- Risâle-i Nur'un doğduğu beldede yeniden doğduk

Adsense kodları


Risâle-i Nur'un doğduğu beldede yeniden doğduk

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ehlidunya
Thu 14 July 2011, 12:55 am GMT +0200
Risâle-i Nur'un doğduğu beldede yeniden doğduk   
   
BALIKESİR YENİ ASYA OKUYUCULARININ BARLA ZİYARETİ İZLENİMLERİ...
 
MUHTEŞEM VE MAĞRUR DAĞLAR
Herkes kahvaltısını yaptıktan sonra Kafile Başkanı Ali Kurnaz, “Şimdi Barla’yı gezip, Üstadın evini ziyaret edeceğiz” dedi. Yola koyulduk. Yönümüzü kasabanın merkezî kısmına doğru çevirdiğimizde muhteşem ve mağrur dağlar sanki bizi selâmlıyordu. Sessiz yolcu, bu dağları uzun uzun seyretti. Barla dağının başı karlı ve dumanlıydı. Onun bu manzarayı huşu içinde seyrettiğini gören yol arkadaşı öğretmen Kâmil, “Her zaman karlı mıdır bu Barla’nın başı?” diye sordu. Arkadaşı cevap verdi. Bu Barla Dağı büyük bir kütledir. Kendine bağlı daha birçok küçük dağlar ve zirveler vardır. Gölün kıyısından itibaren batıya doğru uzanır. En yüksek noktası Barla’nın birkaç kilometre daha gerilerine düşen bu başı karlı zirvedir” dedi. Öğretmen Kâmil sorusuna devam etti. “Yükseltisi nedir?” Arkadaşı: “2734 m” diye cevap verdi. “Oooooo! Bayağı yüksekmiş. Hatta Uludağ’dan bile” dedi.
Barla’nın merkezine yaklaştıkça yavaş yavaş onları bir heyecan sarmaya başlamıştı. Üstad Hazretlerinin yaşadığı mekânları görebilmenin, onun duyduklarını ve düşündüklerini hissedebilmenin heyecanıydı bu.

CENNET BAHÇESİ
Yüksek kaleleri andıran ve insanı kendi hür âlemine çağıran mağrur dağların eteklerine yaslanmış olan tarihî Barla’nın güney kenarı boyunca uzanan derin bir vadi vardı. Bu vadiye yerleşmiş olan dere, o yüksek dağların suları ile besleniyordu. Görünüşe göre seyrek çalılıklarla kaplı dik yamaçlı kayalık bir vadi idi bu. Göle doğru akışlıydı.
Yamaçlarından biri güneye, diğeri kuzeye bakıyordu. Kafile etrafı seyrederek kasabanın merkezi kısmına doğru yürürken, birkaç kişi, sol taraftaki bir binanın yanında bulunan, üzerine güllerin sarıldığı kemerli bir demir kapıyı işaret ederek “Cennet Bahçesi” diye heyecanla bağırdı. Kapının üzerine iliştirilmiş, Üstad Hazretlerinin buraya zaman zaman geldiğini, tefekkür ettiğini ve Risâle-i Nur’un ilk kısımlarını burada yazdığını açıklayan bir levha vardı.
Mermer merdivenlerden heyecanla aşağıya doğru inmeye başladık. O kadar çok merdiven vardı ki sonunda vadinin en aşağı kesimine kadar indik. Bu sırada envaî çeşit ağaçlar, güller ve çiçekler içinden geçtik. Burası serin ve su kaynağının bulunduğu bir yerdi. Bu aşağı kesimde, küçük ve üzerinden geçerken sallanan tahta köprü vasıtasıyla ulaşılan bir kameriye vardı. Vakıf Osman kardeş burada etrafına toplanan gençlere bazı açıklamalar yaparken, sessiz yolcu onları can kulağı ile uzak bir köşede dinledi. Osman kardeş: “Burası, Barla sakinlerinden Sıddık Süleyman’ın bahçesi imiş. Üstad buraya sık sık gelirmiş. 28. Söz burada yazılmış”. Gençlerden biri: “Burası o zamanlar da yine böyle miymiş?” Osman kardeş “Hayır” diye cevap verdi. “Burası daha sonra tanzim edildi ve gördüğünüz bitkilerin çoğu o zaman dikildi” diye ilâve etti. Daha sonra kameriye altında kısa bir ders yapıldıktan sonra tekrar yukarıya tırmanılmaya başlandı. Bu arada gençlerden birisi, üzerindeki meyveleri olgunlaşmış bir kiraz ağacı görünce dayanamayıp yanına yaklaştı ve yanındakilere dönerek “Yemek caiz mi acaba?” diye bir soru sordu. Ancak daha cevabını beklemeden, dayanamayıp, rengiyle, biçimiyle, bütün tabiîliği üzerinde olan bu kirazlardan yemeye başlamıştı bile.
İklimine göre Barla’nın meyveleri kiraz, erik, elma, dut, badem, ceviz ve hünnaptı. Şüphesiz Üstad Hazretleri Barla’da iken “Cennet Bahçesi“ adı verilen bu mekân bu denli ağaçlıklı ve bu düzende değildi. Belki Üstad çok eğimli bir yamaçtan yavaş yavaş vadinin dip kısmına yakın ve bir su kaynağının geçtiği bu bahçeye iniyor ve elma, kiraz, erik ve badem ağaçları arasındaki bir çardağın altında dinleniyor, kuşların ötüşlerini, suyun şırıltılarını, ağaçların rüzgârdaki yaprak hışırtılarını dinliyordu. Ruhunda ve kalbinde taşıdığı cenneti, sanki burada görüyor ve yaşıyordu. “Hem insan olan bir insan diyebilir ki, ‘Benim Hâlıkım bu dünyayı bana hâne yapmış; güneş benim bir lâmbamdır; yıldızlar benim elektriklerimdir. Yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir’ der. Allah’a şükreder.“ (28. Söz’den).

ULU ÇINAR KAÇ YAŞINDADIR ACABA?
Kafile gayri ihtiyarî birkaç grupa ayrılmıştı. Bir kısmı Cennet Bahçesini dolaşıp dönerken, bir kısmı da Üstad Hazretlerinin ikamet ettiği evini, kimileri de namaz kıldığı camileri geziyordu. Bizim kafile Barla’nın biraz daha içine sokuldu. Hepimizin dikkatini ulu bir çınar ağacı çekti. Ona doğru yürüdük. Birisi “Bu Üstadın çınarı. Üstüne çıkarmış, hatta orada bir de kendine oturacak veya yatabilecek şekilde bir kerevet yapmış” dedi. Hepimiz başlarımızı yukarıya doğru kaldırıp oraya baktık. O kerevet aynen duruyordu. Ulu çınarın çatalındaydı. Bu ulu çınar 35 m kadar boya ve 2 m civarında bir çapa malikti. Bir çokları, “Acaba kaç yaşındadır bu çınar?” diye içinden geçirdi. Sessiz yolcu, en azından 500 var diye düşündü.
Bu her bakımdan bir anıt ağaç ve korunmaya değer bir ağaçtı. Gayet sağlıklı, şen ve neşeli görünüyordu. Şüphesiz ki Üstadın kendi dallarına tırmandığını, bazı gece yıldızları, bazı geceler mehtabı ve gölün üzerine ışıklarıyla çizdiği yakamozları seyrettiğini, bülbüllerin şakıyışlarını dinlediğini ve geceyi bütün ruhu ve kalbiyle tefekkür ettiğini, yaşadığını biliyordu.
Ulu çınar, kollarını uzattığı mütevazı ev, suyu yüzyıllardan beri azalmadan ve kesilmeden akan tarihî çeşme, imanlı ecdaddan miras Yokuşbaşı Camii ve Selçuklu yadigârı unutulmuş Barla sanki yüzyıllardır bir yolcuyu bekler gibiydiler. O yolcu geldi, silkinip uyanan Barla, en güzel, en tatlı meyvelerini onunla verdi.
Barla sokakları gezilirken bütün kafilenin zihninde aynı düşünce ve duygular vardı. “İşte Üstadın kaldığı ev, küçük, mütevazı fakat ne kadar da cana yakın. İşte şırıltılarını dinlediği ve sularını içtiği çeşme. İşte rüzgârda hışırdayan yapraklarıyla adeta zikreden ve üzerinde envaî çeşit kuşların cıvıldaştığı ulu çınar. İşte onun çatalına yerleştirilmiş, Üstadın zaman zaman oturduğu, uyuduğu ve belki de gecelediği kereveti. İşte namaz kıldığı şu ecdad yadigârı cami, dolaştığı şu sokaklar ve başeğmez mağrur bir kale gibi kasabanın üstünde yücelmiş yalçın dağlar… Demek ki bu beldede doğdu Risâle-i Nurlar.”
Üstad Hazretleri Barla’da kaldığı 8-9 sene içinde tabiî ki Barla’nın dağlarını gezmiş ve dolaşmış idi. Barla dağları kayalık, yüksekleri karlı ve buzlu, yaylaları binbir çeşit çiçeklerle süslü, çam, ardıç ve katran ormanlarıyla örtülü, güzel, sarp ve hürriyet havasıyla dolu dağlardı. Onlardan biri de, Barla kasabasının kuzeyine düşen, göl manzarasına hâkim, ormanlarla örtülü Çam Dağı idi. Barla’dan yaya yürüyüşle dört saatte gidilen bu dağda Üstad Hazretleri, bir Katran ağacının çatalına yaptığı kerevetinde birkaç zaman yalnız kalmıştı. Burada tefekkür etmiş ve tabiatın kalbini ve ruhunu tâ derinden dinlemişti. İşte Risâle-i Nur eserleri, bu dağların, bu taşların, bu ağaçların, bu güzel çiçek ve böceklerin, bu suların, gecenin, ayın, yıldızların, bu şafakların, sabahların ve parlayan güneşin sesleriydi, konuşmalarıydı ve insanlara hâl dilleri ile verdikleri derslerdi.
Barla’nın dar ve taş döşeli sokaklarında, yol kenarlarında gül suyu, gül lokumu ve çeşitli Barla hatıraları satan dükkânlarında, köylü kadınların erik, kiraz, badem ve cevizlerinde, hemen hemen her şeyde kafile adeta Üstadı, ondan hatıraları arıyor ve bunları düşündükçe seve seve cömertçe ve gayet içtenlikle alış veriş ediyordu.
Yokuşbaşı Mescidi, Üstadın Evi, Mus Mescidi hep gezilmişti. Dağlar, zirveler hayranlıkla seyredilmişti. Barla’nın nostaljik ahşap evleri, eski çeşmeleri, bahçelerdeki ağaçları, yol kenarlarındaki çiçekleri hepsi istisnasız incelenmişti. Herkes mutlu, heyecan dolu, şevkli ve neşeliydi. Öğretmen Kâmil Barla’nın kirazlarını çok beğenmiş ve 2 kilo kadar satın almıştı. Oracıkta oturacak bir sıra bulmuş, hem kirazlarını yiyor, hem de gelene geçene ikram ediyordu. O sırada oradan geçen suskun yolcu, içinden “Ne kadar cömert bu Kâmil kardeş” diye geçirdi. Öğretmen Kâmil, yol arkadaşının içinden geçenleri anlamış gibi, “Gel kardeş buyur. Sen de al, çekinme tadına bak” diye ona da ikram etti. Arkadaşı elini torbaya daldırdı ve aldığı kirazları yemeye başladı. Bunlar tabiî ki Üstadın da kirazlarıydı.

ÜSTADIN 1950’DEN SONRA KALDIĞI EV
Bir ara vakıf Osman kardeş ortalıkta göründü. Yanında kafilenin gençleri vardı. Etrafına toplanmış, Osman kardeşi dinliyorlardı. Biz de kafilenin bir bölümünü gözden kaybettiğimiz için Osman kardeşin yanına gidip gençlerin arasına karıştık. Osman kardeş önümüze düşerek bize yol gösterdi ve Barla’nın üst mahallelerine doğru ara sokaklardan gitmeye başladık. Dar ve eğri büğrü ara sokaklardan geçerken asırlar öncesi Barlası'nın izlerini kitabesi sökülmüş, suyu kesilmiş bir Osmanlı çeşmesinde, ahşap bir evin görkemli kapısında, bazen de nostaljik, küçük bir ev fırınında gördük. Daha yukarılarda merdivenli bir sokaktan geçerken Osman kardeşin heyecanlı bir ses tonuyla sağ taraftaki, üst katı ahşap olan, düzgün bir evi göstererek “İşte, Üstadın 50’li yıllardan sonra zaman zaman Barlaya geldiğinde kaldığı ev” dediğini işittik. Evi tetkik ettikten sonra bir ziyaretçi “Ne kadar da yeni” deyince, Osman kardeş “Restore edildi” diye bir açıklama yaptı.

SAV  KÖYÜ
Önce Isparta merkeze geldiler. Oradan Antalya istikametine giden yola saptılar. Biraz gittikten sonra sola Savköy yolu ayrıldı. Savköy, Isparta şehrinin sembolü, heybetli Davras Dağının güneybatı eteklerinde, Risâle-i Nur hizmetlerinde adı çok anılan hususiyetli bir köydü. Kafile, belediye bahçesinde kısa bir çay molası verdikten sonra Risâle-i Nur hizmetine bizzat katılmış ve Üstadı görmüş olan yaşlı bir ağabeyin evine ziyarette bulunmak üzere oradan ayrıldı. Köyün henüz değişmemiş dar ve taş meskenli sokaklarından ve sanatlı bir taş minareye sahip Sinan Dede Camii’nin yanından geçerek büyükçe bahçesi olan bir evin önünde durdu. Bahçe kapısında içeri girdiler. Onları beyaz sakallı, başına beyaz ve temiz bir sarık bağlamış olan yaşlıca fakat dinç, adının sonradan Abdülkadir Zeybek olduğunu öğrendiğimiz bir zat karşıladı. Bahçenin içi başta kiraz olmak üzere çeşitli meyva ağaçlarıyla doluydu. Fakat mevsim kiraz mevsimi olduğundan ziyaretçiler göz alıcı al beyaz kirazlarıyla dalları kırılan ağaçlara doğru gayri ihtiyarî yürüdüler. Daha onlar harekete geçmeden önce ev sahibi onları kirazlardan yemeye dâvet etmişti bile. Doktor Timur’un hızlı adımlarla ağaçlardan birinin yanına çarçabuk giderek yemeğe başlaması ve arada “çok leziz” diyerek arkadaşlarını el işaretiyle yanına dâvet etmesi üzerine ağacın etrafı birden kalabalıklaştı. O zaman Doktor Timur, biraz ilerdeki ağaçları onlara hedef göstererek bakın orada da var dediyse de kimse aldırmadı ve Doktor Timur'un ağacındaki kirazları, iştahla yemeğe devam ettiler.
Bir kısım ziyaretçi ise Abdülkadir Ağabeyin başına toplanmış anlattıklarını dinliyor, kimisi de kayıta alıyordu. “1938 Sav Köyü doğumluyum” diye söze başladı. “Ben çok ufaktım, Üstad Kastamonu’dayken 4-5 yaşında kadardım. Oradan gelen mektuplar köyümüzde okunurdu. Oradan gelen Risâleler burada çoğaltılırdı. 53’ten sonra ona bir mektup götürdüm. Elini öptüm. Başımı sıvazladı. Bazen Sav’a gelirdi. Geldiğinde çevrede kısa gezintilere çıkardı. Bazen Eski Eğridir yolu üzerindeki tepelere, bazen Isparta’da Sidreye (Isparta şehir merkezinin güney kenarında hâkim manzaralı bir mesire yeri) çıkardı.”
Abdülkadir Ağabeyin yanında 5 yaşlarında küçük ve sevimli boncuk gibi siyah gözlü bir kız çocuğu vardı. Onun eski yazıyı okuduğunu ve yazdığını söyledi. “Ona ben öğrettim” dedi. Çocuk, ziyaretçilerin gözleri önünde kendisine verilen eski harflerle yazılı Risâle-i Nur metnini gürül gürül okudu. Bütün ağızlardan “maşaallah” temennileri yükseldi. Abdurrrahman Ağabey daha sonra bu çocuğun kendi çocuğu olduğunu ifade etti.

BEDİÜZZAMAN MEVLİDİ VE DÖNÜŞ
Bu güzel ve değerli hatıraları dinledikten sonra saat 12.50 sularında Kafile Sav Köyünden Isparta’ya müteveccihen ayrıldı. Kutlubey Camiinde öğle namazını müteakiben Üstadı anma mevlidi okunacaktı. Cami içi ve avlusu hınca hınç dolmuştu. Herkes kendine bir yer bulmuştu. Namazdan sonra mevlid başladı. Huşu içinde dinlendi. Mevlide Yeni Asya Gazetesinin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular ve arkadaşları da gelmişti. Kafileden bazıları mevlidden sonra onunla kısaca görüştüler. Isparta’nın bu güzel mimarî eserini de gördükten sonra saat 16.30’da Balıkesir’e müteveccihen hareket edildi.
Tam bu sırada bir bahar yağmuru başlamıştı. Geldiğimiz güzergâh üzerinden geri dönüyorduk. Kafile çok mutluydu. Dinar yakınlarında akşam namazı molası verildi. Sonra yola devam edildi. Dazkırı ve Çardak üzerinden Denizli’ye gelindi. Daha sonra Sarayköy, Buldan ve Sarıgöl üzerinden münbit Gediz vadisine geçildi. Öğretmen Kâmil ve Sessiz Yolcu, bir oya gibi işlenmiş ve kilometrelerce uzanan bu bağ denizini hayranlıkla ve tefekkürle seyrediyorlardı. İşte dağlar, işte ovalar ve verimli topraklar ve müsait bir iklim hepsini yerli yerine yerleştiren, insana meşguliyet tezgâhını hazırlayan, ona çeşitli kabiliyetlerle birlikte dünyayı mamur etme kabiliyetini veren kim? Soframıza gelen bir salkım üzüm, nelerin ve hangi gayretlerin neticesi? Bu düşünceler arasında Alaşehiri geçip Salihli'ye gelmişlerdi. Burada bir akşam namazı molası verdiler. Sonra yola devam edildi. Etrafa karanlık çökmüştü, dışarıya baktıklarında ara ara sadece geçtikleri köy ve kasabaların ışıkları görülüyordu. Gölmarmara, Akhisar derken Gelenbe’ye gelindi. Sessiz yolcu karayolu levhalarından edindiği bilgileri öğretmen Kâmil’e söylüyordu, ama o tatlı bir uykuya daldığı için hiçbirini duymuyordu. Saatler ilerledikçe yorgun ve mutlu kafile, derin ve tatlı bir uykuya daldı. Arada bir bu derin uykuların nakaratları bazılarını sıçratıyor, gözlerini şöyle bir açıp etrafa baktıktan sonra tekrar derin uykularına dalıyorlardı. Gecenin karanlıklarını hızla kat eden otobüsleri ve uykusuyla büyük bir mücadeleye girişen şoförleri onları saat 24.00 sularında beldeleri Balıkesir şehrine sağ salim ulaştırmıştı. Herkes uyku mahmuru fakat büyük bir manevî haz içindeydi. Risâle-i Nur’un doğduğu beldeyi görmüşler, oranın havasını teneffüs etmişler ve hizmetler için yeni bir şevk kazanmışlardı. Üstadın şu duâsı adeta kulaklarında çınlıyordu:
“Ya Rabbi ve ya Rabbe’s-Semavati ve’l-Arâdîn! Ya Hâlıkı ve ya Hâlık-ı Küll-i Şey!
Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur’ân’a ve İmana hizmet için insanların kalblerini Risâle-i Nur’a musahhar yap! Ve bana ve ihvanıma, iman-ı kâmil ve  hüsn-ü hatime ver! Hazret-i Musa Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Davud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risâle-i Nur’a kalbleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risâle-i Nur Talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü’l-Firdevs’te mesud kıl! Âmin, âmin, âmin!”

-SON-

 Yrd. Doç. Dr. Süleyman SÖNMEZ

yeniasya