- Semerkanda Dair

Adsense kodları


Semerkanda Dair

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Sat 17 September 2011, 06:47 am GMT +0200
Semerkand'a Dair


Mayıs 2007 101.SAYI


Sabahattin AYDIN kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.

Semerkand’a dair hepimizin ayrı bir hikayesi var kuşkusuz. Uzun zaman oldu. Çok ele değdi, çok göze değdi Semerkand.

Dile kolay, 100 ay geride kalmış, 8 tam yıl, bu dokuzuncusu… Biz, bu 8 yılı en başından beri Semerkand’la iç içe yaşayanlar için, yani işin “mutfak” tarafındakiler için hiç şüphesiz hikaye daha yoğun, daha manalı. Bu bir ayrıcalık olarak görülebilir tabii. Fakat nimet ve külfet ilişkisi burada da geçerli.

Daha proje aşamasından beri bu derginin editörü olarak zaman zaman daha önceki iş hayatımı özlediğimi itiraf etmeliyim. Çünkü Semerkand Dergisi’ni hazırlamak,Semerkand’da bulunmak bir “iş”ten çok daha ötede bir durum oldu bizim için. “Bu tarz işler sevilmeden yapılmaz” gibi yavan bir genelleme ile açıklanmayacak kadar güçlü, yoğun, kuşatıcı bir ilişki doğdu, öyle devam etti. Bunun sebebi, okuyucularımızın büyük çoğunluğunun anlayacağı üzere, masumiyet, güzellik ve mükemmellik adına ne biliyorsak hepsini Semerkand’ın atıfl arı üzerinden düşünüyor olmak. O zaman gördüğünüz ufacık bir hata canınızı yakıyor, sıradan bir sorun bütün tadınızı kaçırıyor. İşte bu yüzden diyorum; bazen eski işimi özlüyorum.

Semerkand’la irtibatın söz konusu olduğu yerde meslekten, iş hayatından söz etmek hakikaten hayli sığ kalıyor. Buna başka bir isim bulmak lazım. Diyorum ki, bu olsa olsa bir gönül ilişkisidir. Böyle olduğunu teyit eden pek çok hatıra bir anda sökün ediyor şimdi bunları söylerken.

Semerkand daha bir proje olarak konuşulurken Ankara’da Kumrular sokaktaki ufacık daireye her Cuma o 10-15 kişilik grubu getiren şey başka ne olabilir? Onlar, o her biri başka bir işyerinden çıkıp gelen o güzel arkadaşlar en küçük bir menfaat için orada bulunuyor olsalardı, işler müesseseleştikten sonra peşini bırakmazlardı. İş yazma çizme aşamasına gelince görevlerinin tamamlandığını düşündüler ve bir daha gözükmediler. Semerkand’ın sessiz, isimsiz hizmet neferleri arasına katıldılar. Fakat onların adanmışlığı hep bu derginin damarlarında dolaştı. Nasıl da Hızır mizaçlı kardeşlerdi onlar…

1998 yılının yaz aylarıydı, bir akşam Feyzullah Bey eve gelip dergi projesini ilk anlattığında. Model olarak küçük yerel bir dergi vardı. Onun biraz daha hallicesi tahayyül ediliyordu. Ama buna razı olmak zordu. Odunun bile eğrisini dergâha yakıştıramayan hassasiyetin hâlâ yaşadığını bu kez bir başka sevdalılar grubu kanıtlayacaktı. Yine bir akşam çıkıp geldiler onlar, Adakale sokakta, yine küçük ama bacasından muhabbet tüten o ışıklı büroya…

Sevgili Atilla Pamirli… Bilgi ve tefekkür ve aksiyon ve istikamet ve muhabbet ve sanat ve ahlâk ve mizah ve daha nicesi birden nasıl bir araya gelirmiş, gösterdin. Sevgili Ümit Bursalı ve Akif Güler… Bu işin temel ilkelerini, hassasiyetlerini algılamada, yaptıklarımızın uygunluğunu tespitte sizin elinize kim su dökebilir? Sonra, bir kader ortaklığına dönüşen iş arkadaşlığı, her boşluğu doldurmak için çırpınan Zekai Şengün…Ve Sevgili Bülent, dünya ve ahiret kardeşim, gelişini unutamam, bir kış günü seni aramıza katana binlerce hamdü senalar… İşte bu hem mahareti hem muhabbeti dillere destan ekibe nasıl bir teşekkür kifayet eder?

Semerkand yepyeni bir damardı. Tarafı bilinen, fi kirleri zaten tedavülde olan isimler yerine yeni yazarlar bulmalıydık. Hep birlikte bir ateşi üfl emeli, yeni bir ocak yakmalıydık. Nefesimiz yetecek mi diye düşünürken katılıveren, el veren Dilaver Selvi, Mustafa Necm (Mehmet Işık), Arif Gezer, Faruk Gürbüz, Muzaff er Taşyürek, İbrahim Tozlu, Ali Kaya, Mustafa Bahadıroğlu ve diğer ilk kuşak yazarlarımız… Bugünkü kültürle irtibatı hayli incelmiş konulara yeni bir dille hayat vermek için birlikte çektiğimiz sancılar… Bütün bunlar ancak aşkla yapılabilirdi. Ve işlerin diğer kademelerinde yer alanlar; Ayhan Koçak, Mustafa Öztürk, İsmet Ağabey, Ersan ve diğer bütün dostlar da hep birlikte yüreklerini ortaya koydular.

Sonra, tanıtım dağıtım organizasyonları için şehirleri dolaşmaya başladığımızdahep birlikte bizimle aynı hayalin cazibesine kapılmış yüzlerce binlerce insan gördük. Onlar da gönülleriyle oradaydılar. Yoksa daha çıkmamış bir derginin 60 bin tirajı olabilir miydi? İnanamamıştık.1999’un Ocak ayında ilk sayıyı 40 bin basıp gönderdik. Fakat talep devam ediyordu. Emsali var mıdır bilmem, on gün içinde iki baskı daha yapıp 60 bine tamamladık.

Derginin ilk zamanlarında bir toplantıda, tanıtımlarda kullanmak üzere Semerkand’a bir slogan aramıştık. Dönüp dolaşıp “gönül dergisi” lafına takıldıydık o zaman. Yanılmıyorsam Atilla Pamirli’nin teklifiydi bu. Şimdi 8 yıl sonra 101’inci sayıda bunları yazarken bu derginin damarlarında dolaşan kanın ne olduğunu yeniden, bir kez daha fark ediyorum. Evet, bu bir gönül dergisi, bir muhabbet dergisi.

Derginin sorumluluk mevkiinde ismim geçiyor ama hiçbir zaman kendimi dergi adına teşekkür makamında görmedim. Ama teşekkür borcum var. Kendim için,bana kattıkları şeyler için. Bu muhabbet sofrasını kuranlar en başta olmak üzere birlikte diz kırıp oturduğumuz gönül dostlarına… İyi ki kader beni sizinle buluşturdu. Size minnettarım.

Semerkand Kaygıları

Dinî yayıncılık pek çok açıdan sorunlu bir alan olarak görülebilir. En başta, yayıncılığı bir sektör, yayınları bir tüketim unsuru olarak gören modern kültür içinde “istikamet” sorunundan söz etmek gerekir. Bu sorunun iki veçhesi vardır. Birincisi dinin ana kaynağına uygunluk, ikincisi samimiyet...

Kısaca meselenin bu iki yüzüne biraz daha yakından bakalım:

Dinî yayınların temel kaynaklara uygunluğu yeni bir sorun olarak görülmeyebilir aslında. Fakat modern tüketim oburluğu, aynı zamanda hızlı işleyen üretim çarkı demektir ve bu çark hızlanarak döndükçe yeterli birikime sahip olmayan, paraya ve şöhrete tutkun pek çok yazar da sürece katılmaktadır. Bu kişiler genellikle yazıp çizdikleri konularda ne yeterli birikime ne de yeterli fi kre sahiptirler. Yazdıkları metinler yayınlanır, çünkü sofraya sürekli yeni şeyler koymak gerekir. Sonuçta, üretilen dinî içerikli yayınların önemli bir bölümü temel İslâmî kriterlere göre yanlış ya da hatalıdır.

Bu noktada, edebî alanlarda olduğu gibi dinî yayıncılıkta bir eleştiri mekanizması arıyor insan. En azından yayın tanıtımlarının, ele aldığı kitaptaki sorunlara da işaret etmesi beklenir. Fakat ne yazık ki bizde tanıtım yazıları içeriden parametrelere göre değil, ticarî kaygılara göre kaleme alınmaktadır. Bunları yazanların önemli bir bölümü ehil de değildir zaten.

Bu yanlış ve hatalı yayınların, temel dinî eğitimini almayan, dini merkezî konumundan uzaklaştırmış, marjinalleştirmiş bu toplumda nelere mal olduğunu görmek zor değil.

Samimiyet konusuna gelince, yeterli bilgi birikimi ve tefekkür düzeyi mümin bir dil kurularak aktarılmadığında, dini yakınlaştırıcı olmaktan çok yabancılaştırıcı olmaktadır. Özellikle ilahiyatçıların bu konuya yeterli özeni göstermemeleri toplum üzerinde bir tür “oryantalist” etki yapmış, en temel İslâmî konularla müslüman halk arasında görülebilir bir mesafe doğmuştur. Bu noktada tasavvuf dilinin her çağda ve kültürde kendini yeniden üreten etkisini hatırlamak gerekir. Bu etkinin efsunu hiç şüphesiz dinin derunî tecrübesine yaslanan samimiyettir.

Semerkand Dergisi dinî bir yayın olarak, bilgi ve fi kir yetkinliğini iki kaynağa birden yaslanarak sağlamaya çalışıyor. Bir taraftan medrese geleneğinin sağladığı bilgi ve yaklaşım, diğer taraftan İslâmî referanslara bağlı çağdaş tefekkür… Bu ilk akla geleceği üzere bir sentez değil. Sadece pergelin bir ayağını sağlam bir merkeze koyarak geniş bir alanı ihata etme çabası. Biz Ehl-i Sünnet anlayışa tavizsiz bir bağlılıkla İslâm’ı bugünkü hayata taşımak istiyoruz.

Dinî yayıncılığın son derece önemli sorunlarından biri de dildir. Burada sadece anlatım biçimi değil kastettiğimiz. Elbette o da son derece önemli. Fakat temel bir “biçim” sorunundan söz ediyoruz.

Farzlar, vacipler, haramlar üzerinden konuşarak İslâm’ı anlatabilirisiniz. Buna kısaca “fıkıh dili” diyebiliriz. Her şey gibi bu dil de yerinde olmak şartıyla vazgeçilmez öneme sahiptir. İslâm’ı, doğrudan ayetler, hadisler ve alimlerin kavilleri şeklinde anlatabilirsiniz ki, bu da ilmî dildir. Erbabı tarafından yine erbabına yönelik olmalıdır. Aksi halde özellikle itikadî ve fıkhî konularda muhatapların kendilerine göre çıkaracağı hükümler, herkese göre başka bir din sonucunu doğurur ki, bu gerçekten bir felakettir. Bir de dinin meselelerini çeşitli bilimsel verilerle de destekleyerek mantıkî izahlar şeklinde sunabilirsiniz ki, o zaman kelâmî/entelektüel bir dil kullanmış olursunuz. Bu da yerinde olmak şartıyla son derece gerekli bir dildir.

Dil konusunun dinî yayıncılıkta bir sorun haline gelmesinin temel sebebi, farklı anlayış mertebelerine göre uygun dilin seçilmemesidir. Özellikle halka dönük dinî yayıncılık bu konuda son derece titiz olmak zorundadır.


Peki, 150 binlik satış adediyle gerçek bir “kitle dergisi” olan Semerkand nasıl bir dil tercih etmelidir? Eminim bütün dinî dergiler bu soruyu kendilerine sorup bir cevap da veriyorlardır. Biz ise bir ilke olarak tasavvufî dili uygun buluyoruz. Elbette yukarıda sıraladığımız diğer dilleri göz ardı etmeden.

Tasavvufî dil nedir? Bu soru, teknik anlamda konuşulması gereken, üzerinde pek çok çalışma yapılabilecek bir alanı işaret eder. Burada kısaca şu kadarını söyleyelim: Tasavvufî dil muhatabına odaklanarak konuşur. Onun bilgi ve kültürü,yaşama biçimi, algı ve anlayışı üzerinden bir söylem kurar. Köylüye harmandan ormandan örnek verir, tüccara maldan, kâr zarar durumlarından. Böylece dinin hayattaki karşılıklarını arar bulur.

Bu dil çağlar boyunca dinin halka aktarılmasında son derece etkili oldu. Ne var ki yaşadığımız kırılma ile bu gelenek koptu, bugün yeniden keşfedilmesi ve üretilmesi gerekiyor. Bu kolay değil tabii. Diğer taraftan, bu dili kullanabilmek bilginin yanı sıra nisbî olarak “hal” de gerektiriyor. Derunî tecrübe yani. İçselleştirilmiş bir dindarlık…

Bütün bunları söylerken, yayın çizgimizi anlatıyoruz. Bir anlamda hedefl erimizi... Yoksa, evet, bunları söylüyoruz ve bihakkın yapıyoruz demiyoruz. Elbette Semerkand’ın hedefl eriyle gerçekleşen arasında mesafe var. Yapamadıklarımız da var. Ne ölçüde başarılı olduğumuzun takdiri de bize düşmez.

İşin muhteva kısmına dair bütün bu söylediklerimize bir de teknik kaygıları ilave etmek gerekir. Kısaca, “görüntü dili” meselesi bütün boyutlarıyla dinî yayıncılığın temel sorunlarından biri olarak orta yerde duruyor. İlkeyi hatırlayalım: “Her imaj bir mesaj.” Fakat bizim camia henüz bunun farkında değil ya da yeni yeni kavramaya çalışıyor.

Semerkand, artık bir geleneğe dönüşmüş olan dinin çiçekli böcekli görsel anlatımını kendi alanında değiştirmeye kalkan ilk teşebbüslerden biri olarak görülebilir. Çünkü bu dilin dini insana yaklaştırmak yerine uzaklaştırdığını, ötelediğini düşünüyoruz. Dinin muhatabı insandır, bunu hep akılda tutmak gerekir. Daha sahici ve samimi bir görüntü dili kurmak gerekiyordu, bunun için uğraştık. Ne var ki başarı henüz bir hedef olarak duruyor.

Semerkand İyi Bir Dergi mi?


Temellerimizdeki duygu yoğunluğunu ve işleyişteki fi kriyatımızı kısaca anlattıktan sonra, şimdi şu can alıcı soruyu sormak gerekiyor: Peki, Semerkand iyi bir dergi mi? İşin bize ait fasılları bir yana, siz saygıdeğer okuyucularımız için asıl bu soru önemli.

Şöyle başlayalım:

Sonraki yazıda “Semerkand: Uzun Bir Cümle” dediğimiz gibi, bu yazıya da “Semerkand: Uzun Bir Yürüyüş” diye başlık atmayı düşünmüştüm. Ama biz daha ilk sayıyı yayınlarken 200’üncü sayısı çoktan piyasaya çıkmış dergiler aklıma gelince, olmaz dedim kendi kendime. Bizden on yıllar önce başlamış dergiler varken, Semerkand’ın uzun geçmişinden söz etmek isabetli görülmeyebilir.

Semerkand 9. yaşını sürüyor. Bu kısa bir geçmiş sayılabilir. Fakat bir başka açıdan, Türkiye’de dergilerin ömrü açısından değerlendirildiğinde hiç küçümsenmeyecek bir süre de sayılmalı. Bizde dergiler bir heyecanla başlayıp kısa sürede sönüverirler. İster edebiyat, ister kültür-sanat veya güncel-aktüel olsun, 10 yılı aşan dergi sayısı öyle pek fazla değildir.

Bize gelince, bu işte asıl değer ölçüsünün başka bir yerde aranması gerektiğini, mülakâtı okurken başyazarımız S.Muhammed Saki Erol’un sözlerinden siz de anlayacaksınız: Diyorlar ki; “101. sayı kemâl yaşı olarak görülmeli”. Bundan şu hükmü çıkarmak pekâlâ mümkün: Öyle şu kadar sayı çıkardık, bu kadar yıldır yayındayız demenin fazla bir anlamı yok. Daha çocukluk çağı yeni bitti!

O halde asıl değer ölçüsü ne olmalı? Daha içeriden bir bakışla, kültürün temelinin metin olduğunu göz önünde tutarak, bu soruya kestirmeden “etki gücü” cevabını vermek lazım bence.

Bu etkinlik iki yerde birden aranmalı. Birincisi, bir dergi okuyucusunun hayatında sahiden kendine bir yer buluyor mu? Okurun bakışına duruşuna bir şey katıyor, bir değişikliğe neden oluyor mu? İkincisi de, içinde yer aldığı kültür dünyası içinde gerçek bir yeri, karşılığı var mı? Yani o dergi bir boşluğu dolduruyor mu, eğer yayınlanmasa bu boşluk fark edilebilir mi?

İşin bu iki yanı birbirini üretir genellikle. Biri varsa diğeri de vardır. Fakat toplumdaki kültürel kompartımanlar göz önüne alındığında, bazen birincisi varken diğeri pekâlâ olmayabiliyor. Yıllardır yayınlandığı halde, üstelik çok satılıyor olmasına rağmen adeta kanı çekilmiş, donmuş,ele aldığı konulara ilgi duyan biri için bile varlığı yokluğu hiç fark etmeyen dergiler de var. Oysa aynı dergi kimileri için son derece önemlidir, bir kimlik unsurudur, olmazsa olmaz.

Semerkand etkin bir dergi midir, ne ölçüde etkindir, buna en iyi okuyucusu karar verebilir. Söyle bir gözlem yapabilirsiniz: Eğer Semerkand sizi şaşırtıyorsa, her sayısında üç beş yazıyı severek, beğenerek okuyorsanız etkin bir dergidir. Aksi halde o da kanı çekilmiş, donmuş bir dergidir. Siz ne kadar iyi niyetli çabalarınızla destek olsanız da bir “reanimasyon” sürecine tabi tutulmadıkça iflah olmaz.

“Etkin” kelimesi üzerinden gidiyoruz ama burada “güzel” ya da “iyi” kelimesini de kullanabiliriz. Çünkü bir dergi etkinse güzeldir, iyidir. Değilse kâğıdının kalitesi, baskısının temizliği, allı güllü oluşu ne işe yarar? Yazıhanelerin, muayenehanelerin bekleme salonlarında orta sehpası süslemekten başka…

Peki tehlike nerede başlar?


Dergilerin etkinliğini eriten, yok eden şey, ilk olarak, aslında söyleyecek bir şeyi olmayan yazılardır. Böyle yazılar, al gülüm
ver gülüm ilişkisiyle birilerinden gelir, sayfalara konuverir. Bunlar dergilerin cürufudur; boğar, ateşini söndürür. Okuyucu olarak ne kadar iyi niyetle baksanız da ısıtmaz içinizi. Aksine daha da soğutur.

Hemen hemen bütün dergiler bu tarz yazı olmayan yazıların baskısı altındadırlar. Kimi yazı işlerinin, özellikle de bizim cenahın dergilerinin bu baskıya kolayca teslim olduğunu söylemek mümkündür. Ve eğer siz bir okuyucu olarak, her sayımızda bu dergiyi aldığınız için sizi mutlu eden, sevindiren üç beş yazı bulamıyorsanız, biz de bu baskıya teslim olmuşuz demektir.

Dergimizin kültürel tekabüliyeti, yayın dünyasında sahiden bir yerinin olup olmadığı meselesi ise zaman içinde kendini belli eden bir durumdur. Şöyle diyelim: Semerkand yayın hayatına başladığında, bütünüyle geleneksel tasavvufî yaklaşımı bugüne taşıma kaygısı güden, dahası mevcut kültür içinde yeniden üretmeye çaba gösteren, aynı zamanda bir dergi olmanın genel geçer ilkelerine yakın durmayı hedefl eyen “popüler” bir dergi bulunmuyordu. Böyle bir boşluk var idi. Bugün bakıldığında bu dediğimiz alanda kendine yer bulmaya çalışan pek çok dergi mevcut. Semerkand’ın, bunlar arasında yayın politikasıyla, içerik ve teknik kalitesiyle kendine önemli bir yer bulduğu açık. Dahası, bazı noktalarda çığır açıcı olduğu da biliniyor.

Şimdi, bu sekiz yıllık istikrarlı gidişin önce korunması, dahası, değişen şartlara göre özünü koruyarak yenilenmesi önemli. Semerkand’ın etkin bir dergi olarak yayın hayatına devam etmesi buna bağlı. Dergi mutfağının bu konudaki heyecan ve çabalarının bütün ilgililerce paylaşılması gerekir. Tam aksine, yalnızlaşmış dergiler ne kadar iyi niyetli olsalar da önce heyecanını kaybeder, yorulur ve düşüşe geçer. Bu durum bizde de böyle, her yerde de böyle.

Görüldüğü üzere son derece “dünyevî” durumlardan söz ediyoruz. Kimi okuyucularımızın beklediği üzere kanatsız uçuran, bir dokunuşta bakırı altın eden durumlar yok ortada. Manevi destek elbette var, hem de tahmin edilemeyecek boyutlarda var. Fakat işin “tedbir” kısmını görmezden gelen, liyakati önemsemeyen, daha henüz dünyada bulunduğunu unutup, sebep-sonuç ilişkisini ihmal eden organizasyonlarda nasıl bir manevi destek vaziyeti kurtarır? Lâkaytlığa neden manevi destek verilsin ki? Bu manevi destek yetkin olanla olmayan ya da iyi yapılmış işle kötü yapılmış iş arasındaki farkı ortadan kaldıracak bir şey midir?

Biz en başından beri çabaları bereketlendiren bir kutlu rüzgârı, nefesin kesildiği noktalarda el veren bir eli hep hissediyoruz. Fakat bu konuşulacak, anlatılacak şey değildir. Görürsünüz, yaşarsınız, biraz da mahcubiyetle boynunuzu büker, layık olmaya çalışırsınız. Bize büyüklerimiz işinizi iyi yapın dediler. Siz oturun, öyle fazla da kendinizi yormayın, işler manevi himmetle hallolur demediler.

Burada son derece kritik bir nokta vardır: İşin iyi yapılması ne manaya gelir, ölçü nedir, tartışma burada başlar. Kestirmeden şunu söyleyelim. Yaptığınız iş, o işin evrensel kurallarına uygunsa iyidir. Yoksa bana göre iyi, sana göre kötü karmaşası çıkar ki, bu şekilde bir yere varılmaz. O zaman iş niyetleri sorgulamaya gider ki, bu da bize kapalı bir alandır. Bugün Müslümanlar olarak kendi işlerimizi beğeniyor olmamıza rağmen pek çok açıdan geride bulunuyor
olmamızın temel sebebi burada görülebilir: Evrensel ilkelere uygunluk sorunu…

Yaptığınız bir bina size göre ne kadar mükemmel, geniş, ferah olsa da, mesela kötü malzemeyle, statik hesaplarını dikkate almadan yaptıysanız, ilk badirede yıkılır gider. O yıkıntının altında birileri kaldığında “ilâhi takdir” deyip sıyrılamazsınız. Ne kadar “bunda da var bir hayır” deseniz de sorumlusunuz. Kader ya da hayra yorma, kabahatlerimizi altına süpürdüğümüz birhalı değildir. Öyle yapmaya başkaları “şark zihniyeti” diyor.

İşte evrensel ölçüler bu yüzden önemlidir. O ölçüleri herkes bilmez, ilmini yapmak, kendini yetiştirmek gerekir. O halde işleri erbabı yapmalıdır.

Biz bu işe ne kadar ehiliz, bunu da takdir sahipleri bilir. Ama şu kadarını söyleyelim, burada olmaktan, bu dergiyle sarmaş dolaş yaşamaktan biz mutluyuz. Burada olmamızı takdir edene şükür, vesile olana, hüsnü kabul gösterenlere minnet borcumuz var. Ve… Kaç yazı işlerinin sizin gibi ağzı dualı okuyucuları var… Biz sizi sevdik ve önemsedik. Ebedi beraberliğe hep beraber inşallah...