- Rusya'nın karşısında olmak

Adsense kodları


Rusya'nın karşısında olmak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 24 May 2012, 03:29 pm GMT +0200
RUSYA’NIN KARŞISINDA OLMAK
Hulusi ÜSTÜN • 44. Sayı / DİĞER YAZILAR


Tarihi bir kenara koyarak bugünü değerlendirmek mümkün değil. Vardığınız nokta sağlıklı olmuyor, değerlendirmeleriniz sosyal disiplinlerle ne kadar uyumlu olursa olsun tarihin akış yönünden sapıyorsa bir hüküm ifade etmiyor.

Son onbeş yılda yok edilmiş 250.000 Çeçen, onların yaşamı ve ölümü hiç kimse için bir şey ifade etmedi. Türk Tarihi’nin son üç asrının Ruslarla yapılan savaşın kronolojisinden ibaret olduğunu kim yalanlayabilir. Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın sakinlerinin %70’i Rus yayılmacılığının bir sonucu olarak yurtlarından edilmiş insanların torunu değil midir? Aşağı yukarı tamamen boşalmış Kırım’ın, yüzelli yıl önce iki milyon insanın sürüldüğü Kafkasya’nın sakinleri Anadolu Coğrafyası’nda erimediler mi? Yunan ayaklanmasının sebebinin Ruslar olduğu düşünüldüğünde 1826 ile 1926 arasında Yunanistan’dan Türkiye’ye sığınan yüzbinlerce insanın; Osmanlı-Rus Harbi ile Romanya, Macaristan, Bosna, Karadağ, Arnavutluk ve Bulgaristan’da yaşayan Müslümanların Anadolu’ya savrulmalarının ana nedeni Rusya değil midir? Anadolu’nun yerli sakinleri bile Rus istilasından nasibini almıştır. 1878-1918 yılları arasında Ahıska, Revan, Erzurum, Kars bölgelerinde yaşayan insanlar Anadolu içlerine göç etmemiş midir? Bu hesabın çetelesi tutulduğunda bugün Türkiye’de yaşayan insanların önemli bir bölümünün üç kuşak önce Rus tehdidinin önünden kaçmış göçmenlerin torunu olduğunu görüyoruz.

“Rus tehdidi Türkiye’nin son üç asrında hiçbir zaman eksik olmamıştır” derken çok da hesaplı olmaya gerek yok. Sosyalizmin bu coğrafyayı etkisi altına alamamasının bir sebebidir aslında bu tehdit. Eğer halk hafızasında Rusya’dan esen herhangi bir siyasî rüzgâra karşı nefret olmasaydı Türkiye’nin bir Arnavutluk olmaması için hiçbir sebep yoktu. Bilinçaltına yerleşmiş endişe sebebiyle Sovyet dönemi boyunca Rusya uzak durulması, görülmemesi, işitilmemesi gereken bir dünya oldu Türkiyeliler için.

Tabii ki bahsettiğimiz soğukluk Rus halkına karşı değil, Rus siyasetine karşı idi. Sovyetlerin yıkılmasının ardından Türkiye’de yaşayan ve çoğunluk itibarıyla dedeleri Rusların önünden kaçıp bu coğrafyaya sığınan insanlar arasında Ruslara karşı Rusofili derecesinde bir yakınlık oluştuğunun farkındayım. Son onbeş yıl içinde Ruslarla Türkler arasında vukû bulan yakınlık onlara karşı bütün endişe ve korkularımızı silip süpürdü. Son onbeş yılda ithal olunan binlerce Rus gelin, kucaklarında büyüttükleri çocuklarıyla birlikte tarihî korkumuzu da küçülttüler. Eski Sovyet cumhuriyetlerinin birçoğunda Türkçe’yi Kürt aksanıyla konuşan sarışın kadınlar peyda oldu. Kurulan onca ticarî ortaklık, karşılıklı alışverişler, iki ülkedeki karşılıklı sermayeler bu muhabbetin bir başka yansımasıdır. 

Türkiye’de Rus siyasî aleyhtarlığının en önemli cephesi Kuzey Kafkasyalı sürgünlerdi. Daha Türkiye’ye sığınmalarının üzerinden on yıl geçmeden orduya başvurup Ruslara karşı savaşmak üzere gönüllü alayları oluşturan Çerkezler, Osmanlı-Rus Savaşı’nda, Balkan Harbi’nde ve Birinci Dünya Savaşı’nda çok farklı cephelerde Rus kurşunu ile öldü. Yeni Türkiye’nin kurulmasından sonra da bu grup arasında Rus politikalarına karşı durmayı bir varoluş sebebi olarak gören örgütlenmeler ortaya çıktı. Kafkasyalılar’ın Avrupa ve Türkiye’de kurdukları örgütlerin özellikle II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllardaki söylemleri Rus karşıtlığından ibaretti.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bugüne yaşanan gelişmeler o kadar köklü ve o kadar keskindi ki, işi gücü salt bu gelişmeleri izlemek olan bizler bile olup biteni tam anlamıyla idrakten aciz kaldık. Başlangıçta dedelerimizi sürüp bizleri yok eden Rusya’nın çocuklarının düştüğü aciz durum şaşkınlık uyandırdı, ardından Kuzey Kafkasya’daki savaşa dikkat kesildik. O güne dek dünyanın süper gücü olarak bilip tanıdığımız Rus Ordusu’nun kuş avlamamış Çeçen delikanlılar tarafından bozguna uğratılışına şahit olduk. Savaşın ilk döneminde tüm ülkeyi saran Çeçen sempatisi ikinci savaşta soğudu ve nihayet aşağı yukarı nefrete dönüştü. Çeçenler lehine yazıp çizen herkesin kıble değiştirmesi, siyasetçilerin, siyasî partilerin Çeçenlere arkasını dönüşünü artık alışkın nazarlarla izlemeye başladık.

Makedonları İskender’le Keşmir’e kadar götüren, çöl insanlarını Abdullah’ın yetimi Hz. Muhammed ile dünyanın dört bir yanının hâkimi kılan, Kolomb’la İspanyollara cennetin anahtarını veren güç, Putin adlı bir diktatörle Rus halkını ayağa kaldırdı. Tarih Putin vak’asıyla bir kez daha gösterdi ki hukukta meşrûluğun tek ölçüsü güçtür. Güçlü olan her şeyi yapma hakkına sahiptir, güçlü olan hiç kimseye hesap vermek zorunda değildir. Bu gerçeğin, bu hukuk kuralının somut bir şekilde anlaşılmasını sağladığı için tarih Putin’e minnettardır.

Bugünlerde işte bu gücün karşısında üç asırlık bir nefretin minnettarlığa dönüşmesine şahit oluyoruz. Tarihin ne garip bir cilvesidir ki Türkiye’de yaşayan ve sayılarının yedimilyon olduğunu ileri süren Kuzey Kafkasyalılar o güne dek kendilerini korumalarının, var olmalarının, örgütlenmelerinin en önemli sebeplerinden biri olan Rus yayılmacılığı karşıtlığını bırakıp büyük güce şükranlarını sunuyorlar.

Dünya çapında güç olmanın, imparatorluk mirasçısı olmanın ne demek olduğunu bütün dünyaya gösteren bu soğuk bakışlı adam, daha dün çocuk harçlığıyla namusu pay-i mal edilen halkını yeniden eski kudretine kavuşturmuştur. Bu başarıya şapka çıkarmamak elde değil. Sosyalist dönemin ardından ülkesinin korkulu rüyası olan Çeçenleri Kremlin’in sâdık korumaları hâline getiren, döktüğü onca kanın hesabını vermeye yanaşmayan, aleyhine yazı yazan gazetecileri, yazarları yok eden, Moskova tiyatrosunda rehin tutulan insanları zehirleyen, Beslan’da çocukları yok eden bu büyük diktatör, asıl başarısını Tiflis’e kadar tank götürmekle değil, ülkesinin dışında kendisine karşı hüsn-ü niyet beslemeyen bir kitleyi muhibbi hâline getirmekle göstermiştir.

Ufak bir lütuf karşılığında kazanmıştır hem de bunu. “Ben ne kadar istersem o kadar özgürsünüz!” diyerek bunca örgütü yanına çekmiş ve onlara tarihî davalarını unutturmuştur.

Oysa Türkiye’de Rus yayılmacılığına karşı bir grubun olması ve Rus politikası aleyhtarlığının bu ülkede var olması politik bir zorunluluktur. Tarihin dayattığı bir zarurettir bu durum. Tarih bu güçlü komşunun mutlak bir safdillikle değerlendirilmemesi gerektiğini ezberletmiştir bizlere. İyi komşuluk ilişkileri kurmak elzem olmakla birlikte komşuya karşı temkinli olmak gerekmektedir. Temkinsizce yaklaşıldığı takdirde bu komşunun ne derece korkunç olabileceğini yüzlerce kez gördük.

Bu temkinin bir sonucu olarak Karadeniz’de Rusya ne kadar az etkili olursa tehlike Türkiye’den o derece uzak olacaktır. Kafkasya’da Rusya ne kadar az etkili olursa tehlike Türkiye’den o derece uzak olacaktır.

Bu politik duruş bir başka sorumsuz dünya gücüne, Atlantik ötesindeki bir başka kontrolsüz şizofrene yaklaşma zorunluluğunu beraberinde getirmemeli. Çünkü tıpkı Rusya gibi Türkiye de bir imparatorluk mirasçısıdır. Bölgede taşlar yerinden oynarken okyanus ötesine danışıldığı gibi Türkiye’ye de danışılmalıdır.

Gürcistan’daki son gelişmeler, Türkiye’nin bu hedeften ne kadar uzak olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Biz içerde bir başçavuş örgütlenmesini ortaya çıkarma derdiyle uğraşırken, Rusya bölgede hiç olmadığı kadar güçlü bir duruma geldi. Oysa Türkiye’nin cebinde hâlâ Kafkas pokerinde kullanabileceği kartlar bulunuyor.