- Sanat perdesinde saklanan ahlâksızlığa dikkat

Adsense kodları


Sanat perdesinde saklanan ahlâksızlığa dikkat

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ehlidunya
Thu 6 October 2011, 03:20 pm GMT +0200
Sanat perdesinde saklanan ahlâksızlığa dikkat    

Toplumdaki yozlaşma ve değer kaybı herkesin dilinde iken "sinema ve filmde" yer alan ahlâksızlıkları görmezden gelmek ve bunları "san'at" kapsamında değerlendirmek, problemin çözümünü iyice karmaşık hale getirmektedir.
 
Ertuğrul Özkök, Üstadın vefatının 50. yıldönümü dolayısıyla Yeni Asya gazetesinin vermiş olduğu kitapçıkta Bediüzzaman’la ilgili: “Beni en çok şaşırtan yanı, sinemaya olan ilgisini keşfetmemdi. Bu kadar uhrevî bir insanın bu kadar dünyevî bir şeyden zevk alması doğrusu beni şaşırttı”18 demektedir. Risâle-i Nur ile yeni muhatap olan bir insanın kurduğu bu cümleleri çok yadırgamıyorum. Ama Risâle-i Nur’da geçen “Cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı da fedâ ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum.”19 cümlesi iyi anlaşılmalıdır. Risâle-i Nur’un tamamına vakıf olmayan bir kısım yazarların Bediüzzaman hakkındaki tesbitlerine dikkat ile yaklaşmamız gerekmektedir. Yoksa Risâle-i Nur’da geçen hakikatlerle ters düşen ifadelerle karşılaşabiliriz. Bu ifadeleri iyi süzmemiz gerekmektedir. Özkök’ün ifadesi gibi…
Özkök aynı hataya “G 18’de Bediüzzaman oturuyor” başlıklı yazısında da düşmüştür. “İnsanın, o yıllarda sinemaya gitmek için bu kadar ulvî ve entelektüel gerekçeler aramak zorunda kalması hüzünlü bir şey değil mi? Ben, canım istediğinde, iyi zaman geçirmek, eğlenmek istediğim için sinemaya gidiyorum. Yine de Said Nursî’nin bu fanî ve insanî keyfi yaşaması güzel bir şey.” diyerek, garip bir sonuca ulaşmıştır. Bediüzzaman’ın asıl amacını sinemaya gitmek olarak nitelemesi, “film konusuna” kaynağından değil, çevreden okudukları ile yaklaşmasıdır. Oysa Risâleler’de yapılacak bir tarama ile “sinemanın” risâlelerde ne şekilde kullanıldığı rahatça görülebilir.20
Ne yazık ki, bu ifadeler kullanılarak Bediüzzaman Hazretleri’nin “sinema ve filme” önem verdiği ön plana çıkarılmakta, o hakikatlerin derki için bu anlatımlarda bulunduğu nazara verilmemektedir. Söz konusu cümlemizi yazmaya sebep olan Ali Murat Güven’in “Bediüzzaman’la Sinemaya gitmek” başlıklı yazısıdır. Yazar Ömer Faruk Paksu’nun kitabında yer alan hatırayı nazara verdikten sonra şöyle der: “Bu fakirin 2007 yılının dünyasında sinema üzerine yazıp çizerken kendince okurlarına vermeye çalıştığı temel mesajı–daha bundan 86 yıl önce, sinema san'atı daha emekleme devresindeyken–gayet güzel kavramış, beyaz perde ve hayat ilişkisi üzerine kafa yormuş ve onu doğru biçimde anlamlandırmış büyük bir zekânın, eşsiz bir öngörünün ürünü yukarıdaki sözleri anlayabiliyor musunuz, hayatını dinin doğru biçimde yorumlanıp yaşanmasına adamış büyük bir İslâm bilgesi sinemayı reddetmiyor; reddetmek şöyle dursun, aksine onu çok seviyor ve fırsat buldukça da İstanbul’un o dönemlerindeki en iyi salonuna film izlemeye gidiyor. Yanına birde öğrencisini alarak!” 21
Yazarın yukarıdaki paragrafla bazı noktaları abartılı verdiğini düşünüyorum. İlk olarak, hatırada geçen “ara sıra” edatının “fırsat buldukça” şekline dönüşmesi meselesi. Bediüzzaman Hazretleri’nin risâlelerde yer alan ifadelerine bakmadan “Bediüzzaman’ı film sevdalısı” gibi göstermenin son derece yanlış olduğunu düşünüyorum.
Bediüzzaman Hazretleri’nin sinema ile ilgili görüşlerine, çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde yer vereceğiz. Bediüzzaman ‘film ve sinema’ hakkında görüşünü açıkça belirtmiştir. Yazarların Risâle-i Nur’da geçen film ile ilgili yerleri atlayıp, bir hatıra üzerinden Bediüzzaman’ın film görüşünü netleştirmeye çalışmaları, hakikate uygun düşmez. Yazara sormamız gereken ikinci soru ise şudur: “Sinemanın emekleme devrinden çıkıp hayatın içine girdiği ilerleyen yıllarda Bediüzzaman’ın filme karşı bakışını da gözlemlediniz mi? Bediüzzaman, sinemanın yaygınlaşmış olduğu, hayatının ilerleyen safhalarında sinemaya gitmiş midir?” Bediüzzaman’ın filme karşı olduğunu ifade etmiyorum. Bir hatıraya dayanarak, bütün filmlere ve sinemaya “geçer bilet” vermenin yanlış olacağını vurgulamak istiyorum.
Yazarın yine abartılı olarak vurguladığı cümleleri de yadırgıyorum: “Sinemayı reddetmiyor, reddetmek şöyle dursun onu çok seviyor!” Bu hatıradan böyle bir yargı nasıl çıkarılır anlamıyorum. Bediüzzaman’ın böyle bir cümlesi mevcut değildir. Bediüzzaman sinemanın değil, hakikatin sevdalısıdır. Bu cümlemizi teyit edecek birçok parçayı Risâle-i Nur’dan bulmak mümkündür.
1920'lerde Üstadın gitmiş olduğu film teknik olarak “sessiz film”dir. Sessiz film; “Sessiz film, üzerine senkronize olarak kaydedilmiş diyalogları olmayan filmdir.”22 şeklinde tanımlanmaktadır.
Bediüzzaman Hazretlerinin hayatının gayesi olarak bakabileceğimiz Risâle-i Nur Külliyatından, bu konuya yaklaşacak temel prensipleri belirlememiz yerinde olacaktır.
“Helâl dairesi geniştir. Keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” 23
Bediüzzaman Hazretleri radyonun nimet olduğuna değinir ve nimete şükür olarak doğru bir biçimde kullanılmasını ipuçlarını şu şekilde verir: “Elbette ve elbette, beşer, bu pek büyük nimete karşı bir umumî şükür olarak o radyoları her şeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan kelâmullahın, başta Kur’ân-ı Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatları olmalı ki, o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer. Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet olur, beşere lâzım olan sa’ye şevki kırar.” 24
Yukarıda verilen cümlelerden anladığımız şudur: “İnsan olarak meşrû daire içinde eğlenebiliriz. Eğlenmek için kullandığımız vasıtaların meşrû olmasına dikkat etmeli ve asıl vazifelerimizi unutturacak dereceye gelmesine mani olmalıyız.”
Bediüzzaman Hazretleri Gençlik Rehber’inde: “Elli beş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrarıyla ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı; üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim.” demektedir. Aynı bölümde “Hem kırk sene evvel İstanbul’da Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, Köprüden ta Kâğıthane'ye kadar Haliç'in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Taha ve mebus Hacı İlyas ile beraber kayığa bindik, o kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Hâlbuki Molla Taha ve Hacı İlyas, beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassut ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip dediler: ‘Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın.’ Dedim: ‘Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından, istemiyorum.’” 25
Bu parçaları nazara vermemizin sebebi Bediüzzaman Hazretleri’nin hayatında göstermiş olduğu hassasiyettir. “Haramdan kaçma” şeklinde söyleyebileceğimiz bu hassasiyetin hayatının her alanında onunla birlikte olduğunu görürüz.
Filmlerin, Kur’ân ile uyuşmayan bir yönünü de yine Risâle-i Nur’dan şu şekilde izah edebiliriz: “Sanemperest-liği şiddetle, Kur’ân, men ettiği gibi; sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi mehâsininden sayıp, Kur’ân’a muâraza etmek istemiş. Hâlbuki gölgeli, gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-i mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.” Aynı yerin devamında “Hususan, sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukùt-u ruha sebebiyet verdiği, şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.” diyerek suretperestliğin açtığı acı neticelere dikkat çeker. 26
Suretperestliğin ise; “Görünüşe surete çok kıymet veren. Esasa ehemmiyet vermeyen, resimleri çok seven ve meftun olan” manasına geldiğini öğreniyoruz. 27
Üstadın yukarıda beyan ettiği gibi, “Öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak” eylemi günümüz filmleri için çok münbit bir zemin haline gelmiştir. Sadece nefsi arzuları ön plana çıkaran veya batılı tasvir etmekte çekinmeyen filmlerin “suretperestlik” eylemini arttırdığını ifade edebiliriz.
Bu ifadeleri anlatmamızın sebebi, fikriyatı bu şekilde olan Bediüzzaman Hazretlerinin “suretperestliğin zeminini teşkil eden filmlere” gitmeyeceği ve “meşrû olmayan” hiçbir şeyi sevemeyeceğidir. Bediüzzaman’ın ibret için filme gitmesini bütün filmler için genel bir şekle koymak, onun fikriyatına en azından saygısızlıktır diye düşünüyorum.
Bediüzzaman Hazretlerinin sinemaya gittiği hatırayı nakleden yazıların garip bir özelliği de; filmin ahlâkî noktasına dikkat etmeyip normal bir değerlendirme de bulunabilmesidir. Ne yazık ki Risâle-i Nur’dan istifade ettiğini ilân eden bir çok kesimde bu yersiz davranışı görmekteyiz. Bediüzzaman Hazretleri üzerinden “filmleri meşrûlaştırma gayreti” olarak yorumluyorum bu tür hareketleri. Meselâ çalışmamda bolca adı geçen “Dünyanın orta yeri sinema” adlı kitapta Bediüzzaman’ın hep sinemadan bahsettiği vurgulanmış ve kitapta sanki normalmiş gibi birçok film değerlendirmeye alınmıştır. (Bilhassa Sadık Yalsızuçanlar imzalı yazılar) Paragrafın başındaki cümlemi vurguluyorum, bu hatırayı nakledip “filmler meşrû gibi” gösterilmekte ve sonra “meşrû” olarak değerlendiremeyeceğimiz filmler değerlendirilmeye, anlatılmaya, övülmeye tabi tutulmaktadır. Lütfen Bediüzzaman’ın fikriyatını tam olarak ele alalım. Filmlerdeki yozlaşma, bozulma ve filmlerin gençleri ahlâken etkilemesi gibi hususlar hiç nazara alınmadan san'at san'at diyerek film ve sinemanın övülmesini yadırgıyorum.
Bediüzzaman’ı anlamak isteyenlerin ilk müracaat yeri Risâle-i Nur olmalıdır. Hatıralar değil. Hatıralar destekleyici mahiyette konuların izahı için kullanılabilir, bu ayrı bir meseledir. Bu iddiamızı Ali İhsan Tola Ağabey gibi Bediüzzaman’ı bizzat gören birçok talebesi teyit etmektedir. 28
O yüzden Risâle-i Nur’da filmlerin ele alındığı yerleri değerlendirerek konuya devam etmek istiyorum.
“Edeb ve belâgat, tesir-i üslûp itibâriyle ya hüzün verir, ya neşe verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdü’l-ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firâkü’l-ahbabdan gelir. Yani ahbab var; firâkında müştâkàne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidâyetedâ, nurefşân Kur’ân’ın verdiği hüzündür. Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesâtına teşvik eder; o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir.” 29
Şe’n kelimesinin anlamları “tavır, hadise, iş” şeklindedir. Yukarıda bahsedilen beyandan “günümüz sinemasının genel manada nefsi hevesatı teşvik etme mesleğinde” olduğunu kolayca anlıyoruz. Filmleri çeken yönetmenlerin, senaryoları yazan insanların görüşü ve inanışı bu noktada çok ehemmiyetlidir. Bediüzzaman burada genel bir çerçeve çizmiştir. Kur’ân’ı dinlemeyen medeniyetin ürünlerinin genel özelliğidir bu. Bu sinema olabilir, tiyatro olabilir, roman olabilir. Avrupa medeniyeti ne yazık ki sinemayı da hevesata âlet etmiştir.
Olaya hakkaniyet ve vicdan ile yaklaşan herkes bu gerçeği tasdik etmektedir. Muhammed Bedirhan: “Sinema bizde de dünyada da fevkalâde nefsanî çalışan bir müessesedir. Yeterince istifadeye sunulmamaktadır. Tamamen nefsanî işlemektedir. Elbette çok önemlidir, fakat bu önem oyalama ve eğlenmeye harcanıyor. Böyle olmaması lâzım” der. 30
Yine Muhammed Bedirhan “Sinema bir ibret ve hikmet perdesi olarak düşünülebilir mi?” şeklindeki soruya “Düşünülmelidir, böyle olmalıdır. Ancak her müessese nefis için kullanılabilir” dedikten sonra “dinamit” örneğini vermektedir. Alfred Nobel, dinamiti yol özellikle demiryolu inşaatında kullanılması amacıyla keşfetmiştir. Oysa dinamit çoğunlukla insanların öldürülmesi için kullanılageldi. Günümüzde sinema yeterince ibret sahnesi olarak kullanılıyor mu? Bedirhan bu soruya: “Buna evet diyecek kimsenin çıkacağını sanmıyorum. Yeterince ibret için kullanılmıyor.” diyerek işin vahametine dikkat çekmiştir.31
Abdurrahman Şen, “Türk Sinemasında Aile” başlıklı yazısında, evine ilk televizyon giren ailelerin açık sahnelerde başını çevirdiklerini belirtir ve şimdi değerlerin değişmesiyle başların çevrilmediğini nakleder. Ve “Aradan geçen 10 yıllık süreçte ‘günah’ tanımlamasında yaşanan bu değişikliğin, çekilen ve izlenen bütün filmlere bakışımızı etkilediğini de gözden ırak tutamayız” diyerek, toplum olarak yanlışa doğru ilerleyişimizi anlatır. 32
Aynı yazısında “Aile filmi çeken bir çok yönetmenin nikâhsız yaşamayı kabul ettiğini de hatırlarsak, çelişkilerimizin derinliği de kendiliğinden ortaya çıkar” diyerek sinemanın gelmiş olduğu acı yeri hatırlatır. Aile filmi çekenlerin kriterleri bu ise, normal film çekenlerin ne düşündüklerini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Ne yazık ki sinemanın şu anki durumu böyledir. Durum böyle olduğu için, vurgulanması gereken “sinemanın düştüğü veya düşürüldüğü bataklık” iken, hep “sinemanın güzel yönleri” vurgulanmaya devam edilmektedir. Toplumdaki yozlaşma ve değer kaybı herkesin dilinde iken “sinema ve filmde” yer  alan ahlâksızlıkları görmezden gelmek ve bunları “san'at” kapsamında değerlendirmek, problemin çözümünü iyice karmaşık hale getirmektedir. Sinemaya verilen bu değerin sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

yeniasya