- Savaşın İlkeleri Ve Hikmeti

Adsense kodları


Savaşın İlkeleri Ve Hikmeti

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sat 19 May 2012, 01:45 pm GMT +0200
SAVAŞIN İLKELERİ, SİYASET VE HİKMETİ

1- Savaş Politikası Ve Askerî Operasyonlar

 
Rasulullah'ın kimseyle, Kureyş'le, yahu-dilerle veya diğer Arap kabileleriyle hiçbir husumeti yoktu. Onların hakiki velinimeti, onları Allah yoluna, merhamet yoluna, iyi­lik ve sadakat yoluna çağıran Muhammed'dı, Kureyş, ona muhamefet etti, onu tah­kir etti, ona ve ashabına memleketlerini ter-kedip, Medine'ye sığınmak zorunda kalınca­ya kadar son derece ağır zorluklar çıkardı. Orada bile onları barış içinde yaşamaya bı­rakmadı, müslümanlan ve dinlerini yok et­mek maksadıyla diğer Arap kabilelerinin de yardımıyla üzerlerine saldırdılar. Bu şartlar altında ölmek ya da dinlerini korumak için düzenli müdafaa savaşı başlatma seçenek­lerinden başka tercih kalmayınca, Rasulul­lah tabiî ki ikinci yolu tercih etti. Rasu­lullah'ın amacı insanları öldürmek değil, fakat onları Doğru Yol'a getirmekti. Ve onun savaş politikasının temeli, yalnızca düşmanı zayıflatmak, korkutmak ya da vazgeçirmek­ti. Böylece düşman, Rasulullah 'ın dava­sına direnmekten, muhalefet etmekten ve sal­dırmaktan vazgeçebilirdi. Rasulullah , hiç bir düşmanını öldürmeyi veya yok etmeyi as­la düşünmedi; yalnızca düşmanın askerî gü­cünü zayıflatarak veya yok ederek onu etki­siz ve güçsüz bırakmak istiyordu. Bundan "Fİine kalmayıp, yalnız Allah'ın dini ortada kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, arlık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur." Kur'an-ı Kerîm, Bakara Suresi (2): 193. âyet.

dolayı, Rasulullah'ın savaş politikasının esas ilkesi, askerî kuvvetini yalnızca gerekti, ğindc ve düşmanın saldırganlığını durdur­mak için zaruret hasıl olduğunda kullanmak ve yine kendisine pratik olarak savaş açmış ya da en azından böyle bir faaliyete girişme­ye teşebbüs eden insanlara veya güçlere kar­şı kullanmaktı. Diğer bütün insanlar sava­şın etkilerinden korunmalıydı, hatta düşma­nın askerî gücüyle ilgili olmayan herkes ve her şey de korunmalıydı.

İslâm, bu mücadeleye "cihad" ismini verir ve bu bütün nefsî âmillerden bağımsızdır. Ci­had yalnızca ve yalnızca Allah rızası için yu­karıda sözünü ettiğimiz amaç uğruna yapı­lır; kişisel bir şan, şeref saiki, saldırganlık ya da ulusal şeref elde etme gibi hususların ci-hadda yeri yoktur. Ebu Musa, Rasulullah'a bir adamın şöyle sorduğunu rivayet et­miştir: "Bir adam yiğitliğini göstermek için, bir diğeri de şöhret için dövüşüyor olsa, bun­lardan hangisi Allah yolundadır?" Rasulul­lah şu cevabı verdi: "Bir adam dövüşe­rek yalnız Kelimetullah'ı yüceltiyorsa Allah yolundadır!' (Mişkat). Ebu Umame Bahili ri­vayet ediyor: Bir adam Rasulullah 'a ge­lerek ganimet elde etmek için veya kendi şöh­reti için çarpışan bir adamın ne kazanacağı hakkında sordu. Peygamber: "Ona hiç­bir mükâfat yoktur!' buyurdu. Sorana bu ce­vap garip geldi. Geri dönerek aynı soruyu tekrar sordu, yine aynı cevabı aldı. Buna rağ­men tatmin olmamıştı. Aynı soruyu üç-döri kere sordu. Sonunda Rasulullah, onu tat­min etmek için şu cevabı verdi: "Allah, sırf Allah adına ve rızasına olmadıkça hiçbir ameli kabul etmez." Ubâde b. es-Samit Ra­sulullah'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah yolunda savaşa giden ve bir deve yu­ları elde etmeye niyet eden kişinin kazancı yalnızca o deve yuları olur. Başka bir mükâ­fat kazanmaz." Ebu Hureyre (r.a) şu hadisi rivayet etmiştir: "Bir adam Rasulullah'a gelerek: 'Ya Rasulullah, bir adam Allah yo­lunda savaşa dünyalık arzusuyla katılmak is­tiyor.' dedi. Peygamber : 'Ona hiçbir mü­kâfat verilmiyecektİr.' cevabını verdi." Muaz b. Cebel, Rasulullah'ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir: "Savaşmak iki türlüdür. Al­lah'ın rızasını gözeten, emirine itaat eden, mallarından sadaka veren ve günah işlemek­ten korunan kimse uykudayken ve uyanık­ken sevap kazanır. Fakat böbürlenerek gös­teriş için ve şöhret kazanmak için savaşan, emirine itaatsizlik eden ve yeryüzünde günah işleyen kimse cezasız kalmayacaktır." (Miş-kât).

Savaşın bu ilkesi, bütün dünyevî arzu ve men­faatler için çarpışmayı reddeder ve savaşı tü­müyle Allah uğruna ve O'nun rızası için yap­maya tahsis eder. Çarpışmak bütün dünyevî menfaatlerden arındırılınca artık kimse sa­vaşmayı istemez. Hatta düşman tarafından zulüm ve saldırı yapılsa bile, ancak, diğer bü­tün barış ve zulmü önleme yolları işe yara­madığında silaha başvurulur. Savaş en son başvurulacak yoldur. Peygamber: "Asla savaşı dilemeyiniz, fakat Allah'a selâmet ve emniyetiçin dua ediniz. Ve düşmanla çarpış­mak zorunda kaldığınızda sebatla çarpışın ve şunu bilin ki cennet kılıçların gölgesi al­tındadır." (Riyaz us-Salihin).

Bu amaca binaen, Rasulullah hazırlıkla­ra girişti ve asker, materyal ve silah yönün­den askerî kuvvetim artıracak mümkün olan bütün kaynaklardan kuvvet topladı. Sahabe­lerini okçuluk, kılıç kullanma ve binicilik ko­nularında eğitmeye başladı. Savaş sanatı ve askerî taktikler hakkında talimatlar verdi. Rasulullah'ın bütün askerî hazırlıklarının amacı düşmana askerî hazırlıklarını ve askerî kuvvetini göstererek müslümanların dinlerini müdafaa etmek için her yolu deneyecekleri­ni hatta zor kullanacaklarını anlamalarım sağlamaktı. Rasulullah, daima savaştan kaçınmaya ve amacına kan dökmeden ulaş­maya çalıştı; fakat buna rağmen zorla savaş­mak zorunda bırakılınca da her iki taraftan da can kaybını en aza İndirmek için her gay­retini gösterdi. Ashabına barışçı bir şekilde boyun eğen veya kılıcını bırakarak savaşma­yan ya da direnç göstermeyen hiç kimseyi öl­dürmemeleri talimatını verdi. Aynı zamanda düşmanın kadın, çocuk ve yaşlılarını öl­dürmeyi yasakladı.

Rasulullah aynı amaçla, daima hücum ha­rekâtı yaptı ve-planlarını büyük bir gizlilik, sürat ve esneklikle gerçekleştirdi ve düşma­nı çarpışmak için gücünü toplayıp, organize olma fırsatı vermeden tam bir sürpriz halin­de yakaladı. Mekke, Hayber ve Tebük sefer­leri, büyük seferleri arasından buna Örnek­tir. 20 küçük gazvesinden, 15'i de kansız so­nuca ulaşmıştı. Yalnızca Benî Mustalık ve Vadi'ul Kura seferlerinde zayıf bir dirençle karşılaştı. Geri kalan 8 gazvenin üçü yahudî kabilelerine karşı yapılmıştı ve hiçbir çarpış­ma ve kan dökülmesi meydana gelmemişti. Hayber savaşında yalnız 111 kişi hayatını kay­betti (93 yahudilerden, 28 müslümanlardan) Diğer beş gazve, Rasulullah'ın hayatı bo­yunca yaptığı hakiki büyük muharebelerdir: Bedir, Uhud, Ahzab, Huneyn ve Taif savaş­larında toplam 298 can kaybı oldu (117 müs­lümanlardan ve 181 kâfirlerden). Bu büyük gazvelerin dördünde Rasulullah hücum pozisyonundaydı ve düşmanın üzerine yürü­müştü. Sadece Ahzab savaşında düşman hü­cum etti, fakat onda bile Rasulullah'ın stratejik müdafaa planı sayesinde insiyatif müslümanların elindeydi. Rasulullah, as­lında, savaşları boyunca can kaybmı en aza indirmede çok başarılıydı. Yaptığı bütün sa­vaşlarda toplam can kaybı 1.014'dü (255 müslümanlardan, 759 gayri müslimlerden). Ve alman savaş esiri sayısı toplam 6.564'dü. Bunların 2'si hariç hepsi serbest bırakıldı. Bu ikisi de işledikleri cinayetlere karşılık öldü­rüldü. Böyle küçük bir kayıpla bütün Arap Yarımadası'nın Allah'ın kanunu altına so­kulması muazzam bir başarıydı. Bu yarıma­danın tarihinde ilk defa tağutların idaresi ve insanın insana zulmü son buldu ve halk iyi­lik, fazilet ve adalet yönetimini toprakları üzerinde gördü.

Rasulullah aynı zamanda, benzer gayey­le, kısmen askerî düzenlemelerle, kısmen de Medine'nin Yahudi kabileleriyle karşılıklı sa­vunma muahedesi yaparak Medine'nin müdafaa sistemini sağlamlaştırdı. Bu tedbirler en azından çok yakın komşularla geçici bir barış güvenliği sağladı ve Kureyş'in onlardan yardım alma ümidini boşa çıkardı. Rasulul-lah çevre kabilelerle birçok çeşitli barış antlaşması da yaptı. Bunların bazıları des­tek vaat ederken bazıları da Kureyş'le müs-lümanlar arasındaki mücadelede tarafsızlık vaatettiler. Aynı zamanda, .Rasulullah, Kureyş'in Suriye'ye olan ticaret yollarını kontrolü altına alarak onun güç ve kudreti­ni zayıflatmaya çalıştı. Bunun Kureyş'in ona olan muhalefeti konusunda yavaş yavaş şevk ve direncini zayıflatarak böylece barışa mey­letmelerini sağlayacağını düşünüyordu. Bu konuda da tamamen haklıydı, çünkü beş yıl gibi bir süre zarfında Kureyş'in bütün direnci eridi gitti ve Hicret'in altıncı yılında Hudey-biye'de barış antlaşması yapıldı.

Can kaybını ve kan dökülmesini Önlemek maksadıyla, Rasulullah insanları kışkır­tan liderleri yok etmeye çalıştı. Bazı liderler insanları Rasulullah'a karşı savaşmaya kışkırtıyorlardı. Benî Amir'den Ebu Afk, şiirleriyle insanları Rasulullah'a ve islâm'a karşı kışkırtıyordu. Böyle kişilerin kışkırtma­larıyla çıkacak savaşlarda öldürülebilecek diğer yüzlerce insanın hayatını kurtarmak için bu, türden iki kişinin hayatlarına son veril­di. "Eğer antlaşma yaptıktan sonra andla-nnı bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa, o kü­für Önderleriyle hemen savaşın. Çünkü on­ların andları yoktur; belki (böylece küfür­den) vazgeçerler." (9: 12).

Bu savaş politikasının bir başka neticesi mümkün olduğunca maddî tecavüz unsur­larının düşmanın elinden alınmasıydı. Bu, müslümanların vurucu gücünü kuvvetlendir­di ve aynı zamanda düşmanı kötürüm bırak­tı, buna bağlı olarak da onun savaş gücünü zayıflattı, ve şevkini kırdı. Müslümanlar top­lam 70 Sefer düzenlediler {5 büyük sefer ha­riç) ve bunların 20'sine Rasulullah komu­ta etti. 50'si sahabe komutanlar emrinde ya­pıldı. Bu seferlerin çoğunda çarpışma olma­dı, çünkü düşman sürpriz halinde yakalanmıştı ve direnmeye cesaret edemeyerek sığır­larını ve diğer mallarını müslümanların el­lerine bırakıp kaçtı. Bu seferlerin yalnızca 4 veya 5'inde az miktar can kaybıyla seyreden hafif çarpışmalar meydana geldi: Asıl hedef, düşmanın araçlarını ele geçirmek böylece de onun direnme gücünü zayıflatmak ve savaş­ma şevkini kırmaktı ve bu da başarıyla ger­çekleştirildi. Rasulullah'ın bu hücum ha­reketlerinin çoğunu büyük bir gizlilik, sürat ve esneklikle düzenlemesinin sebebi işte buy­du. Onun seferlerine bir göz atarsak, savaş politikasının mahiyetini görebiliriz: Düşma­nı, mümkün olan en az kanı dökerek boyun eğdirmek veya zayıflatmak ve bundan son­ra da ona alicenap ve iyi niyetli davranmak.

Rasulullah @ Medine'ye geldiğinde, yahudi-lerle iyi dostluk ve komşuluk ilişkileri geliş­tirmeye çalıştı ve aynı gayeyle onlarla bir de barış muahedesi yaptı. Fakat yahudiler, onun barış veya dostluk teşebbüslerini.samimiyetle kabul etmedikleri gibi Kureyş'le diğer kabi­leleri Medine'ye saldırmaya kışkırtarak, Ra­sulullah'a sürekli zorluk ve problem çı­karttılar. Yahudiler, müslümanlarla araların­daki barış muahedesini bozup, İslâm düş­manlarıyla işbirliği yapınca da birer birer ce­zalarını gördüler. Benî Kaynuka, Bedir'den sonra, Benî Nadir Uhud'dan sonra ve Benî Kurayza Ahzab'dan sonra cezalandırıldı. As­kerî kuvvetlerini yok etmek maksadıyla si­lahları ve savaş araçları müslümanlarca ele geçirildi.

Kureyş, Rasulullah'a karşı Hicret'in ilk beş yılında 3 saldırı seferi düzenledi, fakat Rasulullah'ın mahareti, feraseti ve askeri stratejisi sayesinde bütün planlan boşa çıka­rıldı. Kureyş topyekün hüsrana uğradı ve ar­tık Medine üzerine herhagi bir saldırı düzen­lemeye cesaret edemedi. Rasulullah , bü­tün vaziyetin bilincine vararak ve Kureyş'in zayıflayan maneviyatım ve cesaretini görerek sessizce ve gizlilik içinde hazırlıklar yaptı, sonra da aniden Mekke üzerine yürüdü. Sa­habelerinden kendine yakın olanların birço­ğu bile kendilerinin Mekke yakınlarında hücuma hazır vaziyette olduklarını görünce sürprize uğradılar, çünkü çıkılan seferin he­defi çok gizli tutulmuştu ve Rasulullah'ın çok yakın birkaç arkadaşı hariç, orduda kim­se nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Mekke sürpriz halinde yakalanmıştı ve böyle kısa bir sürede savunmalarını düzenleyemediler. Pey­gamber , şehri hiç dirençle karşılaşmadan kansız bir şekilde ele geçirdi. Onları, işledik­leri cürümlerden dolayı cezalandırmak için her türlü mazereti ve haklı sebepleri vardı. Mekke ileri gelenleri güçlü oldukları dönem­de, Rasulullah 'ı sırf davasını tebliğ etti­ğinden dolayı onu ve dinini yok etmek için her türlü kötülüğü yapmışlardı ve Rasulul­lah 'a karşı yaptıkları saldırılarda ve mu­harebelerde birçok sahabenin kanını dök­müşlerdi. Fakat Rasulullah intikam almak istemedi. O ikna ederek ve diğer barışçı va­sıtalarla insanları Allah yoluna getirmek is­tiyordu. Onların hepsini affetti. Aynı şekil­de, Taif halkı onu her yanından kanlar akın-caya kadar taşlamış ve dövmüştü, fakat on­lara da aynı şekilde muamele etti ve hepsini affetti. Aslında, Rasulullah  bir barış pey­gamberi olarak gelmişti, insanlara barışı teb­liğ etti.

Rasulullah  çok gerçekçiydi ve daima as­kerî durumu, düşmanın kuvveti ve savaş stra­tejisiyle bağlantılı olarak derinlemesine in­celerdi. Aynı zamanda, coğrafî konumu ve askerî operasyon bölgesinin arazi yapısını dikkatle inceler ve ondan sonra kendi stra­teji ve taktiklerini tasarlardı. Rasulullah , sayı fazlalığından çok askerlerinin yüksek ni­telikli olmasına ve planlarını uygularken sü­ratli hareket etmeye bel bağladı. Ayrıca, düş­manı hazırlıksız yakalamak maksadıyla düş­man arazisindeki rotasını planlarken topoğ-rafi avantajını kullanırdı. Rasulullah , ba­zan beklenmedik rotalar izledi, düşmanı te­reddütte bırakarak hedefinin ters yönüne doğru ve sonra aniden yönünü değiştirip Mekke, Benî Mustalik ve daha birçok sefe­rinde olduğu gibi düşmanı hazırlıksız yaka­ndı. Bazan Bedir savaşında olduğu gibi düş­manı şaşırtmak için yeni bir savaş düzeni uyguladı. Bazan, Uhud'da olduğu gibi daha iyi stratejik mevkiîyi seçti. Bazan Ahzab sava­şında olduğu gibi, düşmanın daha önce hiç görmediği ve dolayısıyla başarılı bir çarpış­ma yolu bulamadığından şaşırıp kaldığı ye­ni bir teknik ve savunma stratejisi uyguladı. Rasulullah 'ın bunaltıcı yaz sıcağında çık­tığı Tebük seferi hiç beklenmedik bir hare­kâttı ve Bizanslılar onun ordusunun sürat ve maneviyatından ürktü ve geri kaçarak savaş­maya yanaşmadı. Aynı şekilde, Hayber hal­kı bir sabah erken Rasulullah 'ın ordusu­nu kapılarında görünce şaşkına döndüler ve geri dönüp koşarak: "Muhammed geldi!" diye bağıra bağıra kalelerine kaçtılar.

Bununla beraber, Rasulullah  uygun arazi yapısı olan yerlerde düşmanın pusu ihtima­lini gözönünde tutar ve çok dikkatli hareket ederdi ve böyle muhtemel düşman hareketi­ne karşı daima katı güvenlik tedbirleri alır­dı. Rasulullah , savaş stratejisinin ve mu­harebe taktiklerinin mevcut durumun ger­çeklerine yaslanmasına rağmen benzer du­rumlarda geçmiş tecrübelerini gözardı etme­di.

Rasulullah ne zaman düşmanlarından herhangi bir barış teklifi alsa, onların ahit­lerine ve sözlerine sadık olmadıklarım bile bilse, daima onlarla barış yapmaya meyleder-di. Onun amacı, insanlar tam bir güvenlik içinde, İyilik ve fazilet hayatı sürdürebilirler beklentisiyle ülkede barış ve düzeni tesis et­mekti: "...O halde onlar, sizden uzak durur­lar, sizinle savaşmazlar ve sizinle barış için­de yaşamak isterlerse, Allah size, onlara sal­dırmak için bir yol vermemiştir." (4: 90) Ra­sulullah aynı zamanda kendisine karşı sa­vaşmaktan çekinen münafıkları ya da müs-lümanlarla barış antlaşması yapmış kimse­lerin topraklarına sığınmış kişileri öldürmek­ten kaçınırdı: "Ancak aranızda antlaşma bu­lunan bir topluma sığınanlar, yahut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla savaşmak (isteme-diklerin)den yürekleri sıkılarak size gelenler hariç." (4: 90). Bu Rasulullah 'ın savaş po­litikasının ana ilkesini açıkça ortaya koyar.

Rasulullah , en şiddetli ve en güvenilmez düşmanlarından bile gelen barış tekliflerini olumlu karşılardı. "Eğer onlar barışa yana­şırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan, çünkü o, işitendir, bilendir. Eğer sana hile yapmak isterlerse (korkma) Allah sana ye­ter. O ki, yardımıyla seni ve müminleri des­tekledi." (8: 61-62).

na karşı gelerek nasıl zulüm yapabilirdi ki? Rasulullah 'ın savaş politikasının ana prensibi barışı tesis etmek ve yalnızca zalim­lere karşı savaşmak olduğu için diğer insan­larla olan bütün antlaşmalarının şartlarına onlar kendileri riayet ettiği sürece sıkı sıkıya bağlı kaldı.

Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti Rasulullah 'ın savaş politikasının ana prensibini açıklıyor. Onun diğer kavim, topluluk ve uluslarla olan bütün münasebetleri Allah'a olan itimadı üzerine bina edilmişti. Ne zaman düşman barış yapmaya hazırsa, Rasulullah 'ı da barış müzakerelerine hazır ve istekli bulur­du. Rasulullah  asla barış teklifini reddet­medi. Onun savaşmasının ana gayesi barışı tesis etmekti. Bu sebeple, herhangi bir yer­den gelen herhangi bir barış teklifi onun ta­rafından memnuniyetle kabul edilirdi. Eğer bu barış teklifini yapanlar niyetlerinde sami­miyse barış tesis edilir ve kan dökülmesi ön­lenebilirdi. Fakat, diğer taraftan, eğer ihanet ederlerse, Allah'ın yardımı daima onunla be­raberdi.

Rasulullah  asla barışçı ya da barışı arzu eden insanlara karşı dövüşmedi. Yalnız ve yalnız ona saldıranlara, tecavüz edenlere karşı dövüştü ve savaş açtı, "Sizinle savaşan­larla Allah yolunda savaşın; fakat haksız yere saldırmayın, çünkü Allah haksız yere saldı­ranları sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün, onların sizi çıkardıkları yerden (ya­ni Mekke'den) siz de onları çıkarın: Fitne çı­karmak, adam öldürmekten daha kötüdür. Mescid-i Haram'da onlarla savaşmayın ki, onlar da sizinle orada savaşmasınlar. Fakat onlar sizinle savaşırlarsa, hemen onları öl­dürün; kâfirlerin cezası böyledirf' (2: 190-191). Rasulullah , Kur'afı-ı Kerim'in buy­ruklarına kesin olarak uydu, ve ne ona mu­halefet etmeyenlere ne de onu yolundan alı-koymayanlara karşı savaştı. O Allah uğruna yeryüzünden zulmü ve fitneyi kaldırmak için savaşıyordu. Kendisi Allah'ın kesin buyruğu-