- Ruh Gelecegi Gorebilir Mi?

Adsense kodları


Ruh Gelecegi Gorebilir Mi?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Nursima
Fri 30 September 2011, 12:47 pm GMT +0200
   
RUH GELECEĞİ GÖREBİLİR Mİ?
VELİNİN GELECEKLE İLİGİLİ HABERİ. RUH ÇAĞIRMA, HİSS-İ KABLE’L-VUKÛ, TELEPATİ, MEDYUMLUK VE YOGİ


1. Gelecekte olacağı söylenen şeyler, Allah (cc)’ın bildirmesiyle söylenmiştir:
Geleceğe ait dersi her şeyden önce yine gelecek verebilir. Zaman, gelecekte gösterecekleri ve getirecekleri ile en mevsuk ve sağlam bir habercidir. Bir insan yaşamadan yaşayacağını yaşayamaz ve yaşayamadığı şeye bihakkın vakıf olamaz. Bu yüzden, geçmişin belgesi çoktur da, geleceğe ait herhangi bir belge yoktur. Gelecek adına, ancak isabet şansı çok zayıf olan tahmin ve zanlarda bulunabiliriz. Fakat, çok tabii olarak İlm-i İlâhî noktasında durum hiç de böyle değildir. İlm-i İlâhînin yanında geçmiş, hal ve gelecek olmadığı gibi, bütün bunlar iç içe bir nokta olarak kalır. Bu sebeple, gelecek adına zan ve tahminle değil de, kesin ve kat'î ifadelerle “Olacak, göreceksiniz...” deniyor ve söylenenler de aynen çıkmış ve çıkıyorsa, o zaman bunu ancak Allah (cc)'ın bildirmesiyle açıklayabiliriz.
2.Zaman ve mekânı aşmak, kalb ve ruhun derece-i hayatına girmekle mümkündür:

Zaman ve mekânı aşmak, ancak zaman ve mekânla kayıtlı bulunmayan ruhla mümkün olabilir. Çünkü ruh, zaman ve mekânlar âleminden değil, emirler ve kanunlar âleminden olduğu için, bizzat kendisi gittiği gibi, kılıfı ve elbisesini bile çok yerlere gönderip, temessül ettirebilir. Ayrıca, zamanın zaptına, mekânın hapsine ve maddenin kesafetine bağlı bulunmayıp, serbest, âzâde ve aynı zamanda şeffaf ve lâtif bir varlık olduğundan, ilerde meydana gelecek hâdiselerin onun ekranına aksedişi de başka türlü olacaktır. Elverir ki, kişi bedeninin baskısından sıyrılıp, kalb ve rûhun hayatına girerek rûhunu geliştirsin, inbisat ettirsin ve başka âlemlerle münâsebet kurmaya biraz gayret sarfetsin.
3. Peygamberler ve evliyâullah, ilmini Allah (cc)’a havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir
:
Evliyâullah, ilmini Allah (cc)'a havale etmek suretiyle gelecekten haber vermişlerdir. En başta Üstad-ı Küll, Kâinatın Fahri Efendimiz (sav)'in bu türden haberleri çoktur. Evet O, kıyâmete kadar zuhur edecek hâdiseleri bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetine bir bir takdim buyurmuştur. Hz. Ali-Hz. Zübeyr Vak’ası (Cemel Savaşı), Hz.Osman'ın şehadeti ve Hz. Fatıma'nın vefatı, haber verdiği hâdiselerden sadece bir kaçıdır.
Bu tür haberlerin bazıları açık ve te'vile ihtiyaç duyulmayacak kadar vâzıhdır. Bir kısmının hakikatına ise, ancak Kur'ân'ın müteşabihatı nev'inden te'vil ve tefsirlerle yükselmek mümkün olabilir. Bir diğer kısmı da, ancak ehl-i tahkikin anlayabileceği türdendir. Daha sonra, ehlullahın bunlardan yaptıkları istihraçlar ve bunlara dayanarak vardıkları hüküm ve haberler ise, ya doğrudan Kur'ân'a ve Aleyhissalâtu ve's-selâmın sünneti ve ifâdelerine, ya da Mişkât-ı Nübüvvetin vesâyâsı altında kendi gönüllerine ve ruh dünyâlarına esip gelen ilhamlara dayanmaktadır. Bunların herbiri, Efendimiz (sav)'in ilm-i ledünnîsinden, gönül kabının hacmine göre bir şeyler doldurur ve bu suretlebazı hakikatlara nigehbân olurlar.
Evliyâullah, gelecekle ilgili hakikatleri görürken bazen mesafeyi tam ayarlayamadıklarından, neticede tesbiti tam yapamazlar. Bazan da hâdiseleri semboller halinde görürler.. Allah, (cc) kendilerini bu türlü hadiselerin yorumuna muttali kılmadığı için te'vil ve tefsirde hataya düşerler. Onlar tefsirle alâkalı birşey söyler; halbuki murad-ı İlâhî başkadır. Aynen rüyâ tabirlerinde olduğu gibidir bu. Meselâ, rüyânızda bir elma görür ve “Allah (cc) bize lütufta bulunacak, maddî-mânevî tatlılık göreceğiz” der ve öyle tabir edersiniz. Oysa ki, elmanın Misâl Âlemi’nde sembolize ettiği hakikat, heva ve hevesin kuvvetlenmesi de olabilir. Yine, rüyâda bir eve Cebrâil (as)'in girdiği görülür, İlâhî esintiler, yümün ve bereket gelecek diye beklenir; halbuki o, yüce bir ruhun öbür âleme çağrılmasını temsil ve ifâde ediyor da olabilir.. Bu mevzûda verilebilecek misâller pek çoktur.
Velîler için de durum böyledir. Gelecek adına aldıkları sembolleri te'vil ederler, fakat te'villeri aynen çıkmayabilir. Mes'eleyi bir çekirdek halinde görür, te'vilini çekirdeğin ağaç haline göre yapar ve yanılırlar. Bu yanılma, peygamberler dışında herkes için vakîdir. Peygamberlerde de benzer bir yanılma vuku’ bulacaksa, onu daha önceden Allah (cc) düzeltir. Çünkü peygamberler, ümmetleri için mutlak taklid edilmesi gereken önderlerdir. Eğer hataları hemen düzeltilmezse, bu hatalar bütün bir ümmete sirayet eder.
Gözü yaratıp -sınırlı da olsa- tenezzühü için uzanabileceği dünyaları var eden Allah (cc), elbette gözün kumanda edicisi ruha da kendi âlemine has seyahatler yaptıracak ve ona madde ötesine has misâlleri, sembolleri, levhaları ve geleceğe aid sayfaları gösterecektir.
Muhyiddin b. Arabî, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan bir asır önce yaşamış olmasına rağmen, Edirne kütüphanesinde bulunan ve Efranî tarafından tercümesi yapılmış olan “Şeceretü’n-Nu’mâniyye” adlı eserinde, Osmanlılar devrinde zuhur edecek pek çok hâdiseyi aynen haber vermiştir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan ve Şam'la Mısır'ın fethinden Yavuz Selim’in Şam’a girmesiyle kendi kabrinin ortaya çıkarılacağına kadar bir düzine hadiseden rümuzlu bir şekilde bahseder. Yine aynı eserde, Hafız Paşa’nın dokuz ay muhasara etmesine rağmen Bağdat'ı alamayacağı ve fethin 40 gün içinde Dördüncü Murad'a müyesser olacağı anlatılır. Dünyâya gelmesinden asırlar önce, Sultan Abdülaziz'in katledileceğini haber verir. Muhyiddin b. Arabî, bu eserinde Rus-Japon savaşından söz ettiği gibi, müslümanların düşmanlarıyla muharebe edeceklerinden ve neticede galip geleceklerinden de bahseder. Türkler hakkında da “Türkler için muzafferiyet ve saadet var” der.
Bitlisli Mustafa Müştak Dede, Divan’ında Ankara’nın başşehir olacağını 70 sene evvelinden haber vermişti. Şiirinin mısra sonlarına düşürdüğü harfler, Osmanlıca olarak yanyana dizildiğinde -elif, nun, kaf, rı, he- Ankara’yı gösterdiği gibi, bu hâdisenin savaşlar neticesi gerçekleşeceğini ve Hacı Bayram'dan bahisle de, Ankara’nın başşehir olacağını gayet açık bir şekilde ifâde etmektedir.
Mevlânâ, yedi yüz yıl evvel, “çok küçük canlılar görüyorum; ağızları var ve yiyiyorlar” diyerek mikrop veya bakterilere işaret ediyordu.
Yine asrımızda bir tefsirci, seneler evvelinden, 1971'de bir muhtırayla ordunun Türk siyasi hayatına vaziyet edeceğini haber verir. Kendisine “Ne zaman?” diye soranlara da cevabı, “12 Mart” olur. Aynı şahsın 1980 hareketini haber verdiği de söylenmektedir.
Velîlerin bu ve benzeri gelecekle ilgili ihbarlarını hangi fizikî gerçeklikle ve hangi atom kanunuyla veya nasıl bir göz, ya da beyinle izah edebiliriz? Hayır.! Bu tür hâdiseleri, geleceğe uzanan ruhun Allah (cc)’ın inâyet ve izniyle önceden haber alması dışında başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.
Telestezinin bir kolu olarak gelecekten haber verme mes'elesi, kâhinlerde, medyumlarda ve falla uğraşan kâfir kişilerde dahi görülebilir. Bu mevzûda, dünya matbuatında anlatılan sayılamayacak kadar çok hâdise vardır. Meselâ, Amerikan mecmuaları, Madam Gibson adlı bir kadının yıllarca dünyâ mukadderatına dair pek çok şeyleri önceden haber verdiğini neşrettiler. Bu kadın, Kennedy'nin öldürüleceğini, Hindistan ve Pakistan'ın 1947 yılında ikiye ayrılacağını ve Albay’ın Pakistan'da kalacağını daha bu hadiseler olmadan evvel haber vermişti. Hattâ, Ankara'daki zelzeleden bile bahsetmişti. Kadın velî değil, fakat Hakk’ın izni ölçüsünde gayba ittılaı var. Bazı ruhlar, bu duruma müsaittir. Bunlar trans haline geçip, kendilerine has şeyler yapar ve söylerler. İster cin, ister şeytanla ve ister habis, ister tayyib bir ruhla olsun, fizik ve madde ötesiyle temas kurar ve haber verirler. Her hakikatı maddede arayan ve hep “tabiat”, doğa” deyip duranlar, bugün dedikleriyle beraber çatırdıyor ve maddeleriyle beraber yıkılıp gidiyorlar. Ruh ise, her yerde varlığını koruyor.
4. Hiss-i kable'l-vukû: Meydana gelmeden önce bir hâdiseyi hissetme; telepati (telestezi):
Her insanda, yakın veya uzak gelecekte olabilecek hâdiseleri şimdiden hissetme duygusu az çok vardır. Birisini içinizden geçirirsiniz; bir de bakarsınız ki, birkaç dakika sonra o kişi kapınızı çalıyor. Yine, aklınızdan birşey geçer, bir başkası onu hemen yapıverir. Aranızda belli mesafe olan bir insanla nasıl, neyle, hangi telsiz ve telefonla irtibat kurdunuz da, bu hâdiseler oluverdi? İşte yukarıda temas edildiği üzere, kişinin kendisiyle konuşmasını, yani nefsî konuşmayı yapan nasıl ruh ise, bu bağlantıyı kuran da ruhdan başkası değildir. Bunu madde ile izah etmek mümkün olamaz.
5.Cenâb- Hakk, kurbiyetine mazhar kıldığı kişinin gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olur:

Rusya bile telepatilerle uğraşmaktadır. İlk defa, “ma'nâyı madde ile idam ettim” diye ilânatta bulunmuş olmasına rağmen, bugün Rusya, belki kapitalist dünyâdan da önce, telepatik yollarla haberleşme imkânlarını değerlendirme çalışmaları yapmaktadır. 20-50 kişilik bir biyofizik doktorlar heyeti, bu mevzûda birçok deneme gerçekleştirmiş bulunuyor. Bunlar, 300 kilometre mesafede elektrik ve ışıktan tecrid edilmiş bir odada bulunan bir adamla muhabere yapma yolunu denemektedirler. Yabancı dinleme istasyonlarının tesbit sahasına girme tehlikesi bulunmaksızın, denizaltılarında da aynı usulle haberleşme ve madde ötesi, beden ötesi kuvvetlerle muhabere imkânlarını araştırmaktadırlar. Ve hedefledikleri nokta, 3000 kilometre ötedeki kimse ile konuşup 30-40 sayfalık mesajlar almak, birinin orada dikte ettiklerini buradaki medyum vasıtasıyla aynı anda tesbit etmek ve neticede yakalanma ve takip edilme tehlikesi bulunmadan, masrafsız bir casusluk şebekesi kurmaktır.
Evet mes'ele, pozitif hüviyette bile, en maddeci insanların elinde bu kadar hüsn-ü kabûl ve itibâr görmektedir. Bir Rus, bu mes'eleye itibâr gösterse ne olur, göstermese ne olur ama, bu demektir ki, Nebî'nin mucizesini, velînin kerametini ve ruhun hissetme ve sezmesini inkâra yol yoktur. Bu demektir ki, bu harikulâde şeylerden bir tanesi olsun devrimizde alâka ve kabûl görüyorsa, o halde, artık mucizeye sırt çevirmek imkânsızdır. Üniversite mehâfil ve kürsülerinde ve entellektüel çevrelerde her nasılsa kendine yer bulan birinin velînin kerametini ve hiss-i kable’l-vukûunu hallüsinasyon deyip reddetmesi, bundan böyle söz konusu olamayacaktır. Asrımızda mekanik fiziğin duvarları çatırdamakta ve fizik eski kaideleri itibariyle adeta yıkılmaktadır.
Kimbilir, belki de yakın bir gelecekte fizik ve tabiatın aslen kendi ötelerinde bir kısım kuvvetlerin hâkimiyeti altında bulunduklarını göreceğiz. Tabiat, ma'nâ ve kuvvetler karşısında mahkûm olup, bir oyuncak gibi kullanılacak ve madde kendi kalıpları içine sıkıştırılarak, kendisine kabiliyet alanına girmeyen bazı şeyler de yaptırılabilecekdir. Evet, madde üzerinde ruh, melâike ve madde ötesi kuvvetler hâkimdir. Ruh asıl, madde ise ona tâbîdir. Ve bu tenteneli perde, maddenin verâsı, mekânla kayıtlı olmayan ruh tarafından müşâhede edilmekte ve ruh, her şeyin özünü, yani içten geçenleri okumaktadır.
Bugün, bütün dünyada ele alınır hale gelmiş bulunan telepati, uzaklarla haberleşme ve gelecekten haber verme gibi vâkıalar, esasen kadimden beri bizim cephemizde bilinen şeylerdi. Fakat belli bir devrede biz, bunlara “velînin kerametidir, yüksek ruhların keşifleridir” derken ezilip, büzülüyorduk. “Bu, velînin insanın içini okuması, aklından geçeni söylemesidir” diye konuştuğumuzda, “aman alaya alınmayalım” diye korkuyorduk. Ve, “bu, bir velînin başka bir velînin dublesiyle ittısal peyda etmesidir; ruhlarının kontak kurup, birbiriyle haberleşmesidir” dediğimizde, hafife alınıyorduk. Şimdi ise, çok şey değişmiş ve inanmayan insanlar bile, bu ve benzeri mes'elelerden bahseder olmuşlar.. kitaplar, mecmualar bu kabil şeyleri neşreder duruma gelmişlerdir. Evet, tekke ve zaviyelerde turûk-u âliyenin içinde inkişaf eden velîlerin, daha velâyet yolundaki ilk mertebeleri, kabirlerin keşfidir. Mezarın başına gelir, icabında oradaki insanın durumunu söyler veya dünyânın bir başka yerinde cereyan eden bir hâdiseyi, sözgelimi bir vapurun batmakta olduğunu haber verir ve çevresini uyarır. Velîlerin söylediklerinin, telepatiyle alâkası yoktur. Misâl olarak, çocukluğumda şahid olduğum, belki yüz vak’adan bir ikisini nakledeyim. Bir defasında, o muhterem Muhammed Lûtfî Hazretlerinin yanına gitmiştim. Gözlerinde katarakt olduğundan, hiç görmezdi.. yanımda daha başka kimseler de bulunuyordu. Tekke'nin önüne vardık ve kapılardan birinin aralığından içeri baktığımızda karpuzlar gördük; haliyle içimizde bir karpuz yeme arzusu uyandı. Kendisi bizi ne gördü, ne de geldiğimizi duydu. Zâten görmesine de imkân yoktu; çünkü, yukarıda söylediğim gibi, gözleri görmüyordu. Hemen kapıyı açtı, iltifat ederek, “İçeriye gelin; ben falanı çağırayım da, size karpuz getirip kessin” deyiverdi.
Maddî sıkıntı içinde olduğum bir başka gün, üç-beş arkadaşla yine yanına gittik ve elini öpüp oturduk; tabiî halimi arzedemedim. Yanında ağniyadan bazı kimseler vardı. Ve, şöyle dedi: “Ben şimdi bu talebeme, okuduğu Arapça kitaplardan bazı sorular soracağım; eğer bilirse, hepiniz ona 10'ar lira para vereceksiniz.” Hâdise 1953'te oluyor. O gün, okumakta olduğum Molla Câmi'nin baş tarafından hep en iyi bildiğim yerleri sordu. Maddî sıkıntı içinde bulunduğum bir sırada en iyi bildiğim yerleri sorması, bende kanaat-ı katiyye hâsıl etti ki, nasıl biz bir kağıt üzerindeki yazıları okuyorsak, velîler de kalbte ma'nâ olarak tütüp duran şeyleri öyle okuyorlar. Şimdi bunları madde ile izah etmenin imkânı var mı?
Bazan olur, bir kesekâğıdıyla incir getirilir.. Ne incirlerin sayısını bilir, ne de yanında oturanların. “Herkese 3'er tane dağıtın” denir ve dağıttığınızda bakarsınız ki, tam denk gelmiş. 4'er tane dağıtsanız olmaz. Yine, “şurada bulunan bardakları getir, herkese birer bardak çay ver” der; bardakları getirir, çayı dağıtırsınız; bir de görürsünüz ki, herkese bir bardak çay düşmüştür.
Bu tür hâdiseler bir tane olsa, “rastlantıdır” dersiniz ama, bir mecliste belki elli defa cereyan ediyorsa, artık ona “tevafuk --Hakk tarafından rastgetirilmiş” demek icabeder. Kurbiyet-i İlâhî'ye mazhar olan kişilerin -kudsî hadîsin ifâdesiyle- “Cenâb-ı Hakk gören gözü, işiten kulağı ve tutan eli olur.” Bu bir mazhariyet mes'elesi ve bir ihsan-ı İlâhîdir.
6. Medyumluk ve yogilik, madde ötesi rûhî tecrübelerdir:

Bilhassa inanmamış dünyâda görülen madde ötesi rûhî tecrübeler, daha çok medyumluk, yogi veya ruh çağırma şeklinde kendini göstermektedir. Ruh infisalleri ve trans halleriyle başka ruhlarla temasa geçme, geleceğe ait haberler verme, eşya ve hâdiselerle oynama ve iddilarına göre, ruh çağırma, ateşte yürüme, vücuda şiş geçirme, dili kesip tekrar yerine yapıştırma ve altı ay bir şey yemeden-içmeden yaşama gibi tecrübeler, bu türden ve çok duyulan hâdiselerdendir.
Ruh, cismaniyetten ve madde dünyasından alâkasını kestiği nisbette güç kazanır. Bu sahada kaydedilen tecrübeler, yalnızca medyumlara ve yogilere mahsus olmayıp, öteden beri hristiyan mistiklerde, yahudi ruhânîlerde ve hattâ Budizm, Brahmanizm ve Konfüçyanizm gibi dinlere tabî olanlarla, dünyanın pek çok yerinde halâ varlığını sürdüren çeşitli mezheb ve tarikat sâliklerinde de müşahede edilegelmiştir. Hepimiz, bazı mecmualarda bu kabil şeyleri görüp, okumuşuzdur. Bu türden hâdiselerin İslâm tasavvufunda da cereyan ettiği vâkidir. Meselâ, Rufaî tarikatında, Yogilerin yaptığı türden eza, cefa ve acı cekme.. vücuda şiş sokulduğu halde kan akmaması ve hiç bir yara izinin kalmaması.. avuca, hattâ ağıza konan kor ateşin yakmaması gibi tecrübelerin yaşandığı vâkidir. Tabii ki ateşin yaktığı, şişin acı verdiği ve kanın aktığı durumlar da olabilir.
Bütün bunlar, insanın belli âlemlerle bütünleşmiş olmasına ve o sahada gelişmesine bağlıdır. İnsan, ruhla münâsebeti, bir başka ifadeyle, mukaddes ve ulvî bildiği güç ve kuvvetle temas kurabildiği ölçüde maddesine tesir edecek buudların üstüne çıkar. Ruh, o buudlarda maddeyi tesir ve hâkimiyeti altına alır ve artık ruhun kendi alfabesini kullandığı bu konuşma şeklinde ateş yakmaz, şiş kanatmaz, acı duyulmaz; altı ay yemek yenmese de açlık hissedilmez. Çünkü, onun üzerinde mekân kaydıyla birlikte zaman kaydı da kalmamıştır.
Ruh, bedenden infisali ve trans haliyle üç buudlu mekâna tâbi olmadığı gibi, dördüncü-beşinci buudları da aşabilir. Bu durumda zaman ve mekân seli onu fazla müteessir edemez. Çağın fizikçisi mes'eleyi izah ederken, “Ben kendimi senin üç buudlu mekânının dışında da hissediyorum” der.
Madde kabuğunu kırarak sivrilen böyle ruhlara, kendi âlemlerine has ve kendi makamlarına yaraşır manevralar sayesinde, adeta şeffaflaşmalarına yakışır bir ton ve edada tabiî hâdiseler harkiulade ve olağanüstü yanlarıyla inkişaf eder. Günümüzde çok yaygın misallerinden birkaç tane arzedelim:
Mesaj de La' mecmuasında anlatıldığına göre, bir medyum, altı-yedi kişilik bir ilmî heyetin yanında ellerini önündeki masaya koyunca, karşıdaki masa hareket edip gezinmeğe başlıyor.
Bornova'da, çadırda biri, masanın üzerindeki buğdayları yukarıya doğru çıkarmaya başlıyor. Orada bulunanlardan bazıları okumaya geçince “dümen bozuldu.. aranızda kötü niyetliler var” diyor.
Bir zamanlar Ankara'da doktorların dikkatini çeken Dr. Watson, hipnoz yapıp herkesi uyutuyor ve artık onlara istediğini yaptırtıyor; “kollarınızı kaldırın!” diyor, kaldırıyorlar.. “indirin!” diyor, indiriyorlar..
Ruh Ve Kâinat adlı kitapta Bedri Ruhselman yazıyor: “Bir doktor şöyle birşey anlatıyor: “Eşim hastaydı; ağırlaşınca iki bulutsu şey eve inip onun başında dikildi. O esnada kendinden ayrı bir vücut belirdi; bu vücut, eşimin ense köküne bir kordonla bağlıydı ve çırpınıp duruyordu. Bu vizyonu tam beş saat seyrettim. Nihayet kordon koptu ve bir an şaşalayan ruh, daha sonra yukarılara doğru yükseldi. O anda eşim dünyâya gözlerini yummuş bulunuyordu.”
Medine cephesinde çarpışan Ordulu Fenni Bey anlatıyor: “Medine'de muhasara altında idik. Beşiktaş'taki evimle haberleşmek mümkün değildi. Bir gece rüyâmda evimizde ateş ve duman gördüm. Uyanınca, ara-sıra gayb âlemini müşâhede eden medyum bir erim vardı, onu çağırdım. “Trans haline gir, Beşiktaş'taki falan eve git ve müşahedeni anlat” dedim. Dediğimi yaptı. Gözleri kapalı “Şimdi şuraya geldim, şimdi buradayım; evin kapısını çaldım, içerden yaşlı, başı örtülü, kucağında çocuk bir kadın çıktı” diye anlatmaya başladı. O kadının annem olduğunu anlamıştım. Ere “O kadına, evde ne var ne yok diye, sor” dedim.Cevap olarak,“Dün hanımının vefat etmiş olduğunu” söyledi.
Cennetim taht-ı kademinde olan validem nakletmişti: “Allah (cc) deyince yemekten iştahı kesilen, Muhammed (sav) deyince 24 saat göz yaşı döken bir kadının vefat hastalığında tam bir sene boyunca başında kaldım. Vefatına bir kaç dakika kala, “Su hazırlayın” dedi. İstediğini yaptık, abdest aldı. Kocası da evdeydi ve sapasağlamdı. Kadın, gençliğindeki gibi bir kahkaha attı ve “Dünyâdan daha nasibimizi almamışız. Bu perşembe akşamı ikimizin cenazesi de evde kalacak” dedi. Sonra, bir tüy gibi başı yastığa düştü ve biz onu uzatırken, öbür odadan bir feryat yükseldi. Beyi de vefat etmişti..
Yogilerin, yani bir kısım Hint fakirlerinin icrâ edip gösterdikleri seremoniler hakkında okuyucu en az bizim kadar malû-mat sahibidir. Bu mevzû, televizyon programlarından mecmua ve gazetelere, oradan da halk arasındaki söylentilere kadar öylesine intişar etmiş ve her kesimin malı olmuştur ki, 8-10 yaşındaki çocuklar bile bunları biribirlerine nakledip durmaktadırlar. Burada sadece, Alman televizyonu ZDF-İkinci kanalında neşredilen ve daha sonra kitap haline getirilip, satışa sunulan “Terra X” isimli belgeselden bir gösteriyi nakletmek isterim. Spikerin “En ileri derecede acı denemesi, acıya tahammül alıştırması” diye anons yaptığı gösteri, şu şekilde cereyan ediyor: Ağızdan çıkarılan dile, yukardan aşağıya uzunca bir şiş sokulur. Keskin bir kılıçla dil ağzın içinden kesilip bu şişe takılır ve ne ağızdan, ne de dilden kan akmadığı gözlenir. Dil, bir müddet bu halde kaldıktan sonra yerine yapıştırılır ve şiş dilden çıkartılır: Sonra da spiker hayret içinde ilân eder: “İlim, henüz bunu çözemedi.”
Biz müslümanlar ise, on dört asır evvelinden bu ve benzeri pek çok hâdiseye vâkıf ve âşina bulunuyoruz. Hz. Muavviz (ra)'in Bedir'de kopan kolu, eczahane hükmündeki O Nurlu El'in Sahibi (sav) tarafından yerine yapıştırılıyor ve hiç bir iz kalmıyordu. Uhud'da Ebu Katâde (ra)'nin çıkan gözü, yine aynı el tarafından yerine konup şifa buluyordu. Ve tabîi bunlar, harikalar kuşağının son sınırında cereyan eden mu’’cizelerdi...
7. Ruh çağırma seansları, madde ötesi bilinmeyen, görülmeyen kuvvetler ile irtibat kurmaya çalışma ameliyesidir:
Günümüzde ruh çağırma seansları, hızla çoğalmaya başlamıştır. Hattâ o kadar ki, sokaktaki halk bile ruhla uğraşmakta ve masa üstü fincan oyunları, mahalle gençlerinin evlerine kadar girmiş bulunmaktadır. Bunların neticesinde materyalizm çökmeğe yüz tutmuş ve materyalistler, fizik ötesinde fizik kanunlarına hükmeden daha başka kanunların varlığına inanmaya başlamışlardır...
Entellektüel seviyede, bilhassa ruhî açlıklarının ve ibâdetten mahrum oluşun getirdiği ma'nâ susamışlığını gidermeye çalışan sosyete çevrelerinde vakit geçirmek için tertiplenen poker partilerinin yerini şimdi ruh çağırma seansları almaktadır. Bugün Avrupa, Amerika ve hattâ Rusya'da bu mevzûda kaydedilen gelişmelerin dile getirdiği bir hakikat var. Bu insanlar ne istiyor ve nelerle uğraşıyorlar? Madde ile mi? Hayır! Tamamen madde ötesi, bilinmeyen, görülmeyen kuvvetler ve rûhanî varlıklarla irtibat kurmaya çalışıyorlar. Bu yolla, bugüne kadar izah edemedikleri pekçok hâdisenin izahını bulabileceklerini ümid ediyorlar. Eğlenmenin, heyecanlı seanslarla vakit geçirmenin ötesinde, maddenin ve fiziğin çözemediği, tabiat ötesi pekçok problemin hallinin yine tabiat ötesinde bulunabileceği düşüncesiyle inadı bırakıp, ruh çağırma seanslarını evlerden laboratuvarlara ve üniversite kürsülerine taşıyorlar. Rusya'daki telepati çalışmalarının yanısıra, İngiltere'de doktarların ülser tedâvisiyle alakalı ilaçları bir yana atıp, hipnoterapi usûlüyle rûhî mekanizmayı harekete geçirebilecek telkin yoluna müracaat etmeye başlamaları, bu sahada kayda değer gelişmelerden sayılabilir.
Bir mü'min anlatıyor: “Ankara'da bir savcı arkadaşımla Mevlâna'nın ruhunu çağırdık. Yeşil kisvesi ve Mevlevî külâhıyla karşımıza dikilen şahsı ikimiz de gördük. Fakat, yüzünü kaçırıyordu. İhtimal ki, gelen şeytandı ve bize yüzünü göstermek istemiyordu.”
Bir psikiyatrist de, bu mevzûda şâhit olduğu bir hâdiseyi şöyle anlatmıştı: “Samsun'da bir eve ruh çağırma (cin veya şeytan çağırma) celsesine dâvet edildim. Bu işi yapan, evin küçük kızıydı. Bir masanın üzerine fincanlar ve harfler dizdi; ısrarlı çağırmalardan sonra birinin geldiğini öğrendik.. ve gelen, ismini fincanın hareketleriyle yazıyordu: Belma! Küçük kızın eli fincanla beraber hareket ediyordu. Biz gelene, “Müslüman mısın?” diye sorduk, “hayır” dedi. “Nerelisin?” sorumuza ise, “Mersin'liyim” cevabını verdi. “Bir müslüman yok mu, gelsin konuşalım!” dedik; gitti, çağırdı ve bu defa masanın üzerinde bir başka isim yazıldı: “Ayşe” . Ona yaşını sorduğumuzda “7-8” cevabını verdi. “Nerelisin?” dediğimizde ise, güneyden bir şehir ismi söyledi. Hangi kitabı okuduğunu sorduğumuzda, “Hanımlar Rehberi” diye cevap verdi.
Sonra, orada bulunan arkadaşlardan biri dedesinin ruhunu çağırdı, fakat gelmedi.. ısrarlı çağrılardan sonra “geldim” dedi. Adını sorduğumuzda söylemedi; fakat usulünce ısrar edilip sorulduğunda “şeytan” diye cevap verdi. Hepimiz donakaldık. Doğrusu, Hz. Adem (as)'den beri insanlığın bu en büyük düşmanı karşısında irkildik ve ne yapacağımızı şaşırdık. Bir aralık aklıma geldi ve “Seni çağırmadık, niye geldin?” dedim. Fincanlarla “İşte Geldim” diye yazdı. “Allah'a inanır mısın?” dedim; “Hayır!” dedi. “Peygambere inanır mısın?” diye sordum; “İnanmam!” diye cevap verdi. Aklıma geldi; “Sana Meyvenin Altıncı Mes'elesini okusam dinler misin?” dedim; “evet!” yazdı. Okumaya başladım:
“Nasıl bir fabrika şöyle işler, böyle çalışır, lambaları vardır vb... Öyleyse, bu bir mühendisi gösterir” diye okuduğumda “Evet” diyor; “Öyle de, şu kâinat eczanesindeki nebâtât, otlar, meyveler Allah (cc)'ı gösterir!” dediğimde, “Hayır!” diyordu. Böyle “Evet” ve “Hayır”larla bizi çok uğraştırdı. Sonunda, “Sana Cevşen okuyayım mı?” dedim; “Oku!” dedi. Ben okumaya başlayınca, fincan kızın parmağı altında fıkır fıkır oynamaya durdu.. elimi üzerine koydum, parmağımın altından kaçıyordu. Bir aralık şöyle yazdı: “Bırak şu gırgırı!” Ben devam ettim; sonra dayanamadı, sükut etti ve canı sıkılıp, çekti gitti.”
Evet, pek çok kimsenin duyduğu veya şâhit olduğu, ya da yayın organlarından takib ettiği bu kabil o kadar çok hâdise var ki... Esasen maddenin iflas edip rafa kaldırıldığını ve rûhun maddeye hâkim olduğunu ilân etmemiz için, bize bu misâllerden bir teki dahi yeter. Zirâ cüz’, külle, parça bütüne delâlet etmektedir.
Şimdiye kadar ele almaya çalıştığımız ruhu geliştirmek suretiyle gelecek adına ruhla kontak olma.. keşif ve keramet.. hiss-i kable'l-vukû.. telepati.. içten geçenleri okuma.. medyumluk ve yoga.. ruh ve cin çağırma gibi hâdiselere her mü'min, ruhunun gücü ve kuvvetiyle Allah (cc)'ın izin verdiği ölçüde muttalî olabilir. Bunlar bazıları için üç aylık bir çalışmayla elde edilebilecek şeylerdir. Fakat, hüner bunları elde etmek, havada uçmak veya cinlerle oynaşmak değildir. Bizim için asıl olan, Allah (cc)'ı ve Rasûlü (sav)'nü tanıyıp sevmektir. Kur'ân ve ondaki güzellikler bize kâfi ve vâfidir. Dine, imana hizmet etmek, bu yolda nesiller yetiştirmek ve ruhlarımızı, namzet bulunduğu ebed için hazırlamak bizim için en birinci gâye olmalıdır. Diğerleri, çok da üzerinde durulacak ve kendileriyle meşgûl olunacak türden mes'eleler değildir.


                                     M.F.GULEN