saniyenur
Mon 2 January 2012, 06:33 pm GMT +0200
4. Rü'yetullah Meselesi
“Allah Taalâ’yı görmek”
Buradaki rü'yet ve görmek, gözle hasü olan mükemmel bir inkişaf manâsına gelmektedir. Buradaki “mükemmel inkişaf” kaydından maksat, bir şeyi (baştaki) duyu organı olan gözle (o şeyin hakkı olan şekilde ve) olduğu gibi (isbât ve) idrâk etmektir. Bunun açık manâsı şudur: Önce aya baksak ve onu net olarak görsek, sonra gözümüzü kapasak (ve ayı muhayyilemizde canlandırsak), iki durumda da ay bizim için inkişaf halindedir, bu husus aşikârdır. Lakin aya baktığımız zamandaki inkişaf daha mükemmeldir ve tam bir görüştür. Aya, bakma vaziyetinde ve zamanında bizde mevcut olan özel hale rü'yet (görmek) adı verilmektedir. (îmam Maturidi'ye göre rü'yetullah sem'an vâcibtir ama aklen vâcib ve caiz değildir. Ebu Muin, Pezdevi, Sabunî ve Nesefî gibi Maturidîler bu konuda Eş'arî'yi takib etmişlerdir).
“Allah Taâlâ'yı görmek akıl yönünden caizdir”
Yani, akıl (ve insan düşüncesi peşin hükümlerden ve dışardan . gelen tesirlerden arınarak) kendi kendine başbaşa kalsa, -aksini gösteren bir delil ortada bulunmadıkça- Allah Taâlâ'yı görmenin imkânsızlığına hükmetmez. Halbuki aksini ispat eden bir delilin mevcut olmaması bu konuda esastır. (Rü'yetin imkânı konusunda) bu ölçüdeki bilgi zarurîdir. Bunun imkânsız olduğunu iddia edenlerin üzerine, iddialarını delille ispat etmek düşer.
Hak ehli olan Sünnîler, biri aklî ve mantıkî, diğeri sem'i ve naklî olmak üzere iki türlü delille rü'yetin imkânını göstermişlerdir.
Birinci delilin ifadesi (Delil-i vücûd): Biz a'yân ve arazın, yani madde ve ona ait gelip geçici niteliklerin görülmekte olduğunu kesinlikle bilmekteyiz. Bir cisimle diğer bir cisim, bir arazla başka bir araz arasını zaruri olarak ayırdetmekteyiz. Muhakkak ki, ortak bir hükmün ortak bir illeti vardır. (Değişik cisimlere ait müşterek bir hüküm olan rü'yetin, madde ve arazları arasında müşterek olan bir sebebi vardır. Cismin görülebilir olması ve görülmesi, cisim olduğu için değildir). Bu müşterek illet, (madde ve arazın) ya var olması veya hadis olması veyahut da mümkün olmasıdır. Zira ikisi arasında (yani Allah'la masivâ arasında) dördüncü bir ortak illet düşünülemez. Hudûs, ve hadis olma, yokluktan sonraki varlıktan ibarettir. îmkân ve mümkün olmak bir şeyin varlığının ve yokluğunun zarurî olmamasından ibarettir. Bir şeyin illeti olmada 'ademin, yani yokluğun tesiri mevcut değildir. Buna göre ortaya çıkan şey şudur: Allah ile O'nun dışındaki varlıklar arasında müşterek olan “vücûd” ve varlıktır. Şu halde, rü'yetin sıhhatinin illeti gerçekleştiği için Allah'ın görülmesi (aklen ve mantıken) doğrudur. (Bir cisim var olduğu için görülmektedir. Allah da var olduğuna göre o da görülür, buna Vücûd delili, yani varlık (ontoloji) dellil adı verilmektedir).
(Madde ve arazların görülmesinin sebebi var olmaları değil, mümkün olmalarıdır. Allah'ın görülmesinin imkânsız oluşu da vâcib olmasıdır, denilirse, şu cevap verilir): Rü'yetin imkânsız oluşu, mümkünün özelliklerinden olan bir şeyin; subûtunun (rü'yet için) şartına veya vacibin özelliklerinden olan bir şeyin mani olmasına bağlıdır.
(Biz ses ve koku gibi haddizatında görülmeleri mümkün olan bazı şeyleri göremiyorsak; bu durum, bunların görülmesi için var olması şart olan hususların olmayışındandır. Şart olmadığı için rü'yetin vaki olmaması, aslında bunun imkânsız olduğunu göstermez. Aynı şekilde şu anda vâcib olan Allah'ı insanların görememeleri, aslından bunun imkânsız oluşundan değil, görmeye engel olan bir şartın mevcudiyetinden ileri gelmektedir. O şart ortadan kalkarsa, Allah görülür. Fakat burada şu itiraz ileri sürülebilir: Bir şeyin görülmesinin sebebi, o şeyin var oluşu ise, sesler, kokular ve tatlar niçin görülmemektedir? Bunun cevabı da şudur): Aynı şekilde ses, tat ve koku v.s. gibi mevcud olan diğer şeylerin görülmesi de sahihtir. Şu var ki (tabiat kanunları denilen) âdetullah ve sünnetullah'ın cereyan tarzı icabı, Allah Taâlâ insanda bu gibi şeyleri görme (melekesini) yaratmamıştır. Yoksa bunların görülmemeleri, aslında görülmeleri imkânsız olduğu için değildir.
İtiraz: 1, (Sıhhat, zarurîlik ve imkânsızlık hali ile ilgilidir. Halbuki burada “yok olan” söz konusudur. Onun için rü'yette şart koşulan) sıhhat 'ademidir, yokluk mahiyetindedir, onun için de bir illet gerektirmez.
2. (Sıhhatin 'ademî değil de vücûdî olduğunu veya 'ademî olan kjr şeyin illet gerektirdiğini) kabul etsek, nev'i olan vâhid ve bir, bazan değişik neticeler meydana getirir. (Müşterek bir illetten müşterek bir hüküm ve netice meydana gelir, denilemez). Meselâ güneşe ve ateşe göre ısı için bu durum söz konusudur. (Isı, güneş ve ateş gibi iki farklı illetin malulü olabilir). Şu halde rü'yet müşterek bir illet gerektirmez. (Bir maddenin görülmesinin illeti sadece var oluşu değil, hem cevher, hem cisim ve hem de araz olması, yani görme sebeplerinin birden fazla olması mümkündür. (Cisimlerin görülmesine illet olan var olma halinin, Allah'ın görülmesi için de illet olacağı söylenemez).
3. Rü'yetin, müşterek bir illeti bulunduğunu kabul bile etsek, 'ademî olan bir şeyin, 'ademî bir şey için illet olmaya elverişlidir, (der ve bu sefer de 'ademî olan bir şeyin illetinin vücûdî olduğunu kabul etmeyiz).
4. ('Ademi olan bir şeyin 'ademî bir şey için illet olduğunu) kabul etsek bu defa da, varlığın (cisimlerle arazlar arasında) müşterek olduğunu kabul etmeyiz. Aksine her bir şeyin varlığı o şeyin aynısıdır (diğer şeyle ortak değildir).
Cevap: 1. Burada illetten maksat rü'yetle ilgili bulunan ve onu kabul kabiliyetine sahip şeydir. Aşikârdır ki, rü'yetin taalluk ettiği şeyin ('ademî değil) vücûdî olması gereklidir. Sonra rü'yetin mütealliki cisim veya arazdan sadece birinin özelliği değildir. (İkisinde ortak olarak var olan niteliktir). Zira biz, bir karaltıyı ilk defa uzaktan gördüğümüz zaman, onun cevherliği, arazliğı, insan ve at oluşu... v.s. gibi bir özelliğini değil, sadece herhangi bir hüviyetini (ve lale't-tayin bir görüntüsünü) idrâk ederiz. Bir şeyi bu şekilde gördükten sonra, bazan gördüğümüz şeyde mevcut cevher ve araz nevinden olan şeylerin tafsilatını ayırd etmeye ve seçmeye kadir oluruz, bazan da buna kadir olamaz ve bu hususta âciz kalırız. Şu halde rü'yetin ilgili olduğu husus, bir şeyin herhangi bir hüviyete (ve varlığa) sahip olmasıdır. Var ve vücûd sözü ile kasdedilen manâ budur. Bunda bir iştirakin bulunması zarurîdir. Fakat bu cevap (ve sıhhati) tartışılabilir. Zira (cisim ve arazların) özelliklerine İtibar edilmeksizin, cismiyet ve cismiyete tabi olan arazlar rü'yet konusu olabilir. (Cismiyet ve cisimlere tabi olan araz Allah'ta mevcut olmadığı için Allah görülemez denebilir).
İkinci delilin ifadesi: Hz. Musa (a.s.): “Rabbim, bana kendini göster de sana bakayım” [35] sözü ile rü'yet talebinde bulunmuştu. Şayet (Allah'ı görmek esas itibariyle ve akıl yönünden) mümkün olmasaydı, bir şey taleb ederken, Allah Taâlâ'nın zatı hakkında caiz (ve li-zatihi mümkün) olanı ve caiz olmayanı (ve li-zatihi müstahil olanı), Hz. Musa'nın bilmesi gerekirdi. Aynı zamanda onun böyle bir istekte bulunması abes, sersemlik ve muhal olanı dilemek manâsına gelirdi. Peygamberler böyle olmaktan münezzehtirler. Allah Taâlâ (“Ey Musa, şu dağa bak, eğer o dağ yerinde durursa, benî göreceksin,” sözü ile), rü'yeti, “dağın yerinde durması” şartına bağlamıştı. (Gerçi, Allah dağa tecellî edince, dağ yerinde durmamış yerle bir olmuştu ama) dağın yerinde durması esas itibariyle (ve akıl yönünden) mümkün olan bir şeydi. Var olması, mümkün bir şeyin vukuu şartına bağlanan şey mümkündür. Zira bu âyetle, şart meydana gelince, şarta bağlı olan şeyin vukua gelmesi, haber verilmiştir. Mümkünün mümkün şarta bağlanmasının manâsı budur. Mümkün olan takdirler (ve faraziyeler) den hiç birine göre imkânsızlık (ve rü'yetin muhal olması) sabit olmamaktadır.
İtiraz: Yukardaki izah şekline çeşitli şekillerde itirazlar yapılmıştır. Bunların en kuvvetlisi de şudur: Musa (a.s.)nın rü'yet talebinde bulunması, (kendisi için değil, “Ey Musa! Allah'ı aşikâr bir şekilde görmedikçe sana iman etmeyiz” diyen) kavmi içindi. Hz. Musa, kendisi rü'yetin imkânsızlığını nasıl biliyorsa, kavmi de o şekilde bilsin, diye rü'yet isteğinde bulunmuştur.
Aynca, “rü'yetin bağlı olduğu şart mümkündür”, sözünün doğruluğunu da kabul etmiyoruz. Aksine, hareket halinde olan dağın durağan durumda olması imkânsızdır. (Dağ yerinde durmamıştır ki, bu âyetle rü'yetin cevazına ve imkânına istidlal edilebilsin).
Cevap: İtirazların hepsi, zahir (ve tabii) olan şeylere aykırıdır. Musa'nın tabiî olmayan böyle bir dilekte bulunması için bir zaruret yoktur. Şöyle ki: Eğer Hz. Musa (a.s.)nın kavmi, mümin idiyse, onlara: “Rü'yet imkânsızdır,” demesi kâfi gelirdi. Eğer kâfir idiyseler, Allah Taâlâ'nın “beni görmek imkânsızdır,” hükmünde onu tasdik edecek değillerdi. (Dünyada Allah'ı görmek mümkün değildir, demekle kâfirler onu tasdik edecek değillerdi. Esasen Hz. Musa'dan bunu isteyenler, Allah'ın dağa tecellî etmesi hadisesine de şahid olmamışlardı. Bu hadiseyi sadece 70 seçkin mümin görmüştür). Hangi şekilde düşünülürse düşünülsün rü'yetin imkânı kabul edilmezse Hz. Musa'nın talebi abes olmak gerekmektedir.
Hareket halindeki dağın istikrarlı ve durağan bir vaziyette bulunması da mümkündür. Zira hareketin yerini sükûn alabilir. îmkansız olan, hareketle sükûnun (bir anda) birleşmeleridir. (Dağın aynı anda hem hareket hem de sükûn halinde bulunmasıdır).
“Allah'ı görmek naklen vaciptir. Bu konuda, âhiret yurdunda müminlerin Allah Taâlâ'yı görmelerini gerekli kılan sem'î ve naklî deliller mevcuttur”
Kur'an'dan delil: “O gün bir takım yüzler Rablarına bakıp pırıl pırıl parlayacaktır” [36]
Hadisten delil: Peygamber (s.a.) in şu sözüdür: “Ondördündeki ayı (net olarak) gördüğünüz gibi Rabbınızı da öylece göreceksiniz.” [37]. Bu, yirmibir büyük sahabe (r.a.) tarafından rivayet edilmiş meşhur bir hadistir.
İcma: Âhirette rü'yetin vukua geleceği ve bu konudaki âyetlerin zahiri manâlanyla anlaşılacağı konusunda bütün ümmet ittifak etmişlerdi. Daha sonra muhalif görüşte olanların sözleri ortaya çıktı, itiraz ve te'villeri her tarafa yayıldı.
1. Aklî itiraz: (Rü'yetin mümkün olmadığı konusunda mahalif görüşte olanların, akıl ve mantık yönünden) en kuvvetli itirazları şudur: Rü'yet ve görme olayının meydana gelmesi için şu gibi şartlar vardır: a) Görülen '(mer'îî bir mekânda bulunacak, b) Görülen bir yönde olacak, c) Görülen görenin karşısında olacak, d) Ne fazla yakın ne de çok uzakta olmayacak şekilde görülenle gören arasında bir mesafe bulunacak, e) Görülen şeyden gelen ışınlar göze ulaşacak. Bütün bunları Allah Taâlâ hakkında düşünmek imkânsızdır.
Cevap: Bir şeyin görülmesi için bu gibi şartların bulunması gerektiğini kabul etmiyoruz. Nitekim müellif Ömer Nesefî,
“Bir mekânda, bir cihette olmadan, karşı karşıya olma hali bulunmadan, ışınlar göze gelmeden ve görenle Allah Taâlâ arasında bir mesafe mevcut olmaksızın (Cenab-ı Hakk) görülür” sözü ile buna işaret etmiştir.
Görünmeyeni görünene benzetmek (ve gâib olanı şâhid olana kıyas etmek) yanlıştır. Allah Taâlâ'nın bizi görmesi için (yukarıda sıralanan şartların varlığının gerekli olmaması), bazan bu meselede delil olarak öne sürülmektedir. Lakin bu tartışılabilir bir görüştür. Çünkü burada bahis konusu olan (baştaki göz ve) görme duyusu ile olan rü'yettir.
İtirazı Sağlıklı bir duyu organı ve göz için rü'yet imkân dahilinde bulunsa, Allah Taâlâ'nın dünyada da görülmesi vâcib olurdu. Aksi halde, “Önümüzde kocaman bir dağ var da onu göremiyoruz”, manâsı çıkar ki, bu da bir safsatadan başka bir şey değildir.
Cevap: Bu itirazı reddediyoruz. Çünkü bize göre rü'yet Allah Taâlâ'nın yaratmasiyledir. Onun için şartlar bir araya gelince, (Allah rü'yet fiilini yaratmadığı sürece) rü'yetin vukua gelmesi vâcib olmaz.
2. Nakli itiraz (Muhalif görüşte olanların ve Mutezilenin sem'i ve) aklî delilleri. “Gözler onu idrâk edemez. Fakat o gözleri idrâk eder. O Latîf ve Habîrdir” [38]
-Cevap: Kabul edelim ki, “ebsâr” (gözler) kelimesi, istiğrak içindir (ve bütün gözleri şümulüne almaktadır) ve âyet, genel olma halinin olumsuzluğunu değil de, olumsuz olma halinin genel oluşunu ifade etmektedir. Buradaki idrâk da görüleni her yönden ihata eden rü'yet değil de, muüak rü'yet manâsına gelmektedir. (Bir an için bunu böyle ve doğru olarak kabul edelim). Fakat (“gözler onu idrâk edemez”, ifadesinde) bütün zamanlara ve hallere delâlet eden bir şey yoktur. (Hiç bir zaman ve hiç bir halde göz onu göremez manâsı yoktur). Bazan aynı âyetle, rü'yetin cevazına bile istidlal edilir. Çünkü, (gözlerin Allah'ı görmesi) imkânsız olsaydı, “Gözler beni idrâk edemez,” diyerek Allah'ın kendini meth etmesinden maksat hasıl olmazdı. Tıpkı, görülmesi imkânsız olduğu için “görülmemesi” medh konusu olmayan yokluk gibi. Bir şeyin görülmesi mümkün olur da, büyüklük perdesiyle taazzuz ve teferrüd ettiği için (yani büyüklükte tek ve eşsiz olduğu için) görülmezse, “görmemek” ancak onun için övme konusu olur.
Eğer âyetteki “idrâk” sözü, “Bir şeyi bütün yön ve sınırlarıyla ihata etmek” şeklindeki rü'yet manâsına alınırsa, âyet rü'yetin caiz ve mümkün olduğuna, hatta rü'yetin gerçekleşmesinin daha açık olduğuna delâlet eder. Çünkü âyet: “Allah, 'görülebilir' olmakla beraber, yön ve sınır niteliklerinden ve sonlu olmaktan münezzeh olduğu için, gözle idrâk olunamaz” manâsına gelmektedir. (Yön ve sınır-iarıyle ihata etmek şeklindeki rü'yet caiz değildir, ama böyle olmayan rü'yet caiz ve mümkündür, manâsı çıkar).
İtiraz: (Rü'yete itiraz edenlerin en kuvvetli sem'î delillerinden) diğer bir tanesi de şudur: “Rü'yet dileğinde bulunmak”, hususu ile ilgili olarak gelen âyetler, isti'zâm ve istinkârla birlikte bulunmaktadır. (Yani, Allah'ı görme talebinde bulunanların, bu hali ile ilgili olarak nazil olan âyetlerde “Bu çok büyük bir şeydir, muazzam bir
iştir, red ve inkâr edilecek bir istektir”, gibi manâlara gelen ifadeler vardır. Şayet rü'yet mümkün olsaydı, buâfadeler kullanılmazdı).
Cevap: (Âyetlerde bu nevi ifadelerin geçmesi) “Dünyada Allah'ı bize göster,” diye istekte bulunan kâfirlerin (iman etmemek için) direnmelerinden ve aksilik çıkarmalanndandır, yoksa rü'yetin imkânsız oluşundan değildir. Aksi takdirde Musa(a.s.)nın kâfirleri bundan menetmesi, (Olmaz böyle şey, Allah'ı dünyada görmek imkânsızdır, demesi ve “Allah'ın, bana kendini göster,” dememesi) lazım gelirdi. Nitekim kâfirler, “Ey Musa, onların tanrıları (ve putları) gibi bize de bir tanrı yap,” dedikleri zaman, Hz. Musa onlara (Olur, fakat bu husus için Allah'tan izin alayım dememiş, tersine derhal) “Doğrusu siz çok cahil bir topluluksunuz” [39]diye cevap vermişti. (Hz. Musa'nın onları rü'yeti taleb etmekten men etmeyen) bu tutumu, dünyada rü'yetin imkânına işaret etmektedir. Bundan dolayı sahabe (r.a.), Peygamber (s.a.) acaba Miraç gecesi Rabbını gördü mü, yoksa görmedi mi konusunda ihtilaf etmiştir. Rü'yetin vukuunda ihtilaf edilmesi, rü'yetin mümkün olduğunun delilidir [40].
Rüyadaki rü'yete (ve Allah'ı görmeye) gelince, seleften bir çok zevattan bu husus (yani Mevlayı rüyada gördükleri konusu) nakledilmiştir. Aşikârdır ki, bu tarzdaki rü'yet, (baştaki) gözle değil, kalble olan bir nevi müşahededir. (Fakat îmam Maturidî, Allah'ın rüyada görülmesi imkânım şiddetle reddetmiştir. Onun bu sert tutumu sonraki Maturidîler tarafından değişik şekillerde te'vil edilmiştir.) Allah'ın rüyada görülmesine, tasavvufta yaygın şekilde kesin bir vakıa nazariyle bakılmaktadır).[41]
[35] A'raf: 7/143
[36] Kıyamet: 75/23.
[37] Buharî, Mevakît, 16; Müslim, Mesacid, 39.
[38] En'am: 6/103.
[39] A'raf: 7/148,
[40] Miracda Hz. Peygamber'in Allah'ı görüp görmediği konusunda Müslim'de şöyle bir hadis var: “Ebu Zer Hz. Peygamber'e, 'Rabbını gördün mü? diye sorar. O da, 'O bir nurdur nasıl görebilirim ki? diye cevap verir. Başka bir seferinde 'O'nu bir nur olarak gördüm', diye cevap verir. Müslim, îman, 78, 79. Yani Allah'ın nurunu görmem kendisini görmemi engelledi. Nur perdesi O'nu örttü. Bu sebeple bazı âlimlere göre Hz. Peygamber, miracda Allah'ı görmemiştir. Çoğunluğa göre ise görmüştür.
[41] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 183-189.