- Şâtıbî ye göre ilim öğrenme metotları

Adsense kodları


Şâtıbî ye göre ilim öğrenme metotları

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Fri 15 October 2010, 02:25 pm GMT +0200
Şâtıbî’ye Göre İlim Öğrenme Metotları


İmam Şâtıbî (v. 790/1338), Endülüslü büyük bir İslâm âlimidir. Hadîs, tefsir, fıkıh, usul ve dil gibi İslâmî ilimlerde vukuf sahibi olup müctehid olarak kabul edilmektedir. Başta usul, hadîs ve edebiyat olmak üzere değişik alanlarda pek çok eseri vardır. Bunlardan aslında Hanefî ve Malikî fıkhını telif etme gayesiyle kaleme aldığı ve bir Usul-u Fıkıh kitabı olan, ancak genel olarak bütün usulü’d-dinle ilgili konuların yer aldığı, bu yönüyle de bir İslâmî ilimler metodolojisi vasfına sahip el-Muvâfakât fî usûli’ş-şerîa adlı dört ciltlik eseri oldukça orijinaldir ve sahasında tek gibidir. Türkçeye de tercüme edilen1 bu eserin birinci cildinde yer alan Mukaddimeler bölümünde Şâtıbî, ilmin hedefi ve öğrenme metotlarıyla ilgili faydalı bilgilere yer verir. Günümüzdeki ilmî çalışmalara ve kitap okuma metotlarına da yol göstereceğini düşündüğümüz bu konuyu Muvâfakât’ta anlatılanlardan hareketle ele almaya çalışacağız. Ancak önce müellife uyarak, ilim öğrenme metotlarına geçmeden, ilmin hangi maksatla öğrenilmesi gerektiğini değerlendireceğiz.

Dinî İlimlerden Maksat Allah’a Kulluktur

Şâtıbî, özellikle dinî ilimlerin pratik faydası üzerinde durmaktadır. Ona göre bütün şer’î ilimler Allah’a kulluk etmek için birer vesiledir ve Şâri’ Teâlâ bu ilimleri bu maksatla talep etmektedir. Zîrâ İslâm’ın hedefi insanların kullukta bulunmasını temindir; bütün peygamberlerin gönderilmelerinde gözetilen maksat da budur (Muvâfakât, 1/51). Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok âyet de bu hususu vurgulamaktadır: “Elif, Lâm, Râ. Bu Kitap Hakîm ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye âyetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir Kitâp’tır.” (Hûd, 11/1-3) “Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: ‘Benden başka ilâh yoktur, Bana kulluk edin!’ diye vahyetmişizdir.” (Enbiya, 21/25)

Şâtıbî’nin de belirttiği gibi buna benzer âyet çoktur ve hepsi de peygamberlerin gönderilmesinden maksadın, insanların Allah’a kulluğunun temini olduğunu beyan eder. Onlar Allah’ın vahdâniyetine delâlet eden delillerle gönderilmişler ve böylece kulların sadece gerçek Mâbud’a, her türlü noksanlıklardan münezzeh, eşi ve benzeri bulunmayan Yüce Allah’a yönelmeleri için tebliğde bulunmuşlardır. Kısaca, ilimden maksat Allah’a kullukta bulunmadan başka bir şey değildir. Çünkü ilmin ruhu ameldir. Amelsiz ilim ise iğreti ve faydasızdır (Muvâfakât, 1/52-53).

İslâmî ilimlerde zirveye ulaşmış ulemanın aynı zamanda bir salih amel kahramanı oldukları düşünülünce Şatıbî’nin tespitinin ne kadar yerinde ve aynı zamanda ilmi başka maksatlarla tahsil etmeye çalışanlara uyarıcı nitelikte olduğu anlaşılacaktır. “Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten çekinen, Rabbinin rahmetini dileyen kimse, inkâr eden kimse gibi olur mu? De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer, 39/9) Âyette ibadete vurgu yapıldıktan sonra meselenin bilip-bilmemeye yani ilme bağlanması gerçek âlimlerin aynı zamanda derin bir kulluk anlayışına sahip olduklarını/olmaları gerektiğini göstermektedir.

İslâm âlimleri de ilimle ilgili özellikle bu hususa vurgu yapmışlardır. Süfyan-ı Sevrî: “İlim sadece takva sahibi olmak için öğrenilir. İlmin başka şeylere üstün kılınması, sadece onunla Allah’tan sakınıldığı içindir” demiştir. Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm da bir hadîslerinde: “Kıyamet gününde beş şeyden sorgulanmadıkça kul hesap yerinden ayağını bile oynatamaz.” buyurmuşlar ve bunlardan birisinin de “ilmiyle amel edip etmediği” olduğunu belirtmişlerdir (Tirmizî, kıyame 1). Muaz b. Cebel ise: “Ne kadar bilgi sahibi olursanız olun, amel etmedikçe Allah sizi ilminizle sevaplandıracak değildir.” demiştir. Bu konuda Hasan-ı Basri’den mürsel olarak rivayet edilen bir sözde de şöyle buyrulmuştur: “Aklı ermeyen hafif meşrep kişiler sadece sözün nakline, âlimler ise sözün ruhuna ve onunla verilmek istenen mesaja vâkıf olmaya önem verirler.” (Münavi, Feyzü’l-Kadir, 9589 nolu hadîs.)

Ayrıca “Kitabı okuyup durduğunuz hâlde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz?” (Bakara, 2/44) gibi ilmiyle amel etmeyenleri zemmeden âyetler de ilimden hedefin amel olduğuna işaret etmektedir.

İlim, Ehlinden/Hocadan Öğrenilmelidir

Şâtıbî, ilim tahsilinde gayeye ulaştırıcı en kestirme ve sâlim yolun onu tam ve eksiksiz bir şekilde elde etmiş gerçek ehlinden almak olduğunu ifade etmektedir (Muvâfakât, 1/81). İnsan fıtratına dercedilmiş bulunan kabiliyetler için bir hocaya ihtiyaç yok ise de düşünce ve istidlâle ihtiyaç duyan ilimler için hoca ihtiyacı kaçınılmazdır. Öteden beri bazı kimseler bir âlimin/hocanın rahle-i tedrisine oturmadan ilim öğrenilebileceğini söyleseler de realiteler bunun pek mümkün olmadığını göstermektedir. Şâtıbî, bir fıkıh usûlü şaheseri olan bu eserinde ilmin ehlinden öğrenilmesi gerektiğine delil olarak, 'İlim, insanların göğüslerinde idi. Sonra kitaplara intikal etti; fakat ilmin anahtarları hep âlimlerin ellerinde kaldı.' sözünü aktarır. Evet, kitaplardan doğru ve tam istifade mutlaka hocaların onları açmaları, talebeyi elinden tutarak onları içine sokmalarıyla mümkün olabilir.

Resul-i Ekrem Efendimiz de “Yüce Allah ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak onu ulemâyı almak suretiyle kabzeder.” (Buhârî, İlim 34; Müslim, İlim 13) buyurarak, ilmin en önemli vasıtasının âlimler olduğuna işaret etmiştir.

İslâm tarihinde bazı âlimler, ilimlerini bir âlimin/hocanın rahle-i tedrisine oturarak almadıkları için yer yer ulemanın genel çizgisinden kopmuş ve tenkide maruz kalmışlardır. Bu konudaki en meşhur örneklerden biri Zâhirî Mezhebi’nin imamlarından sayılan İbn Hazm’dır. Bu isim, pek çok faydalı eser de bırakmış olmasına rağmen tenkit edilmekten kurtulamamıştır. Onun bu yönünü eleştiren İbn Hayyan şöyle der: “İbn Hazm hadîs, fı­kıh, cedel, nesep, edebiyat, mantık ve felsefe gibi birçok ilimlere sa­hipti. Bu ilimlerin bazısı üzerinde bir hayli eserleri vardır. Ancak bu kitaplarında yanlış ve sakatlıklar da mevcuttur. Çünkü o, bütün ilimleri hocasız olarak tahsil etmek cesaretini göstermiştir.” (Ebû Zehre, Mezhepler Tarihi, 2/469)

Hoca/âlim faktörünün zorunlu olduğunu ifade eden Şâtıbî, ilmin hakkını veren gerçek bir âlimin de hangi özelliklere sahip olması gerektiğini açıklar. Gerçek bir âlimin üç özelliği olmalıdır. Bunlar;

1. Bildiğiyle amel etmek: Âlimin sözü davranışına mutabık olmalıdır. Eğer, sözü farklı, işi/ameli farklı ise o kendisinden ilim alınmaya ve o ilimde kendisine uyulmaya ehil değildir.

2. İlmi bir hocadan almış olmak: Kendisinden ilim öğrenilebilecek bir hoca/âlim, bizzat üstadların elinde yetişmiş olmalı, ilmi onlardan almalı, onlarla hep beraber olmalı, onların terbiyesinde yetişmelidir. Böylece o da en uygun yolla hocalarının sahip olduğu vasıflara ulaşacaktır.

3. İlmi aldığı kimseye uymak: Gerçek bir âlim/hoca ilmi aldığı kimseye uymalı, onun edebiyle edeplenmelidir. Nitekim Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber’e, Tâbiîn nesli de Sahabeye uymuş, onların ahlâkıyla ahlâklanmıştır. (Muvâfakât, 1/83–85)

İslâm tarihinde ilmiyle temayüz etmiş ve etrafına saçtığı ışıkla içinde bulunduğu çağı aydınlatmış âlimlere baktığımız zaman Şâtıbî’nin tespitinin ve teklifinin ne kadar yerinde olduğu anlaşılacaktır. Sahabe çağından günümüze kadar, mezhep imamlarından tasavvuf büyüklerine, ilk dönem hadîsçilerinden kelâm âlimlerine kadar başta müceddit ve müctehidler olmak üzere bütün büyük zâtlar hep aynı özelliklere sahip olmuştur. Eski dönemlerde ilimle meşgul olanlar birbirlerine “Hangi kitapları okudun?” diye değil de, “Kimden okudun?” diye sorarlarmış. Kitapların dükkânlardan alınıp okunduğu günümüzde hoca faktörünü önemini kavramak zor olsa da Şâtıbî’nin ifade ettiği gibi ilim mutlaka anahtarlı okunmalı ve âlimlerin gönlünde yerleşmiş bulunan ilim nurlarının ders meclislerinde bizim de gönlümüze akması için gayret sarfetmeliyiz. Çünkü İslâmî ilimler hoca-talebe münasebeti içinde nesilden nesle nakledilmiş kitaplarda yazılanların yanında onların doğru anlaşılması istikametindeki vicahî kültürde nakledilmiştir. Zîrâ İmam Malik’in ifade ettiği gibi, “İlim, çok rivâyet etmek değildir. İlim bir nurdur. Allah Teâlâ bu nûru mümin kullarının kalbine koyar.”

İlim Öğrenme Metotları

1. Müşâfehe/Sohbet: Şâtıbî’nin “müşâfehe” diye ifade ettiği, günümüz literatüründeki karşılığıyla “sohbet” diyebileceğimiz bu metot ilim tahsilinde çok faydalıdır. Müellife göre, hocadan bizzat şifâhî olarak ilim tahsili iki açıdan en faydalı ve sağlıklı yöntemdir.

Öncelikle hoca ile talebe arasında Allah’ın koymuş olduğu bir hususiyet bulunmaktadır ve ilim tahsilinde bulunan herkes bunu müşâhede etmektedir. Nice meseleler vardır ki, öğrenci onu kitaptan okumakta, ezberlemekte ve defalarca tekrar etmekte fakat bir türlü anlamamaktadır. Aynı şeyi hocanın takrir etmesi/anlatması durumunda ise ânında anlamaktadır ve daha oracıkta konu hakkında ilim sahibi olmaktadır. Diğer taraftan, hocadan bizzat bir konuyu dinlemede mânevî fetih diyebileceğimiz başka bir hususiyet vardır. Yüce Allah talebenin hocasının huzuruna varıp onun ilmine olan ihtiyacını ortaya koyarak durması, ona gönlünü açması neticesinde onun basiretini açmakta ve böylece talebe o meseleyi kolayca anlamaktadır (Muvâfakât, 1/86).

Şâtıbî’nin üzerinde durduğu bu metoda göre talebe ciddi ve derin bir teveccühle ve istifade etme niyetiyle hocasının sohbetine ve dersine katılırsa kitaplardan anlamadığı pek çok hususu öğrendiğini ve anladığını görecektir. Bunun böyle olması gayet tabiîdir. Zîrâ sohbette insibağ vardır.

Sohbet, aynı zamanda sahabe mesleğidir. Sahabe mesleğinin önemli bir özelliği, hayatın sohbet-i Cânan ve hizmet-i iman etrafında örgülenmesidir. Evet, Ashab-ı Kirâm insibağ kahramanlarıdır; onların hepsi Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in maddî-mânevî boyasıyla boyanmışlardır. Aslında her “sohbette insibağ vardır”; Allah dostlarının sözlerinden, bakışlarından, yüz hatlarından, dudak ve el hareketlerinden öyle bir ruh ve mânâ akışı hâsıl olur ki, onun muhataplarına kazandırdıklarını kitaplardan okuyarak elde etmek mümkün değildir. Bir Hak erinin namazda kıvrım kıvrım kıvranmasının, huzur-u İlâhî’de iki büklüm olmasının, kalbinin haşyetle çarpmasının ve yanaklarının gözyaşlarıyla ıslanmasının o meclise dolduracağı mânevî havayı doğrudan doğruya onun atmosferine girmeden ve onunla diz dize gelmeden teneffüs edebilmek imkânsızdır. Hele bir de söz konusu zât, İnsanlığın İftihâr Tablosu Hazreti Kutbu’l-Enbiyâ (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise onun huzurundaki insibağ başka hiçbir yerde ve hiçbir şekilde bulunamaz. (Gülen, M. Fethullah, Ölümsüzlük İksiri, 119)
Evet, hangi seviyede olursa olsun, dinî meselelerin mütalâa ve müzakere edildiği her sohbetin/meclisin mutlaka bu mazhariyetten nasibi vardır. Aslında ilk dönemlere bakıldığı zaman ilim tahsilinde bu metodun öne çıktığı görülecektir. Şâtıbî’nin de belirttiği gibi ilk nesillerde tahsil sırasında yazı yoluyla ilim alanlar oldukça azdı. Onlar not tutmayı bile iyi karşılamamışlardır. Nitekim İmam Mâlik bir meselede kendisine: “Nasıl yapalım?” diye soranlara, “Ezberlersiniz, anlarsınız, sonunda kalbinize onun (ilmin) aydınlığı vurur ve onu yazmaya artık ihtiyaç duymazsınız.” demiştir. Ne var ki unutkanlığın ortaya çıkıp, dinî ilimlerin yok olmasından korkulduğu için insanlara yazı ruhsatı verilmiştir. Yoksa yazı (kitap) hiçbir zaman hocanın yerini tutmayacaktır. (Muvâfakât, 1/86-87) Bu ifadeler, kitaba karşı bir tavır olarak algılanmamalıdır. Tam tersine günümüzde kitap önem kazanmıştır. Ancak kitaplar ne kadar çoğalırsa çoğalsın, ilim öğrenmede hocanın fonksiyonu azalmayacaktır. Onlar bazen bir cümleyle koca bir kitabın ifade ettiği mânâyı ifade edebilecekler ve kitaptan anlaşılmayan pek çok mesele de onların izahı sayesinde anlaşılır hâle gelecektir.

2. Mütalâa/Müzakere:
Şâtıbî’nin üzerinde durduğu ikinci metot mütalâadır. Günümüz anlayışı ve pratik uygulama sahasının genişliği açısından bu metodu “müzakere” yöntemiyle birlikte değerlendirmek de mümkündür. Müellifimize göre bu metodun da iki şartı vardır.

1. Istılahların bilinmesi: Bundan maksat, öğrenilecek olan ilmin maksatlarını ve ıstılahlarını daha önceden öğrenmiş olmak ve o kitabın mütalâası için gerekli olan altyapıya sahip olmak. Bilindiği gibi her ilmin kendine mahsus ıstılahları ve usulü vardır. Meselâ, tasavvufla ilgili kitapları okumak isteyen bir kimse öncelikle bu sahanın ıstılahlarını bilmek zorundadır. Sofîlerin aşk kavramına yükledikleri mânâyı bilmeyen bir kimse tasavvuf kitaplarında geçen “aşk” kelimesini yanlış anlayabilir. Veya kastedilen mânâyı tam doğru bir şekilde anlayamaz. Çünkü her ilim ve fennin kendisine mahsus terminolojisi vardır ve sahanın ehli o kavramlarla konuşmaktadır. Bu durum fıkıh, tefsir ve hadis gibi ilim dallarında da geçerlidir. Örneğin fıkıhla ilgili araştırma yapmak ve bu sahada derinleşmek isteyen bir kimse bu ilmin usulünü öğrenmekle işe başlamalıdır. Fıkhın; Kitap, Sünnet, icma, kıyas, istihsan, maslahat, ictihad gibi kavram ve metotlarını bilmeden, fukahanın Şer’î delillerden hüküm çıkarma yöntemlerini öğrenmeden, fıkıh kitaplarının kendine mahsus dil ve üslûbunu kavramadan fıkıh kitaplarından yeterince istifade etmek mümkün olmayacaktır. Nitekim bu çalışmamıza esas teşkil eden Şâtıbî’nin Muvâfakât’ı fıkıh usulü sahasında yazılmış eşsiz bir eserdir. Bu usul, bir-iki kitap okumayla da öğrenilecek kadar kolay ve basit değildir. Belki uzun yıllar ortaya konacak gayret ve mesaiyle, bu alanda yazılmış muhtelif metotlardaki kaynakları yerine göre mutlaka mukayeseli okumak ve mütalâa etmek suretiyle ancak öğrenilecektir. Burada söz konusu ettiğimiz şartlar hadîs ve tefsir usulleri için de geçerlidir. Bu ilimlerde de derinleşmek isteyen bir kimse, bu sahaların ıstılah ve metotlarını öğrenmekle işe başlamak zorundadır. Istılahların, o ilmin formüle edilmiş anahtarları olduğu düşünülecek olursa, bu anahtarlar olmadan o ilmin kapısından içeri girmek pek mümkün olmayacaktır. Girdiğini zannedenler de usul bilmediklerinden dolayı sık sık hata yapacaklar, hem kendileri yanılacaklar hem de başkalarını yanıltacaklardır. Din gibi insanların hem dünyalarını hem de ukbâlarını ilgilendiren bir sahada ise usul bilmeden hareket etmek/konuşmak/yazmak son derece tehlikelidir ve insanı mânen mesul edecek bir husustur. Bu açıdan Şâtıbî’nin tespiti son derece yerindedir.

2. İlk/temel kaynakların seçilmesi: Her ilimde ilk kaynaklar seçilmelidir. Şâtıbî, bu görüşünün delili sadedinde, bir ilimde ilk mütehassısların, kendilerini ilme, sonra gelenlerden daha çok verdiklerini ifade etmektedir. Ona göre, dinî ilimlerde, sonra gelenler önce gelenlerin derinliğine ulaşamamışlardır. Meselâ, sahabenin gerek dine vukûfiyeti gerekse dini yaşaması tâbiînden daha derindir. Tabiî ki, tâbiîn de kendinden sonra gelen neslin önünde gelir. Şâtıbî, konuyla ilgili İbn Mesud’un şu sözüne de yer verir: “Her gelen yıl bir öncekinden daha kötü olacaktır. Ben bu sözümle gelecek yılların bu yıllara göre bolluk ve bereket yönüyle geri olacağını kastetmiyorum. Ben, hayırlı kimselerin ve âlimlerin aranızdan ayrılmasıyla arkadan gelen kimselerin işlerini dinin prensiplerine göre değil de kendi görüşlerine göre yürütmelerini, böylece İslâm binasının yara almasını kastediyorum.” (Muvâfakât, 1/98)

Özellikle İslâmî ilimlerde temel kaynakların bilinmesi önemlidir. Bu meyanda ilk kaynaklar Kur’ân ve Sünnet’tir. Bütün dinî ilimler Kur’ân ve Sünnet temeline dayanmaktadır. Bu iki kaynakla çelişen her türlü bilgi ise reddedilir/kabul edilmez. Bundan dolayı her türlü dinî bilginin Kur’ân ve Sünnet filtresinden geçirilmesi zaruridir. İslâm âlimleri, bu iki temel kaynağa bağlı kalarak kendi devirlerinin ihtiyaçlarına cevap verecek pek çok eser yazmışlardır. Şâtıbî’nin bu mevzudaki düşüncelerini biraz açacak olursak dinî ilimlerde derinleşmek isteyen bir kimsenin öncelikle ilk kaynakları iyi bilmesinin yanı sıra, Ümmet-i Muhammed’in genel kabulüne mazhar olmuş temel kaynakları da öğrenmesinin zaruri olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ, fıkıh usulünü derinlemesine öğrenmek isteyen bir kimse İmam Şâfiî’nin er-Risale’sinden başlamak suretiyle Serahsî’nin el-Usul’ü, Sadru’-ş-şerîa’nın et-Tavzîh’i, Pezdevî’nin el-Usul’ü, Şâtıbî’nin el-Muvâfakât’ı İmam Gazzâlî’nin el-Mustasfâ’sı, gibi bu sahanın temel eserlerini mutlaka okuması gerekmektedir. Aynı şekilde diğer ilim dalları da ilk kaynaklardan başlanmak suretiyle günümüze doğru okunmalıdır. Diğer yandan, İslâmî ilimlerde derinleşmek isteyen bir kimse İslâm tarihinde köşe taşı mesabesindeki temel eserlerden de müstağni kalamaz. Bu meyanda İmam Gazzâlî, İmam Rabbanî, Şah Veliyullah ed-Dihlevî ve Bediüzzaman gibi yaşadıkları çağı aşan zatların eserlerinin mütalâa edilmesi fevkalâde önemlidir.

İşte bu noktada yeniden Şâtıbî’nin teklif ettiği okuma biçimine bakmamız gerekir. Temel eserler, sıradan bir kitap gibi okunup geçilecek kitaplar değildir. Bu kitaplar, ya bir hocaya arz edilerek okunmalı, hoca da gerekli yerlerde izahlarda bulunmalı ve talebenin sorularına cevap vermelidir. Ya da bir hoca huzurunda okunamıyorsa belli seviyedeki kişilerin bir araya gelerek bir metni/kitabı okumaları şeklinde olmalıdır ki, bu metoda müzakere demek mümkündür.

Mütalâa ve müzakere metodu dinî ilimlerin öğrenilmesinde yeniden keşfedilmesi gereken iki metot olarak önümüzde durmaktadır. Bu metotlar, kitapların derinlemesine okunması demektir. Bu konuda önemli bir husus da, temel kitapların baştan sona mütalâa/müzakere edilmesidir. Zîrâ ilmin bereketi, devamlılıkta ve kitapların bitirilmesindedir.

Aslında müzakere, sahabe döneminden beri bilinen ve özellikle sahabe tarafından uygulanan bir ilim öğrenme metodudur. Bu hususta Enes b. Mâlik: “Biz, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında otururken, O’ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da onu aramızda müzakere ederdik.” demektedir. Sahabe-i kiram, Resûlullah’tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) aldığını nakletmekle kalmıyor, aynı zamanda hadîsleri aralarında müzakere de ediyorlardı. Kendileri müzakere ettikleri gibi, daha sonra talebelerinin de bu meseleleri müzakere etmelerini tavsiye ediyorlardı. Meselâ, sahabi efendilerimizden Ebû Said el-Hudrî ve İbn Abbas, talebelerine şöyle derlerdi: “Bu hadîsleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır; dolayısıyla, bunları aranızda devamlı mütalâa etmelisiniz.” (Dârimî, mukaddime 51)
Günümüzde de temel kitapların müzakere edilmesi bir ilim öğrenme metodu olarak uygulanabilir. Hattâ denebilir ki, müzakere usulü kitap okumak günümüzde kolaylaşmıştır. Zîrâ bir metin/kitap okunurken anlamak için Kur’ân ve Hadîslerin yanı sıra bugüne kadar yazılmış pek çok güzide esere de müracaat kolaylığı bulunmaktadır. Elverir ki, insanlar bu maksatla bir araya gelsinler ve anlama kasdıyla ve ciddi bir teveccühle eserlerden istifade etmeye çalışsınlar.

Netice olarak, Şâtıbî’nin ilim öğrenme metoduyla ilgili yaklaşımlarından öğrendiğimiz, temel kitaplar ya bir hocayla okunmalı veya bir müzakere meclisinde mütalâa edilmelidir. Çok kitap okumak mutlaka faydalı ve gereklidir. Ama asıl önemli olan temel ve öncelikli kitapların mütalâa ve müzakere edilerek tekrar tekrar okunması ve sağlam bir ilmî altyapının oluşmasıdır. Önce sağlam bir ilmî altyapıya sahip olan kimseler, istedikleri kitapları önceki temel kaynaklara göre filtreden geçirerek tahlilî ve analitik bir metotla okuyabilirler. Böylece son okudukları kitabın tesiriyle değil de temel eserlerin ışığı altında hareket etme imkânına sahip olurlar.




Dipnot
1. Bu eser Mehmet Erdoğan tarafından Türkçe’ye el-Muvâfakât: İslâmî İlimler Metodolojisi adıyla başarılı bir tercümeyle kazandırılmış ve İz Yayıncılık tarafından 4 cilt halinde basılmıştır.



Hasan Yenibaş