- Semih Kaplanoğlu

Adsense kodları


Semih Kaplanoğlu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
admin
Fri 29 June 2012, 07:42 pm GMT +0200
Semih Kaplanoğlu: ‘Her filmin rüya gibi tabire ihtiyacı var’
Elif TUNCA • 63. Sayı / SİNEMA


İnternet sitenizde “Yusuf Üçlemesi'nin Hz.Yakup'la oğlu Hz.Yusuf'un perspektifinden, rüyaların rehberliğinde ve korkuyla-ümit perspektifinden analiz edilmesini isterim ve ümid ederim” diyorsunuz. Üçleme sadece Hz. Yusuf kıssasının modern bir yorumu değil. Bu meseli/meseleyi nasıl dönüştürdünüz?

Babayla oğul hikâyesinde ya da bu dünyada yaşadığımız ayrılığın hikâyesinde oğulun, babayı arayışı var. Bugüne adapte ettiğimizde oğulların baba arayışını; uzak düştüğü doğayı, geleneği, kadim bilgileri aramak olarak düşünebiliriz. Bunların günlük hayatımızdan kalkmasıyla ruhlarımızın savrulduğunu, nihilizme düşüldüğünü, boşluk duygusuna gark olduğumuzu hissettirmeye çalıştım. Benim için o kıssanın böyle bir yorumudur Yusuf üçlemesi. Geleneğimizde de şerhler, yorumlar var çünkü her çağın yorumu aslında gelenekle bugünü birleştirir ve bugünün sıkıntısına çare arar. Ben de sanatın bunu yapabileceğini düşünüyorum.

Üçlemenin tarzından bahsederken ‘manevi gerçeklik’ tanımını kullanıyorsunuz. Bu İranlı yönetmen Mecid Mecidî’nin ‘fıtrat sineması’ tanımının karşılığı mıdır?

Evet, çok yakın şeyler. Kast ettiğim şu; sadece maneviyat alanını ele alırsak bu, fantastik bir noktaya gidebilir. Gündelik hayatla bağlantısını kurmak zorundayız. Bize öğütlenen de odur. Bu dünyadan vazgeçmek değil bu dünyayla o alanı paralel götürmek. Günlük, gerçek olanla ruhsal, manevi olanın hemhal olması, biraradalığı. O yüzden bu tanımı yaptım. Ancak bu arada sinema dili anlamında, Mecidî’yi çok sevmekle beraber, Abbas Kiyarüstemi’nin tarzını daha yakın bulduğumu söyleyebilirim.

Zaten bir fark var. Mecidî’nin karakterleri bir amaç için uğraşır ve başaramazken kader, onları bambaşka bir yoldan amaçlarına ulaştırır. Oysa Yusuf sürekli kaderle bir ‘inatlaşma’ halinde, hep ters yöne sapıyor.

Doğru. İnsan küllî iradenin her an farkında olmaz. Zaten genellikle de unutur ve kendi küçük hayatımız içinde hareket eder, dünyayı da böylece sınırlarız aslında. Halbuki dünya bizimle sınırlı değildir. Bir yandan da bir şairi anlattığımız için sanatçının kaderle ya da hayatla mücadelesi söz konusu olabiliyor tabii.

Yusuf’un mücadelesi bir kırmızı kurdele (başarı) bir de beyaz kurdele (aşk) için. Yumurta’yı düşününce pek de başarılı olamamış galiba?

Zor soru! Bence kırmızı kurdeleyle derdi hep devam etti; herkeste olan başarı hırsıyla. O bence beyaz kurdeleyle ilişkisini de daha zor hale getirmiş olabilir. Ve kırmızı ya da beyaz kurdeleyle ilişkisinde Yumurta’dan sonrasını ben de bilmiyorum hakikaten. Bir de birden durup dışarı baktığında gök gürler, yağmur başlamıştır. O bakış bence Süt’ü de Yumurta’yı da Bal’ı da geçip çocukluğuna gider. Ama sanki kendiyle barışmada attığı ilk adım, kaçmaktan vazgeçip küllî iradeye kendini bırakmak gibi bir şey var.

Bir de Yusuf ne zaman –kelimenin hem ilk anlamı hem de mecaz anlamıyla– kaybolsa rüyaya sığınıyor; filmin finali de öyle. Rüyanın da nübüvvetin cüzü olduğundan hareketle kayboluşuna dair tâbirleri rüyasından mı devşiriyor? Ya da çok mu fazla yorum getiriyoruz?

Hayır, dediğin doğru. Sonuçta senin soruların da bir tabir. Ve her film, tâbire ihtiyaç duymalı. Ancak o zaman sinema, rüyadaki karşılığını bulur. Filmin başında Yusuf “Bir rüya gördüm” diyor babasına; “Bir ağaç var, altında duruyorum, yıldızlar…” derken baba susturuyor. Finalde anlattığı şekilde uyurken buluyoruz çocuğu. Bunu ben şunun için yaptım: O rüya, anlattığı rüya, uykuya dalış, uyandığında başka bir aşamada, tekrar uyandığında başka bir aşamada... Her filmin de rüya gibi tabire ihtiyacı var. Rüya tabiri geleneği var, bunun üzerine yüzlerce cilt yazılmış ve her kuşakta yeni tabirler var. Çünkü devir değişiyor, yeniden yorumlanıyor. Aslında bütün bir medeniyetin rüyalarının kaydının tutulduğunu düşün, böyle bir meselemiz de olmuş. O yüzden yaptığımız işlerin gelenekle böyle bir bağlantısı olduğunu da unutmamak gerek.