmaktadır. Bu konudaki tafsilat[102] hükümler bahsinde ele alınır. Burada dikkate alınan illet (gerekçe) şudur: Aşırı meşakkat, sıkıntı doğuran bir şeydir; hatta meşakkatin bizzat kendisi zaten sıkıntı ve güçlük (haraç) demektir. Kişi bunlara, her ne kadar sabır ve tahammül gösterebilirse de, bunlar aslında âdeten sabır ve metanet gösterilemeyecek ölçüde olan meşakkatlerdir. Bu itibarla dikkate alınırlar.
Ancak burada bir üçüncü durum daha karşımıza çıkmaktadır:[103]Bu kısımda da meşakkat mutat değildir, ancak bazı insanlara nisbetle mutat gibi bir hal almaktadır. Böyle olan nice şeyler vardır. Çünkü kendisini Allah´a adamış ve uzlete çekilmiş, yükümlülükleri yerine getirme konusunda bütün gayretlerini ortaya koymuş âbidler ve hâl ehli böyle bir özellik kazanmışlardır ve üstlendikleri tâat yolunu (ağırlığına rağmen) göğüslemişlerdir. "Sabır ve namazla Allah´a sığınıp yardım isteyin. Huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir[104]"vetini ele alalım. Dikkat edilirse bu âyette namazın mükellefe ağır |en bir yükümlülük olduğu belirtilmiş, ancak bundan huşu sahipleri istisna edilmiştir. Bu huşu sahipleri ki, onların önderleri bizzat Hz. Peygamber olmaktadır. Onun için namaz gözaydmlığı idi; öyle ki dünya meşgaleleriyle yorulduğu zaman dinlenmekiçin namaza sığınırdı; ayakları uyuşuncaya kadar kıyamda dururdu. Onun hali böyle olunca, elbette onun varisleri durumunda olanlar da onun bu özelliklerinin bereketinden bir şeyler elde edeceklerdir.
Bu kısım,[105]üzerinde biraz daha fazla nefes tüketmeyi gerektiren bir konu olmaktadır. Çünkü bu konu, şeriatta güçlü temelleri bulunmasına rağmen ihmal edilmiş ve onun üzerinde söz eden az olmuştur, [ise]