rray
neslinur
Tue 26 January 2010, 05:28 pm GMT +0200
Reddü´l Muhtar / Çeşitli Meseleler
ÇEŞİTLİ MESELELER
M E T İ N
Kitabın sonunda böyle bir bölüm açmaları musannıfların adetidir. Anılması gereken yerlerde
anılmayan bazı meseleler burada konu edilir ve eksik tamamlanır. Ama ben elhamdülillah bu tip
şeylerin çoğunu kendi yerlerine ilhak ettim.
Devamlı içki içen kişiden çıkan ter pistir. -Doğru kabul edilmesi halinde bu, mukaddimei suğradır.
Bu meselenin geleceğini abdesti bozan şeyler bahsinin baş tarafında söylemiştim- Vücuttan çıkan
her pis şey abdesti bozar, bundan da ayyaşın terinin abdesti bozduğu sonucu çıkar.
Ancak, suğrânın (ayyaşın terinin pis oluşunun) isbata ihtiyacı vardır. Bunun hasılı, İbni Şıhne´nin
Zehâiru´l-Eşrefiyye´sinde Müctebâ´ya nisbetle zikrettiği şu meseledir: Pislik yiyen (cellâle) tavuğun
teri pistir. Buna göre, ayyaşın terinin de pis olması gerekir. Hatta bu, tavuğun terinden daha
beterdir. Teri köpek ve domuz teri gibi olan kişi ne kadar kötüdür! İbnü´l-Iz; «Bu durumda ayyaşın
teri abdesti bozar» der. Bu çok garib bir anlayış ve açık bir tahrictir. Musannıf, «açıklığından dolayı
biz ona meylettik» der.
Ben derim ki: Allah kendisini korusun, üstadımız Remlî şöyle der: «Bu hükme nasıl meyledilir?
şaşmalı. Bu, garibliğinin yanı sıra kendisine şahitlik eden ne bir nakil nede ictihad vardır.»
Remli´nin söylediklerinden birincisi açık. Gerçekten mütemed hiçbir âlimden bu konuda bir rivayet
nakledilmiş değil, ikincisi ise ilk mukaddimeyi kabul etmemesinden dolayıdır. Bu mukaddimenin
batıl oluşuna domuz sütüyle beslenen oğlak meselesi şahitlik ediyor. Alimler böyle bir oğlağı
yemenin helâl oluşuna, emilen sütün helâk oluşunu ve onun bir izinin kalmayışını gerekçe
göstermişlerdir. Aynı şeyi ayyaşın terinde de söyleriz. Yukarıdaki hükmün zayıflığını söylememiz
için onun garibliği ana yolun dışında oluşu bize yeter. Onun için bu meselenin fıkhî meselelerin
içinden, metin ve şerhten çıkarılması gerekir.
İ Z A H
«Sonucu çıkar..» Yâni suğra (ayyaşın terinin pis oluşu) kabul edildikten sonra birinci şekilden.
«Hatta daha beterdir..» Çünkü tasarrufta, akıcı olan maddelerin tesiri başkalarınınkinin tesirinden
daha fazladır. Minah. Katı pislikle beslenen tavuğun teri pis olunca, sıvı olan şarabı içenin teri
öncelikle pis olur.
«İbnü´1lz dedi..» Bu Hidâye şarihlerinden birisidir.
«Bu durumda..» Yâni ayyaşın teri pis olunca, vücuttan çıkan her pis şey abdesti bozar.» kaidesine
göre ter de abdesti bozar.
«Bu, garipliğinin yanısıra...» Yâni bu hükmü istinbatta İbnü´l-lz yalnız kalmıştır.
«Kendisine şahitlik eden bir nakil yoktur..» Yâni bu hükmü doğrulayacak, ne akli nede nakli bir delil
mevcut değildir.
«Bu mukaddimenin batıl oluşuna... ilh...» Bu, oğlak meselesine kıyasla varılan bir istidlaldir.
Aralarındaki ortak nokta yenilen veya içilen şeyin vücutta yok olmasıdır. Onun için şarih bu aslın
bir feri olarak «Aynı şeyi ayyaşın terinde de söyleriz» demiştir. Kıyasın akli bir delil oluşa kapalı
değildir. Anla.
«Emilen sütün helak oluşunu...» Cellâle (pislik yiyen sığır veya tavuk) ise bunun aksinedir. Çünkü
onun yediği katı olduğu için vücutta yok olmaz, aksine havvanın etinin kokuşmasına ve
bozulmasına sebep olur. T.
«Bu hükmün zayıflığını söylememiz için onun garipliği... bize yeter.»
Remlî, Minah Hâşiyesi´nde de şöyle der: «Kitabü´l-Eşribe bahsinde muhakkık İbn. Vehban´dan
naklen geçmişti ki: Eğer kendisini kuvvetlendirecek. başka bir âlimden gelen bir nakil yoksa, Kinye
sahibinin genel kaidelere aykırı olarak söylediği her söz kabul edilmez ve iltifat edilmez. İbnü´l-lzzın
bahsettiğinin dışında önceki ve sonrakî âlimlerimizin hiç birinden ayyaşın terinin abdesti bozduğu
tarzında bir görüş nakledilmemiştir. Cellâle ile ayyaşın arası şöyle bir farkla ayrılır: Ayyaş sadece
içki ile beslenmez. başka helâl şeyler de yer içer. Cellâle ise sadece pislik yer, yediğine başka bir
şey kanştırmaz. Hatta eğer cellâle de pislikten başka şeyler yerse. onun terinin pis olduğuna
hükmedilmez. Nitekim Cellâle´nin tefsirinde böyle demişlerdir. Sonuç şu kil; sarhoşun terinin içtiği
içkiden mi yoksa başka bir şeyden mi meydana gelişi şüphelidir. Şüphe ile de abdest bozulmaz.
Üstelik biz, ön ve arkanın haricinde vücudun bir yerinden çıkan ve pisliği kesin olan bir şeyin
abdesti bozacağını ancak şafiî´lerle yaptığımız güçlü münakaşa ve münazaradan sonra isbat ettik.
Durum böyle olunca, pisliği mevhum olan bir şeyin abdesti bozduğu nasıl söylenebilir?! Ayrıca
Cellâle (pislik yiyen hayvan)nın terinin pis olduğu da münakaşalıdır. Çünkü âlimler Cellâle´nin etinin
değişip kokuşması halinde mekruh olduğunu söylemişlerdir. Onlar «kerahet» tabirini, haramlığında
şüphe olduğu için kullanırlar. Haramlık necasetin bir feridir. Abdestin necaset sebebiyle bozulması,
pisliğinde şüphe olmayan şeylerdedir. İbnü´l-lzzın bahsettiği şeyden bir müddet devamlı olarak pis
bir şey yiyen veya içen kişinin terinin abdesti bozması gerekir. Ama bunu hiç kimse
söylememiştir.» Remli´nin dedikleri özetle böyle.
Ben derim ki: Eğer ayyaşın teri abdesti bozarsa, onun göz yaşı ve tükrüğünün de bozması gerekir.
Çünkü bunlar da ter gibidir. Ve yine tükrüğü devamlı olarak çıktığı için onun hükmünün mâzûrün
hükmü gibi olması icâbeder. Bunu da hiç kimse söylememiştir. Şarih, Kitabüttahâre´de : Pislik
yiyen deve ve sığırın artığının tenzihen mekruh olduğunu söylemişti. Haniyye´dede «Cellâle´nin teri
temizdir.» denilmektedir.
M E T İ N
Bir ekmeğin içerisinde fare pisliği bulunsa, eğer pislik katı ise atılır ve ekmek yenilir. Fare pisliği,
zarurete binaen yağı, suyu ve buğdayı pislemez. Ancak pisliğin tadı veya rengi yağ ve benzeri
şeylerde görünürse müstesna o zaman bozar. Çünkü çoktur ve bu durumda ondan kaçınmak
mümkündür.
Revâtip sünnetlerin (birinci ka´desinde) salli barik, ve ayağa kalkıldığında sübhâneke okunmaz.
Nitekim bu vitir bahsinde geçil.
Alimlerimizin çoğunun görüşüne göre ve bizce cuma günkü makbul olan dualar ikindi vaktinde
olandır. Eşbâh. Bunu Cuma bahsinde Tatarhâniyye´den nakletmiştik.
Namazdan çıkış (selâmdaki) «aleyküm» sözüne bağlı değildir. Dolayısıyle bir kimse, imam
«esselâmü» dedikten sonra namaza başlasa namaza girmiş olmaz. Bunuda Sıfatü´s-Salât bahsinde
belirtmiştik.
İ Z A H
«... Yağı, suyu ve buğdayı pislemez..» Bahr´de şöyle denilmektedir: «Muhît´ta şöyle denilir: «Farenin
tersi ve sidiği pistir. Çünkü o bozulur ve kokuşur. Suda fare pisliğinden sakınmak mümkündür,
yemek ve elbisede ise sakınılamaz. Dolayısıyle bu ikisinde affedilmiştir. Hâniye´de belirtildiğine
göre de : Kedi ve farenin sidik ve tersleri rivâyetlerin en zâhirine göre pistir. Suyu ve elbiseyi
pisletir. Yarasanın sidik ve tersi ise bulaştığı şeyi pislemez. Çünkü bunlardan sakınmak çok
zordur.»
Kuhistânî´de Muhit´ten naklen : «Farenin tersi, tadı değişmedikçe yağı ve unu pislemez. Ebu´l-Leys,
biz bunu alıyoruz der» denilmektedir.
«Revâtip sünnetlerde..» Bunlar üç tanedir. Öğlenin dört rekât sünneti cumadan önceki ve sonraki
dörder rekâtlı sünnetlerdir. Esah olan budur. Çünkü bunlar farza benzerler. Müellif bu sözü ile
müstehap ve nafile olan dört rekâtli sünnetleri ayırmıştır. Çünkü bunların ilk kadesinde salli barik,
kalkınca da sübhâneke okunur. Bunu Tahtavi ifade etmiştir.
«Cuma günkü...» O gün, duaların aynen kabul edildiği bir vaktin olduğu konusunda hadis varid
olmuştur. T.
«İkindi vaktidir;.» İmam cuma hutbesine başladıktan, namaz bitinceye kadarki vakittir.» şeklinde de
görüş vardır. Nitekim Sahihi Müslüm´de bu, Rasulûllah´tan naklen sabittir. Nevevi, «bu sahih hatta
doğrudur» der.
Tahtâvî: «Şurunbulâlîyye´nin dediğine göre dille olmasa bile kalb ile yapılan duada kafidir.» der.
Duaların kabul edildiği saatin o günün son saati olduğu da söylenmektedir. Bu Hz. Fatıma (r.
anha)´nın görüşüdür.
İlk görüşe göre müstecab vakit, ikindi vaktinin tamamı içindedir ki o da cisimlerin gölgesi kendi katı
veya iki katı olduğu andan, güneş batıncaya kadar devam eder. Hâmevî.
«İmam... dedikten sonra» Yâni «esselâmü» dedikten sonra, «Aleyküm» den önce söylerse. Minah.
M E T İ N
Islak pis bir kumaş, temiz ve kuru olan bir kumaşın içine dürülse ve pis kumaşın nemi kuru kumaşa
çıksa -nüshalarda böyledir. Kenz´in ibaresi, temiz kumaşın üzerine dürülse şeklindedir- ama
sıkıldığında su damlamasa temiz olan kumaş pislenmez. Bunu Kitâbüssalât´ın baş tarafında da
söylemiştik.
Eğer ıslak bir kumaş, kuru ve pis olan bir ipin üzerine serilse veya bir kimse ayağını yıkayıp pis bir
yerde yürüse yahutta pis bir yatakta uyusa da terlese (bütün bunlarda) pisliğin izi görülmezse
pislenmez. Hâniyye.
İ Z A H
«Islak pis bir kumaş... dürülse ilh...» Yâni su ile nemlenmiş ve temiz kumaşta pisliğin izi
görülmemişse pislenmez. Sidikle ıslanmış olan kumaş ise bunun aksinedir. Çünkü bunda nemlilik
pisliğin kendisidir. Temiz kumaşta pisliğin, tat, renk ve koku gibi bir izinin görülmesi de bunun
aksinedir. Münye şarihinin belirttiği gibi, bu kumaş pis olur. Kitabın baş tarafında şarih de ona tabi
olmuştur.
«Pislenmez...» Çünkü pis kumaş sıkıldığı zaman su damlamazsa, ondan bir şey ayrılmıyor
demektir. Ancak yanındaki kumaşın nemi ile nemlenir. Bununla da kumaş pislenmez. Merğinanî´nin
dediğine göre: Temiz olan kumaş kuru olursa yanındaki ıslak pis kumaşla pislenir. Çünkü kuru
kumaş ıslak olan pis kumaştan nem alır. Ama eğer kuru olan pis, ıslak olan da temiz olursa
pislenmez. Çünkü kuru olan pis kumaş temizinden nem alır, ıslak olan ise kuru kumaştan bir şey
almaz Zeylai.
Bu illetin zahirinden anlaşıldığına göre su damlamasa.» fillinin zamiri, pis olan kumaşa aittir. (Yani,
eğer pis olan kumaş sıkıldığı zaman suyu çıkmazsa demektir.) Mevâhibürrahman sahibi bunu
açıkça söylemiştir. Şurunbulâli de aynı yolu izlemiştir. Musannıfın ibaresinden ilk akla gelen.
zamirin «temiz kumaşa» ait oluşudur. Kenz´de de aynıdır. Hulâsa, Hâniyye, Minyetü´l-Musallî,
Kuhistânî, İbn Kemâl, Bezzâziye, Bahr gibi kitaplardan çoğunun ibaresi bunu açıkça ifade
etmektedir. Birinci görüş daha ihtiyatlı ve daha açıktır. ikincisi ise daha elastiki ve daha kolaydır.
Dikkatli ol.
Bu mesele fıkıh kitaplarının çoğunda mevcuttur. Bazılarında ihtilaf hiç anılmamış bazılarında ise
«esah olan» lafzı ile zikredilmiştir.
«Islak bir kumaş kuru ve pis bir ipin üzerine serilse...» Bu Merğınanî´nin dediğine uygundur. Zeylai
de bu meseleyi öncekinin bir fer´i olarak anmış ve önceki ibarenin akabinde «Buna göre eğer ıslak
bir kumaşı kuru ve pis bir ipe serse dediğimiz manadan dolayı kumaş pislenmez.» demiştir.
Kâzıhan da Fetavâsında şöyle demiştir: «Bir adam üzerinde meni bulunan yatakta uyusa ve terlese
de terinden yatak ıslansa, eğer meninin izi vücudunda görülürse, bedeni pislenir. Kişi ayağını
yıkayıp, birşey giymeden pis bir yerde yürür ve ayağın neminden yer ıslanıp kararsa, fakat yerin
neminin izi ayağında görünmese de o vaziyette namaz kılsa namazı sahihtir. Şayet ayağındaki
ıslaklık, yeri ıslatıp çamur haline getirecek kadar çok olur ve sonra ayağına yerden çamur bulaşırsa
namazı caiz olmaz. Şayet ıslak olan pis bir yerde kuru ayakla yürürse ayağı pislenir.
«Pis bir yerde yürüse...» Yer gübre gibi bir şeyle çamurlaşmak suretiyle pislense. Ama yere bir
pislik düşüp kurusa, o pis olarak kalmaz ve mütemed olan görüşe göre, üzerine su değmekle
necaset sayılmaz.
M E T İ N
Bir kimse bir fakire mal verirken zekâta niyet etse fakat dili ile onun karz (ödünç) olduğunu söylese
esah olan görüşe göre bu zekât olarak caizdir. Çünkü itibar dile değil kalbedir.
Alimler gibi. hazinede hakkı olan birisi, hazineye götürülen bir mal görse, dinen onu alabilir.
Konuyu sarf bahsinin baş tarafında izah etmiştik.
Bir kimse ramazanda kasden orucunu bozsa ve keffâretini ödemeden, bir gün daha bozsa
kendisine bir tek keffâret icabeder.
Sahih olan görüşe göre, ayrı ayrı iki ramazanda da olsa durum aynıdır. Biz bunu oruç bahsinde
söylemiştik.
Bir kimse ramazan orucunu kazaya niyet etse ama gününü tayin etmese, orucu sahihtir. Namazın
kazasında olduğu gibi. İki ayrı ramazanın kazası da olsa bu câizdir.
İ Z A H
«Âlimler gibi ilh...» Hâkimler, işçiler, askerler ve bunların çocukları da aynıdır. Yalnız, bunların
olabilecekleri mikdar, ihtiyaçlarına yetecek kadarıdır. İbn. Şihne.
«Hazineye götürülen bir mal görse...» Bezzâziye´de, Hulvânî´nin şöyle dediği nakledilmektedir:
«Birisinin yanında emânet mal bulunsa ve sahibi varis bırakmadan ölse, emânet elinde olan kişinin
o malı kendi ihtiyacına sarfetmesi bu zamanda caizdir. Çünkü onu hazineye verecek olsa
kaybolacaktır. Zira, yetkililer onu verilmesi gereken yerlere vermiyorlar. Dolayısıyle emânet elinde
olan kişi eğer layıksa kendisi harcar değilse lâyıkı olan birisine verir.» Minah.
«Kendisine bir tek keffâret icabeder.» Çünkü hadler gibi, keffâret de şüphe ile düşer ve biri biri
içine girer. Müctebâ. Müctebâ sahibi daha sonra: «Tedahül (keffâretlerin biri biri İçine girmesi)
konusunda ihtilaf edilmiştir. Sebeb birliğinden dolayı, bozulmuş olan ikinci borç için keffâret
icabetmez denildiği gibi, önce keffâret gerekir sonra düşer de denilmiştir.» Ama birinci keffâreti
ödemişse iki keffâretin bir araya gelmesi ve biri birinin içine girmesi söz konusu değildir.
«Ayrı ayrı iki ramazanda da olsa...» Şârih bu sözü ile, keffâretlerin biribiri içerisine girmesinin tek
bir ramazanla kayıtlanışının, sahihin hilâfına olduğuna işaret etmiştir. Bu (tedahül için keffâretin tek
ramazanda olması) İmam Muhammed´den gelen rivâyettir. Mücteba da : Alimlerin çoğu, bu rivayete
itimad edilmeyeceğini söylerler. Sahih olan, tek bir keffâretin yeterli olmasıdır, tedahül manasına
itibar yoktur.» denilmektedir.
«İki ayrı ramazanın kazası da olsa...» Zeylaî şöyle der: «Aynı şekilde, kişi oruç tutsa ve iki veya
daha çok günün kazasına niyet etse, bu bir gün için caiz olur. İki ayrı ramazanın kazasında da
aynıdır.» Bundan anlaşıldığına göre: Bir kimsenin iki ayrı ramazandan iki gün oruç borcu olsa da
bir gün kaza etse ama her ikisi için niyet etse, orucu bir gün için caizdi. Diğeri kendisinde borç
olarak kalır. Molla Miskin ise; bundan maksadın, kişinin o iki günden birisine niyet etmesi fakat
birisini tayin etmemesi olduğunu söyler. Molla Miskin şöyle demiştir: «Bilmiş ol ki iki ayrı
ramazanın kazası da olsa sözünden maksat, iki ramazandan birisinin kazasıdır. Orucu tutan
ramazanın başına veya sonuna niyet etmese ve iki orucu birleştirmeyi niyet etmese böyledir. Çünkü
oruçta iki ayrı ibadete niyet eden kişi nafile tutmuş olur. Düşün.»
Ben derim ki: Metindeki. «Namazın kazasında olduğu gibi» sözü de bunu kuvvetlendirmektedir.
Çünkü bunun manası şudur: Kişi meselâ iki günün öğle namazlarını geçirse ve tayin etmeden bir
öğleyi kaza etse kazası sahihtir. Bu sözden maksat. iki günden birinin öğlesine niyet etmesi
değildir. Daha sonraki karine buna delalet etmektedir. Miskîn´in «Çünkü iki ibâdete niyet kişinin...
ilh...» sözü, Zeylai´nin sözünün baş tarafı ile çelişkilidir. Şârih Sıfatü´s-Salâh konusunun başlarında.
«Eğer kişi iki geçmiş namaza niyet etse. şayet tertip sahibi ise birinci namazı kaza etmiş olur.
değilse boşa gider.» demişti. Bu sözün gereği, aynı şeyin oruçta olması halinde orucun da geçersiz
olmasıdır. Çünkü oruçta tertip yoktur. Zira tertip namaza mahsustur. Bu anlayış Miskî´nin sözünü
güçlendirmektedir. Meseleyi az sonra gelecek olan asılla birlikte düşün.
M E T İ N
Namaz kaza eden kişi, kazasının, borcu olan ilk namaz mı yoksa son namaz mı olduğuna niyet
etmezse bile kazası sahihtir. Kenz´de de böyle denilmiştir.
Musannıf, Zeylai´nin şöyle dediğini nakleder: «Esah olan, hem namazda hemde iki ramazanda
tayinin şart oluşudur...» Ben derim ki: Ben de geçmiş namazların kazası bahsinde, Dürer ve başka
kitaplara tebaen böyle demiştim. Sonra Bahr da lian bahsinin baş tarafında şu ibareyi gördüm :
«Niyetin tayini. vacibin muhtelif ve müteaddid oluşu itibariyle şart değildir. Ama kendisine tertibe
riayet vacip olması itibariyle şarttır. Riâyet de ancak niyeti tayin sureti ile mümkündür. Nitekim.
şayet kaza namazlarının çokluğu sebebiyle tertip düşse. sadece -meselâ- öğle namazına niyet
yeter, başkasına ihtiyaç yoktur. Muhit´te de böyle denilmektedir. Bu, namaz konusunda güzel bir
izahtır. öğrenilsin.»
Ben bu izahı, Bahr sahibinin Eşbâh´ta da «niyet edilen şeyi tayin» bahsinde Muhit´ten naklettiğini
gördüm. Eşbâh´ta bu nakilden sonra : «Bu müşkildir. Kâdîhan ve başkaları gibi âtimlerimizin
söyledikleri buna zıttır. Mütemed olan odur. Tebyin de de böyledir.» demiştir. Eşbâh sahibinin (İbn.
Nüceym) söyledikleri harfiyyen böyledir. Dikkatli ol.
İ Z A H
«İlk namaz mı yoksa son namaz mı olduğuna niyet etmese bile.. ilh... » Şârih, namazın şartları
bahsinde Kuhistâni kanalıyla Minye´den. bunun esah olduğunu söylemişti.
Tahtâvî de, Velvâliciyye´den, bu görüşün sahihliğini ve tayinin daha ihtiyatlı olduğunu nakletmiştir.
«Esah olan... tayinin şart oluşudur.» Mültekâ metininde de sahih ! yılmıştır. Ancak sahih olanın
hangi görüş olduğunda ihtilaf edilmiştir.
Tayin : kişinin. falan senenin ramazanının orucu olduğunu, namazda do falan günün öğle namazı
gibi bir ifade ile kaza edeceği gün ve namazı tayin etmesidir. «Borcum olan ilk öğle veya son öğle
namazı» şeklindeki niyette caizdir. Bu, geçirdiği namazları bilmeyen veya karıştıran yahutta kolaya
kaçanlara bir çaredir.
Bu konuda ASIL şudur: Kişi farzları edâ ederken, kılmak istediğini tayin etmesi lazımdır. Şart
olanda; niyette bir cinsi tayin etmektir. Çünkü niyet muhtelif cinsleri birbirinden ayırmak için meşru
kılınmıştır. Ama bir cinste tayin yani aynı cinsin fertlerini biri birinden ayırmak boşadır. Çünkü
faydası yoktur. Hatta birisinin belli bir gün oruç borcu olsa ve başka bir günün niyetiyle oruç tutsa
yahutta iki veya daha çok gün kaza borcu olsa da iki veya daha çok günün kazasına niyetle oruç
tutsa caizdir. İki ramazanın veya başka bir ramazanın kozası niyetiyle oruç ise caiz değildir. Çünkü
cinsler farklıdır. Bu, ikindi namazının yerine bir öğleye veya iki öğleye yahutta perşembe günü
öğleyi geçirenin cumartesi öğle namazına niyetle kaza etmesine benzer. Cinsin farklılığı, sebebin
farklılığı ilebilinir. Namazlarda sebep farklıdır. Hatta iki günün öğleleri bile ayrı cinstir: Çünkü bir
günkü zevâl, diğer bir günkünden başkadır. Ramazan orucu ise böyle değildir. Çünkü o ayın
görülmesine bağlıdır o da tektir. Zira otuz gün ve geceden ibarettir. Dolayısıyla falan gün diye
tayine ihtiyaç yoktur. İki ramazan ise farklıdır. Zeylaî özetle.
«Bunu gördüm...» Yâni bu tafsilatı Eşbâh´ta, Muhitten naklettiğini gördüm.
«Bu müşkildir...» Az önce geçtiği gibi, sebeplerindeki ihtilaftan dolayı her namaz ayrı bir cinstir.
Dolayısıyle muhtelif cinsleri ayırdetmek için niyette tayin şarttır. Bir de, eğer mesele Muhitte
denildiği gibi olsaydı. niyetin evvelkine sarfı mümkün olduğu için tertibin vâcip olmasına rağmen
caiz olurdu. Çünkü tertip esnasında tayin vacip değildir, ve faydası da yoktur. Zeylaî böyle îfade etti.
«Mutemed olan odur...» Bildiğin gibi her ne kadar tayin ihtiyatlı ise de ikinci görüş sahih
görülmüştür.
M E T İ N
Kanla pislenmiş olan bir kuzu başı, ütülse (ateşte kızartılsa) ve kanı gitse sonrada ondan çorba
yapılsa o çorbayı içmek caizdir. Yakmak yıkamak gibidir. Yakmanın temizleyicilerden birisi
olduğunu daha önce söylemiştik.
Devlet başkanı haracı tarla sahibinin vermesini emrederse caizdir, öşrü tarla sahibinin vermesini
istemesi ise caiz değildir. Çünkü öşür zekattır. Ben derim ki: Musannıf bunu cihad bahsinde, bende
zekât bahsinde anlatmıştık.
Harac mükellefleri araziyi ekip haracı ödemekten aciz duruma düşseler ve devlet başkanı, hak
edilen ücretinden haracını vermeleri için o araziyi ücretle başkalarına verse caizdir. Şayet ücretten
bir şeyler artarsa, her iki hakkı da gözetmiş olmak için, onu arazi sahibine verir. Eğer devlet
başkanı bu araziyi kiralayacak birisini bulamazsa, ekebilecek birisine satar ve varsa eski haracları
da satış bedelinden alır. Artanı da tarla sahiplerine verir. Zeylai.
Ben derim ki: «Biz haracın tedahülle düştüğü görüşünün tercih edildiğini cihad bahsinde beyan
etmiştik. Buradaki görüş ya tercih edilmeyen görüşe hamledilir ya da maksadın sadece gecen
senenin haracı olduğu söylenir.
İ Z A H
«Yakmak yıkamak gibidir ilh...» Çünkü ateş o eşyadaki pisliği, hiçbir şey kalmayıncaya kadar yer
bitirir veya sıfatını değiştirir. Burada da kan, kül haline gelir ve istihale yoluyla temizlenmiş olur.
Bundan dolayı, ters yanarda kül halini alırsa temiz olur. Aynı şekilde şarap sirke haline gelse,
domuz tuzlaya düşüp tuzlaşsa temiz olur. Bu esastan hareketle, pis olan bir fırının ateşle
temizleneceğini dolayısıyla ekmeğin pis olmayacağını söylemişlerdir. Yine buna göre fırıncının
küreği pislenmişse ateşle temizlenir. Zeylaî.
Sâlhâni şöyle der: «Bununla, Ebû Yûsuf´a nisbet edilen, pis bir su ile su verilen bıçak. üç defa temiz
su ile su verilince temiz olur, tarzındaki görüş pek zahir olmuyor. Çünkü bıçak ateşe sokulupta
orada az bir müddet kalsa ne içinde ne de dışında pislik kalmaz.» (Yâni temizlenmesi için üç defa
su vermeye ihtiyaç yoktur.)
«Musannıf bunu cihad bahsinde anlatmıştı». Orada şöyle demişti: Devlet başkanı veya naibi, bir
arazinin haracını arazi sahibine bıraksa veya birisinin aracılığı ile bile olsa hibe etse ikinci İmam
(Ebû Yûsuf´a) göre bu caizdir. Eğer arazi sahibi haraç verilebilecek kişilerden ise aldığı kendisine
helâl olur, değilse tasadduk eder. Fetvâ bu şekilde verilir. Hâvî´deki; arazî sahibi haracın
verilebileceği birisi değilse bile kendisine helâl olur tarzındaki görüş meşhur görüşe aykırıdır. Ama
devlet başkanının öşri bir arazinin öşrünü almaması caiz değildir. Bunda âlimler görüş birliği
halindedirler. Şayet devlet başkanı öşrü almazsa, mükellef kendisi fakirlere dağıtır. Bu, «Devlet
başkanının tasarrufu maslahat illeti iledir» kaidesine aykırıdır. Eşbâh´tan, Bezzâziye´ye nisbetle.
Buradan anlaşılan şudur: Şayet devlet başkanı, öşrü mükellefine bırakır almazsa, mükellef ister
zengin olsun ister fakir caizdir. Ama eğer zenginse onu devlet başkanı hazinenin haraç fonundan
öşür fonuna aktarmak suretiyle fakirlere öder. Ama fakirse bir şey gerekmez.
«Her îki hakkı da gözetmiş olmak için.... Çünkü, zaruret olmadan ve rızaları alınmadan insanların
haklarını elinden almak ve mücahidlerin malını muattal bırakmak caiz değildir. O halde mutlaka
dediğimizi yapmaktan başka çare yoktur. Zeylaî.
«Ekebilecek birisine satar...» Çünkü eğer satmazsa mücahidlerin haracdaki hakları tamamen yok
olur. Satarsa mal sahibinin, malındaki hakkı yok olur. Bir şeyin yok edilip de yerine halefinin
konulması hiç yok edilmemesi gibidir. Onun için, her iki tarafın da menfaatını temin için satar.
Zeylai, Bahr´de de şöyle denilmektedir: «Devlet başkanı böyle bir araziyi satmadan önce mal sahibi
isterse, başkasına ortağa verir isterse masrafı hazineden karşılanmak üzere kendisi eker. Buna
imkân bulamaz ve ortağa ekecek birisini bulamazsa satar.»
«Ben derim ki...» Bunun aslı musannıfa aittir. Çünkü o «Geçmiş haracı alır» sözünü, Hâniye´deki şu
ifadeler sebebiyle müşkül bulmuştur. «(Eğer haraç birikir ve iki senenin haracını ödemezse, Ebû
Hanife´ye göre Cizye konusunda dediği gibi bu senenin haracı alınır, geçmiş senenin haracı
alınmaz. Âlimlerden bazıları ise, Cizye´nin aksine icmâen haraç düşmez. Bu ekmekden aciz
olduğundadır. Ama aciz olmazsa hepsine göre haraç alınır.»
«... Hamledilir ilh...» Bunu, ekmekten aciz olmaması haline hamletmedi. Çünkü farzedilen
meselemiz, aciz olması halindedir. Anla.
«Sadece geçen senenin haracı...» Yâni haracı vermekten aciz oldukları seneki, o da devlet
başkanının araziyi başkalarına verdiği seneden önceki senedir, geçen seneler değil. Bu durumda
arazinin başkasına verildiği senenin girmesiyle tedahül olmaz. öyle olmasa geçmiş senenin
haracının düşeceği itirazı varid olabilir. Çünkü cizyenin aksine, haracın vücûbu senenin başında
değil, sonundadır. Nitekim bu Bahr da tasrih edilmiştir.
M E T i N
Kesilmiş olan ve kendiliğinden ölen koyunlar karışık olarak bir arada olsa, eğer kesilmiş olanlar
daha fazla ise kişi araştırır ve yer. Ama ölü olanlar daha fazla veya eşit olurlarsa, eğer başka yerde
boğazlanmış olanı bulabilmesi sebebiyle, mecbur değilse araştırmaz ve bunlardan yemez. Ama
boğazlanmış olanı bulamazsa araştırır ve yer. Bu. Hazr (ve İbaha) bahsinde geçmişti.
İ Z A H
«Araştırır ve yer». Çünkü ekser (çok olan) için tamamın hükmü uygulanır. (karışık olan hayvanların
hepsi boğazlanmış sayılır) Aynı şekilde eğer zeytin yağı ile karışık bulunursa hiçbir halde ondan
faydalanılamaz. Fakat zeytin yağı daha fazla olursa yenilmez. Ama kandilde yakılabilir. aybı
söylenmek şartıyla satılabilir, onunla deri tabaklanır ve o yıkanılır. Çünkü az olan çok olana tabidir
ve tabi olanın hükmü yoktur.
Bir kişinin yanında temizi ve pisi karışık elbiseler bulunsa ve giymek için kesin olarak temiz olan bir
elbise veya yıkamak için su bulamazda o elbiselerden birisini giymek zorunda kalırsa, temiz
olduğunu tahmin ettiği bir elbiseyi giyer. Çünkü zaruret halinde, pis olduğu kesin bilinen bir elbise
ile bile namaz kılmak icmâen câizdir. Şüpheli olanla kılmak öncelikle caizdir. Ama zaruret yoksa,
şayet temiz olanlar daha fazla olursa kendince araştırır ve onu giyer, fakat pis olanlar daha fazla ise
hüküm, derisi yüzülen koyunlarda ve temiz ile pisi karışık olan su kaplarında olduğu gibidir. Zaruret
halinde ise pis sular daha fazla olsa bile temiz olanını araştırır ve içer. Bunda icmâ vardır. Çünkü
pis olduğu kesin olarak bilinen bir su zaruret halinde içilebilir. Şüpheli olan ise öncelikle içilir. Ama
böyle su kapları bulunduğunda bize göre bu sularla abdest alınmaz, teyemmüm edilir. Fakat evlâ
olan. bu durumda kalan kişi teyemmüm etmeden önce bu suları döker veya hepsine pislik karıştırır.
Konunun tamamı Gâyetü´l-Beyân´da vardır.
Ben derim ki: Zeytin yağının leş yağı ile karışık olmasından maksat. bu yağların kaplarının değil,
kendilerinin karışık olmasıdır. Onun için yenilmesi helâl olmaz. Dikkatli ol.
«Araştırmaz ve bunlardan yemez...» Yâni hayvanların üzerinde, onun boğazlanmış olduğuna delâlet
eden bir alâmet yoksa. Ama âlâmet varsa onu esas alır. Dürrü´l-Mültekâ da böyle denilmiştir.
Gâyetü´l-Beyan´da: «Ölünün suyun yüzüne çıkması, kesilenin çıkmamaması bunları arasını ayıran
alâmetlerdendir.» denilmiştir. Doğrusu boğazlanmış olmanın alameti, damarlarda kanın
bulunmayışı. meyle olmanın alâmeti de damarların kan ile dolu oluşudur.
«Boğazlanmış olanı bulabilmesi sebebiyle...» Bundan maksat. ölmeyecek kadar temiz et, ekmek
veya başka birşey bulmasıdır.
«Boğazlanmış olanı bulamazsa araştırır ve yer...» Hidâye´de şöyle denilmektedir: «Zaruret halinde
bütün bunlardan yemesi helâldir. Çünkü zaruret halinde kesin olarak meyle olduğu bilineni yemek
helâldir, boğazlanmış olması muhtemel olanı yemek öncelikle caizdir, Ama kişi, boğazlanmış olanı
bulmak için araştırır, çünkü bu kişiyi kesilmiş olan hayvanı bulmaya ulaştırır. O halde zaruret
olmadan araştırmayı terkedemez.»
İnâye´de de şöyle denilir: «Kesilmişi ile kesilmemişi karışık olan koyunlarla temizi ile pisi karışık
olan elbiseleri ayırmakla şu istenmiştir: Yolcu olan birisinin yanında, sadece birisi temiz öbürü pis
iki elbise bulunsa ve bunların arasını ayıracak bir alâmet olmasa, adam temiz olanı tahmin eder ve
onunla namazını kılar. Elbisede, ikiside eşit olduğunda temiz olan tahmin edilerek onunla namaz
caiz kılındı, derisi yüzülmüş olan hayvanlarda ise bu caiz değildir. Bu ayırıma şöyle cevap verildi:
Elbisenin hükmü daha hafiftir. Çünkü eğer elbisenin tamamı pis olsa bile (başka elbise yoksa) onun
bir kısmında namaz kılmak caizdir. Çünkü kişi buna mecburdur. Koyun ise böyle değildir ilh...»
Buna benzer ifadeler, Nihâye, Kifâye, Minâh ve başka kitaplarda da vardır.
Ben derim ki: Bu müelliflerin geçen izahları şaşılacak şey. Çünkü pis ve temizi karışmış olan iki
elbise konusunda söyledikleri de zaruret halindedir. Zaruret olduğunda da, koyun ile elbise
arasında fark yok. Nitekim biraz önce söylediklerimizde sen bunun açıklamasını gördün. Hidâye´de
de «Bütün bu hallerde, yani boğazlanmış olan koyunlar ister az, ister, çok ister eşit olsun onu
yemek helâldir.» denilmişti. Aralarında fark olmadığı halde, nasıl fark aranıyor? hayret! Ama eğer,
elbiseyi zaruret halinde giymekle koyunu zaruret olmadan yemek arasındaki farkı kast ediyorlarsa
bu temelden geçersizdir. Çünkü iki şey arasındaki fark ancak aynı durumlarda söz konusu olabilir.
Ben, Allâme Tûrî´nin de buna dikkat çektiğini gördüm. Hamd Allah´a mahsustur.
«Hazr (ve İbâhe) bahsinde geçti..» Yâni baş tarafda, «bir düğün yemeğine davet edilen kişi...»
konusunun başında geçti. Nüshaların çoğunda «hazr» kelimesi yer almamaktadır.
neslinur
Tue 26 January 2010, 05:32 pm GMT +0200
M E T İ N
Vasiyyet, nikah, boşama, satın alma, satma, kısas ve başka hükümlerde tatın iması ve yazısı dil ile
söylemesi gibidir. Dili tutuk olan ise böyle değildir. İmam Şâfiî´ye göre tat ile dili tutuk olan eşittir.
Yâni (bize göre) yukarıda sayılan hükümlerde tatın işareti muteberdir. Eğer işareti bilinirse veya
tutukluğu ölümüne kadar devam ederse dili tutuk olan da onun gibidir. Fetvâ bununla verilir.
Ben derim ki: Bu, vasaya bahsinde geçmişti. Orada, Ekmel, ibn Kemâl, Zeylaî ve başkaları zikretti.
Onların sözlerinin ifade ettiği şudur: Dili tutuk olan kişi eğer meselâ işaretle bir ikrarda bulunur
veya hanımını boşarsa beklenir, eğer o halde ölürse tasarrufu, işaret anına müsteniden geçerlidir.
ölümüne kadar devam etmezse geçerli olmaz. Buna göre:
Eğer dili tutuk olan kişi, işaretle evlenirse, bu evlilik nafız olmadığı için hanımla ilişki kuramaz. Ama
o hal üzere ölürse kadının adamın mirasından mehir alma hakkı vardır. Musannıf bunu söylemiştir.
Fakat oğlu. Zevâhir de, Eşbah´ın dört hükmünü zikri esnasında, şöyle demiştir: Âlimlerin, muktasır
ve müstenid için kaide: Şarta taliki sahih olan muktasıran (şartın vukuundan itibaren) şarta taliki
sahih olmayan da (söylendiği) ana) müsteniden geçerli olur» -ki Bahr´ın talik bahsinde de böyledir-
şeklindeki sözleri buna (dili tutuk olanın talakının müsteniden oluşuna) zıt düşmektedir. Çünkü
bunun gereği, boşama, köle azad etme ve benzeri şarta taliki caiz olan şeylerde bunların
muktasıran vaki olmalarıdır.
Tatın işareti ve yazısı hadlerde geçerli değildir. Çünkü hadler Allah hakkı oldukları için şüphelerle
düşerler. Yine tatın işareti, hiç bir şahitlikte geçerli değildir. Minye.
Tatın, işaretle islâmı kabul etmesi sahih midir? konusuna gelince, âlimlerin sözlerinin zahirine göre
«evet geçerlidir.» Ama ben bunu bir yerde açıkça görmedim. Eşbâh.
İ Z A H
«Tatın imzası...» Yâni, hakim anladığı zaman, onun kaşı, eli veya başka bir organıyla yaptığı işareti
makbuldür. Şayet hakim, onun işaretini anlamazsa. manasını tatın kardeşlerinden. arkadaşlarından
veya komşularından sorar. Ta ki onlar, hakimin huzurunda onun ne demek istediğini anlatıp tefsir
etsinler de hakim onun dediğini bilebilsin. Yalnız. bu kişilerin adli, sözü makbul kişilerden olması
icabeder. Çünkü fasıkın sözü makbul değildir. Velvâliciyye´den naklen Bîrî.
İfadenin mutlak oluşu, tatın yazmaya gücü yettiği halde işaretinin muteber olduğunu gösterir.
Mütemed olan da budur. Çünkü bunlardan ikiside zaruretten dolayı hüccettir. Nitekim Kuhistâni ve
başka kitaplarda böyle denilmektedir. Dürrü Mültekâ.
«Ve yazısı...» Makdisî buna, anadan doğma tat olanın yazıyı öğrenemiyeceğini ona yazı yazmayı
anlatmanın mümkün olmayacağını söyleyerek itiraz etmiştir. Çünkü yazı harflerden meydana gelen
lafızlar dizisidir. Tat ise konuşamaz ve konuşulanı duyamaz.
Ben diyorum ki: Tata, şu manaya şu şekilde yazılan harfler işaret eder şeklinde tarif edilebilir.
«Dili tutuk olan ise böyle değildir...» Yâni bunun ima ve yazısı muteber değildir. Ancak, ileride
geleceği üzere, tutukluğu devam edecek olursa müstesna. Çünkü sonradan meydana gelen bir
kusurun, kaybolacağı beklenir. Dolayısıyle doğuştan tat alana kıyaslanmaz. Şu da bilinmeliki bu,
mersüm yani mütad olmayan yazı ile ilgilidir. Tebyin ve diğer kitaplarda ifade edildiğine göre yazı
üç çeşittir:
1 - Müstebin mersûm: Bu, ünvan ile başlayan yazılardır. Adet olduğu üzere. boş tarafına, «filandan
filana» diye yazılır. Bu çeşit yazılar konuşma gibidir, hüccet olarak bağlar.
2 - Müstebin gayri mersûm: Duvarlara. ağaç yapraklarına veya kağıt üzerine. mutat olmayan şekilde
yazılan yazılardır. Bunlar, kendilerine diyet şahit tutmak. başka birisine imâ ettirmek gibi başka bir
şey ilave edilmeden delil olmaz. Çünkü yazı yazmak bazen öğrenmek ve benzeri bir şey için olur.
Ama ilâve edilen bu şeylerle, maksat açığa çıkar. Bir de, şahit tutulmadan başkasına yazdırmanın
delil olmayacağı söylenmiştir. Ama önceki esahtır.
3 - Ğayrü müstebin : Havaya ve su üzerine yazmak gibi. Bu, işitilmeyen bir söz söylemek gibidir.
Niyetle bile olsa bununla hiçbir hüküm sabit olmaz.
Meselenin özü şu : Bu söz çeşitlerinden birincisi şârih. ikincisi kinâye, üçüncüsü de geçersizdir.
Mevcudiyeti olmayan ama aklen var olan dördüncü bir suret daha vardır ki o da şudur: Mersûm ve
gayri müstebin (yani yazı var fakat mana yok).
Bu çeşitlerin hepsi, konuşabilen hakkındadır, konuşamayan için öncelikle caiz olur. Fakat
Dürrü´l-Mültekâ´da Eşbâh´tan naklen tat hakkında gaib olmasa bile yazının unvanlı (birinci şıktaki
gibi) olmasının şart olduğu söylenmektedir. Bunun zahirine göre, konuşabilen ve hazır olan kişinin
meramını sözle değilde unvanlı yazı ile anlatmasının muteber olmadığı anlaşılmaktadır. Eşbâh´ta
şöyle denilir: «Bir adam vasiyyet senedini yazsa ve içindekine başkalarını şahit tutsa ama
okumasa, şahitlerin bununla şahitlik yapmalarının caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu sahihtir.» Yâni
şahitlik ancak bilinen şeye yapılır.
«Dili tutuk olan da onun gibidir..» Aslında böyle diyeceğine, «Dili tutuk olanın işareti, ancak
bilinirse kabul edilir» deseydi daha iyi olurdu.
«Fetvâ bununla verilir...» Bu İmam-ı Azam´dan gelen rivayettir. Bunun mukabili. Kifâye´deki, İmam
Timurtâşî´dan nakledilen. (dili tutulanın işaretinin makbul olması için) tutukluğun bir sene ile takdir
edilmesidir.
«Dürrü´l-Mültekâ´da şöyle denilmektedir: İmâdî, tutukluğu uzayan hastayı bundan istisnâ etmiştir.
Bercendi´nin madiyeye isnaden ifade ettiğine göre böyle olan bir hasta tat gibidir. Kuhistânî´nin
İmâdiye´den naklettiği ise bunun hilafınadır. Çünkü o bu hükmü ileride konuşup meramını
anlatabilmesi umulan hakkında söylemiştir.»
Kuhistâni´nin ibaresi şu şekildedir: «Bir kimseye felç inse de konuşamayacak durumda olsa veya
hastalansa ve zayıflığından dolayı konuşmaya gücü yetmese ama aklı başında olsa ve başı ile
vasiyetine işaret etse. vasiyeti sahih olur. Bizim ashabımız ise. İmâdiye´de belirtildiği gibi bunun
sahih olmadığını söylemişlerdir.
«İşaret ânına müsteniden geçerlidir.» Hanımının işaretle veya yazı ile boşadığı andan başlamak
üzere iddeti bitince, evlenme hakkı vardır. Azâd edilen kölenin tasarrufu da o andan itibaren
geçerlidir.
«Evlilik nâfiz olmadığı için... ilh...» Çünkü onun geçerliliği, icâzetine değil, dili tutuk olarak ölmesine
mevkuftur. Hatta denilir ki, onun hanımla ilişki kurmak istemesinin, onun nikahı istediğine delil
sayılması gerekir. Anla.
«Fakat oğlu, Zevâhirde... demiştir.» Bu ifade yukarıdaki, «boşama ve köle azâd etmede de, işaret
anına müsteniden geçerli olur.» sözünden istidraktır.
«Dört hüküm...» Bu dört hüküm şunlardır:
a - İktisar: Kocanın (şarta bağlamadan) talak vermesi ve sahibinin köle azâd etmesi gibi.
b - İnkılâb: Boşamayı ve köle azâdını bir şarta bağlama durumunda olduğu gibi. Şartın bulunması
halinde. illet olmayan, illete inkılab eder (dönüşür).
c - İstinad: Tazmin edilen şeyler gibi ki, bunlar ödendikleri zaman sebebin bulunduğu vakte
mustenid olarak sahip olunur.
Mesela birisi birisinin malım gasbetse ve onda tasarrufta bulunsa sonrada o malın kıymet veya
mislini ödese, ödediği anda, gasbettiği zamandan geçerli olmak üzere o mala malik olur. (Mütercim)
d- Tebyin: Meselâ bir kimsenin karısına «eğer bugün Zeyd evde ise sen boşsun» dese ve ertesi
gün, Zeyd´in (dün) evde olduğu tebeyyün etse (açığa çıksa) talak o gün vaki olur ve iddet o günden
başlar.
Tebyînle istinad arasındaki fark şudur: Tebyînde, insanların ona muttali olmaları mümkündür.
istinadda ise mümkün değildir.
Eşbâh´tan özetle.
Biz bu konuda daha geniş malûmatı sarih talak bahsinde vermiştik.
«Buna zıt düşmektedir...» Yâni, dili tutuk olanın boşama ve köle azâd etmesi ve benzerlerinin işaret
anına istinaden geçerli olduğu görüşüne zıt düşmektedir. T.
Ben derim ki: Kenz´in «Ta´lik ya mülkte veya mülke izafe edilen şeyde (meselâ falan kadınla
evlendiğim zaman o boştur demesi gibi)dir.» sözünün yanındaki ibaresi şu şekildedir: «Bilmiş ol ki,
sıhhatten maksat. bağlayıcı olmasıdır. Çünkü mülkün veya mülke izâfe edilenin dışında da ta´lik
sahihtir. ama kocanın icâzetine mevkuftur. Hatta yabancı birisi, bir adamın hanımına: Eğer sen şu
eve girersen boşsun dese, bu kocanın icâzetine mevkuftur. Eğer icâzet verirse ta´lik bağlayıcı olur
ve kadının o eve icâzetten sonra girmesi ile boş olur, icâzetten önce girmesi ile ise boş olmaz.
Yabancı birisinin, şarta bağlamadan verdiği talakta kocanın icâzetine bağlıdır, icâzet verdiği zaman,
boşama vaktine istinaden değil, icâzet anında talak vaki olur. Mevkuf olan satım ise böyle değildir.
Çünkü o mal sahibinin icâzeti ile, satış anından itibaren geçerlilik kazanır. Müşteri. malın o andan
itibaren kendisine bitişik ve ayrı ürünlerine malik olur. Bu konudaki kaide şudur: Şarta taliki sahih
olan şey şartın tahakkukundan sonra, şarta taliki sahih olmayan ise öncesine müsteniden geçerli
olur.»
Görüyorsun ki Bahr sahibi bu konudaki kaideyi bütün muktesir ve mustenidlere şâmil kılmayıp
sadece özel bir çeşide mahsus kıldı. O da, asıl tarafın icâzetine bağlı olan, Fuzûlî´nin aktidir. Aksi
halde talak ve köle azâdı gibi şeylerin her surette ancak, muktesir olarak vaki olması gerekir.
Halbuki Eşbâh´dan naklen geçtiği üzere durum kesinlikle böyle değildir. Bu durumda ifadeler
arasında muhalefet yoktur. Çünkü bizim meselemiz bu kabilden değildir.
«Hadlerde geçerli değildir...» Bu, haddin bütün çeşitlerini içine alır. Yâni tat, işaret veya yazı ile bir
kadına zina iftirasında bulunursa kendisine had uygulanmaz. Aynı şekilde, zina, hırsızlık, veya içki
içme ikrarında bulunursa yine had tatbik edilmez. Çünkü bazı sebeplerle kendisi aleyhine cezayı
gerektiren bir ikrarda bulunan kişiye, ikrarını açık bir lafızla söylemedikçe ceza icâbetmez. Kifâye.
Hidâye´de şu ilâve yer almıştır:
«Onun için had uygulanmaz yani kendisine zina iftirasında bulunulmuşsa, sadece kazf haddi
uygulanmaz.»
«Çünkü hadler şüphelerle düşerler...» Hadlerle kısasın arasındaki fark şudur: Had, içersinde şüphe
olan bir beyanla sabit olmaz. Eğer şahidler haram bir cinsel ilişkiye şahitlik etseler veya birisi
haram bir cinsel ilişki ikrarında bulunsa had icâbetmez. Ama, şahitler her hangi bir kayıtta
bulunmadan mutlak öldürmeye şahitlik etseler veya bir kimse bunu ikrar etse teammüd bulunmasa
bile kısas icâbeder. Çünkü kısasda muavaza manası vardır. Zira o, telafi edici olarak meşru
kılınmıştır. Dolayısıyla kul hakkı olan diğer muavazalarda olduğu gibi, şüphe ilede sabit olması
caizdir. Sırf Allah (c.c.) için olan hadler ise caydırıcı olarak meşru kılınmışlardır, onlarda muavaza
manası yoktur. Dolayısıyle, ihtiyaç olmadığı için şüphe ile sabit olmazlar. Hidaye.
Allâme Tûrî, ulemanın burada hadlerle kısasları ayrı tutmalarına itiraz etti. Çünkü onlar birçok yerde
açıkça hadlerinde kısasında şüphe ile düştüğünü söylerler. Meselâ kefâlet bunlardandır. Her
ikisinde de: nefse kefâlet, olmadığı gibi, vekâlet yoluyla haddinde kısasın da uygulanması her
ikisinde de şahitlik üzerine şahitlik caiz değildir. Bütün bunlarda gerekçe olarak, hem hadlerin
hemde kısasın şüphe ile düştüğünü göstermişlerdir. Dava ve cinayet bahislerinde de bu kaide
üzerine birçok mesele bina etmiştir.
«Hiçbir şahitlikte geçerli değildir..» Fethu´l-Kadir´de. Mebsut´tan bu konuda fakihlerin icmânın
olduğu nakledilmiştir. Çünkü tat şehâdet lafızını söyleyemez meselenin tamamı oradadır.
«Alimlerin sözlerinin zahirine göre...» Tatın işareti ile, müslüman oluşu kabul edilir. Bu, ikrar
bahsinde açıkça geçti. Musannıf orada şöyle demişti: «Konuşabilenin başı ile işaret etmesi: mal,
köle azâdı, boşama, satış, nikâh, icâzet ve hibe konusunda ikrâr sayılmaz. İftâ, nesebe, İslâmı kabûl
ve küfür konularında ise ikrardır.»
M E T İ N
Oruçlu olan, sevdiği birisinin tükrüğünü yutarsa kendisine hem kaza hemde keffâret icabeder.
Sevmediği birinin tükrüğünü yutarsa keffâret gerekmez. Oruç bahsinde geçmişti.
Bazı bacıların öldürülmeleri, haccı terk konusunda özürdür. Bu da hac bahsinde geçmişti.
Kadının, kendisi ile birlikte evinde oturan kocasını, yanına girmekten men etmesi hükmen nüşüze
(kocasına isyan) sayılır. Nitekim nafaka konusunda izah etmiştik. Ama kadının men etmesi.
kendisini evine (kocanın evi) götürmesi ise nüşüz sayılmaz. Çünkü kadının oturacağı yen temin.
kocanın görevidir. Adam gasbettiği bir evde oturur ve kadın o eve girmekten kaçınırsa yine naşize
sayılmaz, çünkü haklıdır. Zira orada oturmak haramdır. Ama orasının gasbedilmiş ev olduğunda
şüphe varsa hüküm yukardakinin aksinedir.
Kadının kocasına : «Cariyenle veya ümmüveledinle aynı evde oturmam, ben müstakil bir ev
isterim» deme hakkı yoktur.
İ Z A H
«Hem kaza hemde keffâret icabeder...» Çünkü, sevdiği birisinin tükrüğünü yutmasında, bedenin
salahı manası vardır. Nitekim bu Savm bahsinde Dirâye ve başka kitaplardan naklen geçmişti.
«Sevmediği birisinin tükrüğünü yutana keffâret gerekmez...» sadece kaza icabeder.
«Haccı terk konusunda özürdür...» Çünkü yol emniyeti, haccın vücubu veya edâsı şarttır. Ama şârih
orada yol emniyetini rüşvetle bile olsa. genelde tehlikeden uzak olmakla kayıtladı ve bunu İbn.
Kemâl´e nisbet etti. Hacılar içersinde bazılarının öldürülmeleri galib olan tehlikeden selâmeti yok
etmez. Onun Tahtâvî bunu, her durak yerinde öldürmekle kayıtladı. Düşün.
«Hükmen nüşüz sayılır...» Çünkü nişaze; haksız yere kocasının evinden kaçan kadındır. Bir kadının,
kendisinin oturmak istediği bir eve kocasını almaması hükmen oradan kaçmak sayılır.
«Orasının gasbedilmiş ev olduğunda şüphe varsa...» Meselâ ev devlete ait olsa ve kadın oraya
girmese naşizedir. Çünkü zamanımızda şüpheye itibar edilmez. Tecnis´te de böyledir.
«Cariyesi veya ümmü veledi ile...» Kocasının daha kadın erkek illşkisini bilmeyen bir çocuğu ile
kalmaya itiraz edemez. Karı ve kocanın diğer aile fertleri ise bunun aksinedir. (Kadın onlarla aynı
evde kalmaya itiraz edebilir.)
M E T İ N
Adam kölesine: «Ey sahibim» veya cariyesine «ben senin kölenim» dese bunlar azâd olmuş
sayılmazlar. Çünkü bu sözler (köle azâdı konusunda) ne sarih nede kinâye değillerdir. Ama
kölesine «Ey mevlâm» dese köle hür olur. Çünkü, yerinde geçtiği üzere bu, köle azâdında kullanılan
kinaye lafızlarındandır.
Mevlânın bir çok manası vardır. Köle konusuna âzâd edilmiş köle ve efendi manalarına gelir.
(Mütercim)
İki kişi arasında nizâlı olan bir gayri menkul mal, davacı iddiasına (delil getirmedikçe veya hakim
tarafından malın müddeiye ait olduğu bilinmiyorsa zi´l-yed (mal elinde olan şahıs) tan alınamaz.
Taşınır mallar ise böyle değildir.
Davalının o malın elinde olduğunu tasdik etmesi sahih olan görüşe göre kafi değildir. Çünkü onun
muvazaa olması muhtemeldir.
Ben derim ki: Defalarca geçti ki -sonuncusu kölenin cinayeti bahsindedir- Zamanımızda hakimin
bilgisi ile amel edilmez. Düşün. Bu, davacının, sebeb belirtmeden mutlak milk iddia ettiğindedir.
Ama taşınmaz malı zil-yedden satın aldığını ve malın onun elinde olduğunu iddia etse, davalı da
malın elinde olduğunu ikrar edip, satın alma iddiasını inkâr etse malın onun elinde olduğuna dair
bir delile ihtiyaç duyulmaz. Çünkü fiil (satın almak gibi) iddiası, zi´l-yed aleyhine sahih olduğu gibi,
başkası aleyhine de sahihtir. Bezzâziye de bu geniş olarak ele alınmıştır.
Hâkimin, kendi velâyeti altında atmayan bir taşınmaz malda hüküm vermesi, taşınır maldaki hüküm
vermesinde olduğu gibi sahihtir. Sahih olan görüş budur. Kazâ bahsinde, bu konuda şehrin şart
olmadığı geçmişti. Fetvâ bununla verilir. Hüküm veren hakim, verdiği hükmü taşınmaz malın
bulunduğu yerdeki hakime yazar. Ta ki o, mal hak sahibine teslim etsin. Bazı âlimlerin görüşüne
göre ise hakimin, velâyeti altında bulunmayan bir taşınmaz hakkında hüküm veremiyeceğini
söylemişlerdir. Mültekâ ve Kenz´de bu görüş esas alınmıştır.
İ Z A H
«Yerinde geçtiği üzere...» Yâni Kitabü´l-ltk´ta geçti. Ben derim ki: Musannıf orada, bu lafzı köle
azadında kullanılan sarih lafızlardan saydı. O, Zeylaî ve başkalarının kavlinin zahiridir. Çünkü
bunun hakikatı, köle üzerine velânın sübutunu haber verir. Bu da azâd iledilr. Çünkü onun mevlâ
tarafından isbatı mümkündür. Yine ben diyorum ki: Bundan her ne kadar iştirak ile azâd edene itlak
ediliyorsada ulemanın mevlâyı azâd edilen köleye tahsis etmelerinin sebebi açığa çıktı. Çünkü
velânın, kölenin efendisi tarafından isbatı yani efendinin kölesinin velâsını üzerine kılması mümkün
değildir. Şayet böyle bir şey söylerse boşa gider. O halde efendi kölesine «ey mevlâm» dediğinde,
mümkün olan manayı dilediği teayyün eder.
«Davacı iddiasına delil getirmedikçe...» Miskîn şerhinde de böyle denilmiştir. Ama Zeylai ve daha
başkalarının Söyledikleri gibi: «Taşınmaz malın, davalının elinde olduğuna delil getirmedikçe»
deseydi daha münasip olurdu. Milk iddiasında bulunanın davası açıklayacağı gibidir.
«Kafi değildir...» Şârihin «delil getirmedikçe» sözünün itlakından anlaşılanı, açıklamadır.
«Muvazaa ihtimali...» Anlaşmış olmaları, yani esas mal sahlbl gaib olur ve iki kişi aralarında
anlaşırlar: Birisi malın elinde olduğunu ikrar eder, öbürü de onun kendisine ait olduğunu iddia
eder. Şahitlerde de biraz müsamaha edilir. Sonra da mal elinde olan hakimin hükmüne istinaden
malı öbürüne verir. Taşınır mallarda ise bu töhmet yoktur. Çünkü adetten malik menkulden elini
kesmez, mal elinde olur. Bahr, Bezzâziye´den.
«Bu...» Yâni, zilyedliğin delille isbatının gerekli oluşu.
«Başkası aleyhine sahihtir.» Çünkü onun aleyhine temlik iddiasında bulunmaktadır, o da zilyedden
başkasından gerçekleşir. ikrarla zilyedliğin sabit olmayışı davanın sıhhatine engel değildir. Ama
sebep belirtilmeden yapılan mutlak milk iddiası, zilyedin elini izâle ederek taarruzun terki davasıdır.
Elin izâlesi de ancak zilyedden tasavvur edilir.
Onun ikrarı ile de, zilyed oluşu sabit olmaz. Çünkü belirttiğimiz gibi muvazaa ihtimali vardır.
Bezzâziye´den naklen Minâh.
«Sahih olan görüş budur...» Bahr de, Kitabü´l-Kazâ´nın başında «Dava menkul veya alacak davası
olursa, davacı ve davalının, hakimin bulunduğu memleketden olmaları şart değildir. Gayri
menkulde ise o davaya bakmak velâyetinde değildir. Hulasa ve Bezzâziye´de belirtildiği üzere sahih
olan, böyle bir hakimin hükmünün caiz oluşudur. Bunlar arasındaki farkı anlaman icabeder. Çünkü
bu hatadır.
«Şehrin şart olmadığı geçmişti...» Yâni kırda da muhakeme yapmak caizdir. Bu müftabihtir. Bahr.
M E T İ N
Hakim, bir hadisede bir beyyine ile hüküm verse sonrada; «Hükmümden döndüm» veya «görüşüm
değişti» veya «Şahitlerin karıştırmasına kandım» veya «hükmümü ibtal ettim» ve benzeri bir şey
söylese, bu sözüne itibar edilmez. Çünkü hükme, davacının hakkı tealluk etmiştir.
Sahih bir dava ve doğru bir şahitlikten sonra verilmiş olan hüküm geçerlidir. Ancak üç yer bundan
müstesnadır. Konu, kaza bahsinde geçmişti. Bunlar: Hakimin hata ile hükmettiğini bilmesi kendi
mezhebi hilafına hüküm vermesi hatasının meydana çıkmasıdır.
Şahitler (bir mesele hakkında hakime sen bu konuda) hüküm verdin deseler. hakim ise inkâr etse
hakimin sözü kabul edilir. Müftabih olan budur. İbnü´l-Ğars Fevakthu´l-Bedriyye adlı eserinde böyle
demiştir. Bezzâziye´de ise İmam Muhammed´in ihtilafı ilâve edilmiştir.
Bahr´de yukarıdaki ifadeye; «Başka bir hakim onu infaz etmedikçe» sözü ilâve edilmiştir. Şayet
infaz etmişse o zaman hakimin «ben hüküm vermedim» demesine bakılmaz. Çünkü o konuda ikinci
bir hüküm bulunmuş olur.
Musannıf: «Bu, güzel bir kayıttır. Bahir sahibinden başka bu kaydı koyanı görmedim» der.
İ Z A H
«Hakim bir hadisede, bir beyyine ile hüküm verse...» Bunu daha sonra gelen «şahitlerin
karıştırmasına kandım» sözü için söylemiştir. Yoksa aslında zahir olan görüşe göre ikrar beyyine
gibidir.
«Ve benzeri bir şey...» hakimin, «önceki hükmü bozdum, feshettim, kaldırdım» demesi gibi. T.
Hâmevi´den naklen.
«Sahih bir davadan sonra...» Davanın sahih olmasının şartları dava bahsinde geçti, onlardan bir
kısmı da gelecek.
«Veya hatası meydana çıksa...» Yâni kesin olarak hatalı hüküm verdiği anlaşılsa; meselâ birisinin
birini öldürdüğüne hükmetse ve maktül sanılan kişi diri olarak gelse veya hak(m müctehid olsa da
verdiği hükmün hilafına bir nass görse ve ictihadı değişse hatası meydana çıkmış olur.
Zeylaî´nin Muhît´ten naklen bildirdiğine göre; Rasulüllah (s.a.v.) kendi içtihadı İle verdiği bir
hükmün aksine Kur´an nazil olmuş ve o hükmü bozmamıştır. Çünkü önceki hüküm, hakkında nass
olmayan konularda olduğu gibi sahihtir ve bir şeriat olmuştur. Bunun hilafına bir âyet indiği zaman,
önceki şeriatı neshetmiş olur. Ama bir hakimin kendi içtihadı ile hükmedip de sonra onun aksine
bir nassın varlığının meydana çıkması bunun aksinedir. Çünkü nass daha önceden vardı, inmişti,
fakat hakime gizli kalmıştı. O zaman, nassın bulunduğu yerde içtihadla hükmetmiş olurki bu sahih
değildir. Meselenin tamamı Zeylaî dedir. Sûyütî´nin Eşbâh´ında ise Sûbkî´den naklen şöyle
denilmektedir: «Hanefilere göre, hakimin hükmü, hakkında delil olmayan bir hüküm ise bozulabilir.
Vakıf bırakanın şartına zıt olan, nassa zıt demektir ve o, hakkında delil olmayan bir hükümdür.» Bu
söz, Bahır´de Mecma şerhinin: «Vakıf bırakanın şartı, şariin nassı gibidir» sözüyle desteklenmiştir.
«Hakim ise inkâr etse ilh...» Ama hükmü itiraf ederse, hakim bulunduğu memlekette kabul edilir
fakat azledilmişse kabul edilmez. Bezzâziye´de: «Eğer aslın yanında naibin hükmünü isbat etmek
isterlerse, hazır olan hasım aleyhine sahih bir dava takdim etmeleri ve beyyîne getirmeleri gerekir.
Nitekim, başka bir hakimin hükmünü isbat etmek istediklerinde de böyle yaparlar.» denilmektedir.
«İmam Muhammed´in ihtilafı...» Bahr da şöyle denilmektedir: «Camiu´l-Fusûleyn müellifi, İmam
Muhammed´in görüşünü tercih etmiş ve zamanımız hakimlerinin hali bilindiği için, bununla fetvâ
vermek gerekir demiştir.»
«Çünkü o konuda ikinci bir hüküm bulunmuş olur.n Çünkü o hakim ancak, hüküm kendi yanında
sabit olduktan sonra İnfaz eder. Onda da davanın bulunması gerekir. Bahr de: «İkincisinin, dava da
da birincisinin hükmünü imza etmesi gerekir. Esas şahitlerin bulunması şart değildir»
denilmektedir. Birincisinin sözünü kabul etseydi, onun sübut ve imzasından sonra mücerred söz ile
ikinci hükmün batıl olması icabederdi. Çünkü o, birincisi üzerine mebnidir. Özellikle ikinci hakimin
mezhebine aykırı ise böyledir.
M E T İ N
Kul haklarından, ihtilaflı olan konulardaki hükmün infazı için, hükmün şer´an hasım olabilecek bir
hasım tarafından, diğer bir hasmın aleyhine açılmış, sahih davanın bulunduğu bir hadisede olması
şarttır. Şayet bir kimse hakimin huzurunda birisinin aleyhine bir delil gösterse ve hakim, taraflar
arasında bir davalaşma ve münazaa olmadan (yani hasım hazır olmadan) bu delil sebebiyle hüküm
verse, hükmü infaz edilmez. Çünkü nefazın şartı bulunmamıştır. Dava şeri bir husumetle
gerçekleştirilmemiştir. O zaman, hakimin sözü fetvâ olur ve ancak, Kitabü´l-Kazâ´da da belirttiğimiz
gibi kendi mezhebine göre hüküm verebilîr.
Musannıf bunu şu sözü ile ifade etmiştir: «Eğer Hanefi bir hâkime, Maliki bir hakimin duruşma
olmadan verdiği bir hüküm getirilse ona iltifat etmez. Kendi mezhebinin icabına göre hüküm verir.
Çünkü kendisinin böyle bir hüküm vermesine mani bir şey geçmemiştir. Zira Mâliki hakimin verdiği
hüküm kul hakkındaki hükmün gerçekleşmesi için şort olan şeri bir husumete dayanmadığı için
kaza değil, fetvâdır.
Bir hâkim. önceki hâkimin hükmünde şüpheye düşerse asıl şahitleri ister. Bu kaza bahsinde
geçmişti. «Birinci hükümde şüphe etmesi» kaydını koyması, şüphe etmemesi halinde esas
şahitleri, isteyemiyeceğini gösterir.
Fevakihu´l-Bedrryye´de şöyle denilmektedir: «Alimler, adli ve âlim bir hakimin verdiği hüküm
bozulmaz, doğru olduğu kabul edilir. Ama başkasının hükmünü yani usulü ile fasit olduğu meydana
çıktığı zaman ikinci hakim bozabilir demişlerdir.»
İ Z A H
«Kul haklarından...» Bu kaydı özellikle getirdi. Çünkü. hadler, hanımı boşama ve cariyeyi azâd gibi
Allah´ın hakkı olan konularda hadise şart değildir.
«Şer´an hasım olabilecek...» Asıl hasım, vekil, vasî. mütevelli ve varislerden birisi gibi. Fuzûlî,
emânet bırakan ve iyreti veren ise hasım olamazlar. Çünkü bunların nizaları muteber değildir.
«Kendi mezhebine göre hüküm verir...» Yâni birinci hakimin verdiği hüküm başka bir hakime
götürülse kendi mezhebine göre hükmeder. önceki hükmü infâz etmesi icabetmez. Çünkü evvelki
hakimin verdiği hüküm, şartı bulunmadığı için bağlayıcı değildir. O ancak bir fetvâ yani şeri hükmü
beyandır.
«Şüphe ederse...» Bu, Nehir de Bahr´den nakledilmiş ve Nehr müellifi «başka yerde bunu
görmedim» demiştir.
«Yani usulü ile, fasid olduğu meydana çıktığı zaman...» Ben derim ki: Buna göre âlim ve âdil bir
hâkimin hükmü ile başka birisinin hükmü arasında fark yoktur. Ama eğer: «Onu bozmaya
yönelinmez» denilseydi daha iyi olurdu. Bunun anlamı şudur: Hükmü bozmayı gerektiren şeyler
araştırılmaz. Hâkim bu hükmü acaba rüşvet veya benzeri bir şeylemi verdi denilmez. Alimlerin :
«Doğruluğa hamledilir» sözünden anlaşılan budur. Ama âdil olmayanın durumu araştırılır.
M E T İ N
Teatı yoluyla yapılan bir satım, batıl veya fasid bir satım üzerine terettüp ettiği zaman münakid
olmaz. Büyü bahsinin baş tarafında Hulâsa, Bezzâziye ve Bahr´dan naklen geçmişti.
Bir kimse bir kaç kişiyi bir yere gizlese sonra da birisine bir şey sorsa ve adam onu ikrar etse,
gizlenenler o adamı görseler ve dediğini duysalar ama o. gizlenenleri görmese, duyanların bu
ikrarla adam aleyhine şahitlik yapmaları caizdir, Fakat gizlenenler adamı görmeden sözünü
duysalar onun aleyhine şahitlik yapmaları caiz olmaz. Çünkü ses karışabilir ve işe şüphe girer.
Ancak şahitler orada başka birisinin olmadığını bilirlerse müstesna. Bu da şöyle olur: Eve girip
içeriyi arasalar ve kimsenin olmadığını tesbit etseler sonra da çıkıp kapının önüne otursalar ve
evin. başka hiç bir girişi olmadığı halde yanlarından bir adam girse. onlarda ikrarını işitseler
şahitlikte bulunabilirler.
İ Z A H
«Büyü bahsinin baş tarafında geçmişti.» Orada geçmiştiki bu : Önceki satım akdini terketmeden
önce olduğu zamanki hâle hamledilir ve bu, sadece teati yoluyla olan satıma mahsus değildir.
Sarahaten icab ve kabul ile olan satım da böyledir. Hâniyye´de şöyle denilmektedir: «Bir kimse
fasid bey´le bir elbise satın alsa ve ertesi gün satıcı ile karşılaşıp; sen şu elbiseni bana bin liraya
sattın. öbürü de : evet ben o parayı aldım deseler batıldır. Bu. aralarındaki konuşmadan önce fasid
bir satım akdi bulunduğu takdirdedir. Ama önceki fasid satımı bozmuş olsalar o zaman ertesi
günkü satış caiz olur.
Ben derim ki; Şârihin orada, bir koyun sürüsünün satılması konusunda söyledikleri buna itiraz
olarak vaki olabilir. Koyun sürüsünün satımı konusu şöyledir: Bir kimse «her koyunun fiatı şu
kadar» diyerek bir sürüyü satsa bu satış fasiddir. Eğer koyunların sayısı mecliste iken bilinirse yi.
ne de satış sahih hole dönüşmez. Sahih olan budur. Ama taraflar razı olurlarsa satım teati yolu ile
münakid olur. Etiketle satmakta buna benzer. Sirac.
Bu ifadenin benzeri, Nihâye, Feth ve başka kitaplarda da vardır. «Yanlarından bir adam girse...»
Yâni tek başına şârihin : «Ancak orada başka birisinin olmadığını bilirlerse müstesna» sözü bunu
ifade etmektedir. Bu izaha göre: Eğer içeriye adamla birlikte lehinde ikrarda bulunulan kişide
girerse şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü, ikrarda bulunan kişinin bir hak iddiasında bulunup, sesini
öbürünün sesine benzetmesi ihtimali ile şüphe vardır.
M E T İ N
Bir kimse; oğlunun, hanımının ya da başka bir akrabasının yanında o, bilir olduğu halde bir tarla
veya bir hayvan ya da bir elbise satsa sonra da (bunlardan orada olan) meselâ oğlu, o satılan malın
kendisine ait olduğunu iddia etse, davası dinlenmez. Kenz ve Mültekâ´da da bu, mutlak bir ifade ile
belirtilmiş ve malı satanın yanındaki akrabanın ses çıkarmaması, kandırma ve hileyi kesmek için, o
malın kendisine ait olmadığını açıkça söylemesi yerine kaim tutulmuştur. Bir kimsenin müşteriye
satılan bir mala müstehık çıktığı takdirde parayı ödemeye kefil olması ve alım satımdaki semeni
(satış bedel olan parayı) ödemeyi kefil olması durumunda da hüküm yukarıdaki gibidir. Demişlerdir
ki: Bir kimseyi babası çeyizsiz olarak evlendirse ve adam zifâf esnasında buna ses çıkarmasa, bu
onun çeyizsiz olarak evlenmeye razı olduğunu gösterir. Daha sonra artık çeyiz istemeye hakkı
yoktur. Nitekim mehir bahsinde geçmişti.
İ Z A H
«Bir tarla veya bir hayvan yada bir elbise satsa...» Hibe etse veya sadaka olarak verse ve teslim
etse yine aynıdır. Burada meselenin «satmak»la kayıtlamasının sebebi kiraya vermesi veya rehin
bırakması yada iyreti olarak vermesi hallerinde orada hazîr olanın iddiası halinde dava dinleneceği
içindir. Çünkü malın, sahibinin mülkünden çıkması, bunların gereği değildir. Olurki insan, malının
elinden çıkmasına razı olmaz ama ondan faydalanılmasına razı olur. Bir de, hazır olan akrabanın
satış ve benzeri akidlerde akitten sonra mülkiyet davasının dinlenmemesi kıyasa aykırı olarak
verilmiş bir hükümdür. Başkası ona kıyaslanamaz. Ben, buna dikkat çeken birisini görmedim.
Düşün. Remlî.
Ben derim ki: Vakıfda, satım akdi gibidir. Nitekim Şihâb eş-Şibli böyle fetvâ vermiş ve onun
asrındaki Hanefi âlimlerinin ileri gelenlerinden on üç tanesi de kendisine muvafakat etmiştir. Şibli
bunların isimlerini ve onun görüşüne muvafakatlarını bizzat kendi el yazıları ile meşhur eseri
fetavasında, Kitabü´l-Dâvâ´nın sonunda zikretmiştir. Oraya müracaat et.
Sonra, şu da bilinmeli ki; satım kaydı, akrabaya nisbetle kendisi gösterir, yabancıya nisbetle değil
Camiu´l-Fetâva´da Kitabü´d-Dâvâ´nın baş tarafında Hulâsa´dan nakledilen şu ifadeler buna delâlet
eder: «Bir adam, bir müddet bir araziyi kullansa ve başka birisi bunu görse, sonra da araziyi
kullanan ölse, onun tasarrufunu gören kişi hayatında iken mülkiyet davasında bulunmamışsa
öldükten sonraki iddiası dinlenmez.»
Hâmidiyye´de de Velvâliciyye´den naklen şöyle denilmektedir: «Bir adam bir arazide bir müddet
tasarrufta bulunsa ve başka birisi de araziyi ve tasarrufu görse, mülkiyet iddiasında bulunmadan,
ölse artık onun oğlunun mutasarrıf aleyhine açacağı mülkiyet davası dinlenmez.»
Görünen o ki, mutasarrıfın veya öbürünün ölmesi, mülkiyet davasının gerçeksizliği için şart
değildir. Çünkü âlimler burada onu anmamışlardır. Bununla anlaşılıyor ki, tasarrufa muttali
olunduğundaki susuş, daha önce satış olmamışsa mülkiyet davasına manidir. Satış esnasındaki
susuş ise, (yabancının değil) sadece akrabanın davasına engeldir. Sonra bilmiş olki;
Allâme İbnü´l-Ğars Fevakihu´l-Bedriyye de Mebsut´tan şunu nakletmiştir: «Bir kimse, davaya mani
bir durum olmadığı halde otuz üç sene dava etmese, daha sonraki davası dinlenmez. Çünkü imkanı
olduğu halde dava etmemesi zahiren hakkının olmayışına delâlet eder.» Bunun benzeri Bahr ve
Camiu´l-Fetâvâ´da da vardır. Fetâvâ´ya ehil olan müteehhirûn âlimler ise, otuz altı sene sonra
davanın dinlenmeyeceğini söylemişlerdir. Ancak, lavacı bu müddet içersinde gaib olursa yada
çocuk veya deli olur ve delileri bulunmazsa, yahutta davalı zalim bir emir olur ve kendisinden
korkulursa müstesna. Fetâvâ´l-Attabiyye´de de böyledir.
Zâhire göre; bu anılan müddetten sonra davanın dinlenmemesi, tasarrufa veya başka birşeye
müttali olmakla birlikte dava edilmemesinden daha geneldir. Çünkü âlimler burada, tasarrufa
muttali olmakla birlikte dava edilmemesinin, bilahare açılacak bir davanın dinlenilmemesine sebep
olduğunu bir zamanla kayıtlamamışlardır. O halde bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Düşün.
Yalnız şurası bilinmelidir ki: böyle bir davanın dinlenmemesi, onun hakkının batıl olmasından
dolayı değildir. Çünkü bu, hakkın batıl oluşuna hükmetmek değil. hakimlerin, yalandan ve
kandırmadan korkarak davaya bakmaktan imtina etmeleridir. Gerekçenin de işaret ettiği gibi halin
delaleti bunu göstermektedir. Aksi halde, zaman aşımı ile hakkın düşmesi gerekirdi. Halbuki
Eşbâh´ın kazabahsinde belirtildiğinegöre zaman aşımı ile hak sakıt olmaz.
Bu meselelerde. davacının hakkı uhrevi yönden baki kalmak şartıyla bu dünyadaki dava dinlenmez.
Onun için, şayet hasmı onu ikrar ederse hakkını alır. Üzerinden onbeş sene geçtiği zaman sultanın
dinlenmesini nehyetmesi halinde davanın dinlenmemesi meselesinde de durum böyledir. Nitekim
Tahkim konusunun baş tarafında geçmişti. bu değerli izahı iyi değerlendir.
«Meselâ oğlu...» Yâni hanımı ve diğer akrabaları gibi birisi.
«Satılan malın kendisîne ait olduğunu...» Yâni tamamının veya belirli ve belirsiz bir kısmının kendi
mülkü olduğunu iddia etse. Bu ifadelerden çıkan sonuca göre. semendeki davanın da
dinlenmemesi gerekir. Tebyîn ve başka kitaplardaki şu ifadeler de bunu teyid etmektedir:
«Akrabanın orada bulunup da satışa karşı çıkmayışı, o malın satıcıya ait olup, kendisinin hiçbir
hakkının olmadığını ikrardır» Remlî.
«Kenz ve Mültekâ´da mutlak bir ifade ile belirtilmiş...» Yâni, Zeylaî´nin. Ebu´l-Leys´in fetavasından
naklen koyduğu şu kayıda işaret edilmeden belirtilmiştir: «Şayet müşteri onda bir müddet
tasarrufta bulunmuşsa...» Minâh´ta : «Kenz, Bezzâziye ve müteber kitapların çoğunda bu kayıt
konulmamıştır. Onun için biz de kayıtlamıyoruz. Üstelik bu kayıt akraba ile komşunun eşit
tutulmasını gerektirir. Halbuki komşunun hükmü, akrabanınkine zıttır.» denilmektedir. Minâh
mesele ile ilgili başka görüşlerde nakletmiştir. Oraya müracaat et.
«... Ses çıkarmaması... açıkça söylemesi yerine kaim tutulmuştur.» Yâni bu satıcının mülküdür
demesi yerine kaim kılınmıştır. Musannıfın Fetâvasında şöyle denilmektedir: «Eğer, satış
esnasında, o malın kendisine sözü tasdik edilir.» Nehcü´n-Necât adındaki kitapta, bu, davacı
bilmemekte mazûr olmadığı zaman geçerlidir. Ama mazursa, davası dinlenir. Âlimler gizli bir
meselede tenakuz sebebiyle varis vasî ve mütevelli tazir edilir demişlerdir» denilmektedir.
Estrüşeni´de şöyle der: «Bir kimse kendi evini, küçük oğlu için satın alsa ve oğlu büyüse ve bundan
haberi olmasa sonra baba o evi satıp, müşteriye teslim etse sonra da oğlu için müşteriden kiralasa,
bütün bunların akabinde oğlu babasının yaptığını öğrenip evin kendisine verilmesi için dava etse
davası kabul edilir. Çünkü o. gizlilikten dolayı. evi kiralamakla davasına ters bir davranışta
bulunmuş sayılmaz. Zira baba, küçük çocuğu için kendi başına bir ev alma yetkisine haizdir.
Çocuğun, büyüdükten sonra bunu bilmemesi de normaldir» Sâihani.
«Bir kimsenin, müşteriye, satılan bir mala müstehik çıktığı takdirde...»Bunun sadece akrabaya
mahsus bir hüküm olduğu zannedilmemesi için, (gelecek olan) «yabancı» kelimesinden sonra
söylenmesi daha iyi olurdu. Zeylaî meseleyi açıklamıştır. Oraya müracaat et.
M E T İ N
Bir malı satarken yanında yabancı birisi olsa ve bu. komşu bile olsa satışa ses çıkarmasa,
sonradan onun hak iddiasına mani olmaz. Ancak komşu satış ve teslim esnasında sussa ve
müşteri satın aldığı şeyde ağaç dikmek veya bina yapmak gibi bir tasarrufta bulunsa sonra da
komşu malın kendisine ait olduğunu iddia etse Fasit tamahkârlıkları önlemek için, davası
dinlenmez. Müftâbih olan budur.
Yabancı birisi. birinin malını fuzûli olarak satsa ve mal sahibi ses çıkarmasa, onun susuşu bize
göre o satışa razı sayılmaz. İbn. Ebî Leylâ´ya göre ise rıza sayılır. Bezzâziye, yirmibeşinci faslın
sonu ve başka yerler.
İ Z A H
«Bir malı satarken yaranda yabancı birisi olsa ve bu komşusu bile olsa satışa ses çıkarmasa...»
Onun hak iddiasına mal olamaz. Remlî şöyle der: Benim anladığıma göre akraba ile yabancı
arasındaki farka sebep fasit tamahkârlığın akrabada daha çok oluşu ve karıştırma ihtimalinin çok
oluşudur. Bu yüzden. bu tip karıştırmalar akrabalar arasında özellikle miras davalarında daha çok
olmaktadır. Çünkü isbatı kolaydır. Yabancılar da ise böyle değildir. Zira bir kimsenin, yabancı
birinin malına tamahkârlıkta bulunması nadirdir. Bu yüzden iddianın yalan olduğunu gösteren bir
tercih sebebinin bulunması gerekir. O da müşterinin malda bir müddet tasarrufta bulunmasıdır.
«Ancak komşu sussa...» Komşunun dışındaki yabancılar da aynıdır. Burada komşusunun özellikle
zikredilmesi onun akrabaya veya hanıma benzediği zannedildiği içindir.
«Satış ve teslim esnasında...» Yâni Remlî´nin geçen sözlerinden de anlaşıldığı gibi satış ve teslimi
öğrendiği anda. Bildiğin gibi buradaki «satış» ihtirâzî bir kayıt değildir. Aksine komşu (veya yabancı
birisi) satılan maldaki herhangi bir tasarrufa muttali olur da ses çıkarmazsa mülkiyet dava hakkı
düşer.
«Satın aldığında ağaç dikmek veya bina yapmak...» Bundan maksat, sahibinden başka hiç kimseye
nisbet edilmeyen her türlü tasarruftur. Bu ikisi örnek olarak zikredilmişlerdir.
«Yabancı birisi, birinin malını fuzûli olarak satsa...» Bu meseleyi burada konu ile olan çok az bir
münasebetten dolayı zikretti. Aslında konu. satış esnasında itiraz etmeyen birisinin daha sonra
satılan o malda mülkiyet iddiasında bulunması, satıcı ve alıcının ise bunu inkar etmesi ile ilgilidir.
Fuzûlî´nin satışında ise inkâr söz konusu değildir.
«Bize göre satışı rıza sayılmaz...» Eminüddin´in fetâvâsında Muhîften naklen şöyle denilmektedir:
«Bir kimse fuzulî birisinden (malın mahliki malikin velisi veya satışa vekil olmayan şahıs) mal satın
alır ve mal sahibinin huzurunda malı kabzeder. O da buna ses çıkarmazsa bu, onun satışa razı
olduğuna delil kabul edilir.» Bunun aynısı, yine Muhit´ten naklen Bezzâziye´de de yer almıştır. Bu
ifadelerden anlaşılıyorki meselenin bu konu ile irtibatı, müşterinin fuzulen satın aldığı bir malı,
sahibinin huzurunda kabzetmemesi durumunda söz konusudur. Remlî.
«Bezzâziye yirmi beşinci faslın sonu ve başka yerler...» Yâni Kitabü´d-Dâva´da Nikâh bahsinde
dokuzuncu fasıldı. Zeylaî burada Câmiu´s-Sağir´den nakletmiştir.
M E T İ N
Bir kimse bir mal satsa, sonra da o malın kendisine veya bir camiye vakfedilmiş olduğunu iddia
etse yada «o malı ben vakfetmiştim» dese de davalının yemin etmesini istese, bu isteği ittifakla
kabul edilmez. Çünkü işi ile sözü arasında çelişki bulunmaktadır. Ama iddiasını isbat için beyyine
getirirse esah olan kavle göre kabul edilir. Bu, davanın sahih olmasından dolayı değil. vakıflarda,
dava olmadan da beyyinenin kabulünün sahih olmasından dolayıdır. Zeylaî´nin doğru gördüğü
görüş ise buna muhaliftir. Biz meseleyi vakıf bahsinde ve istihkâk bahsinde incelemiştik.
i Z A H
«Beyyine getirirse esah olan kavle göre kabul edilir...» Sadruşşehid bu görüşü kabul etmiştir. Fakıh
de: «Bazıları beyyine kabul edilmez derler ama biz o görüşü benimsemiyoruz» der. Tatarhaniyye.
İmâdiye´de o sözün kabul edileceği, Hulâsa ve Bezzâziye´de de dava sahih olmasa bile beyyinenin
kabul edileceği söylenmiştir. Fetvâlardan çoğunda bu görüş sahih sayılmıştır. Bahr´de bunun, o
malın lüzumuna hükmedilmiş bir vakıf olduğuna delil getirmesi hali ile kayıtlı olduğu belirtilmiştir.
Ama vakfın lüzumuna delil getirilmemişse o delil kabul edilmez. Çünkü mücerred olarak vakfettim
demek malı malikinin elinden çıkarmış olmaz. Bu ifade Fethu´l-Kadir´de de vardır.
Bu, güzel bir açıklamadır, buna dönülmesi icabader. Aynısını musannıf ifade etmiştir. Ben diyorum
ki: Müftabih olan görüşe göre, vakfedilen mal «ben bu malı vakfettim» demesi ile sahibinin elinden
çıkar.
«Zeylaî´nin doğru gördüğü görüş ise buna muhalifttr.» Çünkü Zeylai şöyle demektedir: «Ve bu
beyyine kabul edilmez denilmektedir. Bu daha doğru ve daha ihtiyatlıdır. Çünkü o, malın kendisine
vakfedildiğine beyyine getirmek suretiyle, satımın fasid olduğunu ve kendisine ait bir hakkı iddia
etmektedir. İşi ve sözü arasındaki çelişkiden dolayı, o beyyine dinlenmez.»
Zeylai´nin bu ifadesinden anlaşıldığına göre, eğer vakıf bir camiye veya benzeri bir yere ait olursa, o
zaman beyyine dinlenir. Çünkü o kendisi için bir hak iddia etmiyor.
M E T İ N
Bir kadın, mehrini kocasına hibe etse ve ölse, kadının varisleri, onun hibeyi ölüm hastalığında
yaptığını söyleyerek kocadan mehri isteseler, o da hanımının sıhhatli iken hibe ettiğini söylese
varislerin iddiası kabul edilir.
Nesefi´nin fetâvâsındaki «kocanın sözü kabul edilir» şeklindeki ibareyi naklettikten
sonra,.Câmiu´s-Sağirin rivâyetine tebean söylediğine göre bu, Hâniye sahibinin itimad ettiği
görüştür.
Hâniye sahibi şöyle der: «İtimad bu rivâyetedir. Çünkü tarafların hepsi, mehrin vücubunda ittifak
halindedirler. Düşmesi konusunda ihtilaf etmişlerdir. Söz de inkâr edenin sözüdür ilh...»
Ben derim ki: Tenviru´l-Ebsâr´da bu ikrar edilmiştir. Kenz ve Mültekâ´daki «kocanın sözü kabul
edilir» ifadesinin aksine bizim üstadımız da buna itimad etmiştir. Zeylaî ve İbn. Sultan gibi Kenz
şârihleri Kenz´in benimsediği fikrin, istihsan olduğunu söylerler. Dikkatli ol. İbnü´l-Hümam´da
Nehr´in sonunda bunu zahir görmüş ve şöyle demiştir: «Zâhir ölüşün sebebi şudur: Vârislerin
mehirde hakları yoktur. Hak kadınındır. Vârisler onu kendileri için iddia ediyorlar, koca da inkâr
ediyor.»
i Z A H
«Vârislerin iddiası kabul edilir...» Bu, delil bulunmadığı zamandır. Ama delil getirirlerse hîbenin,
sıhhatli iken olduğunu iddia edenin beyyinesi kabul edilir. Minah. Ben derim ki: ikinci görüşe göre
zahir olan. varislerin beyyinesinin kabul edilmesidir.
«Bu, Hâniye sahibinin itimad ettiği görüştür.» Kadîhan´ın sahih kabul ettiği tashihlerin en
değerlilerindendir. Bu, âlimlerin kıyası istihsana tercih ettiği meselelerdendir. Sâihânî.
«İlh...» Kâdîhan´ın; şerihin buraya almadığı sözleri şöyledir: «Ve çünkü hibe sonradan meydana
gelen bir hadisedir. Hadiselerde esas olan da en yakın vaktine izafe edilmeleridir.» T.
«İbnü´l-Hümam da bunu zahir görmüştür». Yâni kocanın sözünün kabul edileceğini üstün
görmüştür.
«Vârislerin mehirde hakları yoktur.» Yâni hibe esasında onların hakkı yoktur.
M E T İ N
Bir kimse hanımına, kendisini boşaması için vekâlet verse artık onu vekâletten azledemez. Çünkü
bu, koca açısından bir yemindir.
Bir adam, birisine «Seni ne zaman azledersem benim vekilimsin» derse, onun vekâletten azletme
yolu «seni azlettim, sonra seni azlettim» demesidir. Çünkü «ne zaman» sözcüğü bütün zamanlara
«her» sözcüğü de bütün fiillere şâmildir, şayet «seni her azledilişimde, benim vekilimsin» demişse
onu azlederken «her» sözcüğünden hasıl olan muallak (birşeye, bağlanan) vekâletten döndüm,
müncez (bir şeye bağlanmayan) seni azlettim demeleridir. İşte o zaman vekâletten azledilmiş olur.
İ Z A H
«Çünkü bu koca açısından yemindir.» Zira bunda yemin manası vardır. O da talakı kadının fiiline
bağlamaktır. Yeminden dönmekte sahih değildir. Hanım açısından da temliktir. Zira vekil başkası
için iş yapandır. Halbuki kadın kendisi için iş yapmaktadır. Dolayısıyla vekil olmaz. Yabancı alan ise
böyle değildir. Zeylaî. Bir de, temlik manası. Talakın tefuîzı bâbında geçtiği üzere meclise mahsus
olur.
«Ne zaman sözcüğü bütün zamanlara...» Yâni bu ancak, bir defa azli ve bir defa tayini ifade eder.
Zeylai şöyle der: «Müvekkil azlettiği zaman müncez olan vekâletten azledilmiş olur ve muallak olan
müncez hale gelir. Dolayısıyla yeniden vekil olmuş olur. Daha sonraki ikinci azille de ikinci
vekâletten azledilmiş olur.
«Onu azlederken seni... döndüm.» Çünkü eğer müncez olan vekâletten dönmeden azlederse bin
defa da azletmiş olsa eskiden olduğu gibi vekil olur. Çünkü «her» kelimesi, sonsuza kadar fililerin
tekrarını iktiza eder. Dolayısıyla azil ancak, rücû (dönmek) den sonra mana ifade eder. Hatta eğer
önce azletse sonra da muallak olandan rücû etse başka bir azle ihtiyaç gösterir. Çünkü o her
azledişinde vekil olur. Dolayısıyla bundan sonraki rücû kadın hakkında, muallak olan vekâlette bir
tesir göstermez. Zira rücû´dan sonra tekrar bir azle muhtaçtır. Zeylaî. Tamamı oradadır.
«Her sözcüğünden hasıl olan...» Minah´ta da böyledir, ama bu bir hatadır. Çünkü müncez olan
vekâlet «sen benim vekilimsin» sözünden, muallak olan da, «seni azledişimde» sözünden hasıl
olmuştur. Sâlhânî.
neslinur
Tue 26 January 2010, 05:39 pm GMT +0200
M E T İ N
Eğer iki kişi aralarında borç olan altın parayı gümüş para karşılığında veya zimmetteki başka bir
şey mukabilinde sulh olsalar sulh bedelinin kabzı şarttır. Ama sulh, paraya mukabil para ile
olmamışsa kabız şart değildir. Çünkü sulh, bir ayn üzerine yapıldığında o mal teayyün eder ve
zimmette borç olarak kalmaz. Dolayısıyle sulh olunan mal kabzedilmeden meclisten ayrılmak
caizdir.
Davacı, «benim delilim yok der, sonra da, yeminden sonra bile olsa delil getirse, delili kabul edilir.
-Cevahiru´l-Fetâva bunu yeminden sonraya tahsis etmiştir-, Aynı şekilde hasmından yemin isterken;
«Eğer sen yemin edersen bana borcun olan maldan berisin» dese ve hasım yemin etse sonra da
davacı hakkını isbata delil getirse delil kabul edilir ve malın ona ait olduğuna hükmedilir. Hâniye.
Eğer şahit (önce) «benim şahitliğim yok» der, sonra da şahitlik ederse kabul edilir. Çünkü bu
çelişkiyi, odamın önce unutup sonra hatırladığını söyleyerek uyuşturmak mümkündür. Yine birisi,
«falan benim şahidim değildir» der sonrada onu şahit olarak getirir ve o da şahitlik ederse veya.
«benim falan aleyhine delilim yok» der. Sonrada delil getirse, söylediğimiz gerekçeden dolayı kabul
edilir. «Benim hakkım yok» deyip de sonra hak iddia etmesi ise buna yakındır. Bu iddia, sözündeki
çelişkiden dolayı dinlenmez.
İ Z A H
«Veya zimmetteki başka bir şey mukabilinde...» Yâni paradan başka bir şey. Miskinin sözü buna
delâlet ediyor. Bu, iddia edilen mal ile sulh olunan malın farklı cinslerden olması durumundadır.
Çünkü eğer kendi cinsi ile vadeli olarak sulh olsa caizdir.
«Paraya mukabil para ile almamışsa...» Meselâ gayri menkule karşılık bir gayri menkulle veya
paraya karşılık gayri menkul sulh olunmuşsa.. Miskîn.
«O mal teayyün eder». Yâni, ona işaretle teayyün eder. «Mal kabzedilmeden meclisten ayrılmak
caizdir.» Zimmette borç olan
buğday karşılığında arpa ile sulh olma durumunda öldüğü gibi sulh olunan mal ribevî mallardan
bile olsa hüküm aynıdır.
«Falan aleyhine delilim yok dese...» Yeterli görülen konularda bir kişinin şahitliği ile delil sabit
olduğu için bunu beyyinenin akabinde zikretti. Sâlhânî. Yâni bu aynı ibarenin tekrarı değildir.
«Benim hakkım yok...» Yâni filanda alacağım, hakkım yok demesi... Metinden anlaşıldığı için, şarih
bunu hazfetmiştir. Minâh´ın bu konudaki ibaresi şu şekildedir: «Benim onda bir hakkım yoktur.
demesi bunun aksinedir.» Yine orada şöyle denilmektedir:: «Eğer, bu ev benim değil veya bu köle
benim değil der sonra da evin veya kölenin kendisine ait olduğuna beyyine getirirse beyyinesi
kabul edilir. Çünkü onun önceki ikrarı ile hiç bir kimse için hak sabit olmamıştır. Dolayısıyla
geçersiz olur. Bundan dolayı, hanımına zina isnadında bulunup da isbat edemediği için lanetleşen
kocanın bilahare vuku bulan neseb iddiası kabul edilir. Çünkü adam onu inkar ettiği zaman başkası
için bir hak isbat etmemiştir...» Eğer birisi, benim falan üzerinde bir hakkım olduğunu bilmiyorum
dese, sonrada onun aleyhinde hakkının olduğuna dair beyyine gösterse beyyinesi kabul edilir.
Çünkü bunun adamı önce gizli olmuş olması muhtemeldir.
«Sözündeki çelişkiden dolayı dinlenmez.» Çelişkilerin arasını bulmak için, daha önce zikredileni
burada da söylemek mümkündür, ama acaba burada neden zikredilmedi?! Buradaki çelişkiyi şu
şekilde uyuşturmak da mümkündür: Bu meselede, davalının zimmetinin borçsuz olduğu birinci
sözle sabıt olmuştur. Adam daha sonra ikinci sözle onun zimmetinin meşguliyetini istiyor ki, kabul
edilmez. Tahtavî.
M E T İ N
Halifenin tayin etmiş olduğu imamın, gelip geçenlere zarar vermiyorsa caddenin bir bölümünü bir
adama tahsis etme yetkisi vardır. Çünkü halife buna yetkilidir, aynı şekilde naibinin de yetkisi vardır.
Bir kimse malını satmaya niyetli olmadığı halde, sultan elinden malını almak istese ve bunun
üzerine adam satmaya kalksa mükreh sayılır. Ancak, sultanın musaderesi sebebiyle, parasını
isteyerek alıp malını satsa bu satış sahihtir. Çünkü bu takdirde adam mükreh değildir. Nitekim ikrah
bahsinde geçmişti. Bu, alacaklının borçluyu hapsedipde borçlunun borcunu ödemesi için malını
satmasına benzer ki o sahihtir.
Bir kadını, kocası veya başka biri, dövmekle korkutsa ve kadın mehrini hibe etse, eğer tendid eden
dövmeye gücü yetecek birisi ise bu hibe sahih değildir. Çünkü kadın mükrehtir. Şayet koca karısını
hulu (kadının mehrini veya başka bir bedel verip kocasının kendisini boşamasını istemesi) yapması
için zorlasa talak geçerlidir, ve mal düşmez. Çünkü mükrehin talakı vakidir ve dediğimiz sebepten
dolayı bununla mal icabetmez.
Bir kadın bir adamı (mehri karşılığında) kocasına havale etse sonra da mehrini kocasına hibe etse
sahih olmaz. Âlimler; Bu bir hiledir.» derler. Ben derim ki: Hibe kocanın malı kabulü ve onun
hiylesini bilmesi ile tamam olur. Ancak şöyle denebilir: «Havale edilen kişi davayı havalenin sıhhati
için kabulü şart koşmayan bir hakime götürmek suretiyle adamdan mutâlebede bulunma imkanına
sahip olur.
İ Z A H
«Gelip geçene zarar vermiyorsa...» Yol geniş olur da bununla daralmazsa. Ma´din´de şöyle
denilmektedir: «Bu kayıt konulmuştur, çünkü eğer geçenlere zarar verirse yolun bir bölümünü
birisine tahsis edemez. Zira bu yolu kesmek demektir. Halbuki, başka bir yol olsa bile buna imamın
hakkı yoktur. Şayet yaparsa günâh işlemiş olur. Eğer bu tasarruf hakime götürülürse hakim
reddeder. Nisabü´l-Fukaha´da da böyledir. Hâniyyede de, ihtiyaç halinde devlet reisinin, şahsa ait
bir mülkü yol yapma yetkisinin olduğu belirtilmektedir.» T.
«Çünkü imamın buna yetkisi vardır.» Zira o, müslümanların menfaatına olan işlerde herkesin
hakkında tasarrufta bulunabilir. Şayet bir işte toplum için bir maslahatın olduğunu görürse, hiç
kimseye zarar vermeden p işi yapabilir. Nitekim ihtiyaç halinde yolun bir kısmını camiye veya
caminin bir kısmını yola katma hakkına sahiptir. Minah. Buradaki imamdan maksat halifedir. «Naibi
içinde hüküm aynıdır.» sözüne uygun düşmesi için böyle anlatmak gerekir.
«Adam mükreh değildir...» O, malını kendi ihtiyarı ile satmıştır. Söylenebilecek şey şudur. Adam,
sultanın kendisinden istediğini verebilmek için malını satmayıp ihtiyaç duymuştur. Bu da ikrahı
gerektirmez. Minah.
«Çünkü Mükrehin talaki vakidır...» Zeylaî ve daha başka âlimlerde bu gerekçeyi esas almışlardır.
Şîlbi de bu illetin peşinde, «eğer kadını zorlayan, kocası olursa bu talilin sahih olmaması gerekir.
Ancak ibare, onları (yani karı koca) birisi zorlarsa manasına gelecek şekilde okunursa talil sahih
olur.» demiştir. Ebussuûd.
«Mal icabetmez...» Yâni hulu bedeli gerekmez. Bu bedel bazen kocanın zimmetinde borç olan mehir
bazan da başka bir bedel olabileceği için, öncekine uygun olan bir ifade kullanmış «mal düşer»
demiş, şârih de ikincisine münasip düşen bir ifade kullanmış «mal icabetmez» demiştir.
«Dediğimiz sebepten dolayı... Yâni kadın mükrehtir. Bir malın düşmesi veya lazım olması için rıza
şarttır.
«Bu hiledir derler..» Minah´ta şöyle denilmektedir: Bu mesele Kenz ve başka kitaplarda
zikredilmiştir. Onların sözünün zahirine göre bu. aslında sahih olmasını istememekle beraber.
zahiren kocasına mehri hibe etmek isteyen kadın için bir çıkıştır. ´
«Ben derim ki: O söz musannıfa aittir. Ben diyorum ki: «Bu hile ancak. koca eğer kendisine mehir
borcu olmadığını bilirse fayda verir. Nitekim Hulâsa´daki şu ifadeler bunu gösterir: «Bir kimse
mehirden geri kalan borcu olduğunu zannederek, karısına borcu olan bir mal mukabilinde hulu
yapsa sonra da mehir borcunun kalmadığını hatırlasa kadının talakı mehri karşılığında vaki olur.
Eğer kabzetmişse kadının mehrini geri vermesi icabeder. Ama adam, hanımı kendisine hibe ettiği
için hanımına mehir borcu olmadığını bilirse kadının bir şey vermesi icabetmez.»
Yine ben derim ki: Kenz´in ve diğer kitapların ifadelerinde bu fer´in geçen konuda hiyle olmasını
gerektirecek bir şey yoktur. Dolayısıyla zikredilen itiraz geçerli olmaz. Ancak başka bir konuda
hiyledir. El-Eşbâh´ın hıyel bahsinde şöyle denilmektedir: «Adam karısına; bu gün mehrini bana hibe
etmezsen sen boşsun dese bundan kurtuluş çaresi şudur: Kadın kocasından içerisine mehri
sarılmış bir kumaş satın alır. Ertesi günü o kumaşı iade eder. Böylece mehir elinde kalır yeminde
bozulmuş olmaz.»
Eşbâh´ın Müdâyenât bahsinde de Kınye´den naklen şöyle denilmektedir: «Onun yani hibenin sahih
olmaması için üç hile vardır: «Birincisi, kadının hibeden önce kocasından mehrin sarılı olduğu
birşey satın alması, ikincisi, hibeden önce bir adamın kadınla, mehre mukabil, dürülü bir şey
karşılığında sulh yapması. üçüncüsü de kocasına, hibeden önce kadının mehrini küçük çocuğuna
hibe etmesidir. Bu üçüncüsü biraz şaibelidir.»
Buradaki, bunun için başka bir hıyle (çıkar yol, çare) olsun. Düşünülşün. Adam, zikredilen konuda
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü o gün yemininin gereğini yapması mümkün değildir. Mehrin bir
kumaşa sarılı olmasıyla kayıtlanması, gün geçtikten sonra görme muhayyerliğinin sabit olması
içindir.
M E T İ N
Bir kimse kendi mülkünde kuyu veya sarnıç kazsa ve bundan komşusunun duvarı nemlense de
kuyunun yerini değiştirmesini istese, buna zorlanamaz. Bundan anlaşılan. komşunun zararını def
etmek için, kuyunun yerini değiştirmesi iyilikle tavsiye edilir. Bu rutubetten dolayı duvar çökerse
kuyu sahibi zamin olmaz. Çünkü onun kendi mülkünde kuyu kazmakla komşusunun hakkına
tecavüzü söz konusu değildir. Ancak zarar tesebbüben vuku bulmuştur. İcâre bahsinin sonunda
geçtiği üzere, bir kimse kendi arazisine arazinin tahammül edemiyeceği ölçüde su doldursa ve su
komşu araziye taşsa suyu dolduran zamin olur.
i Z A H
«Buna zorlanamaz...» Câmiu´l-Fusuleyn´de şöyle denilmektedir: «Hasılı, bu cinsten olan
meselelerde kıyas şudur: Sırf kendi mülkünde tasarrufta bulunan bir kimse. başkasına zararı
dokunmuş olsa bile bu tasarruftan men edilmez. Ancak başkasına, çok açık bir şekilde zarar
verilmesi durumunda kıyas terkedilir. Bir görüşe göre de kişi başkasına zarar veren tasarruftan
menedilir. Alimlerimizin çoğu bu görüşü almıştır. Müftabih olan da budur.»
«Komşusunun hakkına tecavüzü söz konusu değildir.» Ben derimki eğer bunun yerine: «Çünkü o
mütecaviz değil, mütesebbibtir» denilseydi daha uygun olurdu. Zira, adamın kendi mülkünde kuyu
kazması yani onun sebep olması sorumlu olmasını gerektirmez. Ancak, yola taş koyması
durumunda olduğu gibi, mütecaviz olursa sorumlu tutulur.
«Suyu dolduran zaman olur.» Çünkü o zararı bizzat vermiş kabul edilir. Camiu´l-Fusuleyn´de bu
konuda tafsilat vardır. Orada şöyle denilmektedir: «Bir kimse arazisine, orada kalmıyacak ölçüde
bir su akıtsa zamin olur. Ama şayet su arazide kalsa sonradan komşusunun tarlasına taşsa, eğer
komşu tarlanın sahibi. kendisine suyun önüne set çekmesini veya seti sağlamlaştırmasını
söylemişse zamin olur. Bu yıkılmak üzere olan bir duvarın tamiri için duvar sahibini uyârmaya
benzer. Şayet komşu tarlanın sahibi su akıtan şahsa set yapmasını söylememişse zamin olmaz.»
Remlî´de, hâşiyesinde şöyle demektedir: «Ben derim ki: Hadisetü´l-Fetvâ´nın cevabından anlaşıldı
ki, bir kimse bahçesine sarnıç yapsa ve suyun sirâyetinden dolayı komşunun binası zarar görse;
şayet kendisine suyun sirâyet etmiyeceği şekilde binayı sağlamlaştırması söylense...»
Bu ifadelerle, musannıfın «zamin olmaz» tarzındaki mutlak ifadesi kayıtlanmış olmaktadır.
M E T İ N
Bir kimse, hanımının arsasına onun izni ile, kendi parasından bir bina yapsa bina kadına aittir,
binaya sarfedilen para da kadının borcu olur. Çünkü kadının bu konudaki izni müteberdir. Ama
adam kadının izni olmadan, binayı kendisi için yapmış olsa bina onundur. Arsayı gasbetmiş
demektir. Hanımının istemesi halinde arsayı boşaltıp teslim etmesi emredilir. Şayet koca binayı
hanımının iznini almadan, hanımı için yapmışsa bina kadına ait olur, adam ettiği masrafı karşılıksız
yapmış sayılır, hanımından bir şey isteyemez.
Hanımın izninin olup olmadığında ihtilaf etseler ve ikisinin de delili olmasa, yemin ettirilerek inkar
edenin sözü kabul edilir. Eğer binanın kadına veya erkeğe ait oluşu konusunda ihtilaf etseler,
erkeğin sözü kabul edilir. Çünkü hocamızın da ifade ettiği gibi o maliktir. Nitekim mesele gasb
bahsinde geçmişti.
İ Z A H
«Bir kimse hanımının arsasına bir bina yapsa...» Hanımın bağına veya başka bir mülküne bina
yapmasında da bu tafsilat geçerlidir. Camiu´l-Fusûleyn. Yine Camiu´l-Fusûleyn de Udde´den naklen
şöyle denilmektedir: «Her kim başka birisinin arsasında, arsa sahibinin izni ile bir bina inşa etse
bina arsa sahibinindir. Ama onun emri olmadan, kendisi için inşa etse bına kendisine aittir. Onu
kaldırması kendisine dittir. Ancak bina arsaya zarar verirse bundan men edilir. Şayet arsa sahibi
için, onun izni olmadan yapmışsa, binayı yapan, masrafını teberru etmiş sayılır. Nitekim daha önce
geçmişti.»
Yine Camiu´l-FusuIeyn´de şu mesele yer almaktadır: Mütevelli, vakfa ait bir arsaya bina yapsa, şayet
binayı vakıf için yapmışsa, masrafı ister vakfın ister kendi malından yapsın bina vakfa aittir. Ama
eğer binayı kendi malından ve kendisi için yapmışsa, binayı kendisi için yaptığına şahit tutmuşsa
kendisinin, tutmamışsa vakfındır. Başka birisinin mülkünde bina yapan yabancı ise böyle değildir.
«... Kendisi için yapmış otsa bina onundur.» Bu, âlet ve edavatın tümünün erkeğe ait olması
durumundadır. Ama bir kısmı erkeğin bir kısmı da kadının olursa bina aralarında ortaktır. T.
Makdisî´den naklen.
«Binaya sarfedilen para kadının borcu olur.» Çünkü adam masrafı teberru etmiş değildir.
Dolayısıyle, kadının emri sahih olduğu için adam masrafını ondan ister. Adam birisinin borcunu
ödemek üzere emredilmiş gibi olur. Zeylaî. İbareden anlaşıldığına göre, erkeğin, karısına rücûu şart
koşulmasa bile hüküm böyledir. Mesele ihtilâflıdır. Tamamı, Remlî´nin Camiu´l-Fusuleyn´e yazdığı
hâşiyesindedir.
«Kadının izni olmadan ..» Eğer izni ile yaparsa arsa âriyet olur .T.
«Arsayı boşaltıp teslim etmesi emredilir.» İbarenin zahirine göre, binanın kıymeti arsanın
kıymetinden daha fazla olsa da hüküm budur. Anadolu müftüsü Ebussuûd efendi de böyle fetvâ
vermiştir. Bu, Şârihin, Kitabü´l-Ğasb´da söylediklerine aykırıdır. Çünkü orada, kıymeti fazla olanın
sahibinin, az olanın sahibine bedeli ödeyeceği ifade edilmişti. Biz orada gerekli izahı yapmıştık,
oraya müracaat edilsin.
«Hocamızın da ifade ettiği gibi...» Yâni Remlî´nin Minah hâşiyesinde belirttiği gibi. Remlî bundan
sonra şöyle demiştir: «Ama Fevâidü´z-Zeyniyye´de Kitabü´l-Ğasb´da denildi ki: Bir kimse başkasının
mülkünde tasarrufta bulunsa sonra da onun izninin olduğunu iddia etse, malikin sözü kabul edilir.
Ancak, hanımının mülkünde tasarrufta bulunsa, kadın ölse ve adam karısının izninin olduğunu
iddia etse kadının varisi ise inkâr etse. Kınye´de de belirtildiği üzere kocanın sözü kabul edilir. Buna
göre, adam hanımın arsasında onun için bir bina yapsa ve kadın ölse, sonra adam binayı hanımının
izniyle yaptığını söyleyerek, masraflarını kadının terikesinden almak istese, diğer varisler ise izni
inkar etseler adamın sözü kabul edilir. Bunun illeti, örfün onun için şahit oluşudur. Düşün.
«...Gasb bahsinde geçti.» Ben bunu orada görmedim. Ancak orada, az önce Fevâidü´z-Zeyniyye´den
naklen söylediklerimiz geçmişti.
M E T İ N
Bir kimse: «Bu kadın benim süt annemdir» dese ama sonra hata ettiğini itiraf etse, kadın da onu
hatası konusunda tasdik etse; adam kadının süt annesi olduğunda; «O haktır, o doğrudur veya
dediğim gibidir» yada buna şahit göstererek yahutta sözleriyle nefsi sebata delâlet eden lafzi
sebattan (içindekini ifade eden) aynı monada bir şeyle eski sözüne devam etmediği zaman o
kadınla evlenebilir.
Adamın, onun süt annesi oluşunu tekrar ikrâr etmesinin sebat sayılıp sayılmadığı konusunda
Mebsut´ta geniş ihtilaf zikredilmiştir. Özeti, tekrarla ikrarın sabit olmayacağıdır.
İ Z A H
«O kadınla evlenebilir.» Adamın, bu itirafından dönmesinde mazur sayılacağı açıktır. Onun, süt
emmeyi ikrarından sonra kendisine haber veren kişinin hatası ortaya çıkabilir. Bu mesele, içersinde
bulunan çelişkinin hoş görüldüğü meselelerdendir. Bu Minah´da zikredilmiştir.
«Tekrarının sebat sayılıp sayılmadığı...» Bu mesele Şeyhu´l-İslâm İbn. Şıhne zamanında vaki olmuş,
o da bunun sebat olmayacağına fetvâ vermiştir. Bazı muasırları ise ona muhalefet etmiş, uzun
münakaşalar olmuş ve bunun için Sultan Kayıtbay´ın emri ile meclisler aktedilmiştir. Sonra kırk
kitaptan yapılan nakillerin Şeyhu´l-İslâm Kadı Zekeriyya´ya arzedilmesi fikri ağırlık kazanmıştır.
Zekeriyya´da şu cevabı vermiştir: «Bu nakillerin açık ifadelerinden anlaşıldığına göre sebat ancak
«o haktır» sözü ve benzeri bir şeyle hasıl olur. Bu nakillerde, tekrarında böyle sayıldığına detâlet
eden açık bir ifade yoktur. Evet Mebsut´un sözünden şu alınır: Fakat ikrar üzerinde sabit olan
akitten sonra onu yenilenen de olduğu gibidir. Şayet kişi akitten önce ikrar etse. sonrada ikrarını
ikrar etse bu «o haktır» demesi yerine geçer. Ben radâ bahsinde bu konuda tafsilat verdim Oraya
başvur.
«Mebsut´ta geniş ihtilaf zikredilmiştir.» Biliyorsunuzki Mebsut´ta Hilafın beyanı yoktur. Ondan
anlaşılan, tekrar ile israrın sabit oluşudur. Şârihin sözüne göre ise sabit olmaz. Doğrusu, sabit
olmasıdır. Her halde bu bir yazı hatasıdır. Şayet, «Nakillerin sârih ifadelerine göre onunla ısrar sabit
olmaz.» deseydi daha güzel olurdu.
M E T İ N
Bir adam borçlusunu tutsa, bir başkası da onu elinden kurtarsa zamin olmaz. Çünkü o sebebiyet
vermedir. Bir başkasının malını hırsıza gösteren veya düşmanından kaçanı düşmanı tutupta
düşmanının onu öldürmesine sebep olan içinde hüküm böyledir.
Bir kimsenin elinde başkasının malı olsa ve sultan kendisine: «Şu malı bana ver, aksi halde elini
keserim -veya- sana elli sopa vururum» dese de, adam verse zamin olmaz. Çünkü mükrehtir.
İ Z A H
«Çünkü o sebebiyet vermedir..» Yâni çalmak. Onunla, hak sahibinin hakkının zayi olması arasına
irade sahibi birisinin fiili girmiştir. O da borçlunun kaçmasıdır. Dolayısıyla telef, -kölenin bağını
çözüpde onun kaçması durumunda olduğu gibi- salıvermeye nisbet edilmez. Zeylaî.
«Yahutda, sana elli sopa vururum» veya daha fazla.. Şayet ona : «Seni bir ay hapsederim -veya-
seni döverim» dese, zamin olur. Çünkü başkasının malını vermek ancak helâk korkusu olursa
caizdir. Ama ikrâh bahsinde sultanın emrinin ikrâh olduğu geçmişti. Düşün.
«Adam verse...» Fakat kendi malından verirse rücû edemez. Nitekim Tahtâvî´nin ifadesi geçmişti.
«Çünkü o mükrehtir» Allâme Makdisi şöyle der: «Şayet kendisinden zorla aldığını iddia etse
yeminle yetinilir mi yoksa delil gerek mi? konusunun beyana ihtiyacı vardır.» Hamevî.
Ben derim ki; Onun emin oluşunun gereği yeminle iktifâ edilmesidir. Nitekim malın helâk olduğunu
iddia ettiğinde de durum budur. Düşün.
M E T İ N
Bir kimse: «falan aleyhindeki davamdan vazgeçtim ve işimi âhirete bıraktım» dese, daha sonra yani
böyle dedikten sonra açacağı dava dinlenmez. Bu, Kınye´de zikredilmiştir. Sahih olan görüşe göre,
icâzet fiillere lâhık olur. Buna göre, bir kimse birisinin malını gasbetse ve mâlik onun gasbına
icâzet verse icâzeti sahih olur ve gasıb damandan kurtulur. Gasıb malı kullanmış olsa da mâlik onu
korumasını emretse, malı korumadıkça damandan kurtulamaz. Konunun tamamı İmâdiye´dedir.
İ Z A H
«Mâlik onun gasbına icâzet verse...» İmâdiye ve diğer bazı kitaplarda şöyle denilmektedir: «Birisi
bir şey gasbetse ve kabzetse, mâlik de kabza icâzet verse ilh...» Bu ifade, musannıfın, «gasbına
icâzet verse» sözünden daha uygundur.
«Onu korumadıkça damandan kurtulamaz.» Bunun mefhumundan anlaşılan, eğer onu
kullanmamışsa mâlikin mücerret emri ile, (ğasıp malı korumasa bile) damandan kurtulmasıdır.
Herhalde metindeki ibareden maksat gâsıbın, bir elbise gasbedip giymesinde olduğu gibi malı
kullanmış olması ve kullanmaya devam etmesidir. Mal sahibi, elbiseyi korumasını emrettiği zaman.
onu çıkarıp korumadıkça damandan kurtulamaz. Ama eğer´ mâlikin emrinden önce elbiseyi çıkarıp
korusa, (sonra da) onu muhafaza etmesini emretse zahire göre damandan kurtulur. Çünkü o,
çıkarması emredildikten sonra kullandığı takdirde mütecavizdir. Emirden önce çıkardığında ise
mütecaviz değildir. Benim anladığım bu. Tahtâvî de aynısını söylemiştir.
M E T İ N
Bir kimse yaban eşeği avlamak için kıra, üzerine besmele çekerek bir orak koysa ve ertesi gün
gelip -Bu kaydı ittifakidir. Çünkü aynı saatte gelip onu ölü olarak bulsa helâl olmaz. Zeylai- eşeği
yaralanmış olarak ölü bulsa yenmez. Çünkü yenilebilmesi için onu bir insanın kesmesi veya
yaralaması şarttır. Aksi halde bir hayvanın toslaması ile ölmüş gibi olur.
İ Z A H
«Bu kaydı ittifakidir...» Zeylaî´ye tebean Minah´ta musannıf ve Aynî de aynısını söylemiştir.
Musannıfın Zebâih bahsinde söylediklerinin gereği bu kaydın ihtirazi (bir hüküm ifade eden)
olmasıdır. Çünkü orada şöyle demişti: «Besmelenin hayvanı keserken veya ava silah atarken ve av
hayvanını gönderirken yada aramaya terkettiği zaman yaban eşeği için de demiri koyarken
çekilmesi şarttır.» Kitabü´z-Zebh ve Kitabü´s-Sayd´da yazdıklarımıza bak.
M E T İ N
Koyunun şu yedi şeyi(ni yemek) tahrimen -bir görüşe göre ise tenzihen, önceki daha doğrudur-
mekrûhtur. Bunlar: Ferc. hûsye (haya) bez, sidik torbası. öd kesesi, akan kan ve tenasül uzvudur.
Çünkü bunların mekrûh oluşunda eser vârid olmuştur. Bir âlim bunları bir beytte toplayarak şöyle
demiştir:
«Tenasül uzvu hayalar ve sidik torbası de, Kan sonra öd kesesi ve bez de böyle.»
Bir başkası da şöyle demiştir:
«Bir koyun kesildiği zaman yedi organın dışında kalanını ye, ama o yedi şeyde vebâl var. Bunlar:
ha, hı, gayn, dal, iki mim ve zâl´dır.»
«Tahrimer» mekrûhtur..» Çünkü Evzaî, Vâsıl b. Ebî Cemile vasıtasıyla Mücâhid´den şöyle rivâyet
etmiştir: «Rasulüllah (s.a.v.) koyundan, zeker, haya, ferc, bez, öd kösesi, sidik torbası ve kanı kerih
gördü.» İmamı Ebû Hanîfe; «Kan haramdır, kalan altısı mekrûhtur» der. Çünkü Allah (c.c.) «Size kan
ve leş haram kılındı» buyurmuştur. Kan hakkında nass bulunduğu için o kesin olarak haramdır,
kalanları da mekrûhtur. Zira bu altı şeyi insan nefsi çirkin ve kerih görür. Bu mânâ, «Onlara
habisleri haram kılar...» âyetinden dolayı mekrûhluğa sebeptir. Zeylai.
Bedâî´de Zebâih bahsinin sonunda şöyle denilmektedir:
«Mücahid´der» rivâyet edilen»den murat tahrimen mekrûh oluşudur. Haram olan akıcı kan ile, bu
altı şeyin bir arada anılması buna delildir. İmamı Azâm´da; kan haramdır altısını mekrûh görürüm.
İfadesi ile haramlığı kana itlâk etmiş, diğerlerine mekrûh demiştir. Çünkü haram haramlığı kesin bir
delille sabit olan şeydir ki o da müfesser âyettir. Allah (c.c.) veya akıcı kan buyurmuştur. Kanın
haramlığında icmâ da vardır. Diğer altı şeyin yasaklığı ise kesin delille sabit değildir. Belki, içtihad,
tevile ihtimali olan Kur´an´ın zahiri veya hâdisle sabittir. Onun için imamı Azâm, kan ile diğerlerini
ayırmış, kana haram öbürlerine mekrûh demiştir.»
İ Z A H
Ben derim ki: «Metinlerin mutlak ifadelerinin zahirine göre mekrûhtur.»
«Bu görüşe göre tenzihen mekrûhtur.» Bunu söyleyen, Kınye sahibidir. Çünkü o şöyle demiştir:
«Zeker veya be»z çorbanın içersinde pişirilse çorba mekrûh olmaz. Bunların mekrûhluğu tahrimi
değil, tenzihidir.» Vehbâniyye sahibi de Kınye´dekini ihtiyar etmiş ve «bunda iki faide var: birisi
kerâhetin tenzihi oluşu öbüründe çorba ve eti yemenin mekrûh olmayışıdır» demiştir. Bunu
İbnü´-Şıhne de Şerhinde nakledip ikrâr etmiştir.
«Önceki daha doğrusudur...» İmam Ebû Hanife´nin âyeti delil göstererek söyledikleri buna delildir.
Kınye sahibinin sözü de metinlerin zahirine ve Bedâî´nin ifadesine ters değildir.
«Koyunun şu...» Koyunun zikredilmesi ittifakidir. Çünkü eti yenen bütün hayvanlarda hüküm
aynıdır. T.
«Akan kan» Kesildikten sonra damarlarda kalan kan mekrûh değildir.
«Bir beytte...» Bundan önce bir beyt daha vardır. O Minah´ta zikredilmiştir ve şöyledir:
«Koyundan yedi parça mekrûhtur, Onları, ben sana sayı ile açıkladım» al..
«... Torbası de: Bütün nüshalarda böyledir. Ama bu durumda sayı altı olur. Görünüşe göre beytin
aslı: «Hayyen zeker: ferç, zeker» olmalıdır.
«Bir başkasında şöyle dedi». Yâni remizlerle ifade etti. Benim şu beytimde onun gibidir:
«Boğazlanan hayvanlardan şu harflerin topladıkları atılır:
(f, h, zel, mim, dal, ğayn; mim).
M E T İ N
Kâdı; gaib olan birinin ve çocuğun malını ve yolda bulunan sahipsiz bir malı Kazâ bahsinde geçen
şartlarla borç olarak verebilir. Baba (çocuğunun), vasî (vasayetindeki kişinin) nin malını, düşürülen
malı, bulan ise bulduğu malı borç veremez. Ancak yitik malı bulan kişi sahibini bulmak için ilân
ettiği zaman onu bulamazsa sadaka olarak verebilir. Buna göre, onu borç olarak verebilmesi
öncelikle câiz olmalıdır. Zeylaî.
İ Z A H
«Yolda bulurum sahipsiz bir malı...» Bazı âlimler, bu malın zimmi tarafından düşürülmüş olmayan
bir mal olması kaydını koymuşlardır. Zimminin düşürdüğü bir malı ise hakim borç olarak veremez.
Çünkü onun sadaka olarak verilmesi caiz değildir. Böyle bir mal ancak hazineye verilir. Çünkü borç
verme bir nevî ibadettir. zimmi ise ibâdete ehil değildir.
Bulunan malın borç verilmesi meselesinde bir kayıt konulmadı. Dolayısıyla bu o malın, bulana da
bir başkasına da borç verilebileceğini gösterir. Bahr de ki: «Malı bulana borç verebilir..» tarzındaki
ifade, hükmü kayıtlamak için değildir. Düşün.
«Kazâ bahsinde geçen şartlarla...» Orada şöyle demişti: «(Bu malları) Vasî, onu mudarebe yoluyla
işletecek biri ve onu satın alıp işletecek birisi yoksa ödeme gücü olan güvenilir birine (verebilir)».
«Vasî yoksa...» sözünü Bahr sahibi bir bahis olarak zikretmiştir. O konuda hayli söz vardır,
yerinden öğrenilir.
«Baba... borç olarak veremez.» Eğer bunlar verirlerse zamin olurlar. Çünkü alacağı tahsilden
âcizdirler. Kâdı ise böyle değildir. Anılan kişilerin, yangın ve yağma gibi durumlarda zarurete
binaen borç verebilmeleri istisna, bir hükümdür. Bu durumlarda borç olarak vermeleri ittifakla
caizdir. Bahr. Şârih de Kitabü´l-Kazâ da böyle demiştir, Musannıfın; «baba kâdı gibi değil, vasî
gibidir» tarzındaki ifadesi sahih görülen iki görüşten birisidir. Metinler de bu şekildedir. Bahr de
ifade edildiğine göre mütemet olan budur.
«Ancak yitik malı bulan kişi sahibimi bulmak için ilân ettiği zaman...» Zeylai bunu, «vermesi
gerekir» sözcüğü ile zikretmiştir. Zahire göre bu. onun bir araştırmasıdır, ancak bu, mal sahibi
icâzet vermezse, kâdı da olduğu gibi bulanın da zamin olmaması intibâını vermektedir. Halbuki,
bizim dediğimiz, zaman olmadığı takdirde, borç vermeyi sadaka verme hükmünde saymak mümkün
değildir.
«Borç olarak verebilmesi öncelikle câiz olmalıdır.» Bir fakire borç verilmesi Zeylaî.
M E T İ N
Bir kimse: «Allah müşriklere azab edecekse hanımım boş olsun» dese Alimler, kadının boş
olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü müşrikler içerisinde azab edilmeyecek olanlar da vardır.
Haniye de böyle denilmiştir. Tevcihi´nin Zahîri´ne göre bu bir kısım (müşrik) dan maksat, ömründe
müşrik olmak suretiyle kendilerine müşrik denilmesi doğru olan ama sonra da iyi bir sona eren
(müslüman olan) ler veya müşriklerin çocuklarıdır. Çünkü onlar şeran müşriktirler. Onlardan bir
kısmının azab edilmeyeceği sabit olunsa, -ki o salibeyi cüziyyedir- her müşrik azab edilir manasına
mücibe-i külliye olmaz. Bunu Musannıf söylemiştir.
Bu luğazı İbn Vehban bundan başka bir vecih üzerine getirip şöyle demiştir: .
«Kafir cehenneme girmeyecektir, ama orada müminler oturacaktır. diye birisi var mı?!»
Bunun manası: Kafirler cehennemi gördüklerinde Allah´a ve Rasulüne inanacaklar ama bu onlara
fayda vermeyecektir. Allah (c.c.): «Azabımızı gördüklerinde iman etmeleri onlara fayda vermez»
buyurmuştur. Yukarıdaki beytin baş tarafının diğer bir manası daha vardır ki şudur: Cehennemde,
onun işlerini idare eden ve mümin olarak melekler otururlar.
Beyitte iki soru vardır. İbn Şıhne: «Bana göre bu anılması ve söylenmesi doğru olmayan
sözlerdendir. Bu sözün yazılması ve tedvini gerekmez. Söyleyenin te´vili de kabul edilmez» der.
Ben derim ki: Bunun (İkinci kısım) Vechi´nin açıklığına rağmen hakkında konuşmuştur. Peki
birincisi nasıldır? gafil olma. Sonra ben hocamın : «Onu (İbn Şıhne´nin sözünü) nakletmekle
kendisinin sözünü inkarla hükmettiği ve onu tedvin etmemek gerektiği görüşünde olduğunu
gösterdi dediğini gördüm.
İ Z A H
«Tevcihinin zahirine göre...» Minah´ın ibaresi şu şekildedir: «İmam Kâdihan´ın sözünden anlaşılan
tevcihin zahirine göre zikredilen şarttaki müşriklerden maksat tümüdür. Onun için gerekçede,
çünkü müşriklerden azab edilmeyecek olanlar var demiştir. Bu bir kısımdan maksadın. genelde
kendisine müşrik denilmesi doğru olanların olması da muhtemeldir... ilh...»
«Onlar şer an müşriktirler...» Yâni tebeıyyet yoluyla müşriktirler. Minah. Bunun manası şudur:
Onlara şeran babalarına yapılan muamele yapılır. Bunların ahiretteki hükümleri konusunda ise on
görüş vardır. Bunlardan birisine göre müşriklerin çocukları, cennet ehline hizmet edeceklerdir.
İmam Ebû Hanife´den gelen meşhur rivayete göre onların uhrevi hayatı hakkında görüş beyan
edilmez, bunu Allah bilir.
«Mucibei külliye olmaz..» Yâni koca bu sözü ile yemininde hanis olmaz. (hanımı boş düşmez).
Çünkü o hanımının boş olmasını bütün kafirlerin azab görmelerine bağlamıştır, bu do tahakkuk
etmemiştir. Minah.
«Beyite iki soru vardır..» Bunlar kafirin cehenneme girmemesi ve müminlerin cehenneme
girmeleridir.
«Söyleyenin tevili de kabul edilmez...» Bu sözün gereği; bu sözü söyleyenin küfrüne hükmedilir.
Ama bu yerinde bir şey değildir. Çünkü bilindiği gibi, küfrü gerektiren bir çok vecih, bunu men
edende bir tek vecih olsa müftinin tekfiri men eden yöne meyletmesi icabeder. özellikle karine
bulunduğunda ve luğaz kastedildiğinde böyle yapılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bir
hanıma şaka ile «Cennete kocakarı girmez» buyurmuştur.
«Peki birincisi nasıldır?...» Yânı metindeki, şiirin birinci bölümüne denk olan söz nedir?
«Hocamın... dediğini gördüm» Yâni bunu Minah hâşiyesinde İbn Şihne´nın sözünü naklettiği yerde
musannıfa itiraz sadedinde söylemiştir. Ancak Şârihin Musannıfın İbn Şihne´nin sözünü zâmirin
merciinin bilinmesi için naklettiğini belirtmesi gerekirdi.
M E T İ N
Gören birisi tarafından sünnetli zannedilecek derecede haşefesi (sün. net yeri) açıkta olan çocuk,
sonradan müslüman olan yaşlı da olduğu gibi zekerinin kabuğu kesildiğinde kendisine acı veren
kişi ve uzmanların kendisi için sünnet olmaya dayanamaz dedikleri şahıs. sünnet edilmez. olduğu
gibi bırakılır.
Bir kimse sünnet edilse fakat kabuğun tamamı kesilmese bakılır; Şayet kesilen kısım yarıdan fazla
ise sünnet edilmiş sayılır. Ama kesilen kısım yarı veya yarıdan az ise sünnet sayılmaz. Çünkü
hakikaten ve hükmen sünnet olma gerçekleşmemiştir.
Sünnet olmak, haberde geldiği üzere sünnettir. O İslâm´ın şiar ve husûsiyetlerindendir. Şayet bir
memleket ahalisinin tümü sünnet olmayı terketse devlet onlarla savaşır. Sünnet olmak ancak bir
mazerete binaen terkedilebilir. Dayanamıyacak durumdaki ihtiyarın özrü açıktır. Sünnetin vakti belli
değildir. Bazı âlimler tarafından yedi yaşında olacağı söylenir. Nitekim Mültekâ´da böyle denilir.
Bazılarına göre on yaşıdır. Son müddetinin oniki yaş olduğunu söyleyen de vardır. Bir görüşe göre
itibar, çocuğun dayanabileceği zamanadır. Bu en uygunudur. Ebû Hanife: «Ben onun vakti
hakkında birşey bilmiyorum» der. Sahibeyn´den de bu konuda bir görüş nakledilmemiştir. Onun
için ulema meselede ihtilaf etmiştir.
Kadınların sünnet olmaları sünnet değildir ama erkekler için bir iyiliktir. Sünnet olduğu görüşü de
mevcuttur.
Sûyûtî sünnetli olarak dünyaya gelen Rasulleri bir şiir halinde toplamış ve şöyle demiştir:
«Ömrüne yemin olsun ki Rasuller içersinde doğuştan sünnetli olan on yedi tane var.
Bunlar; Zekeriyya, Şit, İdris, Yûsuf, Hanzala, İsa, Mûsa, Âdem, Nuh, Şuayb, Şâm, Lût, Salih,
Süleyman, Yahya, Hûd. Yâsin ve Hatemü´l-Enbiya (Hz. Muhammed) (s.a.v.)´dir.
İ Z A H
«... Hükmen sünnet olma gerçekleşmemiştir.» Hükmî sünnet kabuğun çoğunu kesmekle olur, bu da
gerçekleşmemiştir. T.
«Devlet onlarla savaşır». Ezânı terkettiklerinde olduğu gibi, onlara savaş açar. Minah.
«Sünnetin vakti belli değildir..)» Yâni sünnet edileceği ilk vakit. Miskin. Yahutta Kenz üzerine
yapılan Bakir şerhinden nakledildiği üzere sünnetin müstehap vakti.
«Belli değildir...» Yâni takdir edilmiş bir müddet yoktur. Şarih, Kenz´deki gibi, musannıfın kesin
ifadesinden ayrılmıştır. Buna sebep: Metinlerin adeti üzere, metnin İmam Azâm´ın görüşü üzere câri
olmasıdır.
«Yedi yaşında olacağı söylenir..» Çünkü çocuk bu yaşa geldiğinde namaz kılmakla emrolunur. Aynı
şekilde daha iyi temizlik yapması sünnetle de emrolunur. Bunu Kâfî sahibi söylemiştir.
Hezenetü´l-Ekmel´de; küçük yaşta sünnet olmasının daha güzel olduğu yedi yaşından birazcık
bırakılmasında da beis olmayacağı ilâve edilmiştir. Sünnetin temizlik için olduğu büluğdan önce
çocuğa bunun vacip olmadığı, dolayısıyla baliğ oluncaya kadar sünnet yapılmayacağı da
söylenmiştir. T.
«Bazılarına göre on yaşıdır...» Çünkü çocuk bu yaşa gelince namazla daha dikkatli bir şekilde
emrolunur.
«Bu en uygundur..» Yâni fıkha daha uygundur. Zeylaî. Bu ifade bir görüşün tashihi için kullanılan
lafızlardandır.
«Ebû Hanife... der.» Zahir´de bu İmam Azâm´ın, bir süre veya mikdarla sınırlı olan konulardan
hakkında nass bulunmayanların takdir edilmeyip görüşlere bırakılacağı konusundaki kdidesine
binaen, öncekine muhalif değildir. Şârih bunu önce tercih ettiği görüşünü te´yid için imamdan
nakletmiştir. Tekrar yoktur. Anla.
«Erkekler için bir iyiliktir.» Çünkü cinsi temasda daha çok zevk verir. Zeylaî.
«Sünnet olduğu görüşüde mevcuttur.» Bezzâzî, Hunsa´nın sünnet olacağı konusundaki nassı
gerekçe göstererek kadının sünnet olacağını tek bir görüş olarak ifade etmiştir. Bezzâziye göre,
eğer kadının sünnet olması bir ikramdan ibaret olsaydı hunsa sünnet edilmezdi, çünkü onun kadın
olması muhtemeldir. Ama bu, erkeklerdeki sünnet gibi değildir.
Ben derim ki: Hunsa erkek olma ihtimaline binaen sünnet edilir. Erkeğin sünnet edilmesi
terkedilmez. Onun için hunsanın sünnet edilmesi sünnettir. Bu, kadın için de sünnet olmasını
gerektirmez.
Sıracü´l-Vehhâc´ın Kitâbü´t-Tahare bölümünde şöyle denilmektedir: Bilmiş ol ki erkek ve kadının
sünnet olmaları bize göre sünnettir. İmam Şâfiî ise vacib olduğunu söyler. Bazı âlimlerde: «Erkekler
için sünnet. kadınlar için müstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) erkeklerin sünnet olması
sünnet, kadınların sünnet olmaları müstehaptır buyurmuştur.» derler.
Bir çocuğun iki tane aleti olsa; eğer her ikisi de faalse ikisi de sün"et edilir. Birisi faal olursa
sadece o sünnet edilir. Aletin faaal oluşu, idrar yapması ve sertleşmesi ile bilinir.
Hunsayı müşkil (erkeklik veya kadınlık tarafını tercih ettirecek bir yön bulunmayan hunsa) kesin
olması için iki aletinden de sünnet edilir.
Eğer çocuğun malı yoksa, sünnetçi ücreti babası tarafından ödenir. Kölenin sünnet ücreti de
efendisine aittir.
Bir kimse sünnet olmadan baliğ olsa hakim sünnet olması için zorlar. şayet (sünnet edilirken)
ölürse sünnetçi sorumlu olmaz. Çünkü şer´an izinli olunan bir fiil sebebiyle ölmüştür.
«Rasuller içersinde.. ilh...» Açıktırki Sâm ve Hanzale Rasûldürler.
EK:
Sünnet ,olmanın sebebi hususunda şöyle denilmiştir: İbrahim aleyhisselam oğlunu kurban etme
korkusu ile imtihan edilince, herkesin bir uzvu kesip kan akıtma korkusunu yaşamasını istedi.
İbrahim aleyhisselam´a tebaen babaların, oğullarını teslim etmeye sabırla imtihan edildi.
İbrahim (a.s.) seksen veya yüz yirmi yaşında iken sünnet oldu. Önceki (seksen yaşında oluşu)
görüş daha doğrudur. Bu iki görüşü : Öncekini peygamberlikten itibaren olan yaşına ikincisini de
doğumundan itibarenki yaşına hamledilerek uyuşturmak mümkündür. İbrahim (a.s.) Kadim denilen
yerde sünnet olmuştur .
Bu konudaki rivayet «bi´l-Kadûm. » dur. Kadûm da kelime olarak «keser. demektir. Ayrıca bir
yerinde adıdır. Dolayısıyla «bi´l-Kadum» sözünün iki manaya da ihtimali vardır İbn Abidin buna
işaret etmektedir. (Mütercim)
Hadisciler ve rivayetler, Hz. Peygamber Efendimizin sünnetli olarak dünyaya gelişi konusunda
farklıdır. Bu konuda sahih bir söz yoktur. Zehebî; Hâkimki «Hz. Peygamber´in sünnetli olarak
dünyaya gelişindeki rivâyet tevâtür derecesindedir» sözünü red konusunda uzun uzun
konuşmuştur. Onlara göre bu konudaki hadisin zayıf olduğu sabittir. Hadis hafızlarından bazıları,
Rasulüllah´ın sünnetli olarak dünyaya gelmediği görüşünün doğruya daha uygun olduğunu
söylemişlerdir.
M E T İ N
Küçük çocuğu dağlamak. yarasını yarmak ve diğer tedavilerini yapmak caizdir. Çünkü bunda
maslahat vardır.
Hayvanların, damarlarını yararak tedavi etmek dağlamak ve kendisine fayda veren her türlü tedaviyi
uygulamak caizdir. Kuduz köpek ve zarar veren kedi gibi, zararı dokunan hayvanları öldürmek de
caizdir. Kişi kediyi öldüreceğinde onu boğazından keser ezâ vermez. Çünkü onun faydası yoktur.
Kediyi yakmaz. Mültekâ´da : Çekirge, kene ve akrebin yakılmalarının mekruh olduğu ifade
edilmektedir. İçersinde karınca bulunan bir odunu yakmakta beis yoktur. Biti atmak edebe aykırıdır.
İ Z A H
«Zarar veren kedi... » Güvercin ve tavukları yemesi gibi zarar veren kedi.
«Onu boğazından keser.» Zâhire göre köpek de kedi gibidir. (O da kesilir).
«Çekirge... yakmak mekruhtur.» Yâni tahrimen mekruhtur. Pire, kene yılan da akrep gibidir. T.
«Biti atmak edebe uygun değildir...» Çünkü bu başkalarına eziyet verir, unutkanlık meydana getirir.
Bir de onun aç kalmasına sebep olur. Pire ise böyle değildir, toprakta da yaşar.
İ Z A H
At ve deve yarışları koşu ve atış müsabakaları caizdir. Çünkü bunlar harbe hazırlıktır. Ama
taraflardan birisinin ötekine (kaybedenin kazanana) para vermesinin şart koşulması haramdır.
Fakat Hazr bahsinde geçtiği üzere araya şartına uygun bir şekilde muhallil katarsa taraflardan
birisinin öbürüne bir şey vermesi istihsanen haram değildir. Katır gibi bu dördünün dışındaki bir
şeyle, (araya muhallil de girse) kazananın para olması şartı ile müsabaka yapmak caiz değildir. Ama
orada para almasa her şeyde caizdir. Tamamı Zeylai´dedir.
İ Z A H
«Müsabakaları caizdir». Yani maksadını atın yapabileceği birşey ve atlardan her birisinin kazanma
ihtimalinin bulunması şartıyla. Fakat, mutlak surette birisini kazanacağı biliniyorsa caiz olmaz.
Çünkü bu harb eğitimi için kıyasa aykırı olarak caiz görülmüştür. Zira bunda, hiçbir menfaat
olmamak kaydıyla başkasına karşı mal borçlanma söz konusudur. Bu da caiz değildir. Zeylaî.
«Çünkü bunlar harbe hazırlıktır.» Hazr bahsinde geçtiği üzere bu menduptur. Ama eğlence için
yapılırsa mekruhtur. «Melekler ok atma ve müsabakanın dışındaki bir oyunda hazır olmazlar»
hadisinde müsabakanın lehv (oyun) diye adlandırılması herhalde şeklî benzerlikten dolayıdır.
«Taraflardan birlisinin ötekine para vermesinin şart koşulması haramdır.» Bu şöyle yapılır: Birisi
öbürüne: «Eğer senin atın benim atımı geçerse ben sana şu kadar vereceğim, benim atım seninkini
geçerse sen şu kadar vereceksin» der. Zeylai.
«Fakat araya muhallil sokarsa...» Eğer «muhallil sokarlarsa» deseydi daha uygun olurdu. Muhallil
sokmanın şekli şöyledir: Taraflar üçüncü bir şahsa «eğer sen bizi geçersen ikimizin parasıda senin,
ama biz seni geçersek bir şey vermeyeceksin» derler, fakat aralarında koşmuş oldukları (hangisi
geçerse öbüründen para alması) şart eski hal üzere devam eder. Buna göre yarışı muhallil (üçüncü
at) kazanırsa diğer ikisinin koydukları malları alır. Diğerleri kazanırsa bu üçüncüsü bir şey vermez
ama kazanan diğer yarışçıdan konuştukları parayı alır. Zeylaî.
«Şartına uygun bir şekilde...» Bu şart üçüncü atında, öbür iki ata denk olmasıdır. Tabî kazanması
da kaybetmeside caizdir.
«... Müsabaka yapmak caiz değildir.» Bunu Zeylai söylemiştir. Benzeri: Hâniye, Zahire ve başka
kitaplarda da vardır. Şârih ise, Hazr ve ibâha bahsinde katır ve eşeğin de at gibi olduğunu söylemiş
ve bunu Mecma ve Mültekâ´ya nisbet etmiştir.
Ben derim ki: «Bunun benzeri; Muhtar, Mevahib ve daha başka kitaplarda da vardır. Musannıfda
buradakinin aksine Hazr ve ibâha bahsinde bunu ikrar etmiştir. Mesele ile ilgili geniş malumat Hazr
ve ibâha bahsinde geçmiştir, oraya başvur.
«Tamamı Zeylaî´dedir.» Çünkü o şöyle demiştir: »Bir adam, yarışan bir guruba veya iki kişiye,
«yarışı hanginiz kazanırsa ona şu kadar para vereceğim» dese veya okçulara, «hedefi kim vurursa
ona şu kadar para vereceğim» dese caizdir. Çünkü bu bağış kabilindendir. Hazineden bağışta
bulunmak caiz olduğuna göre, kişinin kendi malını bağışlaması öncelikle caizdir.
Buna göre: Fakihler bir konuda ihtilaf etseler ve doğruyu söyleyene bir ödül verilmesi şort koşulsa,
at konusunda söylediğimiz üzere ödülü taraflardan birisi koymamışsa caizdir. Çünkü her iki konuda
da bilgi edinme dinin kuvvetlenmesi ve Allah´ın isminin yüceltilmesi sonucunu intâceder.
Musabaka konusunda, zikredilen cevâzden maksat, malın helâl oluşudur, alacaklının hak sahibi
oluşu değildir. Buna göre mağlub olan, konuşulan parayı vermek istemezse hâkim kendisini
zorlamaz ve onun aleyhine borç kararı vermez.»
neslinur
Tue 26 January 2010, 06:09 pm GMT +0200
M E T İ N
Peygamberler ve meleklerin haricinde birisine selavât getirmek, ancak tebeiyyet yoluyla caizdir.
Hz. Peygamber için rahmet dilemek (Rahımehûllah) demek caiz midir? Bu konuda iki görüş vardır.
Zeylai.
Ben derim ki: Zâhire´de bunun mekrûh olduğu zikredilir. Sûyûti ise başlı müstakil olarak değilde,
başkasına tabi olarak caiz olacağına fetvâ vermiştir. Aralarında uyuşma olsun. Tevfik oncak
Allah´tandır.
İ Z A H
Peygamberler ve meleklerin haricinde birisine salavât getirmek..» Çünkü selavâttaki ta´zim diğer
duaların hiçbirinde yoktur. O, rahmette fazlalık ve Allah´a yakınlıktır. Bu do, kendisinden hata ve
günâh sadır olanlara, ancak tabliyyet yoluyla tâyıktır. Tâbliyyet yoluyla şöyle denilir: «Allahümme
salli alâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ve sellim» (Burada Peygamberin âli ve ashâbına, Hz.
Peygambere tebean selavât getirilmektedir.) Çünkü bunda Hz. Peygamber (s.a.v.)´i tazim vardır.
Zeylaî.
Peygamberlerden başkasına selavât getirmek tahrimen mi tenzihen mi mekrûhdur? Yoksa evlâ
olana muhalif midir? konusunda ihtilaf edilmiştir. Nevevî Ezkâr da ikinci görüşü sahih görmektedir.
Biri´nin Eşbâh Şerhinin mukaddimesinde ise «Peygamberlerden başkasına selavât getiren
günahkâr olur ve mekrûhtur. Sahih olan budur». denilmektedir. Müstasfa´da : «Allah Ebû Evfâ
ailesine salât etsin» hâdisi hakkında şöyle denilmektedir: «Salavât Hz. Peygamberin hakkıdır. Onun
başkası için selavât getirmesi caizdir. Başkası ise yapamaz.»
Peygamberlerden başkasına selâm (selâm filana olsun demek) hakkında ise: Lekkâni
Cevheratu´t-Tevhîd Şerhi´nde İmam Cuveynî´den şöyle nakletmiştir: Selâm, salât manasınadır. Ğalb
hakkında kullanılamaz. Peygamberlerden başkaları hakkında, Peygamberler anılmadan «selâm»
kullanılamaz. Meselâ : «Ali aleyhisselâm» denilemez. Bu konuda ölülerle diriler arasında fark
yoktur. Ancak hazır olan kişiye : «Esselâmü aleyküm» veya «(Selâmün aleyke» yada «selâmün
aleyküm» denilebilir. Bunda icmâ vardır.
Ben derim ki: Hazır olanın; «esselâmü aleyna ve alâ ibadillahissalihîn» demesi câizdir. Zâhire göre;
Peygamberlerden başkasına gıyâben selâmın men ediliş gerekçesi, Nevevi´nin, selavâtın menindeki
gerekçede söyledikleridir. O da; bunun bidat ehlinin şiarı oluşudur. Ayrıca selâm selefin dilinde
Peygamberlere mahsustur. Nitekim bizim dilimizde de »azze ve celle» Allah Tealâya mahsustur. Hz.
Peygamber (s.a.v.) aziz ve celle ise de «Muhammed azze ve celle» denilmez.
Lekkânî şöyle der: Kadı iyaz derki: «Muhakkak ulemanın görüşü, Malik ve Süfyânın söyledikleri ve
benim de meylettiğim, fakihlerin ve kelâmcıların çoğunun tercihi şu: Nasılki takdis ve tenzih sadece
Allah Teâlâya yapılıyorsa, salât ve selâmın da Peygamberlere mahsus olması gerekir. Onlardan
başkaları hakkında gufran (bağışlama) ve rıza söylenebilir. Nitekim Allah (c.c.) «Allah onlardan razı
oldu, onlarda Allah´tan razı oldular», «Ey Rabbimiz bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi
bağışla» buyurmuştur. Ayrıca Peygamberler´den başkaları için salât ve selâm getirmek, ilk asırda
bilinmeyen bir şeydir. Bunu, Rafızîler bazı imamlar hakkında Ihdas etmişlerdir. Bidat ehline
benzemek yasaktır, onlara muhalefet icabeder.»
Ben derim ki: Bid´at ehline muhalefet bize göre de mukarrardır. Fakat mutlak değildir.
Bu, kötü konularda ve onlara benzeme kasdının bulunması halinde söz konusudur. Nitekim şârih
bunu Namazı bozan şeyler bahsinde beyan etmişti.
«Bu konuda (peygambere rahmet dilemek) iki görüş vardır.» Bazı âlimler Caîz değildir, çünkü onda
(peygambere rahmet dilemek) selavâtta olduğu gibi ta´zim manası yoktur. Onun için
Peygamberlerîn ve meleklerin haricindekilere bununla dûa etmek caizdir. Peygamberimiz (s.a.v.)
kat´i olarak rahmete nail olmuştur. Dolayısıyle onun için rahmet dilemek, hasılı tahsil sayılır. Biz,
salavât ile, bundan müstağni olduk. Bu yüzden rahmet dilemeye ihtiyaç yoktur» derler.
Bazı âlimler ise bunun cevâzına kalidirler. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Allah´ın rahmetinin bol
olmasına en çok iştirak duyan kuldur. Rahmetin manası salatın manası ile aynıdır. Doloyısıyle bunu
men edecek bir şey yoktur. Zeylai.
Ben derim ki; Sahih olan; Zeylaî´nin Kitâbü´s-SaIât´ta dediği gibi bunun caiz oluşudur. Bahr´da
şöyle denilmektedir: «Meşayıh´tan birisi «Muhammed´e rahmet et» denilmez demiştir. Meşâyıh´ın
çoğu ise, eskiden beri söylenegeldiği için bunun denilebileceği görüşündedir. Serahsî bunda, beis
yoktur. Çünkü bu konuda Ebû Hüreyre ve İbn, Abbas tarikından eser varid olmuştur. Ayrıca bir
kişinin kadri ne kadar yüce olursa olsun Allah´ın rahmetinden müstağni kalamaz demiştir.
«Sûyûti ise, başlı başına değil de, başkasına tabi olarak caiz olduğuna fetvâ vermiştir.» Yâni, tek
başına değil de salât ve selâma bitişik olarak söylemenin cevâzına fetvâ vermiştir. Kişi «Allahümme
salli alâ muhammedin verhâm Muhammeden - (AIIahım! Muhammede salât et, Muhammed´e rahmet
et) diyebilir. Ama salâtı hiç anmadan, «Allahümmerham Muhammeden» diyemaz.
«Aralarında uyuşma olsun.» Yâni, câiz olduğu görüşü tebeıyyet üzere, caiz olmayışı görüşüde
müstakil olarak söylenmesine hamledilir. Bahr´deki şu ifadeler ise buna muhaliftir: «Şeyhu´l-İslâm
İbn. Hacer´in dediği gibi salât ve selâma bitişik olarak söylenmesi halindedir. Bunun için, müstakil
olarak rahimehullah demenin caiz olmayışında ittifak etmişlerdir.»
Tahtâvî! »Buna göre; Allah onu bağışlasın. Allah ona müsamaha etsin demekde caiz olmaz. Çünkü
bunda, Rasulüllah´da kusur oluşu vehmi vardır» der.
Ben derim ki: Her ne kadar Kur´an da var ise de Peygamber için Allah onu affetsin demek caiz
değildir. Çünkü Allah kullarına dilediği gibi hitabedebilir. Nitekim liderler maiyyetindekilere, onların
kendilerine kitapları doğru olmayan şekilde hitabedebilirler. Ben, Meleklere rahmete karşı çıkanı
görmedim.
M E T İ N
Sahabiler için «radıyellahü anh» demek müstehaptır. Zülkarneyn ve Lokman gibi peygamberliği
ihtilaflı olanlar içinde öyledir. Karamâni´nin Mukaddime şerhinde olduğu gibi, onlar için «sallellah
ale´l-enbiyân ve aleyhi ve sellem» denileceği de söylenmektedir.
Tâbiun ve onlardan sonra gelen âlimler ve salihler için de «rahımehüllah» demek müstehaptır.
Racih görülen görüşe göre aksi yani sahabeler için «rahımehûllah» Tâbiûn ve sonrakiler içinde
«radıyellahü anh» demek de caizdir. Bunu Karamânî söylemiştir. Zeylai ise: «Evlâ olan. sahâbe için
«radıyellâhü anh» tabiûn için «rahımehüllah» daha sonrakiler için ise «ğaferelehullahü ve tecaveze
anhû» demektir» der.
İ Z A H
«Sahâbiler için radıyellahû anh...» Çünkü sahabiler Allah´ın rızasını istemekte çok gayret ederler ve
onu razı edecek şeyleri yapmaya çalışırlardı. Allah tarafından kendilerine gelen bir belâyı da büyük
bir rıza ile karşılarlardı. Bu yüzden rıza talebine onlar en lâyık olanlardır. Başkaları, yer yüzü dolusu
altın infâk etseler bile sahabilerin en alt seviyesindekinin derecesine ulaşamazlar. Zeylai.
«... Peygamberliği ihtilaflı olanlar içinde öyledir» Nevevi bu konuda şöyle der: «Bana göre; onlara
salât ile dua etmekte (onlar için aleyhissalâtü vesselâm demekte) bir mahzur yoktur. Ancak racih
olan; radıyellâhü anh denilmesidir. Çünkü bu, peygamberlerden başkalarının mertebesidir. Bunların
Peygamber oldukları ise sabit olmamıştır.» Metindeki sözün zahirine göre; peygamberler ve
meleklerden başkaları için selavât getirilmez. Kadı iyaz´ın : «onlara salât ile dua edilmez» sözüde
aynı manadadır. Ancak, mesele ihtilaflı olduğu için peygamgerliği şüpheli olanlara salavât
getirmenin günâhı olmaz.
«Sallellahü ale´l-enbiyâi ve aleyhi ve sellem denileceği de söylenmektedir.» Çünkü bu durumda
peygamberliği şüpheli olana salât tebean olmuş olur ki bunun cevazında ihtilaf yoktur. Aklı başında
birisine kapalı kalmayacağı üzere bu yerinde bir sözdür.
«Zeylaî ise ilh...» Zeylaî´nin sözü, «Tablundan sonrakiler için, «ğaferellahulehu ve tecâvez anhû»
demenin dışında, önceki geçen sözden farklı değildir.
EK:
Lokman, Zülkarneyn ve Zülkifl peygamber midir, değil midir? tartışması mekrûhtur. İnsan,
kendisine lâzım olmayan şeyi sormamalıdır. Meselâ; Cebrâil nasıl indi? Hz. Peygamber onu hangi
sûrette gördü? Onu insan suretinde gördüğü zaman melek olarak kaldımı, kalmadımı? Cennet
nerede? Cehennem nerede? Kıyamet ne zaman kopacak? Hz. İsa ne zaman inecek? İsmail mi üstün
İshak mı? Hangisi kurban edildi? Hz. Fatıma, Hz. Aişe´den üstün müdür değilmidir? Hz.
Peygamberin babası hangi din üzere idi? Ebû Tâlib´in dinl, ne idi? Mehdî kimdir? gibi bilinmesi
gerekmeyen ve kendisi hakkında teklif varid olmayan sorular böyledir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)´i şerefli isimlerle anmak gerekir. «O fakîrdir, garibdir, zavallıdır, yalnızdır,
uzundur» demek câiz değildir. Arapların özellikle Mekke ve Medine ahalisinin, muhâcir ve Ensar
çocuklarının, dört halifenin çocuklarının tazimi gerekir. Makdisi, Hazânetü´I-Ekmel´den.
M E T İ N
Nevrûz ve Mehrican günlerinin adı ile hediye vermek caiz değildir, haramdır. Eğer bunu, müşriklerin
saygı gösterdiği gibi saygı göstererek yaparsa kafir olur. Ebu-Hafs el-Kabir şöyle der: «Bir adam
elli sene AIIah´a´ kulluk etse sonrada Nevruz gününde, bu güne saygı göstermek için bir müşrike
bir yumurta hediye etse kafir olur, amelleri yok olur.» şayet bu günlerde, tazim kasdetmeden halkın
adetine uyarak bir müslümana hediye verse kafir olmaz. Ancak, şüpheyi def etmek için bunu anılan
günlerden önce veya sonra yapmalıdır. Daha önce almadığı bir şeyi bir günde satın alsa; eğer bu
günleri tazim için satın almışsa kafir olur. Ama eğer yemek içmek ve nimetlenmek için almışsa kafir
olmaz. Zeylaî.
İ Z A H
«Nevrûz ve Mehricân günlerinin adı ile hediye vermek...» Yâni, »bu günün hediyesi olarak» diye
söyleyerek vermek. Zahire göre, niyet de söz gibidir.
Nevruz ilk baharın, Mehricânda sonbaharın ilk günleridir. Bazı kâfirler bu günlere saygı gösterirler
ve bu günlerde hediyeleşirler.
«Bir müşrike bir yumurta hediye etse...» Câmiu´l-FusuIeyn´de şöyle denilmektedir: «Bu. şu
meseleye benzemez: Bir mecûsi çocuğunun başını tıraş için bir davet tertib etse ve bir müslüman
bu davete gidip mecûsiye bir hediye verse kafir olmaz.
Anlatıldığına göre; Serbel mecûsilerinden birisi zengindi ve müslümanlara karşı gayet iyi
davranırdı. Çocuğunun başının tıraşı dolayısıyle bir davet tertipledi. Davetinde birçok müslüman da
bulundu. Bazıları, mecûsiye hediye verdiler. Bu hâl müftiye ağır geldi. Bunun üzerine hocası Ali
es-Suğdi´ye : «Memleketinin halkına yetiş; dinden çıktılar, mecûsîlerin şiârı olan şeyleri yaptılar»
diyerek hadiseyi anlatan bir mektup yazdı. Ali es-Suğdî´de şu karşılığı verdi: «Zimmet ehlinin
davetine icabet şeriatta serbesttir, iyiliğe iyilikle mukabele alicenaplıktır. Başı tıraş etmek de delâlet
ehlinin şiarından değildir. Doloyısıyla bu kadarcık bir şeyle müslümanın kâfir olduğuna hükmetmek
mümkün değildir. Evlâ olan; bu gibi hallerde sevinç ve neşe göstermek için müslümanların onlara
muvafakat etmemeleridir.»
M E T i N
İpeğin ve üzerinde dört parmaktan fazla ibrişim bulunan pamuklu kumaş dışındaki bir kumaştan
yapılan başlığı giymekte beis yoktur. Sirâciye;
Sahih olan o Rasulullah (s.a.v.), onu (ipekten olan başlığı) giymeyi haram kılmıştır.
Siyah giyip, sarığın ucunu omuzlar arasından sırtın ortasına kadar uzatmak menduptur. Uzatılacak
kısmın oturağa kadâr olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bir karış olduğunu söyleyenler de vardır.
İ Z A H
«Bele yoktur...» Yâni orada dini açıdan bir şiddet yoktur. Veya manâ; onu giymekte kuvvetlilik ve
sağlamlık yoktur. Çünkü bu meşrû bir şeydir. Bu ifadeden anlaşıldığına göre başlığı giyen sevapda
günah da almaz. Hamevî Miftah´tan naklen. T.
Ben derim ki: Genelde «beis yoktur» kelimesi, terkedilmesi daha iyi olan şeylerde kullanılır.
«İpeğin... dışında...» Bu, Molla Miskin´e cevaptır. Çünkü o; «Cemî (çoğul) lafzı, ipek, altın, pamuklu,
siyah ve kırmızıya şamildir.» demişti.
«Sahih olan; Hz. Paygamber (s.a.v.) onu giymiştir.)» Bazı nüshalarla da bu şekildedir. Bunun
benzeri Durru´l-Mültekâ´da da vardır. Yâni Hz. Peygamber başlık giymiştir. Musannıf ve Zeylai bunu
Zahire´ye nisbet etmişlerdir. Bazı nüshalarda da: «Sahih olan o (Hz. Peygamber) onları yani ipek ve
altından olan başlıktan giymeyi haram kıldı» şeklindedir. Düşün.
Bu cümle metindeki: «Sahih olan, o (Rasulüllah) onu haram kılmıştır, cümlesinin yerinedir.
«Siyahı giymek... menduptur.» Çünkü İmam Muhammed es-Siyeru´l Kebir´de Gânâim bahsinde
siyah giymenin müstehap olduğuna delalet eden bir hadis rivayet etmiştir. Yine o hadiste ifade
edildiğine göre sarığının sargısını yenilemek isteyen onu kıvrım kıvrım çözmelidir. Çünkü bu sarığı
tepede yükseltmekten ve onu ta yere kadar salıvermekten daha iyidir. Müstehap olan, sarığın ucunu
omuzların arasına sarkıtmaktır. Konunun tamamı Zeylaî´de vardır.
M E T İ N
Erkeklerin, sarıya ve kırmızıya boyanmış kumaşları giymesi, -kerahiyye bâbında geçtiği üzere-
mekruhtur. Çünkü İbn. Ömer (Allah onlardan razı olsun): «Hz. Peygamber (s.a.v.) «Sarıya boyanmış
elbiseyi giymeyi nehyetti ve siz kırmrztdan sakının. Çünkü o şeytanın» kıyafetidir, buyurdu»
demiştir.
Süslenmek (güzel görünmek) müstehaptır. AIIah (c.c.): «Allah´ın kulları için çıkardığı zîneti kim
haram kıldı de» âyetiyle süslenmeyi mübah kılmıştır. Peygamber (s.a.v.)´de birgün üzerinde değeri
bin dinar olan bir ridâ ile çıkmıştır.
İ Z A H
«Kırmızıdan sakının...» Bu ifade Zeylai de şöyledir: «Siz kırmızılıktan sakının, çünkü o şeytanın
kıyafetidir.»
«Süslenmek müstehaptır.» Hz. Peygamber (s.av.) şöyle buyurmuştur : «Allah (c.c.) kuluna nimet
verdiği zaman nimetinin eserini onun üzerinde görmeyi ister.» İmam Ebû Hanife kıymeti dörtyüz
dinar olan ridâ giyer ashabına da böyle emreder ve: (İnsanlar size rahmet gözüyle bakarlar» derdi.
İmam Muhammed de değerli elbiseler giyer ve «Benim, hanımlarım ve câriyelerim var,
süsleniyorum başkasına bakmasınlar diye süsleniyorum» derdi.
Şeyh´a: «Hz. Ömer, üzerinde şu kadar yama bulunan gömlek giymezmiydi» denildi. O da: «Bunu bir
hikmete binâen yaptı; O müminlerin emiri idi, Vâlileri kendisine uyarlardı, Belki onların malı olmaz
da müslümanlardan alırlardı.» cevabını verdi. Zahire özetle.
«Üzerinde, değeri bin dinar... ilh...» Şârih, Musannıfa tabi olmuştur. Zeylaî´deki ibare «bin dirhem»
şeklindedir.
M E T i N
Alim genç, Kureyş´ten de olsa cahil yaşlının önüne geçebilir. Allah (c.c.) «ve kendilerine ilim
verilenleri derecelerle...» buyurmuştur. Yücelten Allah´tır. Alimi alçak göreni AIIah cehenneme atar.
Esah olan kavle göre âlimler ûlü´l-emr (emir sahipleri) ve ittifakla peygamberlerin varisleridirler.
İ Z A H
«Alim genç yaşlı cahilin önüne geçebilir...» Çünkü âlim cahilden üstündür. Onun için namazda da
öne geçer. Namaz, İslâmın rükünlerinden birisidir, imandan hemen sonra gelir. Zeylaî Remlî,
Fetâva´sında, cahilin, alimin önüne geçmesinin haram olduğunu açıkça ifade etmiştir. Çünkü bu,
halk arasında alimin derecesinin düşük oluşu hissini verir. Bu da : «Allah, sizden inananları ve
kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin..» âyetine muhaliftir. (Dolayısıyla cahili âlime
takdir haramdır) Bu, üzerinde icmâ edilen bir husustur. Alimin önüne geçen cahil günah işlemiştir,
tazir olunur.
«Esah olan kavle göre âlimler ülü´l-emrdirler.» Yâni: «Allah´a Rasûl´e ve sizden olan ülü´l-emre itaat
ediniz» âyetinin tefsirindeki kavillerden birisine göre, ülü´l-emr, âlimlerdir. Zeylai böyle demiştir.
Minah´ta, Bezzâziye´den naklen Zende Visti´nin şöyle dediği nakledilmektedir: «Alimin cahil
üzerindeki hakkı ile hocanın talebe üzerindeki hakkı eşittir. O da, kendisinden önce konuşmaya
başlamak hazır olmasa bile yerine oturmamak, sözünü reddetmemek, yürürken önüne
geçmemektir. Kocanın, karı üzerindeki hakkı bundan daha fazladır. Kocanın hakkı; mübah olan her
konuda karının kendisine itaat etmesidir. Halef´ten nakledildi ki: bir zelzele olmuştu. O talebelerden
dua etmelerini istedi. Sebebi sorulduğunda; onların hayrı başkalarının hayırından daha hayırlıdır,
onların şerri de başkalarının şerrinden hayırlıdır, dedi.»
M E T İ N
Kişinin hanımları ve cariyeleri için boyanması esah olan kavle göre caizdir. Siyaha boyaması ise
mekruhtur. Mekruh olmadığı da söylenmektedir. Hazr bahsinde geçmişti
Sahih olan görüşe göre yaslanarak yemek caizdir. Çünkü Rasulüllah (s.a.v.)´in yaslanarak yemek
yediği rivayet edilmiştir. Mecmâu´l-Fetâva.
İ Z A H
«... Boyanması esah olan kavle göre caizdir.» Bu, Ebu Yûsuftan rivayet edilmiştir. Ebu Yûsuf şöyle
der: «Benim kendisi için süslenmemden hoşlandığı gibi, bende hanımımın benim için
süslenmesinden hoşlanırım.» Esah olan; onun harpde ve başka zamanlarda mahzurlu olmayışıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)´in ömründe boya sürüp sürmediği (kına yakıp yakmadığı) konusundaki
rivâyetler ihtilaflıdır. Esah olana göre boyamamıştır.
Muhît´ta; siyaha boyama ile diğerleri ayrı tutulmuştur. Ulemâ´nın çoğunluğu buna mekruh derken
bazıları caiz görmüşlerdir. Bu EbÛ Yusuf´tan nakledilmiştir. Kırmızıya boyamak ise erkeklerin
özellikle müslümanların adetidir.
Ekmel´in Meşari şerhinde; «Muhtar olan : Hz. Peygamber (s.a.v.) bir zaman boyamış, çoğu vakit
boyamamıştır. Bizim görüşümüze göre kına ve Vesime ile boyamak iyidir. Haniyye´de de böyledir»
denilmiştir.
Azlam denilen ve boyacılıkta kullanılan bir bitkidir. (Mütercim)
Nevevî´de şöyfe der: «Bizim mezhebimize göre erkek ve kadının beyaz saçı sarı veya kırmızı ile
boyanmaları müstehap, siyaha boyamaları ise esah görüşe göre haramdır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v.): «Şu beyazlığı değiştirin, siyahtan sakının buyurmuştur.»
Hamevî: Bu, savaştaki gazilerden başkaları içindir. Ama düşmanı korkutmak için onların siyaha
boyatmaları haram değildir. Her halde bu, sahabelerden yapanlara hamledilir.» der. T.
«Sahih olan görüşe göre, yaslanarak yemek caizdir.» Hazr bahsinde; muhtar olanın bunda mahzur
olmadığını, fakat terkedilmesinin daha iyi olacağını söylemiştik. Bu hüküm. tekebbür için olmadığı
takdirdedir. Şayet tekebbür için olursa horamdır.
«Çünkü Hz. Peygamber´in yaslanarak yediği rivayet edilmiştir.» Sahih-i Buharî ve diğer hadis
kitaplarında Rasûlüllah (s.a.v.)´in «ben yaslanarak yemem» buyurduğu yer olmaktadır. İbn Hacer,
Şemail Şerhi´nde Nesâî´den rivâyetle «Hz. Peygamber´in yaslanarak yemek yediği hiç
görülmemiştir» der. İbn Ehî Şeybe ise Mücahidden, Rasûlüllah´ın bir defa yaslanarak yediğini
tahricetmiştir. Bu sahihtir ve makbul bir ziyadedir. Yine İbn Ebi Şeybe´nin ibn Şahin vasıtasıyla Atâ
b. Yesârdan tahric ettiği şu hadisede bunu teyid etmektedir: «Cebrail aleyhisselâm bir defa Hz.
Peygamber (s.a.v.)´i yaslanarak yerken görmüş ve onu nehyetmiştir.
Alimlerin çoğu (yaslanma diye terceme ettiğimiz) «İttika»ı iki takından birisi üzerine eğilmek diye
tefsir etmişlerdir. Çünkü bu yemek yiyene zarar verir. Zayıf bir isnadla, RasuIuIIah (s.a.v.)´in insanı
yemek yerken sol eli üzerine dayanmayı menettiği rivayet edilmiştir.
İmam Malik (rahımehullah) : »Bu, yaslanma çeşitlerinden biridir. Bu ifadede, yaslanmanın muayyen
bir şekle mahsus olmadığına işaret vardır.» demektedir.
Böylece anlaşılmış oluyor ki: Hz. Peygamber´in yaslanarak yediği sabittir. Bundan nehyolununca
terketmiştir. Bu, bu şekilde yemenin cevazına delili değildir. Evet, bazı Şâfiî´ler, bunun Hz.
Peygamber (s.a.)´e mahsus olduğunu söylüyorlar. Ama onlara göre esah olan, hükmün umumu
oluşudur.
Alkame Camiu´s-Sağîr Şerhi´nde şöyle demektedir: «Yaslanmanın şekIinde ihtilaf edilmiştir. O
yemek için oturulduğunda her hangi bir şekilde yerleşmektir. Saklardan birisi üzerine oturmaktır,
sol el iIe yere dayanmaktır gibi görüşler sarfedilmiştir. ilk görüş mütemeddir. Zaten bu diğer ikisini
de Şâmildir.
Yemekte yaslanmayı terk etmenin hikmeti; bunun Acem melikleri ve kibirlilerin işi oluşudur. Ayrıca
bu çok yemeye vesiledir. Yemek içi en iyi oturuş şekli kalçalar üzerine oturup dizleri dikmek, sonra
diz çökmek daha sonra da sağ dizi dikip sol ayak üzerine oturmaktır.»
Konunun tamamı Câmiu´s-Sağîr Şerhi´ndedir.
METİN
Bir kimsenin evi sallanmaya başlasa, dışarıya kaçması mekrûh değildir. Hatta müstehaptır. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.v.) eğilen bir duvar dan kaçmıştır.
Bir kimse, içersinde bulaşıcı hastalık bulunan bir memleketten çıktığı zaman; şayet her şeyin
Allah´ın takdiri ile olduğunu biliyorsa, çıkıp gitmesinde beis yoktur. Ama kendisinde; eğer çıkarsa
kurtulacağı, girerse o hastalığa tutulacağı hissi varsa onun için bu (girip çıkmak) mekrûhtur,
inancını korumak için oraya giremez, oradan çıkamaz. Hâdis´teki nehy buna hamledilir.
Mecmâu´l-Fetâvâ.
Bir memlekette bir fakih olsa ve orada kendisinden daha fakih birisi daha bulunmadığı halde
savaşa gitmek istese gidemez. Bezzâziye ve başka kitaplar.
Borçlu, vadeli olan borcunu vadesi gelmeden ödese veya ölse de -ölümü ile vade dolmuş sayılır-
alacaklı alacağını terikeden olsa; aralarında cereyan eden mürabahalı satıştaki kârdan ancak
geçmiş olan günlerin payına düşen mikdarı alabilir. Bu, müteehhirün ulemanın cevabıdır. Anadolu
müftisi merhum Ebussuud Efendi de böyle fetvâ vermiş ve gerekçe olarak iki tarafa da iyi
muameleyi göstermiştir. Ben bunu Karz bölümünden önce ifade etmiştim.En iyisini Allah bilir.
Bir mesele : Kenz´in sonunda : «Hafızı Kur´an olanın kırk günde bir hatim etmesi gerekir»
denilmektedir.
İ Z A H
«İçersinde bulaşıcı hastalık bulunan bir memleketten çıktığı zaman...»
Sonraki kısma uygun olması için. «çıksa veya girse» deseydi daha uygun olurdu. T.
«Savaşa gitmek isterse gidemez...» Bu, müteayyin olan cihadın dışındakiler hakkındadır. Çünkü
fakihin müslümanlara faydası, müteayyin olmayan cihaddan daha fazladır.
«Borçlu borcunu... ödese ilh...» ifade etti ki; borç vadeli olduğunda borçlu vâde dolmadan borcunu
öderse olacaklı parayı kabule zorlanır. Haniye´de´ de böyle denilmiştir.
«Aralarında cereyan eden alış verişten... alamaz.» Meselenin sureti şöyledir: Birisi peşin para ile on
dirheme birşey satın alır ve onu on ay vade ile başka birisine yirmi dirheme satar. Borçlu borcunu
beş ay sonra ödese veya ölse alacaklı, kâr olan on dirhemden beşini alır, beşini bırakır. T.
Ben derim ki: Bunun bir benzeri de şudur: Bir kimse birisine borç verse ve ona malum bir fiatla bir
mal satsa ve bunun için vade verse malın fiatından, sadece geçen müddetin hissesi hesabedilir.
Düşün.
«Gerekçe olarak... göstermiştir.» Hanutî´de bunun için, ribâ şüphesinden uzaklığı gerekçe
göstermiştir. Çünkü ribâ bahsinde şüphe hakikata ilhak edilir. Bunun vechi şudur: Kâr vade
karşılığındadır. Çünkü vâde, her ne kadar mal değilse ve bedelden bir mikdarı ona mukabil olmasa
da, vade, fazla bir bedel karşılığı olarak alınmışsa, mal olarak itibar edilmiştir. Şayet vâde
dolmadan, paranın tamamı alırsa karşılıksız olarak almış olur. Allah Teâlâ en iyisin» bilir.