sumeyye
Tue 8 February 2011, 02:53 pm GMT +0200
Sâbikûndan Olan Zümreler:
1. Müferridûn: Gayb âlemine yönelmiş kimselerdir. Zikr hali, bunların ağırlıklarını üzerlerinden atmıştır.
2. Sıddîkler: Bunlar, Hakk’a bağlılık ve onun için her şeyden soyutlanma konusunda son derece bir belirginlik gösterirler ve diğer insanlardan ayrılırlar.
3. Şühedâ/Şahitler: Bunlar, insanlar için hazırlanmış kimselerdir. Mele-i a’lâ’nın kâfirlere lanet etme, mü’minlerden razı olma, iyiliği emretme, kötülüğü önleme, peygamber vasıtasıyla dini yayma ve yüceltme.., özellikleri bunlara da sirayet etmiş, kendilerinde meleke haline gelmiştir. Kıyamet günü olduğunda bunlar, kalkarlar ve kâfirlerle mücadeleye girişirler, onların aleyhlerine şehadette bulunurlar. Bunlar, risalet görevinin ifası konusunda peygamberin uzuvları mesabesindedirler. Böylece, risaletten beklenen amacın gerçekleşmesi istenir. Bu yüzden bunların diğerlerinden üstün tutulmaları ve saygıyla anılmaları vacip olmuştur.
4. İlimde rüsûh sahipleri: İlimde yüksek payeye erenler, yüksek zeka ve üstün akıl sahibi kimselerdir. Rasûlullah’tan (s.a.) işitmiş oldukları ilim ve hikmet, onlarda mevcut bulunan üstün kabiliyetle karşılaşmış ve onu harekete geçirmiştir. Böylece onlar, kendilerinde, Allah’ın kitabının manalarını -anlaşılması gereken şekilde- anlama yeteneği bulmuşlardır. Hz. Ali (r.a.),
“Ya da müslüman bir kimseye nasip kılınan (üstün) anlayış...” [592] Derken işte bu noktaya işaret etmiştir.
5. Abidler: Bunlar, ibadetlerin faydalarını gözleriyle görürler, nefisleri onların nuruyla şekillenir. Bu nurlar, onların kalplerinin ta derinliklerine nüfuz eder, bunun sonucunda Allah Teâlâ’ya basiret üzere kullukta bulunur hale gelirler.
6. Zahidler: Bunlar âhiret hayatına dair yakînî imanları sonucunda dünya ve lezzetlerini hakir görürler, kendilerini tamamen âhirete verirler. Dünyada insanların rağbet ettikleri şeyleri, deve kılı gibi değersiz görürler.
7. Âdil halifeler: Bunlar, peygamberlere halife olmak üzere, Allah’a gerçek kullukta bulunanlar arasında, kendilerinde adalet vasfı halkedilmek suretiyle hazırlanmış kimselerdir. Onlar, kendilerinde meleke halinde bulunan bu özelliklerini, Allah’ın emri doğrultusunda kullanırlar ve yeryüzünde adaletin hakim olmasına çalışırlar.
8. Güzel ahlâk sahipleri: Bundan maksadım semahat-ı nefs sahibi olanlar, yani cömertlik, tevazu, haksızı affetme.., gibi güzel huylara sahip olanlardır.
9. Meleklere benzeyenler: Bunlar, yaşantılarında meleklere benzerler ve onlarla birlik olurlar. Nitekim hadislerde, bazı sahâbîlere meleklerin selâm vermekte olduğu belirtilmiştir.
Bu saydığımız zümrelerden her birinin cibillî yetenekleri vardır; peygamberlerin verdiği haberlere kulak kesilmekle bu yetenekleri sayesinde kemal mertebelerine ulaşırlar. Aynca kesbî olan yetenekleri de vardır. Bu da, onların şeriatların hükümlerine yapışmaları ile oluşur. Bu iki yetenek bir araya geldiğinde, matlup olan kemal hali gerçekleşir.
c) Ashâbul-yemîn:
Sâbikûn mertebesinden sonra gelen zümreye “ashâbu’l-yemîn” (sağcılar) denilir. Bunlar da çeşitli tiplerden meydana gelir:
1. Nefisçe, sâbikûndan olanlara çok yakın bulundukları halde, yaratılış amaçlarını tekmile muvaffak olamayanlar. Bunlar, ruh ile değil de suretlerle yetinirler; ancak ruha nisbetle tümden yabancı da değillerdir.
2. Melekeleri çekişmeli bulunup, melekî yönleri zayıf, hayvanî yönleri de güçlü olanlar arasından ağır riyazetlere muvaffak kılınmış kimseler. Bunun sonucunda Mele-i sâfil’e ait özellikler, bunlar için de sonuç vermeye başlar. Bunlar, hayvanı yönleri zayıf kimseler de olabilir. Bu durumda, kendilerini Allah’ın zikrine1 verirler. Bunun sonucunda kendilerine cüz’î ilhamlar gelmeye başlar, cüz’î kulluk ve arınma ortaya çıkar.
3. Melekeleri uyumlu olup, melekî yönleri son derece zayıf bulunanlar zümresi: Bunlar, hayvani yönleri güçlü kimselerse, ağır riyazetlere; zayıfsa sürekli virdlere dört elle sarılırlar. Bu hayat sonunda keşf haline geçemezler, ancak güzel melekelerin kalıpları bulunan ameller ve davranış biçimleri, nefislerinin ta derinliklerine kadar kok salar.
Bunların pek çoğu hakkında, amellerinde tam gerçek bir ftlâs ile yapı ve itiyatların gereğinden hakiki anlamda uzaklaşma şartı aranmaz. Dolayısıyla bunlar, hem kendi yapılarının isteklerini, hem dp sevap beklentisini bir arada içeren bir niyetle sadaka verirler; hem kavimlerinin âdetlerini yerine getirmiş olmak, hem de sevap ummak amacıyla sıla-i rahimde bulunurlar; zina ve içkiden, hem Allah’tan korktukları için, hem de insanlardan utandıkları için uzak dururlar. Veya ma’şûkaların peşine takılamadıkları, mallarını eğlence yollarında hare ayam adıldan için temiz kalırlar. Bu zümrenin bu tarzdaki yaşantıları makbuldür. Bir şartla ki, kalpleri mahza ihlâstan iyice kopmuş olmamalı, nefisleri, bizzat amellerin kendilerine tutunmalı, melekelerin açıklaması olan şeylere takılı kalmamalıdır.
İlk hikmette, hayanın bir kısmının yerinde ve iyi, bir kısmının ise zaafdan kaynaklanacağından kötü olduğu sabitti. Buna rağmen Rasûlullah (s.a.):
“Hayanın tamamı hayırdır.” [593] buyurmuş ve böylece sözünü ettiğimiz hususa dikkat çekmiştir. Bu zümreden olanlann çoğuna, çok az zamanlarda melekî parıltıların çaktığı olur. Ancak bu, onlarda bir meleke halinde bulunmaz. Bu hale tümden yabancı da olmazlar. Bunlar, kendi nefislerini kınayarak Allah’a istiğfarda bulunan, tenha yerlerde Allah’ı anıp gözlerinden yaşlar akıtanlar gibi kimselerdir. Keza ya yapısındaki zaaf, ya da yapısında sonradan ortaya çıkan bir çözülme sebebiyle kendilerini serden tutamayanlar da böyledir. Bu durumda olanlarm kalpleri kuşun kalbi gibi olur. İshale yakalanan ya da çeşitli musibetlere maruz kalan kimseler gibi, bunlann karşılaştıklan sıkıntılar, günahlanna keffâret olur.
Kısaca söylemek gerekirse, ashâbu’l-yemîn, sâbikûnun sahip oldukları iki özellikten sadece birini elde edebilen kimselerdir.
d) A’raftakiler:
Ashâbu’l-yemînden sonra, “ashâbu’l-a’râf diye isimlendirilen zümre gelmektedir. Bunlar da iki tür insanlardan oluşur:
1. Yapı itibariyle sağlam, yaratılışları temiz insanlardır, ancak kendilerine İslâmî davet ya hiç, ya da kendi dilleriyle ulaşmamıştır, ya da kendilerini bağlayacak, aleyhlerinde hüccet olarak kullanılacak ölçüde ulaşmamıştır. Bunlar İslâmî tebliğden uzak bir halde, hasis davranışlar, âdi işler içerisine girmeksizin bir hayat sürmüşlerdir. Öbür taraftan müsbet ya da menfi manada Cenab-ı Hak ile ilgilenmemişler, dinden habersiz olarak yaşamışlardır. Bunların meşgaleleri genelde, dünya hayatıyla ilgili ihtiyaçlarının giderilmesi ve bu uğurda yaptıkları çalışmalar olmuştur. Bunlar öldükleri zaman kör bir hale dönerler; ne sevap ne de azap görürler. Hayvanı yönleri yok oluncaya kadar bu böyle devam eder ve sonunda bir tür melekî parıltıya mazhar olurlar.
2. Eksik akıllı olanlar: Bunlar çocuklar, bunaklar, kara cahiller, köleler gibi kimselerden oluşur. İnsanların çoğu bunları kale almaz. Bunlar, geçerli olan davranış kalıplarından soyutlandıklarında tümden akılsız ortada kalırlar. Bunların imanları için, Rasûlullah’ın (s.a.) siyah cariyeden aldığı cevap kadarı yeterli kabul edilir. Hani Rasûlullah’a (s.a.), keffâret olmak üzere mümin bir köle azad etmesi gereken bir sahâbînin, sahip olduğu siyah cariyenin azadının yeterli olup olmadığını sormuştu. Rasûlullah (s.a.) da, kadının mü’min olup olmadığını öğrenmek için ona:
“Allah, nerededir?” diye sormuştu. Kadın da eliyle göğe işaret etmişti. Bu olayda Rasûlullah (s.a.), bu kadarcık bir bilgiyle yetinerek onun mümin olduğuna hükmetmişti. Aslında bu gibi kimselerden istenen tek şey, İslâm dininin bütünlüğünün zedelenmemesi için müslümanlara benzemeye çalışmalarıdır. Onlara yönelik gerçek anlamda başka bir talep yoktur.
Bunlardan, rezil bir hayat yaşayıp, Cenab-ı Hak hakkında lâyık olmayacak itikatlar besleyenlerse, cahiliye devri insanları gibi kabul edilirler ve elbette ki onlar, çeşitli azaba maruz olacaklardır.
e) Amelde münafıklar:
A’râftakileri takibeden zümre ise, “amelde münafıklar” diye isimlendirilen kimselerdir. Bunlar, istenilen kemal mertebesine ulaşamayan çeşitli sınıf insanlardan meydana gelir. Bunların kendilerine emredilen hedef doğrultusunda gitmemelerinin sebepleri:
i. Ya, kendi yapılarından kaynaklanan perdelerdir. Bunun sonucunda rezaletler içerisinde kendilerini kaybetmişlerdir. Aşın derecede yeme içme ve kadın düşkünlüğü, kindarlık gibi. Bunların taatleri, günahlarını karşılamayacak ölçüdedir.
ii. Ya töre perdeleridir. Bunlar, eski cahiliye döneminden kalma törelerin terkini bir türlü hazmedemezler; eş, dost ve akrabadan, vatandan vazgeçerek hicret edemezler.
iii. Ya da yanlış/kötü bilgi perdesidir. Müteşebbihenin bilgisi gibi.
Bu kısmın altına şu türden insanlar girer:
1. Şirk-i hafi sahipleri: Bu sınıf içerisinde yer alanlardan bazıları, gerek ibadette, gerekse yardım dilemede gizli şirk içerisinde bulunan kimselerdir. Bunlar Allah’ın gazabını gerektirecek şirkin, kendi yaptıkları dışında başka bir şey olduğunu düşünürler. Bu tabii ki, dinin şirk olduğuna dair açıkça beyanda bulunmadığı, üzerindeki örtüyü tamamen kaldırmadığı konularda olur.
2. Zaaflarına yenik düşenler: Bu zümre içerisine giren diğer bir sınıf, zaaf sahipleri olan, kirli işleri bulunan, utanma duyguları pek olmayan, hafif meşrep kimselerdir. Bunların Allah ve peygamberine karşı olan sevgileri, kendilerini bir türlü günahlardan uzak tutmaya yetmez. Şarap içip de kendisinin Allah’ı ve peygamberini sevdiğim söyleyen kişinin durumu böyledir. Onun Allah ve peygamber sevgisine Rasûlullah (s.a.) da tanıklık etmiştir; ancak bu sevgi onun zaaflarını yenebilecek ölçüde değildir.
f) Fâsıklar:
Sonra fâsıklar gelir. Bunlar, kötü melekelere sahip olmaktan çok, kendilerini kötü ameller işlemeye kaptıran kimselerdir. Bunlardan bir kısmının hayvanı güçleri çok kuvvetli ve şiddetlidir, bunun saikiyle hayvanca ve saldırgan fiillere girişirler.
Bir kısmının ise yapıları bozuk, düşünceleri yanlıştır. Bunlar toprak yemeyi, yanık ekmek yemeyi seven hasta insanlar gibidirler. Yapı ve düşüncelerindeki bozukluklar sebebiyle şeytanlığa kalkar, kendilerini kötülüklere verirler.
g) Kâfirler:
Yelpazenin en sonunda kâfirler yer alır. Bunlar inatçı inkarcı kimselerdir. “Lâ ilahe illallah” demeye bir türlü yanaşmazlar. Oysaki akılları yerindedir, kendilerine İslâmî davet tam olarak ulaşmıştır. Bunlar aynı zamanda, Allah Teâlâ’nın, peygamberler göndermek suretiyle gerçekleştirmek istediği ilâhî amacının tahakkuk etmemesi için, ilâhî davete karşı cephe de alırlar, bu yolda mücadeleye koyulurlar. Bunun sonucunda da, Allah yolundan sapar ve saptırırlar. Dünya hayatına bel bağlar, ötesini düşünmezler. İşte bunlar, ebedî lanete müstahak olmuş bedbaht kimselerdir. Onlar, sonsuza dek cehennemde kalırlar.
Cahiliye dönemi insanları ile imanda nifak sahipleri yani diliyle inandığını söyleyip, kalbiyle katkısız küfür üzere kalmakta ısrarlı olan kimseler de bu sonuncu bedbaht kâfirler zümresinden olmaktadır.
Allah u alem!
17) Dinleri Nesheden Yeni Bir Dine İhtiyaç
Yeryüzünde mevcut bulunan dinlere bak! Daha önce anlatmış olduğumuz konularda onlar arasında bir farklılık görebilir misin!? Yeminle belirtelim ki hayır! Bütün ümmetler, kendi dinlerinin kurucusunun doğruluğuna olan inançtan, ona duyulacak saygıdan yoksun bulunmazlar, onun kamil ve eşi benzeri bulunamaz biri olduğuna inanırlar. Çünkü onun istikamet sahibi olduğuna, elinde harikuladeliklerin doğduğuna, dualarının kabul edildiğine şahit olmuşlar, ümmeti yola koyacak hadler, şer’î hükümler, yasaklar getirdiğim görmüşlerdir. Sonra gerek zikrettiklerimizden ve gerekse onlara benzeyenlerden kolaylaştırıcı istitaat ifade eden durumlar olmuştur. (?)
Her Kavim, Bir Sünnet Ve Şeriata Sahiptir:
Her kavmin sahip olduğu bir sünnet ve şeriat olagelmiştir. Adet üzere, o kavmin öncülerine uyulmuş, o dinin imam ve önderlerinin yaşantıları örnek alınmış, zamanla din sağlamlaşmış ve yerine oturmuştur. Bundan böyle, o dinin müntesipleri, dinlerini korumaya, onun uğrunda mücadele etmeye başlamışlar, bu uğurda mallarını ve canlarını feda edegelmişlerdir. Bütün bunlar, elbette ki, halkın takdir edemeyeceği muhkem tedbirler ve sağlama alınmış maslahatlar sebebiyle olmuştur.
[592] Şi'a, Rasûlullah'ın (s.a.), özellikle Hz. Ali'ye bazı özel sırlarda bulunduğu görüşündedir. O, bu sözüyle kendisine Rasûlullah'ın (s.a.), Kitab'ın, kılıcının kabzasında yazılı bulunan bilgilerin ve bir de sahip olduğu üstün anlayışın dışında bir şey bırakmadığını söylemiştir.
[593] Müslim, îmân, 61; Ahmed, 4/426, 427.