- Ruhun Sedası

Adsense kodları


Ruhun Sedası

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
rabia
Thu 25 March 2010, 01:51 pm GMT +0200
Ruhun Sedası 

Bir çok insan yolunu kaybediyor bu dünyada. Sisin pusun içinde yolsuz izsiz kalıyor. Ben de o 'bir çok'tan biriyim... Yolumu yitirdim; hatalarım kara bulut oldu, tufan oldu. Tepemden kum mu dökülüyor, ayağımın altından toz mu savruluyor bilemedim. 'Töhmet miydi bu, günah mıydı, yoksa bir kem gözün nazarı mı?' ayırt edemedim. Tâ orada, uzakta, karanlığın tülleri arasında bir görünüp kaybolan dedem, elindeki asasını aşağı-yukarı götürerek dünyamı aydınlatmaya çalışıyor. Hiçbir şeye değemeyen baston yeri-göğü tutmuş karanlığın içinden geçiyor. Ninemin feryad u figanıyla yüreğimdeki ilk sancıyı sezdim. Çocuklarına siper olmaya çalışan annelerin korkulu gözleri pek perişan...

Ne garip hâldir. O birinin üstüne yağan kumlar gözlerini görmez etmiş. Bir diğeri ayak üstünde durmaktan aciz, bir düşüp bir kalkıyor. Düşse gömülecek. Gayret etmeli ayakta kalmalı. Ah u feryat eden nice?! Yüzlerce, binlerce... Cihanın temiz göğü, asude yeri kaldı mı bari? Bu ne belâ, bu nasıl fırtına?!

Elim ayağıma dolaşmamalı! Arkasına sığınılabilecek hiçbir şey yok; ne ev görünüyor, ne de çatı... Yanımdaki hısım akrabama dayanmak istiyorum, ama aramıza camdan bir perde konmuş gibi. Elim arkasını gösteren saydam ve soğuk duvara değiyor. Belki beş adım ötede beni fırtınadan alıp çıkaracak yol vardır. Fakat hangi tarafta? Sağımda mı, solumda mı? Ters tarafa gidiyorum. Sonunda anladım. Yol aramak faydasız. Yol iz aramayı bir yana bırakıp, önce dostu düşmanı ayırmaya çalışmalı. Biri elimden çekiyor gibi oldu, biri ayağımdan asıldı. Anlamadım, elimden çeken çukura mı çekti, ayağımdan asılan çukura düşmekten mi kurtardı? Kendimi aşağı bırakıp öylece oturdum. Baktım gördüm ki yaptığım ilk doğru hareket bu imiş. "Yol bilmeyenin arkasına düşmektense durduğun yerde durman, daha kötü duruma düşmemen, yolunu yitirmemen için yeğdir." diyen bilge sözünü daha işitmemiştim henüz o zamanlar.

Bu korkunç tufanda dost düşman ikisini birden tanıyamam, önce dostumu arayayım dedim.

- Dost sana ne yapsın? O da senin gibi gidecek yer bulamamanın derdindedir olsa olsa...

Şüphesiz bu düşman sesiydi. Dosttan bana yardım yoksa belki benim ona bir yardımım dokunur. Yalnız kalmaktan iyidir. Birbirine dayananlar yıkılmazlar. Ey dost, neredesin? Uzat ellerini. Parmağım parmağına değse tanırım. Yeter ki sen benden korkma! Yazık ki kimsenin parmağına değil, tırnağına da yetemedim, dokunamadım.

-Ha ha ha! Dayanılacak bir yer, bir makam olmak mı esti aklına, dayanak mı arıyorsun? Himaye etmek, edilmek mi aklına geldi? Önceleri, tufandan evvel ne yaptın öyle, himaye meraklısı idiysen gerçekten? El uzatmayana el uzatmazlar, işte bak böyle bir başına kalırsın sonunda bu çürük dünyada...

Sen misin zayıfların düşmanı. Kenarda durup alay mı ediyorsun benimle? Bu gün sesini duyuyorsam yarın çirkin yüzünü görürüm elbet. O zaman elimden sağ salim kurtulursun sanma sakın!

Sıkı sıkıya kenetlediğim dişlerimin arasında ağzıma kaçan kumlar gıcırdıyordu. Sonra bir de... Yine de sağ ol, dünyanın çürük olduğunu söylediğin için. Senin sözünü dinleyip onu hep yanlış anlamıştım eskiden. Birbirine yardım etmekle filan olmaz bu işler. Kendini bilmeli, gününü gün etmeyi bilmeli.

Dayanışmak, yardımlaşmak filan öyle bir gereksiz ki!... Çünkü dünya çürük derdim. O ne kadar çürükse o kadar sağlam dayanışmalıymış meğer. Bataklık birbirine el vermeyenleri teker teker yutmaz mı? Çölde kum fırtınasına tutulup da sürüsü bölünen çoban gibi bir o yana bir bu yana koştum. Yer yumrukladım. Gözümden süzülen, çaresizliğimin ifadesi bir katre yaş, yüzüme sinen kumdan geçemedi, dondu kaldı.

- Dost istersen Allah yeter. Çünkü Allah'ın dostuna bütün varlık dosttur...

Fırtına birden yatıştı o an. İşte her taraf sütliman. Allah'ı unutturmanın tufanıymış meğer o tufan. Mescidi yıkılan yurdun tufanı imiş. Oruçsuz kalan Ramazanların fırtınası imiş o fırtına. Kumun toprağın makamı yerde, yer de sindirir hep üstüne gelenleri, kabul eder, yüksünmez. Yağmur geldi. Yağışın altında kalsam eskiden, ıslanırdım; bu sefer yıkandım, yundum. Şak şak olmuş dudaklarım nemlendi. Tepemden damlayan damla yüreğime şifa hâlinde damladı sanki. Kendime geldim. Dizlerime derman, gözüme fer geldi. Betime benzime renk oldu bu yağmur.

Ama rüzgârın şiddeti biraz azaldıysa da, yine bir tufan gelecek gibi telâşla kaygıyla bakındım etrafıma. Bu asudeliğin, rahatlığın gerçek mânâsını anlayamıyordum. Toz dumandan nam nişan kalmamış da olsa, yağan yağmurla etraf gülzarlığa dönmekte de olsa yüreğim rahat etmiyor, mutmain olamıyordu. Bilakis, şaşılası şey, bu asudelik beni fırtınadan daha fazla korkutuyordu. Dostumdan korkuyordum. Ters yolları tavsiye eden, görünmeden alay eden şeytanın sesi gittikçe güçleniyordu. Tutunacak bir dal aradım. Böyle gül gülistanlıkta elime kuru bir çöp ilişti ancak. Tedirginlik kalbimi daha beter sardı. Çünkü darda kalınca O'ndan başka tutulan dalın, o dal ne kadar güçlü de desen, kuru çöp kadar olamayacağını bilmiyordum daha. Bana bütün bunları anlatacak bir yârân lâzımdı.

- Yârân istersen Kur'ân yeter. Çünkü ondaki peygamberlerle, meleklerle hayalinde görüşüp, onların başlarından geçenlere bakıp ibret alırsın.

İçimden, "Güneşin şulesi ninelerin şükrü olmalı..." dedim. Çünkü tan ağarırken, Allah ile buluşan ilk insan olmak için belki de herkesten evvel namaza kalkan ninem olurdu hep. Güneş bile ondan sonra bakardı penceremden. Şimdi sesi gelip kendi görünmeyen düşmanımın kim olduğunu da bir bileyim dedim. Dostunu bulan düşmanından çekinmez. İnsanın gayreti kalbindedir, kalbin gayreti imanda. Düşmanımı tanıyabilme kuvveti ver, ey dost!...

- Düşman istersen nefsin yeter...

Vah, bak sen kim imişsin, neredeymişsin! Hiç senin ve bende bu kadar sana yakın olabileceğini düşünmemiştim. Evimde komşumsun sandım, işimde arkadaşımsın dedim. Sen ise damarıma işleyip, yüreğime sarılan nefsim imişsin. Meğer tufan da, toztoprak da senden geliyormuş. Keklik gibi şakıyıp tuzağa çağıran sen imişsin. Kökümü yerden söküp alan, mertebemi yere sokan sen imişsin. Dengimi tanıttırmayan, fıtratımı tarattırmayan, dalımı payandasız koyan, zihnimin riyası olan sen imişsin. Seni tanıtana yüz bin şükür. Karalığa 'ak'tır karşı.. yalana 'hak'tır karşı.. hileye, tuzağa ikrar karşı.. düşmana dosttur karşı... Tanındığın yere gelmezsin, biliyorum. Göründüğün yerde görünmezsin. İmanıma dayandığım sürece sen beni yenmezsin. Ama biliyorum, biliyorum senin ne derecede düşmanım olduğunu. Korkum kendimle; seni sökmek için kendim sökülmeliyim. Damarımda kanımın akışını zorlaştıran batak olsan da, kanımdasın sen. Kim bilir, belki de seni yenişimin bayrağı, kabrimin başına dikilecek ağaçlara bağlanan, kefenimden kalan bağcıklar olur. Yazık o benim zaferim olmaz, ama sen de muzaffer olamazsın nefsim, böylece bilesin. Malla, zenginlikle aldatamazsın.

- Mal istersen kanaat yeter. Çünkü kanaatli adam kendine rağmen eğilmez, küçülmez öyle mal mülk için. Böyle kişilere de bereket gelir.

Bereketin kanaatte olduğuna aklım yattı. Yolumu seçtiren Allah'a şükür. Bilgeler öğrettiler; yaratılanı hoş görmeliyim, Yaratan'dan ötürü... Kırların al yeşil bürünüp, dikmediğimiz çiçeklerin gönlümüzü aldığını görürüz de biz bahara minnettar oluruz; binler tahsin böyle bahara, deriz. Hâl böyleyken bu bahar mevsimini bize vereni nasıl sevmeyelim? Bir tek bahar değil, her biri bir başka, her biri birbirinden güzel dört mevsimi çevremizde pervane edip, içlerinden birini bahar, birini yaz, birini güz, birini kış suretinde Yaratan'ı nasıl sevmeyiz? Ey O'nu sevemeyen talihsiz yürek! Bu sevgisizliğin yüzünden oğlum diye sevdiğin kendine düşman olursa, kızım diye övündüğün yüzüne kara çalarsa, mal mülk diye gece gündüz yatmadan topladığın başına bela olursa şaşırma. Dostunu dost, yârânını yârân bil, niyetini sağlam tut, gururunu bastır, nefsini kırbaçla, şeytanı kov!

- Nasihat istesen ölüm yeter. Çünkü ölümü anlayan kişi yalancı dünyanın tuzağına düşmez ve ahiretini kazanmak için ihlasla çalışır.

Şimdi hatırlıyorum da, o fırtınalı zamanlarımda ben ölümden korkmuştum. "Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber; / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?" diyen şairi işitmemiştim henüz o zamanlar. Öldüm mü, göreceğim bitecek diye; yaşımı saymıştım, oturup, başımı dizlerime dayayıp günahlarımı saymak aklımın ucundan da geçmiyordu, yazık. Ölsem, bu dünyanın yalancı lezzetinden uzak kalacağımı biliyordum da sevap kazanmaktan uzak kalacağımı bilmiyordum. Ölsem tenimin çürüyeceğini biliyordum, ruhumun sorguya çekileceğinden haberim yoktu. Onun için ölüm bana nasihat değildi. O bana tükenişti, sahnenin kapanmasıydı. Sahnede ölen aktörlerin, perde kapandıktan sonra fani değil, baki yaşayışa dönüp geleceklerini bilmiyordum. Çünkü ben, O'nun imtihandan geçirdiğinden habersizdim. O'nu bilsem hiç ben yalancı dünyanın tuzağına düşer miydim? Ahiretimi kazanmam gerektiğini bilmez miydim?

Tufan, tufanda gözümden dökülen yaş aklıma geldi. Dört yanım karanlık. Karanlıkta ise sadece karanlık seçilebilir... Bak nice insan hâlâ tufan içinde. Tepelerinden toprak yağıyor, ayaklarının altından savrulan toz duman göklere yükseliyor. Onlara doğru elimi uzattım. Soğuk cam duvarın yüzünü tırmalayıp yere çöktüm. Cam duvarda gözlerinden yaş sel olup akan şeklimi gördüm ve her hücremle ayrı ayrı ürperdim sanki. Onu silmek istedim. Ama elim aynanın sathında boşu boşuna kayıyor kayıyordu. Arka taraftakiler bana bakıp şaşırıyorlardı: "Sen daha biraz önce bizim aramızda değil miydin? Yoksa bu bizimkisi bir karabasan, bir kâbus mu?" Aynanın yüzeyine düşen şeklimin onlarla beraber durduğundan onların haberi yoktu. Ben canımı dişime takmış, büyük bir hevesle ve alabildiğine aceleyle onların bilmeleri gereken zarurî şeyleri söylemeye çalışıyordum. Bir anlık gecikme bile artık işin işten geçmesi demek olabilirdi bir çokları için. Acele acele, bağırarak tekrarlıyordum:

"Dost istersen Allah yeter. Çünkü Allah'a dost olana bütün varlık dosttur... Yârân istersen Kur'ân yeter. Çünkü ondaki peygamberler ve meleklerle hayalinde görüşebilirsin ve onların başlarından geçenlere bakar, ibret alırsın... Mal istersen, zenginlik istersen kanaat yeter. Çünkü kanaat eden yaratılanların önünde eğilmez, eğilmeyene de bereket gelir... Düşman istersen nefsin yeter. Çünkü kendini beğenen belaya duçar olur. Başını taştan taşa vurur. Alçak gönüllüler sefada gezer ve rahmet görür... Nasihat istersen ölüm yeter. Çünkü ölümü anlayan yalancı dünyanın tuzağına düşmez ve ahiretini kazanmak için ihlasla çalışır."

Yazık, yazıklar olsun ki; ne kendi suretim, ne de diğerleri, bu sözleri işittiler mi işitmediler mi; işittilerse inandılar mı, inanmadılar mı, bir türlü bilemedim. Hâlâ da bilmiyorum...

İlyas AMANGELDİ