- Rabbül Âlemîn

Adsense kodları


Rabbül Âlemîn

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Thu 9 September 2010, 09:02 pm GMT +0200
Rabbü’l Âlemîn

Evet, insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır.

Askerlik vazifesi talim (eğitim), cihad gibi dini ve vatanı koruyacak işlerdir.

Hükûmetin vazifesi ise, askerin erzakını, libasını, silâhını vermektir.



Binaenaleyh (buna göre) erzakını temin etmek için askerliğe aid vazifesini terk edip ticaretle iştigal eden bir asker, şakî ve hâin olur.



Bu itibarla insanın Allah’a karşı ubûdiyet, vazifesidir.

Terk-i kebair(büyük günahlar terk etmek) takvadır.
Nefis ve şeytanla uğraşmak, cihaddır.


Allah, küçük bir âlem olan hücreden tut, ta her biri birer âlem olan bütün nevlerin; belki sayısız âlemleri içinde bulunduran, nihayetsiz kudret ve hikmet-i ilâhiye ile genişliğini düşünmekten aciz olduğumuz kâinat denilen, varlık âleminin rabbidir.



Evet, kâinatta iki daire ve iki faaliyet vardır. Birisi, rubûbiyet dairesidir ki, Allah’ın, bütün isim ve sıfatlarıyla varlıkları birçok fayda ve neticeler verecek şekilde yaratıp, besleyip, büyütüp, yetiştirmesidir. Mesela Allah, kendi nurundan maddî ve manevî olarak nur-u Muhammedî’yi öyle yaratıp terbiye etmiştir ki,  O nur bir çekirdek nevinden, manevi âlemleri netice verdiği gibi maddi olarak da esiri netice vermiştir. Hatta bugün big bang denilen büyük patlamanın, o nur-u Muhammedî denilen çekirdeğin patlaması olduğu anlaşılıyor. Maddi cihet olarak esire de baktığımızda öylesine halk ve icad edilerek terbiye edilmiştir ki, bütün atomların temel taş olarak vücuda gelmesini netice verebilecek bir durumdadır. Atomların ise, madenlerin teşekkülünü netice verecek şekilde, rubûbiyet-i ilâhiye ile terbiye edildiklerini görüyoruz.



Hem madenler ise öyle bir rubûbiyet ve hikmetle terbiye edilmiştir ki, her çeşit ağaç ve bitkinin vücuda gelmesine vesile oluyor. Ağaç ve bitkiler ise, öyle bir rubûbiyetle beslenerek büyütülmüş ve terbiye edilmiş ki, hayvanlara gıda suretinde hizmet edip faydalı olabiliyorlar. Hayvanlar da gıda ve hizmet noktasında insanlara faydalı olabilecek şekilde terbiye edilmişlerdir. Hem eşref-i mahlûkat olan insanlar da kudret-i ilâhiyenin bir mucizesi olarak hâlık-ı kâinatı tanıyacak, sonsuz cemal, kemal ve ihsanına karşı, sonsuz bir muhabbetle onu sevecek ve bütün varlıklar arasında bir kumandan olarak dünya ve ahiret saadetini kazanacak şekilde yaratılmış ve terbiye edilmiştir. Evet, bütün bu devir ve mertebelerin en ince ve en küçük icraat ve teferruatından tut, ta varlık âleminin en büyük icraatlarına kadar hepsi rubûbiyet-i ilâhiyenin tecellisi ile tahakkuk edip gerçekleşiyor. Bu geniş dairedeki ağır olan rubûbiyet vazifesi ancak Cenâb-ı Hakk’a aittir.



İşte bütün bu âlemlere ve içinde olup bitenlere rubûbiyet ve faaliyet dairesi denir. Demek rubûbiyet-i ilâhiye dairesi her şeyi kuşatmıştır. O dairenin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Öyleyse mülk-ü ilâhinin dışına çıkmak mümkün değildir. Ancak kurtuluş O’nu tanımak ve O’na abd olmakla olur. Rabbim bizleri O’nu hakkıyla tanıyan ve O’na kulluk edenlerden eylesin.(âmin)



İkincisi ise, ubûdiyet dairesi ve faaliyetidir. Bu daire ise, rubûbiyetin o sonsuz ihsan, cemal ve kemaline mukabil sonsuz bir muhabbetle, ona ibâdet, emir ve yasaklarına uymak ile şükür etmektir. Birinci olan rubûbiyet vazifesi büyük ve ağır olduğundan ancak onu nihayetsiz bir kudret, rahmet ve hikmet sahibi olan rabbimiz yapar. İkinci olan hafif, lezzetli ve şerefli ubûdiyet vazifesi ise insanlara aittir. Bu hususta Risâle-i Nur’da geçen bir açıklamayı buraya aynen alıyoruz.



“İ’lem Eyyühel-Aziz!(bil ey azizim) Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder, Allah’ın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan gafletten dolayı iktidarı dâhilindeki kolay olan ubûdiyet vazifesini terk edip, zaîf kalbiyle rubûbiyet vazife-i sakîlesi(ağır vazife)nin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatını kaybetmekle beraber âsi, şakî(eşkıya) ve hâin âdemlerin zümresine(grubuna) dâhil olur.



Evet insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik vazifesi talim(eğitim), cihad gibi dini ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, askerin erzakını, libasını, silâhını vermektir. Binaenaleyh(buna göre)erzakını temin etmek için askerliğe aid vazifesini terk edip ticaretle iştigal eden bir asker, şakî ve hâin olur. Bu itibarla insanın Allah’a karşı ubûdiyet, vazifesidir. Terk-i kebair(büyük günahlar terk etmek) takvadır. Nefis ve şeytanla uğraşmak, cihaddır.



Amma gerek nefsine, gerek evlâd ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah’ın vazifesidir. Evet, madem hayat veren odur. Ve o hayatı koruyacak levazımatı( hayata lazım olan şeyleri) da o verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için erzak depolarında cem’ettiği(topladığı) erzakı askerlere taşıttırdığı, temizletip, öğüttürdüğü ve pişirttiği gibi, Cenâb-ı Hakk da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz tarlasında yaratıp cem’ettikten(bir araya getirdikten) sonra, o erzakın toplamasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet ve bir eğlence olsun ve insan atalet ve betalet(boş durmak) azabından kurtulsun.



Ey insan! Rahm-ı maderde(anne karnında) iken, tıfl(çocuk) iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklarla besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça senin o rızkını verecektir. Baksana! Her bahar mevsiminde sath-ı arzda yaratılan enva’-ı erzakı kim yaratıyor ve kimler için yaratıyor? Senin ağzına getirip sokacak değil ya!



Yahu, eğlencelere, bahçelere gidip dallarda sallanan güzel yüzlü leziz meyveleri koparıp yemek zahmet midir? Allah sana insaf versin! Hülâsa: Allah’ı ittiham etmekle (rızkımı vermez düşüncesiyle)işini terk edip Allah’ın işine karışma ki nankör ve âsiler defterine kaydolmayasın.”

(Mesnevi-i Nuriye,201)



Bir zaman namaz kılmayan bir arkadaşa:

    “Kardeşim namaz kılmak farzdır. Hem işimize de engel değildir. Hem namaz kılmak gibi farz ibâdetlerimizi yaparsak, bütün helal dairesindeki dünyevi çalışmalarımız dahi ibâdet olur. Onun için sana yazık oluyor, namazını ihmal etme!”dedim.



O da hiddetle:

    “Sen ne diyorsun? Evde altı yaşındaki çocuğum benden karpuz istedi. Pekâlâ, namaz mı kılacağım yoksa çocuğumun rızkını mı temin edeceğim?”diye söyledi.



Cevaben:

    “Namaz çoluk çocuğumuzun rızkını kazanmaya engel değildir. Fakat sen namazını kıl, Allah o çocuğun rızkını gönderir. Göndermediği takdirde gel hesabını benden sor!” dedim.



Hayret ederek:

    “Bu nasıl olur?” dedi.



Ben de ona:

    “Kardeşim, sen o kadar canavarlaşmışsın ki, seni yaratan, besleyip büyüten Rabbine karşı geliyorsun. Onun emir ve yasaklarına uymuyorsun. Namaz kılmıyorsun. Buna rağmen o çocuğun rızkını düşünebiliyorsun. Bu senden kaynaklanan bir durum değildir.  Bu ancak Cenâb-ı Hakk’ın merhamet ve şefkatidir ki senin gibi bir canavarın kalbine o çocuğa karşı acımak hissini vermiş. O acımak hissiyle merhamete muhtaç olan o çocuğa seni hizmetkâr yapıyor. Eğer bu acıma hissini Allah sana vermeseydi, sen o çocuğa hizmet etmek değil belki onu parçalar yerdin. Demek o çocuğa senin vesilen ile rızkı gönderen Allah’tır.”  diye bu manada bir şeyler anlattım. O da dinledi, bir şey diyemedi.



“Dünya madem fânidir. Hem madem ömür kısadır. Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur. Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil. Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri(idarecisi) var. Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız(karşılıksız) kalmayacaktır. Hem madem sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur (gücümüzün yetmediği bir şeyin yapılması emredilmez). Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır(tercih edilir). Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.



Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni(gereksiz) şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.” (14. Şuâ)



Netice olarak yapabileceğimiz hafif gelen ubûdiyet vazifesini bırakıp sonsuz bir kudreti gerektiren, Cenâb-ı Hakk’a ait ve ezilmemize sebep olan rubûbiyetin ağır vazifesi altına girmemek gerektir. Rabbimiz bizi haddine tecavüz etmeyen ve vazifesini bilip hakkıyla ifa eden kullarından eylesin. (Âmin)



M. Zakir ÇETİN