- Savaş Kanunları

Adsense kodları


Savaş Kanunları

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sat 19 May 2012, 01:38 pm GMT +0200
2- Savaş Kanunları

Peygamber'ın insanlık medeniyetine en büyük katkılarından biri onun medenî savaş kanunlarıdır. O, ulusların kaba ve barbar sa­vaş âdet ve geleneklerini temizlemiş ve on­ları insancıl, âdil, hayırhah uluslararası ka­nunlarla yenilenmiştir. Gerçekten, savaşla il­gili uluslararası kanunları toparlayarak sis-temleştirmiştir. Rasulullah'ın savaş ka­nunlarının belli başlı ilkeleri aşağıda özetlen­miştir:

1- Lidere İtaat
 
Savaşın yönetimini kesin bir disiplin altında yürütmek için, askerlere komutanlarının em­ri altındayken yerli yerince davranmalarının öğretilmesi kesinlikle gerekliydi. Askerler, özellikle düşman yenildikten sonra, kendi başlarına bırakılamazlar, çünkü halkın mal­larını yağmalayabilir, kadınlara saldırabilir, bozgunculuk yapabilir ve ülkede rahatsızlık, karışıklık yaratabilirler. Onları kontrol için en etkili yol, onlardan lidere itaat isteyerek disiplin altında tutmaktır. Rasulullah , bu disiplini kendi ordusuna Öğretmiş ve izni dı­şındaki herhangi bir faaliyeti yasaklamıştı. Abdullah b. Cahş, belirli bir görev için gön­derilmişti, fakat o Rasulullah 'ın izni dı­şında esir almış ve bazı mallara el koymuş­tu. Bu haberleri öğrendiğinde Rasulullah onu azarlamış ve bu yaptığının gayri meşru olduğunu beyan etmişti. Keza, Halid, masum bir müslümanı öldürdüğünde onun bu ha­reketinin yanlış olduğunu söylemiş ve Hz. Ali'yi bu cahilce hareketleri durdurması em­riyle göndermişti.

İslâmiyet, lidere itaati, imanın önemli bir parçası yapmıştır. Ebu Hureyre'nin rivayet et­tiğine göre, Rasulullah şöyle demiştir: "Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur ve kim bana itaat etmezse Allah'a ita­atsizlik etmiş olur ve kim bana itaat etmez­se Allah'a itaatsizlik etmiş olur. Emîrine itaat eden bana itaat etmiştir, emîrine itaat etme­yen bana itaatsizlik göstermiştir. Emîr, yal­nızca arkasında savaşılan ve koruyuculuğu­na sığınılan bir kalkandır." Yine Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiğine göre Rasulullah  şöyle demiştir: "İtaati reddeden kimse Al­lah'ın huzuruna hiçbir mazereti olmaksızın çıkacaktır." (Mişkât). Bu yaptırımlar savaşı sıkı bir disiplin altına sokmuştur. Her bir as­ker bu disiplin sayesinde liderlerine bağlan­mış, düşman arazisinde serbestçe dolaşama-mış, bozgunculuk yaratmamış, halkın evle­rine girerek ve mallarına saldırarak nefisle­rini tatmin etmemişlerdir.

2- Verilen Sözlerin Yerine Getirilmesi

 
Rasulullah tarafından yürütülen başka bir prensip de, diğer insanlarla yapılan tüm ant­laşma ve ahitlere, ortaya çıkacak kâr ve za­rar durumlarına bakılmaksızın riayet etmek­tir. Genellikle insanlar antlaşmalara onlar için yararlı olduğu sürece riayet ederler, fa­kat onların menfaatlerine dokunduğu zaman bu anlaşmaları bozarlar. İslâm, verilen söz­lerin yerine getirilmesini İslâm Devleti'nin bir vicdanî görevi yapmıştır. "Antlaşma yap­tığınız zaman Allah'ın ahdini tam yerine ge­tirin (verdiğiniz sözü tutun), pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Çünkü Allah'ı üzerinize kefil (şahit) yaptınız. (Artık nasıl o andı bozarsınız?) Allah yaptıklarınızı bi­lir Bîr topluluk, diğer bir topluluktan (sayı­ca ve malca) daha çok olduğu İçin, yeminle­rinizi aranızda bozucu bir vasıta yaparak, bilegini kuvvetle büktükten sonra çözen kadın gibi olmayın! Çünkü Allah sizi bununla deniyor. Kıyamet günü hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyi size açıklayacaktır." (16: 91-92). Bu ayet, kendi menfaatleri için diğer insan­lar'ın tIaSmaya giren, fakat daha sonra çıkanlarin yok olduğunu görünce antlaşmayi bozan veya ihlâl eden kişilerle ilgilidir.

Kur'an-ı Kerim'de müslümanların diğer in­sanlarla olan anlaşma ve ahitlerini yerine ge­tirmeleri hususunda ısrarla duran birçok ayet vardır. Âl-i İmrân Suresi'nde şunları okuyo­ruz: "Hayır, kim sözünü yerine getirir ve (gü­nahtan) korunursa, şüphesiz Allah da koru­nanları sever. Fakat Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az (bir) paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onla­ra bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır." (3: 76-77). Ve En'âm Suresi'nde şunları okuyoruz: "... Söy­lediğiniz zaman da akrabanız da olsa adalet yapın ve Allah'a verdiğiniz sözü tutun. Ha­tırlayıp öğüt alasınız diye (Allah) bunları si­ze tavsiye etti." (6: 152).

Rasulullah bu siyaseti kendi davranışı ile ispatlamıştır. Hudeybiye antlaşması yazılır­ken ve Peygamberimiz tarafından imzalan­madan evvel Ebu Cendel b. Süheyl, ona de­mir zincirler içinde gelmiş ve yardımını iste­miştir. Bu sırada, Kureyş adına antlaşmayı imzalamaya gelmiş olan Süheyl b. Amr: "Bu adam, bu anlaşmada benim isteyeceğim ilk kişidir." dedi. Peygamber, Ebu Cendel b. Süheyl'e dönerek: "Ey Ebu Cendel, bu in­sanlarla aramızdaki antlaşma şu anda sonuç­landı, öyleyse Allah bir yol gösterînceye ka­dar sabret." dedi.

3- Savaşa Katılmayan Kişilerin Haklan

îslâm, savaşa hiçbir tarafta katılmayan ve ta­rafsız kişilerin haklarına tam olarak saygı gösterir. Ve müslümanlarla antlaşma yapan ve bu antlaşmaya riayet eden insanlar aynı zamanda korunurlar: "Ancak antlaşma yap­tığınız müşriklerden, (şartlara tam riayet . eden ve antlaşma şartlarından) hiçbir şeyi si­ze eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimse­ye arka çıkmayanların antlaşmalarını, kendilerine tanıdığınız süreye kadar tamamlayın. Çünkü Allah (azabından) korunanları sever?' (9: 4). Hatta, müslümanların içinde yaşadı­ğı ve zulüm gördüğü İslâm devletiyle antlas-malı bir ülkeden müslümanlaryardımistese-ler İslâm devletinin onlara yardım etmesi ol­maz, antlaşmaya uyulmalıdır: "... Fakat on­lar, dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz gerekir. Yalnız aranızda antlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz..." (8: 72).

Bu antlaşma yükümlülükleri, sizin düşma­nınız o ülkeye sığınmışsa bile yerine getiril­melidir, düşmanı takip için o antlaşmanızın olduğu ülkenin topraklarına giremezsiniz: "... Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, ne­rede bulursanız öldürün ve onlardan ne dost, ne de yardımcı tutmayın. Ancak aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, ya­hut ne sizinle ne de kendi toplumlarıyla sa­vaşmak (istemediklerin)den yürekleri sıkıla­rak size gelenler hariç..." (4: 89-90).

4- Savaş İlânı
 
Eğer bir topluluk sözlerini tutmazsa veya antlaşma şartlarına tecavüz ederse onlara karşı bir askeri harekete kalkışmadan önce o ülkeye resmî bir uyarı yazısı gönderilmeli­dir. Eğer onlar düşmanca hareketlerinde ıs­rar ederlerse, o zaman Müslüman Devlet on­lara savaş ilân etme hakkına sahiptir. Eğer onlar açıkça antlaşma hükümlerini bozar ve­ya onlara ya da onların müttefiklerine karşı askerî yaptırımlarda bulunurlarsa, o zaman müslümanlar Peygamber'ın Mekke'yi fet­hinde yaptığı gibi açıkça savaş ilân etmeden saldırabilirler. Bununla beraber, eğer konu düşmanca bir tavırla ele alınmazsa ve ant­laşmayı bozmadan evvel yeterli şekilde dü­şünülürse daha iyi olacaktır: "Bir kavmin (antlaşmaya) hainlik yapmasından korkar-san, sen de (onların seninle yaptıkları ant­laşmayı) aynı şekilde onlara at; çünkü Allah, hainleri sevmez." (8: 58). "

Bu ayet, bir antlaşmayı sonlandırmada, di­ğer taraf bu şartları sıkı bir şekilde gözetmese bile, tek taraflı bir kararı geçersiz kılar, öbür taraf, bu konuda hiçbir yanlış anlamaya ma­ruz kalmamalıdır. Peygamber, bu ayeti devletlerarası siyasetinde esas olarak almış ve: "Bir başka grup ile antlaşma yapan bir kişi, antlaşma sona erinceye kadar bağlıdır, veya mecbur kalırsa, bir taraf diğer taraftan önce antlaşmayı atmalıdır, bu şekilde her iki­si de eşit durumda olur. (Ebû'l Âlâ Mevdü-di, The Meaning of Qur'an, Cilt IV, sf. 145).

5- Savaş Esirleri
 
Rasulullah, savaş esirlerinin öldürülme­sini kesin olarak yasaklamıştır. Ashabına esirlere cömert ve nazik davranmalarını em­retmiştir. Kur'an-ı Kerim müminlerin bu özelliğini şu sözlerle belirtir: "Yoksula, ye­time ve esire O'nun sevgisi için yemek yedi-rirler: 'Biz size sırf Allah rızası için yediri-yoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür bekle­miyoruz! 'Çünkü biz suratsız, çok katı bir gün(ün azabın)dan ötürü Rabbimizden kor­karız.' derler." (76: 8-10). Rasulullah @ dai­ma çevresindekilere esirlere karşı nazik ve merhametli olmalarını tavsiye etmiştir. Müs­lümanlara yıllarca zulmetmiş ve bazılarını ciddî olarak yaralamış olan Bedir Savaşı esir­leri, en çok onlar tarafından alicenaplık mu­amelesi görmüşlerdir.

Kur'an-ı Kerim, müminlere esirlerden fidye almayı ya da onlara iyi muamele etmeyi tav­siye eder: "(Savaşta) inkâr edenlerle karşı­laştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sı­kıca bağlayın (onları esir alın). Ondan son­ra' artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harp ağırlıklarını bırakınca-ya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yapar­sınız). Allah dileseydi (kendisi) onlardan Öc alırdı..." (47: 4). Peygamber, esirlere çok alicenap davranmış ve Huneyn savaşı esirle­rine ve daha başka birçok esire yaptığı gibi

çoğunlukla serbest bırakılmış, diğerlerinden karşılık olarak bazı müslüman çocuklara ders vermesi istenmiş fidye parasını ödeye­meyen ve öğretmeyi bilmeyenler serbest bı­rakılmışlardı.

6- Barış
 
Rasulullah, düşman barışa meyilli oldu­ğu her zaman barışa hazırdı. Hiçbir yerde, hiçbir zaman kimse ile savaşmak istememiş­tir, fakat düşmanları tarafından savaşa zor­lanmıştır. Onun savaştaki esas amacı saldır­ganlığı ve zulmü kaldırmak ve yeryüzünde barışı yerleştirmektir. Kur'an bu prensibi şu sözlerle belirtir. "Eğer onlar barışa yanaşır­larsa sen de ona yanaş ve Allah'a dayan, çün­kü O, İşitendir, Bilendir. Eğer sana hile yap­mak isterlerse (korkma) Allah sana yeter. O ki, yardımıyla seni ve müminleri destekledi." (8: 61-62).

Eğer düşman, silahlarım bırakır ve sığınmak için gelirse onlara karşı dövüşülmemelidir: "... O halde onlar, sizden uzak dururlar, si­zinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde ya­şamak isterlerse, Allah size, onlara saldırmak için bir yol vermemiştir.'' (4: 90). Aynı şekil­de, düşman kampından herhangi birisi sığın­mak için gelirse o öldürülmemeli, fakat ba­rış teklif edilmelidir: "Ve eğer müşriklerden biri eman dileyip, yanına gelmek isterse, onu yanına al ki, Allah'ın sözünü işitsin; sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Böyle (yap), çünkü onlar bilmez bir toplu­luktur." (9: 6).

7- Yenilenlere Muamele
 
Rasulullah bütün yendiklerine nazik, cö­mert ve hoşgörülü davrandı. Gerçekten, Pey­gamber  daima zaferlerinde alicenaplık göstermişti. Ve zaferlerinin en büyüğü, hiç kan dökülmeyen Mekke seferidir. Kureyş'in ileri gelenleri, Mekke'deki 13 yıl boyunca Peygamber ve ashabına pek çok cürüm işlemişti ve daha sonra onlar Medine'ye sı­ğındıklarında onlara karşı savaşlar açmışlar ve pek çok kan dökülmesinden sorumluydu­lar. Peygamber 'in huzuruna geldiklerin­de, "Ey Kureyşlüer, sizlere ne yapacağımı tahmin ediyorsunuz?" dedi. Onlar da: "Ha­yır, bekleriz, sen kerim bir kardeş, kerim bir kardeş oğlusun." cevabım verdiler. Rasulul-lah  onlara şöyle dedi: "Bugün size hiç ayıplama ve azarlama yapılmayacaktır. Sizi Allah affetsin! Gidiniz, serbestsiniz!" Bunun gibi o diğer mağlup kişilere de nezaketle dav­ranmış ve onları serbest bırakmıştı.

tslâm, savaş esirleriyle ilgili belirli genel ku­rallar koymuştur. Bununla beraber, İslâm mağlup edilenleri iki kategoriye ayırır: İslâm Kanununu barış halinde, çarpışmaksızın ka­bul edenler ve çarpışmadan sonra teslim olanlar. îlkin, kendiliklerinden, çarpışmadan önce veya çarpışma esnasında İslâm kanun­larını kabul edenlere onların müslümanlar-la yapmış oldukları antlaşmalara göre mua-mede edilir. Peygamber, antlaşmanın şart­larının değiştirilmesini ya da onlara bu şart­lardan farklı muamele etmeyi kesinlikle ya­saklamıştır. Demiştir ki: "Sakının! Eğer bi­risi ahit yapılan kişilere karşı tecavüzde bu­lunursa, onların haklarını azaltır veya onla­ra kaldırabileceklerinden çok yük yüklerse, ya da rızaları olmadan onlardan bir şey alır­sa Kıyamet gününde karşısına davacı olarak ben çıkacağım."

Bu hadis, kişilere muamelenin sözleşmenin şartlarına dayandığını gösterir. Ahidin her­hangi bir hükmünü değiştirmek meşru de­ğildir. Onların hayatı, şeref ve namusu, mal­ları korunacaktır ve onlara karşı yapılan sal­dırının hiçbir türü kanunî sayılmayacaktır. Rasulullah , Necran hıristiyanlanyla bu tür barış antlaşmaları yapmıştı ve onları Al­lah ve Rasulü'nün kefilliği ve koruması al­tında normal haklarını garanti etmişti. Tes­lim alınanların ikinci grubu sonuna kadar sa­vaşıp, sadece tüm güçleri tamamen yok ol­duğunda, köy ve kasabaları müslümanlar ta-

rafından işgal edildiğinde teslim olanlardır. Bu tür durumlarda İslâm'ın genel ilkesi bun­lara gayri müslim azınlıklar olarak muame­le etmek ve onları savaştan önce yaşadıkları gibi bırakmaktır. Fakat, belli durumlarda, düşman büyük ayaklanmalara, hainliklere, kışkırtmalara vs. ye kalkıştığında, oturduk­ları yerlerden kovulmuşlar ve askerî güçleri­nin yok edilmesi için saldırı aletleri ellerin­den alınmıştır, tıpkı Benî Kaynuka ve Benî Nadir yahudileri olayında olduğu gibi. On­ların sürekli düşmanca faaliyetleri İslâm dev­letinin başşehri için daimi bir tehlikeydi ve tam kapısının önündeki bir sorun kaynağı­na hiç bir yönetim tolerans gösteremezdi. Peygamber  onlara barış içinde müslüman-larla birlikte eşit vatandaşlar olarak yaşama­ları için her türlü imkânı vermişti, fakat on­lar hiçbir zaman düşmanca davranışlarını ve­ya ona ve dinine nefretlerini kesmemiş veya gizlememişlerdi. Adalet ve akıl yoluyla dü­şününce tek pratik alternatif bu alenî tehli­keyi başkentten uzaklaştırmaktı.

Üçüncü grup insanlar, Benî Kurayza olayın­da olduğu gibi cürümlerinin mahiyeti 2. ka­tegoriyle benzer olmasına rağmen cürümle­rinin şiddeti ve ağırlığı çok daha ciddi ve İs­lâm Devleti'nin güvenliği için tehlikeli olan kişilerdir. Bu yahudiler, akibetlerinin Tevrat kanunlarına göre hüküm veren sabık müt­tefikleri tarafından tayin edilmesini tercih et­mişlerdi. Tüm savaşılabilecek erkekleri öldü­rüldü, kadın ve çocukları esir alındı. Mama­fih bu o günlerde kazanan tarafın gerçekleş­tirdiği normal işlemlerdi. Bununla beraber hakem onların teklif ve seçimine göre tayin edildiği ve Rasulullah tarafından tayin edildiğinde, kararı; genel hakemlik kuralla­rına göre kesindi. Tüm Arap kabileleri İs­lâm'ı kabul etmiş, fakat diğer insanlar, ör­neğin Necran ve Gassan hıristiyanlarına cö­mert ve nazik davranılmış ve savaştan önce­ki yaşayışlarını sürdürmelerine izin verilmiş­ti. Onlara, hayatlarının, mallarının, namus­larının ve din özgürlüklerinin Cizye denen bir vergiye karşılık korunması garanti edil­mişti. Hayber Yahudileri, Benî Nadir veya Benî Kurayza yahudileri gibi hainlik yapma­mışlardı ve onlar kendi teklif ettikleri gibi topraklan üzerinde rahat bırakılmışlardı. Fa-katvKayber'de yerleşen Benî Nadir yahudi-lerinin düşmanca hareketleri arttıkça ve Hay-ber halkı onların bu hareketlerim tasvip eder görününce, barış içinde yaşadıkları sürece topraklarında kalabilecekleri, fakat devlete karşı savaş hazırlıklarına kalkışırlarsa Arap topraklarından sürülecekleri söylenerek uya­rılmışlardı.